|
|
|
Editör'den : Bin Düşün Bir Söyle!.. |
Merhabalar
İşler maalesef iyi gitmiyor. İş silah çekip can almaya kadar geldi dayandı. İyi ve kötü gibi göreceli kavramlar bile bölme, ayrıştırma unsuru olarak kullanılmaya başlandı. Köşe yazarları iyi ve kötü Kürtten, iyi ve kötü Türkten bahseder oldular. Bu gidiş iyiye doğru değil. İplerin ucu devletin elinden kaçmaya başlarsa, bir daha yakalamak için birkaç fırım ekmek yememiz gerekir. Ortada somut veriler yokken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmak nasıl mümkün olacak? Birgün hepimiz sokakta cadı avına çıkarsak, bunun bedelini kim ödeyecek acaba?
Biraz aklı başında olanlara kulak vermeli. Bin düşün bir söyle dönemi çoktan geldi. Güçlüyü oynarken de, mazlumu oynarken de aynı duyarlılığı gösterme zamanı şimdi. "Hazmetmek" kelimesini belki de en doğru biçimde Ahmet Türk kullandı veda konuşmasında. Haklı da olsa, haksız da olsa, "Bu millet, bu meclis 21 kişiyi hazmedemedi." dedi. Çok ta doğru söyledi. Herşeye rağmen hazmetmeyi becerebilseydik, belki Muş'ta silahlar kınında kalacaktı. Onlar pkkyı bir terör örgütü olarak görebilseydi, belki de umduklarından çok daha kısa sürede arzu ettikleri yerde olacaklardı. "Kardeşlik" lafını dilinde düşürmeyen Tayyip Bey, diline sahip olabilseydi, kızarmadan, azarlamadan, bağırmadan konuşabilmeyi becerebilseydi, Türkiye belki de gerçek gündemini konuşma, tartışma şansını yakalayacaktı.
Bugünü çok konuşmadan düşünerek geçirmek istiyorum, size de aynısını tavsiye ederim. Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Adâlet Tanrıçasının Mâsumiyet Karînesi Üzerine |
|
Tanrıça Themis, hem adâlet tanrıçasıdır, hem de düzeni sağlamakla sorumludur. Kendisi, öfke ve hınç dolu, intikam peşinde koşan bir tanrıça değildir; aksine, son derece iyi niyetli ve şefkat dolu bir tanrıçadır. O kadar ki, adâleti engelleyen ve düzeni bozan kişilere karşı yine de hiçbir şey yap(a)maz, gerekli cezâyı vermesi için Nemesis'e başvurur.
Themis, adâleti düzen içinde sağlamaya çalışırken "tanrısal", "kutsal", "erişilemeyen", vb. ölçütlerden hareket eder; insanların koyduğu yasalar (nomos) gelip geçici ve güvenilmezdir çünkü. Üstelik, adı bile "tez" kelimesiyle; yâni "koymak", "yerleştirmek", "düzeltmek" kelimeleriyle aynı köktendir ve tanrıça, insanların koyduğu yasalara güvenmez; kendi ölçütlerini kullanarak bu düzeni sağlamaya çalışır.
Diğer taraftan, Themis'in belirli bâzı simgeleri vardır. Kılıcı, adâletin sağlanması için gerekli caydırıcılığı, terazisi ise taraflar arasındaki dengeyi simgeler. Kadın ve bâkire olması ise saflığı, temizliği, dürüstlüğü ve bağımsızlığı ifâde eder. Ve Themis'in gözleri bağlıdır; karşısındaki kişinin kim olduğundan bağımsız olarak karar alması istenir. (Gerçi, Grek mitolojisinde tanrıçanın gözleri açık, Roma mitolojisinde kapalı olarak bilinir ama, tâ öteden beri, tanrıçanın aslında gözlerinin kapalı olması gerektiği kabûl edilir.)
