|
|
|
Editör'den : Tam iyileşmeden sahalara dönmeyin olur mu?!.. |
İyi haftalar
Hani bir laf vardır, "Allahın sopası yok ki..." diye. Son padişahımız efendimiz ses tellerinden sıkıntılı hale gelince aklıma ilk bu söz geldi, nedense? Acil şifalar dileyelim öncelikle. Sonrasında da diyeceğimizi diyelim.
Kapatılan DTP'nin sabık yasaklı başkanı ilk anda verdiği demeçle hepimizde romantik duygular uyanmasına yol açmıştı hatırlarsınız. "Tek kişi ölmesin diye kendi canımı veririm." demesi, Türkiyenin bölünmez bütünlüğünden söz etmesi, yüreklerimizi pırpır ettirmişti de "Helal olsun" demiştik. Bana kalırsa o gün söyledikleri gerçekten samimi düşünceleriydi. Ve ilk defa, nasıl olsa son kez diyerek, güdümsüz, yalın kendi düşüncelerini söylemişti. "Sine-i Millet" i açıklarken bile o samimiyetin etkisindeydi. Ama aradan birkaç gün geçip, İmralı'dan aldığı emri bizlerle paylaşırken kullandığı üslup şaşırtıcıydı. Üzerine düşen görevi, zorunlu olarak, bir kez daha yerine getirmek için mikrofonların başına geçti. İstifadan vazgeçtiklerini, BDP'yle yollarına devam edeceklerini, suç olduğunu bile bile, birkaç defa üstüne basa basa yinelediği "sayın öcalan" larla süsleyerek söylemesi, hiç gereği yokken, talimatın avukatlar aracılığıyla İmralı'dan geldiğini özellikle belirtmesi ilginçti. Bana kalırsa Ahmet Türk bizlere bir mesaj vermeye çalıştı. İç sesi; "Siz açılım maçılım diye kendiniz kandırmmaya devam edin isterseniz. İmralı'daki teröristbaşı istemediği sürece, bir yere açılamaz sadece ayaklarımızı suda çırparsınız. Alın işte, bizler de onun emir erleriyiz, BDP'nin de DTP'den farkı olmayacak. Dilerseniz derhal kapatma davası açabilirsiniz. Ama şunu bilin ki, İmralı'yı memnun etmeden açılıp saçılamazsınız." diyordu. İşte, bu da benim komplo teorim ve maalesef haklıyım.
Sevgili tatlısu aydınları, bundan sonra diyeceklerimin muhatabı sizlersiniz. Gelmiş geçmiş en demokratik hak hukuk tanıyıcısı olarak dilinize pelesenk ettiğiniz Tayyip Bey ve şürekasını, yerden göğe kadar haklı hak arayışlarına karşı takındığı tavır nedeniyle eleştirmeyi düşünür müsünüz? Özelleştireceğim diyerek üç otuza sattığı devlet malını, adamlar onbeş otuza başkasına devredip, binlerce işçiyi sokağa döktü diye hiç vicdanınız sızladı mı? Tekel işçilerine destek olmak için gelen vekilin gözüne koca gaz tüpünü boşaltan polisi ayıplıyor musunuz? Aynı polisin, Habur'da esas duruşta durması, Kızılay'da elde tüfek işçi dövmesi yüreklerinizi yaralıyor mu? Hiç sanmam. Amma velakin, hiç mi aranızdan şöyle helal süt emmiş, "Yeter artık, bu kadarı da fazla." diyecek bir babayiğit çıkmaz? İşte ben onu merak eder dururum. Kendinize iyi bakın sayın aydın, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı SEVMEK SANATTIR |
|
Aşk sanattır, sanat da aşk. İkisi de çaba, emek, ilgi, sevgi ve sabır ister. Sevenleri uçururlar, gönlümüz onlarla takar kanat. Aşk ve sanat yolu güllük gülistanlık değildir; taşlar, dikenler vardır, Tevfik Fikret'in Aşiyan yolu gibi bir yanı uçurum, bir yanı mezardır. Bu yolda her çileye katlanmak, güçlüklere göğüs germek, engelleri devirmek gerek.
Aşk eğilen belle, ağlayan gözle değil; doğru ve dik duruşumuzla, erdemli oluşumuzla aşk olur. Çıkarcılık, bencillik barınamaz onun yanında yöresinde, yalan dolan, ihanet, ikiyüzlülük yoktur onun geleneğinde töresinde. Aşkın güneşlidir gündüzü, ay ve yıldızlar eksik olmaz gecesinde. Kıskançlık ve kaprislerle karartmayalım onun aydınlık yüzünü.