Şu hâlde, demek ki insanlık, çok eski zamanlardan beri adâletin, belirli bir toplum düzeni içinde ve eşit, âdil, dengeli bir biçimde sağlanması için mücâdele etmiş, türlü teoriler ortaya koymuştur. Ancak, bu teoriler birbirlerinden ne kadar farklı olursa olsunlar, hemen her defâsında, tanrıçanın gözlerinin bağlı olması gerektiği; hukukun, kişiden bağımsız olarak işlemesi gerektiği, gizli bir öncül olarak kabûl edilmiştir. Gözü açılan hâkimin, tarafsızlığını yitireceğine ve güç karşısında eğilmek zorunda kalacağına inanılmıştır.
Fakat, bilmem bilir misiniz; Sunay Akın'ın güzel bir şiiri vardır:
"Beyaz adam,
Özgürlük gibi adâleti de
Bir kadın heykeliyle simgeledi,
Ama elinde terazi tutan zavallı kadın;
Gözleri bağlı olduğu için,
Kendisine tecâvüz edenin
Kim olduğunu göremedi."
İşte, tam da bu nedenle, tanrıçanın gözleri artık açılmalıdır. "Adâlet", "özgürlük", "düzen", vs. dene dene o kadar çok iğrençlik, özellikle de son iki yüzyıldır; yâni modernizmden buyana sahnelenmiştir ki, kimse bunları görmezden gelemez, tanrıça da bunları görmelidir. Bakarsanız, Naziler de tüm dünyâya "adâlet"(!) getirmek istemiştir, komünistler de, faşistler de ve daha bir sürü… Ancak, tanrıçanın el değmedik hiçbir tarafı kalmamıştır!
Tanrıça, mâdem "dokunulmazlığını", "el değmemişliğini", "mâsumiyetini" yitirmiştir; o hâlde, bunu geri kazanabilmek için, "mâsumiyet karînesini" ispatlamalıdır. Bu da "güçlü"(!) karşısında "güçsüz"ü(!), zâlim karşısında mazlumu korumakla ve bunu, insanların çoğulluğunu gözeterek yapmasıyla mümkün olur. Tanrıçayı "tanrıça" konumuna; hukuku, hukukî hâle getirecek olan bunlardır.
Nitekim tanrıça, artık "evrensel" (ya da "kutsal", "ilâhî", vs.) normlarla iş görmeye devâm edemez; hukukun hukukîliği artık bu ölçütlere göre belirlenemez. Özellikle de Gramsci ve Arendt'in hegemonya ve evrensellik hakkındaki tezleri, tanrıçaya kimin, nasıl tecâvüz üstüne tecâvüz ettiğini apaçık bir biçimde serimlerken; insan haklarının bir üst-yapı kurumu hâline nasıl getirildiğini görmemizi sağlarken hukuk, kendi varlık koşullarını "evrensellik"te ("kutsallıkta", "ilâhîlikte", vs.) bulamaz. Zîrâ, insan hakları için eskiden "kutsal" denirdi, şimdi "evrensel" deniyor; oysa, insan hakları konusunda tüm bu gerçekler apaçık ortadayken, tanrıça, hâlâ nasıl gözlerini kapatabilir?
Üstelik, ben tek bir adâlet tanrıçası olduğunu da düşünmüyorum; her topluma, o toplumun içinden çıkacak bir adâlet tanrıçası lâzım. Kezâ, mitolojide de tanrılar ve tanrıçalar, âit oldukları toplumların kendi toplumsal yapılarını anlatır, dışarıdan "ithâl" ettiklerini ise kendilerine göre yorumlayıp değiştirmişlerdir. Bu da gâyet doğaldır; çünkü bu görelilik ve değişim, doğrudan doğruya insanların çoğulluğunda temelini bulur.
Bu bakımdan, eğer tek bir tanrıçadan adâlet ve düzen dağıtmasını beklerseniz, bu sefer tüm insanlara yine aynı normları uygularsınız ve bu çoğulluğu yok edersiniz. Oysa önemli olan, bu çoğulluk içinde ve bu çoğulluğu gözeten bir toplumsal düzen içinde gerekli önlemleri alarak haklar ve özgürlükler ile ödevler ve sorumlulukların tam bir simetrisini sağlamaktır. Evrenselcilik söylemi ise tek bir tanrıçanın, gözleri kapalı bir biçimde, tek tip karar almasını istiyor. Bence bu kabûl edilemez.