Yaşamak özlemle, umutla anlam kazanır. Özlediği bir şey olmayan, umudunu yitiren, gelecekten bir şey beklemeyen kişi yaşıyor sayılır mı? Yaşıyor olsa bile renksiz, heyecansız yaşamaya yaşamak denilir mi? Bize yaşama umudu veren, hayatımızı renklendiren sanattır, aşktır. Sanat aşkla olur. Aşk olmayınca meşk olmaz sözü boşuna söylenmemiştir. Sevmek sanatı da sanatların en iyisi, en güzelidir. Sevgidir her işin başı, sevgidir insanın ekmeği aşı.
Sevgiliye sunacağımız en iyi hediye ona duyduğumuz sevgi, göstereceğimiz yakın ilgidir. Çiçek versek zamanla solar, giysi yıpranır, eskir ya da modası geçer. Biblo kırılır. Oysa sevginin, aşkın hiçbir zaman modası geçmez. İlgi, özveri ile beslemek, bakmak gerekir yalnız. Sevgi kurabiyesini iyi pişirmeli, altını yakmamalı, yağı, tuzu, şekeri eksik kalmamalı, malzemeden çalmamalı. Bu kurabiye tek başına yenilmez, yanında yâr olmalı, yerken gülmeli, gülüşmeli, göz göze gelmeli, bir de demli bir çay içmeli...
İşte o zaman mutluluğa doğru doludizgin koşar atımız, doruğa erişir sevmek sanatımız. Hep yeni kalır duygu ve düşünce hayatımız. Dünya durdukça yaşar aşkımız...
Gülün gülüşün, mutluluğu bölüşün, el ele tutuşun, gül bahçesine dönüşün.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Özcan Sungurçetin SANAL GERÇEKLİK |
|
Bütün arzu ve isteklerin, daha düşünce aşamasında iken gerçekleşiverdiği bu harika ortamda bile, öyle devamlı bir memnuniyet ve mutluluğa kavuşulamadığı yadsınamazdı. Ölümsüzlüğün, sonsuz zaman tekdüzeliği içinde, defalarca tekrarlandığı için, heyecanını yitiren, bütün zevk ve eğlenceler, kanıksanılmalarıyla, eninde sonunda, verdikleri hazzı da kaybediyor, yerlerini sıkıcı bir bunalıma bırakıyorlardı. Bütün heyecanını kaybedip monotonlaşan böylesi rutin, bitip tükenmek bilmeyen bir yaşam sürecinde, ezelden beri alışıla gelinen hazlara da artık ulaşılamıyor, hatta tamamen kaybedilebiliyor olması, doyumsuzluğun yol açtığı, garip bir karamsarlığı da beraberinde getiriyordu.
Sıkılıp, bunalmaya başlayıp ne yapacağını bilemez olduğu zamanlar yaptığı gibi, sitenin neresinde olduğunu bile bilmediği ormanın, asude ıssızlığındaki büyülü ahenge kendini kaptırıp, bir hayli yürümüştü. Yorulduğunu fark edince, bir kütüğe oturdu. Şöyle biraz dinlendikten sonra, evine dönmeye niyetleniyordu.
Tam, kalkıp evine gideceği sırada, telepatik olarak algıladığı, pek de açık olmayan, bir yardım çağrısıyla yerinden doğruldu. Aslında, sitelerin yönetimini yüklenmiş olan 'RAB' dedikleri, 'Reel Ana Bellek' in, bu ne istendiği pek de anlaşılamayan, çağrının, gerçek mahiyetini öğrenip gereğini yapacağı kuşkusuzdu. Normalde onun, bu çağrıyla ilgilenmeyip yoluna gitmesi gerekirdi. Nedense, içinde bulunduğu ruh halinin etkisiyle olacak, bu müphem çağrı ilgisini çekmişti. Yeni bir maceraya karışma ihtimalinin cazibesine kapılıp yavaş yavaş, çağrının geldiği istikamete yöneldi. Yürürken, devam ede gelen bu telepatik çağrının, siteye yeni katılan birilerinden kaynaklandığı da anlaşılmıştı:
Bütün siteler, cinsiyetler arasındaki oranın da gözetildiği, üretim imkânlarının sınırladığı, belli miktarda bir nüfusu barındırmaktaydılar. Nadiren de olsa, anormal vakaların sebep olduğu kayıpların vukuunda ise, 'RAB'ın kontrolündeki üretim mekanizması harekete geçiriliyordu:
Ergenlik çağındaki gençlerin, üreme yeteneklerine son verilme aşamasında alınan, yumurta ve spermleriyle, kayıpların yerini alacak, yeni ceninler oluşturuluyordu. Arzu edilen cinsiyetlerde, üretimine geçilen bu ceninlerin, yapay bir rahimde gelişmeleri sağlanıyordu. Rahimden çıkma zamanı gelen bebekler, 'melek' denilen robotların kontrolüne veriliyordu. Büyüyüp erginleşme aşamasındaki bu çocuklara, mutlu ve anlamlı bir yaşam için gerekli, güncel öğretilerden oluşan ve cinsel bilgilerin yoğunlukta olduğu, bir eğitim programı uygulanıyordu. Sonunda, yaşlanmaları durduruluyor ve nüfusunu tamamlayacakları sitelerden birine gönderiliyorlardı.