Diğer taraftan, bu evrenselcilik düşüncesiyle de bağlantılı olarak, bu sorunun temellerinden biri de aslında, kavramsal düşüncenin ta kendisidir. Nitekim kavramlar, belirli türden soyutlamalardır, genellemelerdir, tek-tipleştirmelerdir ve "insan hakları" kavramı gibi "tehlikeli kavramlar" hakkında (da) konuşmaya başladığımız anda, bu sorun kendisini apaçık biçimde belli eder. Üstelik, kavramlar hep belirli birtakım kavram-çiftleri içinde anlamlandırılır ki, bu da özellikle de "insan hakları" konusunun "evrenselcilik"-"yerelcilik" inatlaşmasına mahkûm kalmasına yol açar.
Ne var ki, "insan hakları" hakkında konuşmanın başka yolları da olmalıdır ve bence bunlardan biri de "insânî sorumluluklarımız"dır. Zîrâ bu sorumluluklarımız, bize insan-olmaklığımızı, "genel", "evrensel" bir kavramdan dedüksiyon yaparak değil; insanlarla kurduğumuz ilişkiler üzerinden gösterir. Ve insanlar, bu ilişkiler üzerinden kendi insan-olmaklıklarını tanımlama ve kabûl etme yoluna giderlerse, işte o zaman bu "evrenselcilik"-"yerelcilik" çekişmesinden de uzak dururuz.
Hâlbuki şu evrenselciler, "insan hakları"nın târihsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal her türlü faktörden bağımsız olarak ve bizzat şu "demokratik toplum düzeni ideâli" içinde gerçekleştirileceğine inanıyorlar. Oysa, benim düşünceme göre demos, üyeleri yüz yüze bakan ve birbirlerine karşı insânî sorumluluklar duyan, birbirlerinden sorumlu olan bir insan kitlesidir. Böyle bir demos içinde "homojenlik", "heterojenlik", "tek parçalılık", "çok parçalılık", vs. aramak, gerçekten de çok anlamsızdır. Evrenselcilik söylemi ise aynı zamanda bu sorumluluk ilişkisini de yok etmektedir; tek-tipleştirmek çünkü, insanlar arasındaki farklılıkları ve dolayısıyla, bizim gibi olmayanlara karşı sorumluluklarımızı yok etmektedir.
İmdi, adâlet tanrıçasının gözleri kapalı kaldıkça, her önüne gelen ona tecâvüz edecektir ve bu zevatın elinden çıkan "bildirgeler", "sözleşmeler", "anlaşmalar" ve hattâ "anayasalar" bile, ancak birer "veled-i zînâ" olacaktır! Ben ise tanrıçanın, mâsumiyet karînesini yeniden ispat edeceği bir hukuk sistemini savunuyorum; oysa "evrenselciler", tanrıçaya koca bulmak peşinde! Hâlbuki demos, insânî sorumluluklarının paylaşılacağı bir toplumsal düzen istiyor; tanrıçaya koca bulmak değil!
Ve görünen o ki, "insan hakları" gibi "tehlikeli konularda" özellikle, kavramsal düşünce düzemi içinde kaldığımız sürece, hiçbir zaman bu sorumluluk ilişkisini kuramayacağız. Kavramların kendilerinin birer soyutlama, genelleme, tek-tipleştirme olması, insanlar arasındaki farklılıkları her defâsında görmemizi engelliyor ve bu nedenle, bizim gibi olmayanlara karşı sorumluluklarımızı kavramsal düşünce düzlemi içinde kalarak görmemiz mümkün olmuyor. Bunun yerine, kendimiz için istediğimiz, kendimize istediğimiz bir şeyin, başkaları için de hak olup olmadığını tartışmaya başlıyor ve başkalarının bizden ne istediğini görmezden gelerek, kendimiz için istediğimiz şeyleri, belirli biçimlerde ve koşullarda onlara dayatıyoruz.
Şu evrenselciler ise kavramsal düşünce biçimine atfettikleri değerden dolayı, adâlet tanrıçasına her tecâvüz eden kişiyi, onun kocası olarak görüyor ve gösteriyor ki, bu yolla tanrıçanın mâsumiyet karînesini koruduklarına inanıyorlar. Oysa, adâlet tanrıçasının özellikle de son iki yüzyıldır iyice bozulan bu mâsumiyet karînesini yeniden ispat etmesi, aslında tam da bu çoğulluğu ve dolayısıyla, bizim gibi olmayanlara karşı sorumluluklarımızı korumasına, bunları gözetmesine bağlı değil midir?