Çok eskilerde kalmış o çocukluk dönemini anımsamak için hafızasını zorlayarak yürüyen kadın, çıplacık bir oğlanla bir kızın bekleşmekte olduğu bir açıklığa ulaşmıştı.
Gençler, onun geldiği görünce, sevinçle bulunduğu tarafa doğru birkaç adım attıktan sonra, tereddüt içinde, duraksamışlardı. Bunların, ölmüş olduğu anlaşılan birilerinin yerine gönderilmiş olduklarını anlamak için telepatik algılamaya bile gerek yoktu. Şaşkın bekleyişlerindeki acemilik o kadar belli idi ki. Çaresiz bir beklentiyle, ona bakıyorlardı.
-Size nasıl yardım edebilirim? Diyerek yanlarına gitti.
Rahatladığı kolayca fark edilen kızın, lacivert gözleri parlayıverdi:
-Getirilip bırakıldık buraya, dedi. Buralardaki bir yerleşim birimine gitmemiz gerekiyordu ama bunu nasıl yapacağımızı bilemedik.
-Nasıl olur? Buraya gönderilmeden önce, burada nasıl davranmanız gerektiği anlatılıp öğretilmedi mi size?
Oğlan atıldı:
-Tabii anlatıldı, dedi. Ama her şeyden önce, siteye gidebilmemiz için, bir vasıta bulmamız gerekiyor. Ortalarda, kullanabileceğimiz öyle bir şey yok. Bekliyoruz bakalım…
Kadın gülümsedi:
-Boşuna bekliyorsunuz. Buradaki ulaşım araçları, ortalarda gözükmezler ki. Ancak çağrılınca gelir onlar. Açıkça çağırsaydınız gelirdi biri.
-Nasıl yani? Nasıl çağıracaktık ki?
-İşte böyle…
Kadın daha sözünü bile tamamlamadan, yanlarında, büyükçe silindirik bir kapsüle benzeyen, üstü açık, bir ulaşım aracı beliriverdi.
Kız hayretle, biraz da ürkerek geri sıçradı:
-Ayy!.. Nereden çıktı bu böyle?
O:
-Ben çağırdım, dedi. Telepatik olarak da çağırabilirsiniz bunları. Hareket halinde iken de görünmez oldukları için, işte böyle aniden yanınızda beliriveriyorlar. İsterseniz birinizi yanımda götürebilirim. Ben de eve dönüyordum zaten.
-Ben sizinle geleyim, diye mırıldanan kız, belirgin bir telaşla, kabine girivermişti bile.
Arkadaşı da:
-İyi, dedi. Sizinle gelelim bari.
-Senin de bizimle gelmen iyi olurdu belki, diye gülümsedi kadın. Ama bu kabinler iki kişiliktir. Üç kişi binersek yerinden bile kıpırdamaz bu. Onun için de ancak birinizi alabilirim yanıma.
Kabindeki kızın yanına girerken, şaşalayan oğlana, kaçamak bir bakış atfeden kadın:
-Sen de başka bir kabin çağır, diye seslendi. Seni istediğin yere götürür o.
-İyi de, yerinizi bilmiyorum ki. Yanınıza nasıl gelecem ben?
Duraksayan kadın:
-Gelemezsin ki, dedi. İçinde başkaları olan hiçbir evin önünde durmaz bunlar. Biz izin versek bile imkânsız bu. Bu sayede hiç kimse, vakitli vakitsiz gelerek, rahatsız edemez bizi.
Oğlan, şaşkın, olduğu yerde öylece kalakalmıştı.
Kızın yanına binen kadının, "Eve" diye mırıldanması, üstü kapanan kabinin, hafif bir vınlamayla, harekete geçip ortadan kayboluvermesine yetmişti. Kısa bir yolculuk sonunda istenilen yere ulaşmış, yolcuları inince de gene kaybolup gitmişti.
İki kadın, indikleri platforma açılan oval bir kapıdan içeri geçtiler. İki insan boyu yarıçapında, daire şeklinde, loş bir salona girmişlerdi. Bir tarafta, ikiye bir boy ebadında oval bir yatak, diğer tarafta ise, oldukça geniş iki koltuk olduğu, zorlukla seçilebiliyordu. İki koltuğun arasında ise, boşlukta asılı gibi duran, büyücek bir masa vardı. Orta yerdeki yuvarlak havuzda akıp duran suyun şırıltısından başka çıt yoktu ortalıkta.
Kadın: "Işık" diye seslendi. Kısa sürede, çevreleri, onun sesine programlanmış ortama dönüşüverdi:
Üstlerinde, gün batımı ortamının bütün renklerinin büyük bir ahenk içinde oynaştığı bir gökyüzü belirivermişti. Çevre, göz alabildiğine uzanıp giden, rengârenk lâlelerin kıpırdaştığı bir lâlezara dönüşmüş, romantik hafif bir müziğin ılık nağmeleri sarmıştı etrafı.