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YAVAŞLIK
Evet, yavaşlık... ihtiyacımız var yavaşlığa. Hiçbir şeye olmadığı kadar çok hem de. Hızın asıl aktör olduğu, sakince durup olaylara belli bir uzaklıktan bakmanın mümkün olmadığı, tuhaf, kaotik zamanımızda, yavaşlığın derin soluğuna ihtiyacımız var. Kundera'nın romanında (*) dile geldiği gibi, hız ile anımsama arasında bir ters orantı var... ve bunu temel alan bir bağıntı üzerinden biçimleniyor tüm yaşamımız.
Yaşanan her şey, yaşandığı anla birlikte unutuşun kuyusuna atılmak isteniyor. Olguların ılık dokunuşlarında mutlu olunacağı sanılıyor. Ama her şeyin değersiz olduğu bir dünyanın çarpık bilinciyle, duyguların ağırlığından sıyrıldığı, aslında bencillikten başka bir şeyin egemen olmadığı yabansı bir ortamda yaşanıyor.
En güçlü aktörü hızdır böyle bir dünyanın.
Yabancılaşmış yaşamlarımızın sayısız görüntüleri, yetişilemez bir hızla akıp gidiyor günlerimizin içinden. Ve hızla geçip gidiyor günlerimiz, dur durak bilmeden, hiçbir şeyi yakalayamadan. Oysa direnmek gerekir buna. İnsan olmak direnmektir, teslim olmak değil. Kendine, türdeşlerine ve doğaya yabancılaşmış insan, bir hız girdabında sersemlemiş ve hiçbir şeyi göremeyecek durumda olsa da... direnmek!
Hiçbir emek vermeden başkalarının emeğini sömürerek, günlerini ve giderek tüm yaşamını gaspederek yaşamanın büyük bir değer gibi yüceltilmesi doğrultusunda seferber olmuş bir dünyanın, bu baskın ideolojisinin aktörü kılınan, anlamsız bir hızla yaşıyoruz. Hızın savurduğu rastgele yaşamlara zorlanıyoruz. Zorla, zorbalıkla ve haksızca elde edilmiş, anlamsız ve içi boş zenginliklerin korunması, sürekli artırılması uğruna, ( ki ikincisi, acımasız ve rekabetçi bir dünyada, kaçınılmaz bir durumdur ) insan bir sürüngene dönüştürülmeye çalışılıyor.
Egemen sınıflar; aslında kendileri için de, insani bir yıkımdan başka bir şey olmayan yaşam biçimlerinin kalıcılığı uğruna, serlemlemiş, uyuşmuş ve giderek gönüllü bir teslim oluşu yaşam felsefesi diye belleyen kitleler üretiyorlar, hızı frenlenemeyen bir dünyada.
Çok açık ve kesin bir biçimde sermayeyi emeğin karşısına mutlak ve ezici bir güç olarak koyan dünya, son hedefte insanı yok etmeye yöneliyor. Başaramasa da, telafisi ağır olacak zararlar veriyor. Geçmişin her türlü klasik değerlerine yabancılaşmış bir kukla insan modeli yaratılıp konuyor yeni nesillerin önüne. Sonra iş beklemeye ve her gün yavaş yavaş dozu artırmaya bakıyor.
Gönüllü bir biçimde yitip gitmeyi savunan ve bunu özgürlük, insanlık sanan bir türün tohumları atılıyor.
Ne yazık ki epeyce yol aldı, kendi insanlığını çoktan unutmuş sermeye sınıfı. Dünyayı fokurdayan bir ruhlar bataklığına çevirdi bile. Hızla akan görüntüler, sesler ve sözde yaşantılar girdabında krallıklarını sürüyorlar. Ancak yanılıyorlar, en son bireyi ortadan kalkmadıktan sonra, insan tükenmez.