Kadın, doğruca ortadaki havuza yönelmişti. Giysilerini çıkarıp yan taraftaki yuvarlak bir boşluktan içeri atarken de:
-İşte benim evim burası, demişti. Bir banyo alayım da, sonra uzun uzun konuşuruz seninle.
Kız, onun çıplak vücudunu incelerken: "Aaa!.. O da bana benzeyen tüysüz dazlağın biriymiş. Vücudu hiç de çirkin değilmiş. Acaba neden örtüp saklamıştı ki?"
Telepatik olarak, kızın bu düşüncelerini algılayan kadın:
-Haklısın, dedi. Burada herkes birbirine benzer. Söylendiğine göre, bizler, her bakımdan gelişimini tamamlamış insan neslinin son temsilcileri imişiz. Onun için de, birbirimize de çok benzeriz… Bir şey saklamaya çalıştığım da yok…
Kadın kendisini, havuzun hoş kokulu berrak sularının içine bırakıvermişti. Kenarlardan ortaya doğru fışkırırcasına akıp duran antiseptik suyun hızı, onun girişi ile çoğalmıştı. Vücudunun üstüne bulaşmış olması muhtemel, yabancı maddeler, suyla beraber akıp gidiyorlardı.
Sudan çıktığında, tamamen temizlenmiş, bütün vücudu, hafif kokulu, ince bir krem tabakası ile kaplanmış bulunuyordu. Salonun kenarında bir yerde durup: "Ayna" diye fısıldadı. Orta yerde beliren helografik, üç boyutlu görüntüsünde, kusursuz bembeyaz vücudunun yuvarlak, kadınsın hatlarını inceleyerek, kendi etrafında şöyle bir döndü. Uzun kirpiklerinden başka, vücudunda tek bir tüy bile yoktu.
Kim bilir, nerde, ne zaman hangi estetik uzmanlarınca, idealize edilerek son şeklini almış olan, mükemmel anatomisine şöyle bir baktıktan sonra, yandaki bir girintiden ince, şeffaf, torbamsı bir şey alıp üstüne geçirdi. Yavaşça: "Makyaj!" diye fısıldadı. Aynadaki görüntüsü üstünde oluşan, değişik renk ve desenli, modellerden birini beğenir gibi oldu; yeniden izledikten sonra: "Tamam" diye fısıldadı. Bir flaş parladı ve üstündeki şeffaf örtü, göğsünün hemen üstünden ayak bileklerine kadar inen, gök mavisi, içgösterir, incecik tül bir elbiseye dönüşmüş, başı ve yüzü ise rengârenk desenlerden oluşan bir makyajla kaplanıvermişti.
O, aynadaki, makyajlı görüntüsünü şöyle bir inceledikten sonra, renkli desenlerle kaplı dazlak kafasına baktı. Pek hoşuna gitmemiş olacak ki; kısa bir tereddüdün ardından, aynı yerden bu sefer, şeffaf bir bone alıp başına taktı: "Baş!" diye mırıldandı. Bu sefer aynadaki görüntüsünün başında, çok değişik, takı ve taçlarla da süslenmiş saçlı, saçsız modeller oluşmaya başladı. Nihayet birisinde karar kılabildi: "Tamam" dedi. Flaş tekrar çaktı. Başındaki bone, üstüne ışıltılı küçük bir taç kondurulmuş, dalgalar halinde beline kadar inen, pırıl pırıl simsiyah saçlara dönüşüverdi.
Kadın bu görüntüsünden memnun, dudaklarında tatlı bir tebessümle, onu biraz şaşkın izleyen kıza döndü:
-Nasılım ama? Diye seslendi. Genelde, üstüme pek bir şey giymem ama şimdi sen varsın.
Kız kendi giysisiz çırılçıplaklık halinden tedirgin olmuşçasına:
-İyi, diye mırıldandı. Ama başkalarının yanındayken, bir şeyler giyip örtünmemiz mi gerekiyor burada?
Kadın güldü:
-Yok, canım, dedi. Biz, örtünmek için değil; süslenmek için giyiniriz. Sen, canın nasıl isterse öyle dolaşabilirsin. Neyse, çoktandır pek bir şey yiyememiştim. Acıkmaya başladığımı hissediyorum. Bağırsaklarımdaki yedek gıdalar bile tükenmiş olmalı. Küçük bir gıda takviyesi yapsak iyi olacak.
Sonra, masanın kenarında bir yere dokundu. Masanın üst bölümü, yavaşça yukarı kalktı. Açılan bölümdeki, renkli kristal bardaklardaki çeşitli içecekleri; incecik porselen tabaklardaki, rengârenk küçük küp ve küre benzeri lokmalar halindeki yemekleri şöyle bir incelediler. Gıda değeri hassas bir şekilde dengelenmiş, bu yiyeceklere uzandılar. Parmaklarının ucuyla alıp ağızlarına attıkları lokmalar, dişlerinin arasında eriyor, değişik aromalı, nefis lezzetlerde, posa bırakmayan, kana karışmaya hazır, hazmedilmiş sıvılar halinde, boğazlarından aşağı akıp gidiyordu.