Umut boş bir laf değildir; nihilist bataklıklarda gecesi gündüzüne karırmış bulanık ruhların sandığının ve vaazettiğinin tersine…
Hiçbir şey değişmese de ben değişirim; geleceğe yol alırım eylemimle, düşüncemle...
Kimse kendinden ötesini gerçekten değiştiremez. Ama her birey toplama katılan kendinden sorumludur. Özgürlük bilinci ve sorumluluk duygusu kuru gürültü değildir. Öyle algılanması bir yanılsamadır ve bir bir ortaya konmalıdır.
Yavaşlamaktan ve insan olmaktan gayrı yol yoktur önümüzde.
Haşmet Şenses
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı AÇILALIM MI? |
|
Bu günlerde açılım bir moda gibi kapladı kafaları, duygu ve düşünceleri. Ermeni açılımı, Alevi açılımı, Kürt açılımı birbirini izliyor. Sınır kapıları açılıyor, açmak, açılmak nutukları atılıyor. Kimisi bu kadar açılmayı gereksiz ve tehlikeli görüyor kimisi de yetersiz bulup daha fazla açılmamız gerektiğini ileri sürüyor. Açılmak denince aklıma denize açılmak ve "açılma boğulursun" uyarısı geldi. Yüzme bilmeyen politikacılara duyurulur!
Ali Baba, kırk haramilerin, altınlarının, değerli mücevherlerinin saklı olduğu mağarayı "Açıl susam açıl" diyerek açtıklarını görür, duyar ve aynı sözleri söyleyerek zengin olur ama çıkarcı komşusu bu sihirli sözü unutur, içerde kalarak haramiler tarafından öldürülür. Politik açılım kapılarının hangi sözle açılacağını unutursak; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oluruz, yağmurdan kaçarken doluya tutuluruz!
Açmak, açılmak çok çeşitlidir. Yol açmak, konu açmak, kapı açmak, ağzını hayıra açmak, ağzı açık kalmak, açıkgöz, gözünü dört açmak, söz açmak, üstü açılmak, gözü açık gitmek, ağzını bıçak açmamak, havanın açılması, açık hava, açıkta kalmak...
El açmak dilenmek, kollarını açmak özlediklerini kucaklamaya hazırlanmak anlamına gelir. Öfkelenenler için "Açtı ağzını, yumdu gözünü" deriz. Dostlarımızı "Aç gözünü açarlar gözünü" diye uyarırız. Kızdığımız kişilere "Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü" deriz. Yağmur çok yağıyorsa "Yağmur göz açtırmıyor" diye dert yanarız. Ders aldığımızı, gerçekleri görüp bir daha aynı hataya düşmeyeceğimizi "Maymun gözünü açtı" diye belirtiriz. Politikacılar açılış törenleri yapmaya bayılırlar. Allah gümüş kapıyı kapatırsa altın kapıyı açarmış. Yani umutsuz olmamak gerek. Namuslu ve dürüst olduğumuzu, kimseden çekinmediğimizi "alnım açık" diyerek duyururuz. Onuncu yıl marşında "Çıktık açık alınla her yılda her savaştan/ On milyon genç yarattık on yılda her yaştan" diye övünülüyor...
Baki bir şiirinde şöyle seslenir sevdiğine:
"Esti nesim-i nevbahar açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz saki medet sun cam-ı Cem"
Bir şarkıda, "Açılan gül gibi, gir kalbe gönül gibi" deniliyor. Kalbe nasıl mı girilecek; "Gönül kapım açıktır, sormadan gir içeri"...
Bir başka şarkıda ise âşık, sevgilisine "Açık bırak pencereni, örtme perdeyi bu gece/Sana yaptığım bu besteyi rüzgârlar getirebilsin" dileğinde bulunuyor.
Kimi kişiler açık saçık gezmeyi, göğsünü bağrını açarak dolaşmayı severler.
Bizde güzel kızların ün kazanması, gündeme oturması göğsünü, bacağını açmasıyla doğru orantılıdır. Modern olmayı sadece modaya uymak sanan kimi kadınlar yazın plajlarda bikini mayoyla ya da üstsüz dolaşırlar ama kışın maksi mantolar giyerler ve de etekleri açılınca hemen kapatırlar. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" dedirtirler. Tutucular ise başı açık gezmeyi günah sayarlar, saçlarının görünmemesi için başlarını sımsıkı örterler. Bunların arasında öylelerine rastladım ki, bacakları ve saçları açılınca önce başlarını örtüyorlardı...
Trende iki kadın pencereyi açıp kapamak kavgası ediyorlarmış. Biri üşüdüğünü söyleyerek pencereyi kapıyor, diğeri ise içeriye temiz hava girsin diye açıyormuş.
O sırada oradan geçmekte olan biletçi gülmüş:
"Boşuna kavga ediyorsunuz. Pencerenin camı kırık zaten" demiş.
Politikacılarımızın açma kapama kavgasına bakıyorum da bu fıkra geliyor aklıma.
Bir kral kocaman bir demir kapı yaptırmış. Adamlarına birer anahtar vererek kapıyı açmalarını istemiş. Hepsi de, anahtarlarıyla kapıyı açmaya çalışmışlar ama bir türlü başaramamışlar. Saray çalışanlarından biri kapıyı itivermiş. Kapı ardına kadar açılmış.
Demek ki hüner anahtarda değil, kapıyı nasıl açacağını bilmekte. Kimi kapı onu kendimize çekmekle açılır, kimi kapı da elimizle geriye itmekle ya da yüklenmekle.
Açılsın sevgiye barışa uzanan yollar, boş kalmasın dostluğa açılan kollar.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mete Çağdaş ACILI LAHMACUN |
|
kapattılar...
Kokuyordu!
Kilit vurdular kapıya...
Kurtlanıyordu!
Neyi pekliyorlar peki?
Cenazeyi kaldıracaklar!
Leş muamelesi görecek şimdi!
Partiler mezarlığına kaldırıp atıverecekler
"Bir garip yatar" olacak!
Soralım bakalım...
Üzüldük mü?
Ben şahsen üzülmedim.
Ha!
Hak etti mi?
Etti...
Bir demokratik ülkenin partisi olduğunu bilemedi
Sadece bir bölgenin insanlarına hitap etti
Ayrımcılık yaptı,ırkçılık...
Kışkırttı insanları,sokağa döktü
Yaktırdı insanları canlı canlı
Cuma ve Cumartesi oldu analar
ikiye bölündü sayelerinde!
Kendilerinin yokmuş gibi
İki de bir imralı'yı gösterdiler adres diye
Ne oldu ama sonunda?
Kapattılar...
Öğrendiler mi,
Bir ders çıkarttılar mı acaba?
Ben sanmıyorum akıllansınlar
Gerçi bu çare değil
Kapatmak çözüm olmuyor
Daha önce örnekleri yaşandı bunun
Kökünden temzileyeceksin bunları
Nasıl mı?
Parti açtırmayacaksın
" Gidin seçin birini...
mevcut partilere girin ve yapın siyasetinizi" denilecek.
Bunlara en uygun olanı da AKP
Gidip girsinler oraya
Beraber " Açılım" yapsınlar işte
Ne güzel bak
Amerika da 2 parti var
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler...
Türkiye de de 2 tane oluruz
Doğulular ve batılılar...
"Bin yıllık kardeşliği
bir kalleşliğe yenik düşürdük."
Şu bir gerçek
Artık lahmacun ne yemeyeceğiz...
Ta ki canımız çekinceye dek!
Mete Çağdaş mettecagdas@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
Minare Gölgesi
Adam namaza durmuş
Birdenbire gölgesini gördü
Öne eğiliyo küçülüyo
Arkaya eğiliyo büyüyo
Sağa dönüyo o sola sapıyo
Sola dönüyo o sağa sapıyo
Millet te dönüp dönüp bakmıyo mu
Hay Allah yanında ki Kadir ağa
Fesüpanallah noluyon lan
Dayanamadı kaktı hızlı hızlı
Arkasına baka baka yürüyo
Cami avlusundan çıktı çıkmadı
Gölge kayboldu, adam
Upuzun minare gölgesine girince
Gölgesi kayboldu
Birdenbire yolun ortasında durdu
Arıyo, nooldu lan derken
Koca gamyon voonk voonk diye gelip bi furdu
Adam gölgesinin üstüne düstü ve öldü
Yuruk Iyriboz
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|