Kadın, isteksizce birkaç lokma almakla yetinen kızdaki durgunluğun, erkek arkadaşını da aralarına alamamalarındaki mantığı pek de kabullenememesinden kaynakladığının farkındaydı. Ona, buradaki, yaşam koşullarından biraz bahsetmesi gerekiyordu:
-Bak kızım, dedi. Her yerde olduğu gibi, bizim sitelerimizde de, bir takım kuralların bulunması tabii bir şey. Örneğin, biz hiçbir yere yaya gidemeyiz. Bunun için çağırıldıkları anda ortaya çıkıveren ulaşım kabinlerini kullanırız. Onlar da, sadece, programlarında bulunan yerlere gidebilirler ve içerdekilerce izin verilse bile, birilerinin bulunduğu evlerin önünde de duramazlar. Hiç bir zorlama olmadan, hayat boyu süre giden, bu uygulamaların, yaşamımıza bazı kısıtlamalar da getirmekte olduğunun farkında bile değilizdir. Zaten, beş duygumuzla algılanabildiği için, gerçeğinden hiçbir farkı olmayan, bütün arzu ve isteklerimizin kolayca yerine getirildiği, 'sanal gerçeklik' denilen bir imkân da sunuluyor bize. Bu sayede, istediğimiz her yere hatta zamana gönderilip oralarda sanal bir ömür sürmemize bile imkân sağlanabiliyor. Bu sanal gerçeklik ortamında bulunulduğu sürece de geçmişe ait hiçbir şey hatırlanılamadığı için, o hayal dünyasında yaşananların, gerçek olmadığından şüphe bile edilmiyor. Eğer istersek, uzayda, galaksiler arası sanal bir yolculuk bile yapmamız mümkün. Sanal gerçeklik içinde, uzayın değişik bölgelerinin, zaman boyutundaki farklılıklarından husule gelen, olumsuzluklara da rastlanmıyor tabii. Bu imkân sağlandığından beri de, site dışındaki, gerçek mekânlar arasında yapıla gelen bütün transferlere, gerek kalmadığı için, son verilmiş. Tabii, anlatmaya çalıştığım dışında, bize sunulan imkânlarla sınırlı, kim bilir ne çok kural vardır da, biz farkında bile değilizdir bunların. Zamanla sen de alışacaksın buna.
Kız, pek de ikna olmuş gözükmüyordu:
-İyi ama diye kuşkulu bir sesle mırıldandı. 'Sanal Gerçeklik' ortamında yaşanırken, hayal ile gerçek arasındaki farkı anlamak mümkün değilse; şimdi içinde bulunduğumuz bu sitenin de sanal olmadığı ne malum? Hatta gerçek sandığımız ölümsüz ömrümüzün de sanal bir aldatmacadan başka bir şey olmadığından nasıl emin olabiliriz ki?
Kadın, şöyle kısa bir duraksamadan sonra:
-Amaan, diye başını iki tarafa salladı. Bu, kimin umurunda ki? Buradaki herkes gerçek bir ömür sürdüğüne inanıyor ya sen ona bak. Gerisini boş ver. Takma kafana…
Sonra da asıl kendi kafasına takılan bu düşünceden kurtulmak istercesine, şöyle bir silkindi. Şuh bir edayla yerinden kalktı:
-Haydi, kalk, dedi. Bu kadar süslendim. Bir yerlere gidelim de değsin bari. Senin tıfıl oğlanla da karşılaşırız oralarda belki. Daha sonra da sana bir yuva ayarlarız.
Kız, bu teklifi duyunca bir hayli rahatlamış, mutlu bir aceleyl, kalkıp kapıya yönelmişti bile.
Kadın:
-Dur hele, dedi. Madem eğlenmeye gidiyoruz, seni de süsleyelim biraz.
Kızı, kolundan tutup salonun ortasına çekti. Üstüne geçirdiği çuval gibi saydam şeyin altından görünen nefis vücudu, beğeni ile incelerken usulca: "Ayna" diye mırıldandı. Kızın, modellerdeki, görüntüsünü izlemeye başladılar.
Nihayet kadın:
-Hadi seç birini artık, diye sabırsızlanınca.
Kız, o sırada görüntülenmekte olan modelden birisi için, rastgele:
-Tamam, bu olsun, deyiverdi.
Kızın üstünde, göğüs altından başlayıp, bacaklarının başladığı yerde biten kısacık pembemsi bir giysi belirdi. Göğsünün üstünde de memelerini incecik bir file gibi örten, pırlantalarla kaplı bir gerdanlık oluşmuştu.
Kadın:
-Harika, diye mırıldandı. Çok nefis oldun. Başına da bir şey yapalım mı?
Kız, görüntüsüne şöyle bir bakıp:
-Hayır, istemem, diye mırıldandı. Bu kadarı yeter şimdilik. Gidelim artık.
Gittikleri yer, kadının, sık sık uğradığı bir dans salonuydu. Oldukça da kalabalıktı. Salona girdikleri andan itibaren algılamaya başladıkları müziğin, öylesine değişik bir ritmi ve ahengi vardı ki; öyle pek bangır bangır gümbürdemediği halde, dinleyenlerin içinde, yaşam sevincine benzer bir hareketlilik ve kıpır kıpır bir mutluluk yaratıyordu. Yumuşacık melodi yumaklarının, ta içlerine, ruhlarının derinliklerine işlediğini hissetmemelerine imkân yoktu. El ele, dans eden kalabalığın arasına karışıverdiler. Yer çekiminin de azaltılmış olduğu bir ortamda, zaman zaman vücutlarının da yerden kesilmesi ile adeta bir renk ve melodi armonisi içinde uçar gibiydiler. Daha çocukluk yıllarının başlarındaki eğitim sürecinde öğretilen, estetik figürlerden oluşan bir ahenk dünyasında, dans ederlerken, adeta, mutluluk ve zevk dalgalarının şahikalarına ulaştıklarını hissediyorlardı. Burada dans etmek; sevişmek, aşkı yudumlamak gibi bir şeydi.
Uzun süre orada kaldılar. Vücutlarının her zerresinde hissettikleri yoğun zevk ve mutluluğun verdiği bitkinlikle adeta nefessiz kalıncaya kadar, dans edip durdular.
Çok sonra oradan ayrılırlarken, kız, birlikte geldiği erkek arkadaşını unutmuştu bile. Büyük bir yakınlık ve samimiyetle koluna girip sevgi ile sokulduğu kadına:
-Haydi, gene size gidelim, diye fısıldadı. Benim evimi oluşturmak için acele etmemize hiç de gerek yok. Sence de mahsuru yoksa buralara alışıncaya kadar, seninle kalmam daha iyi olacak galiba…
Kadın, kızın yanağına sıcak bir öpücük kondurdu:
-Ne mahsuru olacak ki? Diye fısıldadı. Son zamanlarda öyle de sıkılıyordum ki. Sen, değişik, yepyeni bir renk katmaya başladın hayatıma. Yepyeni bir maceranın başlangıcındaymışım gibi bir his var içimde.
Yanlarında belirip içine binmeleri ile üstü kapanan ulaşım kabiniyle birlikte ortadan kayboluverdiler.
Özcan Sungurçetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÇOK ÜŞÜYORUM...
Dışarıda yağmur var… Günlerdir bitmek bilmeyen bir yağmur… Gökyüzü de hıçkırıklara boğulmuş anlayacağın.. Ara da bir gök gürlüyor, şimşek çakıyor. Biraz da öfkeli sanırım…
Ben gibi…. Canının acısını öfkesiyle bastırmaya çalışıyor, ama bu gözyaşlarını durdurmaya yetmiyor…. Aldanmış bir kere… O da bu şehrin ihanetine uğramış…. Daha kim dindirebilir ki onun öfkesini, hangi güneş durdurabilir gözyaşlarını, hangi güneş kurutur çamura dönmüş toprağını?
Üşüyorum… İçim üşüyor… Soğuktan mı gerçekten, ya da yokluğundan mı bilmiyorum… Belki de en çok ihanetinden…. İnandığım tüm değerler terk etti beni… Soğuk rüzgarlar içime işliyor, güvensizlik ciğerlerime doluyor… Sensizlik neyse, yokluğunla baş edebilirim de, bu güvensizlikle nasıl baş ederim ben? Senin bile sahte olduğun bu dünyada, şimdi neyin gerçekliğine inanılır söylesene… Nasıl yaşanır? Hangi tenin sıcaklığı avutur, inandırır güzel günlerin geleceğine… Sen ki; batmayacak güneşim, bitmeyecek mevsimimdin… Hayatımın en soğuk günlerinde, ömrüme düşen cemremdin… Sen vardın ya, ben bir daha hiç bu kadar üşümeyecektim… Şimdi bittin ve ben donuyorum…
Adına kader demeye çalışıyorum, olmuyor… İnandıramıyorum kendimi bu yalana… Bu düpedüz ihanet… Adı terk etmek değil bunun… Bu yaptığın düpedüz cinayet… Yokluğunu göze almıştım çoktan.. Öldürmeden gitseydin ya… Kadere tahammül etmenin en kolay yolu değil miydi kadere inanmak? Onun üstüne atardık bütün günahı… Hem o zaman hava ayaza kesmezdi bu kadar… Bu kadar üşümezdim ben…
Düşlerimin ortağısın sandım… Düşlerimin düşmanıymışsın… Ve ben aylarca bir düşmanı savunmuşum, en zorlu cephelerde… Her ağır söze savunmuştum seni, yeri geldi kendime yüzsüz, kendime onursuz kaldım… Bu savaşa da ihanet bulaştırdın ya, üstelik bunu 'sen' yaptın ya, savaşımdan utandım…
Şimdi, en ağır küfürleri sarfetsem, diner mi sana biriktirdiğim öfkelerim.. Kırsam parçalasam aynaları… Ya da bir ihanet de ben etsem… Sana, kendime… Ya da; bana benzeyen birine.. Birinin inanmışlığını yerle bir etsem… Önce yarasını sarsam, kabuk bağlatsam, sonra o kabuğu ellerimle kopartsam, daha büyük hiç iyileşmeyecek bir yara açsam… Diner mi öfkem? Bir intikam da ben alsam şu hayattan… Geçer mi bu içimi titreten üşüme…
Biliyorum geçmez…
Biliyorum yapamam…
Ben ellerime kalleşlik bulaştıramam, hiçbir cinayetin faili olamam…
Bir tek seni öldürdüm ben, seni gömdüm… Yalan yanlış bir yere, hak ettiğin yere..
O da cinayet sayılmaz zaten, nefsi müdaafa…
Hayat yolunda yürümek için, seni öldürmem, ihanetinin yollarıma saçılan parçalarını temizlemem ve cesedini yoldan kaldırmam gerekiyordu… Kaldırdım…
Ama "iyiliğine sonsuz inandığım sen"in bile bana ihanet ettiğini gördüm ya, şimdi yollarım adım başı mayın….
Üstelik hava da çok soğuk,
Üşüyorum, üşümek ne kelime… Donuyorum…
Gücüm yettiğince öylece ,yürüyorum sadece ..
Kırgın ve fazlasıyla yorgun…
Yaralarım kanıyor, ama canım acımıyor…
Bu alışık olmadığım öfke beni o kadar üşütüyor ki, başka hiçbir şey hissetmiyorum…
Seni ise; cehenneme emanet ettim,
ve, cehenneme giden yolda ayağına takılacak her taşta ahım, gözünden akacak her yaşta bana yaşattığın acıların parmak izi olacak, bilesin…
Ceyda Gamzeli cydgmzli@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ali Sarımehmetoğlu |
Balık
Karşı kıyıdan misinasını dereye bırakmış ucundaki solucanın kapacağı sarımtırak balığı bekleyen adamı görünce, her zaman üzerine çıkıp sadece düşünmeyi tercih ettiğim kayanın bugün farklı bir işlev göreceğini hissetmiştim. Üzerinde yürürken genellikle derede gördüğüm yılanın kıvrımları gibi hareket eden ve ilk öğretildiği gibi tam ortasından yürümem gereken asma köprüden geçtim. Adam beni görünce avlayacağı ceylana ortak olmuş kunduzlara bakan aslan gibi bana baktı. İlgili bakışlarımı öldüren bu davranışı beni oradan uzaklaştırmıştı. Hiç hacca gitmemiş ama adı hacı olarak bilinen üçkâğıtçı bakkala misina ipi olup olmadığını sorma vakti gelmişti. İpi alır almaz çamurların yığıldığı kaya diplerinde solucan avım başlamıştı. Solucanları küçük bir poşetin içine koyup asma köprüyle ikinci buluşmam için koşmaya başladım. Hızlı bir şekilde geçip adamın tam karşısına denk gelen kayanın üstüne çıktım. Beni fark etmişti bende zaten bunu istiyordum. Onun balıklarına ortak olacaktım ve o bakışın hesabını soracaktım kendimce. Çengelin ucuna yerleştirdiğim solucan hala canlıydı onu incitmek istemiyordum ama öyle öfkelenmiştim ki karşı kıyıdaki canlıya, küçük yaratıklar gözümde büyümüyordu. Zaten hayatta böyle değil miydi? Büyük başlı insanların oynadığı oyun ve küçük insanların savrulması. Misinayı derenin akışına göre bıraktım. Beklemeye başladım, bekledikçe rakibim balıkları tek tek çekiyor ve ben bana gelmeyen balıklara değil de ona giden balıklara kızıyordum. Yakalanacak başka kimse yokmuş gibi o caninin ellerine teslim oluyorlardı. Evet, benim gözümde o adam bir caniydi ama bende aynı şeyi yapıyordum. Misinayı hızlı bir şekilde çekip bütün solucanları kayanın üstünde bırakarak kaçtım oradan. Arkama bile bakmadım. Evimizin önündeki incir ağacının karanlık gölgesine kadar koştum. Karıncaların toplaşıp ayin yapma vakitlerinin geldiğini görebiliyordum. Ne kadar masumdular. Kimseye zarar verecek bir halleri yoktu tıpkı o balıklar gibi. Akşam karanlığı artık iyice çökmüştü eve girdim annem kıyafetlerimi pislettiğim gerekçesiyle yargılamaya başlamıştı bile. Babam büyük elleriyle sabunu kaydırıyordu lavaboda. Çok güzel bir koku geldi burnuma, mutfağa doğru ilerlerken babam;
- Hala pişmedi mi balıklar hnım?
diye beni yerden yere vuran, attığı tokatlarda bile bu kadar acıtmayan bir kelime sarf etti. Durdum az önce tutmaya kıyamadığım balıkları ateşin üstünde görmeye dayanamazdım. Gözlerim dolmuştu. Odama koştum kapıyı hızlıca kapatıp arkasında durdum. Bir an gözümün önüne o cani o katil diye öfkelendiğim adam gelmişti. Babamın da onun gibi olduğunu düşündüm ve annemin de suç ortağı. Nasıl olabilirdi bu, o adam da çocuklarına mı götürmüştü o balıkları, çocukları balıklar tutulurken ki çırpınışlarını görmüşler miydi ki hiç. Yaşadıkları acıyı hissetmişler miydi? Sadece güzel bir lezzet mi kalacaktı akıllarında ve dillerinde. Böyle mi büyüyordu bazı çocuklar hayvan öldüren babanın artıklarını yiyerek. Armut ağacındaki kuşun yuvasını yoksa bu canilerin veletlerimi bozmuştu.
O gece sofraya oturmadım tokum dedim eve her balık geldiğinde hala tokum yalanını söylüyorum.
Ali Sarımehmetoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
SOLUKLARIN KALABALIĞINDAKİ YALNIZLIK
Hiç aşık oldunuz mu?
sabah gözlerinizi açtığınız anda sizden kopan bir varlığı
kalbinizdeki o ölüm boşluğuna eş değer o dayanılmaz eli kolu bağlı durumu hissettiniz mi?
Yastığınıza dökülen o her gecenin sabahına uyanan göz yaşlarınız,
size o dolmayacak boşluğu hissettirdiğinde bir daha ağlamayacağınıza karar verdiğiniz anda boğazınızı düğümledi mi?
Uyumak uyanmamak ya da hiç uyumayıp uyanmamak istediğiniz zamanlar çaresizliğe adım atmış
Ve eninde sonunda gecenin karanlığı ruhunuzda 6 ay gece olmuşsa
sabahların tek anlamı güneşin doğuşu olmasına rağmen,
her gittiniz yerde, yüzünüzü çevirdiğiniz an gördüğünüz hep o ise,
ve ona ait bir şey bulduğunuzda ya da anılarınızı şimdi tek başınıza paylaştığınız yerlerdeyseniz
içinize düşen bir ateş parçası duyuyor ve damarlarınızda, beyninizde hissettiğiniz bir çekilme hissediyorsanız,
işte o zaman anlarsınız aşık olduğunuzu...
Zordur buna dayanabilmek tutabilmek kendinizi boşluğunuzdan boşluğa atlamamak için
hayatınızda ölen bir varlığın peşinden gitmek o an sizin için en büyük mutluluk olur
ama yapamazsınız çünkü yaşadığını bilirsiniz
ulaşmamak için avutursunuz kendinizi
kötülersiniz onu kendinize, çevrenizdekilere
belki o gece yastığınız şahit olmaz yaşlarınıza unuttum dersiniz
ama o sabahın dayanılmaz kasvetli güneşin
karanlığınıza rağmen,
sizle alay edercesine doğması kuşların size nispet yaparcasına susmayan sevgi ötüşleri
annenizin size seslenmesi, dışarıdan gelen araba sesleri, alarm sesleri, insan sesleri...
Tahammül edilemez gelir hayatın bu denli vurdumduymaz olması yaşananlara
fakat daha sonra farkına vardım bu dinmeyen acının bir gündüzü olduğuna dair;
hayatın farkına vardım, bu boşluğun sadece alıp verdiğim nefesin kıymetini bilerek dolduğunu gördüm
kendi başına da mutlu olabilmesini öğrendim
yalnızlığıma ve hayallerime soluklar vererek
acılarımla yaşamayı, yaşadığım acılardan daha da kötü acılar olduğunu görerek öğrendim,
ölüme yakın olan insanların gülümsemelerine tanık oldum
tek bir kişinin yanlarındaki varlığı kalabalıkları olan o insanları...
işte o zaman anladım
yalnızlığa alışmanın önemini, mutluluğu başkalarında değil önce kendinde aramanın ne demek olduğunu
her hayalimin, gözlerimden akan yaşlarla yavaş yavaş kaybolduğuna şahit olduğumda
tek kişilik hayallerimle mutlu olmayı öğrendiğim
eninde sonunda yalnızdık bu hayatta
bu yüzden
başka solukların kalabalıklarıyla avutarak değil soluklarımın kalabalığında tadarak öğrendim yalnızlığımı
büyüttüm kendimi…
Duygu Kara
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|