|
|
|
Editör'den : Basın özgürlüğünün eli maşalı gardiyanları!.. |
Merhabalar,
Umarım fırsat bulup 32.günü izlemişsinizdir. Bugün medyada epeyce yer bulacağına inandığım bir programdı. Kaçırdıysanız bir yerlerden bulup mutlaka izleyin. İzleyin ve bu köşeye pekçok kez misafir(!?) olmuş bir profesörün cahillikle bezeli aczine şahit olun. Fikirleri, ailesinin topyekün elinden tutan son padişaha aile boyu yalakalık yapmakla sınırlı olan bu hasbelkader profesörün, Kıyat Paşa karşısında tutulan dilini, suratına yerleştirdiği salak gülümsemenin bile saklayamadığı şaşkınlığını mutlaka görün. Şerefle şerefsizliğin düellosunda galibe karar verin.
...
Dün bir arkadaşımdan gelen mesajın altındaki imza, içeriğine ciddiyetle yaklaşmamı sağlayacak nitelikteydi. Mesajın kendisine ait olduğunu teyid ettikten sonra, siz kahveci dostlarla paylaşmayı görev bildim. Mesajın sahibi, AP'de başlayan siyasi çizgisini DYP ile sürdürmüş, 50. hükümette sağlık bakanlığı, 55. hükümette devlet bakanlığı yapmış tecrübeli bir devlet adamı, Rıfat Serdaroğlu. Birkaç haber sitesinde de yer alan mesaj aynen şöyle;
"Bugün, Kanada'dan bir arkadaşım aradı. Hayretler içindeydi. Anlattıklarını dinleyince, inanın benim de tüylerim ürperdi. Doğru mu diye sordum, "ben duyduklarımı sana anlatıyorum, sonrası senin bileceğin şey" dedi. Ben de sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bundan sonrasını, kaldıysa özgür basın takip etsin. Arzu ederlerse, Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da izleyebilir, çünkü benzer durumlarda yargının ne yaptığını hepimiz biliyoruz.
Arkadaşım işi gereği Kanada'dan Amerika'ya gidiyor. Türkiye'den gelen bir iş adamı arkadaşı ile buluşuyorlar. Türkiye'den gelen arkadaşı; " Ben Hoca efendiyi ziyaret edeceğim, istersen beraber gidelim" diyor ve ısrarcı oluyor. Beraberce Hoca efendi'nin çiftliğine gidiyorlar. Orada Hoca efendinin, mükemmel İngilizce bilen adamlarından birinden duyduklarını da bana anlatıyor. Bana anlatanları kendi üslubumla size takdim ediyorum;
Yer: Başbakanlık
Tarih: 24.Aralık.2009
Toplantıya Katılanlar; Sn. Başbakan, Sn. M. Ali Yalçındağ, Sn. Arzuhan Yalçındağ, Sn. Vuslat Doğan Sabancı ve bir danışman( Hoca efendiye durumu anlatan olabilir)
Toplantı süresi; 2 Saat 15 Dakika
Alınan Kararlar;
* Milliyet Gazetesi+ Vatan Gazetesi+ Star Televizyonu, belirlenen tutar ile, Ethem Sancak ve Akın İpek'e satılacak.
* Ertuğrul Özkök derhal görevi bırakacak, şimdilik havadan sudan yazacak, 6 ay sonra tamamen ayrılacak.
* Aydın Doğan, Holding yönetiminden ayrılacak.
* 6 ay sonra, yönetim profesyonellere devredilecek, (isimler beraberce belirlenecek), aile'den hiç kimse yönetimde kalmayacak.
* Doğan Holding'in yapacağı "HALKA AÇILMAYA" Şubat ayında izin verilecek. Elde edilen paradan, Doğan Grubunun Ferit Şahenk'e olan 600 Milyon Dolar borcu ödenecek.
* Petrol Ofisindeki hisseleri, Avusturyalılara satılacak. Vergi Cezası, Petrol Ofisi'nin satış tutarına indirilecek ve satıştan alınan para doğrudan Maliye'ye verilecek.
Bana anlatılanlar böyle. Doğruluk derecesini bilmiyorum. Fakat bildiğim doğrular var;
24 Aralık 2009'da Başbakanlıkta bu toplantı yapıldı ve basına yansıdı. Başbakanlık tarafından tekzip edilmedi. Sadece Sn. Vuslat Doğan Sabancı'nın katılımı belirtilmemişti.
Milliyet Gazetesi, Vatan Gazetesi, Star Televizyonu'nun satılacağı kesin, ön anlaşmalar imzalandı bile. Sn. Ertuğrul Özkök istifa etti.. Sn. Aydın Doğan, patronu olduğu şirketinden ayrıldı. Bunlar şu ana kadar gerçekleşenler. (Anayasa Madde 28- Basın hürdür. Devlet basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.)
Şimdi gelelim bu toplantının Devlet Gelenekleri yönüne ve Hukuksal boyutuna;
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın, Başbakanlıkta ve Başbakanlık Konutundaki tüm ziyaretleri kayıt altındadır. Sayın Başbakan, Maliye Bakanlığının milyarlarca lira ceza kestiği bir mükellefle neden beraber olmuştur ve ne konuşmuştur? Eğer 2 saat, 15 dakika kahve falı bakılmadı ise ne konuşuldu? Bunu kimse geçiştiremez. Başbakanlıkta konuşulan ve milletin parasını ilgilendiren her konu (Devlet Sırrı değilse) Millete anlatılmalıdır.
T.C Başbakanı, Devletle parasal işi olan kişi ve gruplarla konuşuyor ve açıklama yapılmıyorsa bu YÜCE DİVANLIK bir suçtur. Hatırlayalım; Sn. Mesut Yılmaz, Başbakanlığı sırasında, İşadamları ile görüşüp, Türkbank İhalesine fesat karıştırdığı iddiasıyla, Sn Başbakan'ın emri ve AKP' nin oylarıyla YÜCE DİVANA sevk edilmişti. Üstelik bankanın ihale işleminin iptal emri de bizzat Sn. Yılmaz tarafından verilmişti. Yani gerçekleşmeyen bir ihale yüzünden, sadece bazı iş adamlarıyla konuştuğu için, Sn. Yılmaz, Sn Erdoğan tarafından suçlu sayılmıştı. Şu dakika itibarıyla Sn. Başbakan için Yüce Divanlık suç oluşmuştur.
Bu toplantıda konuşulanlardan diğerleri önümüzdeki günlerde gerçekleşirse, suçun katmerlisi oluşacaktır. Düşünebiliyor musunuz, ? Sn Başbakan hem Sn. Ferit Şahenk'in tahsilâtçısı konumuna düşecek, hem de " Bana Türk demeyin, ben Arap'ım, Türk denirse utanırım" diyen kişi ile dünün matbaacısı, F.Gülen'in evladı gibi sevdiği, İpek çocuğunu bir kez daha gazete ve televizyon sahibi yapacak. .
Anadolu'nun Bayburt gibi bir yöresinden yetişmiş Sn. Aydın Doğan'a bir sorum olacak; Ömer Seyfettin'in "DİYET" adlı hikâyesini hiç duydunuz mu? Sizin yerinize başka bir Anadolu çocuğu olsa, oraya yani R.T.Erdoğan beyin ayağına, kızları ve damadını üç kuruşluk mal için göndermezdi. Eğer haklıysa, gider o merdivenlerde gereğini yapardı. Bundan sonra malınız olsa ne olur, gazeteniz olsa ne olur? Size ancak M.Ali Birand ve Cengiz Çandar alkış tutar. Değdi mi Aydın Bey?
Namuslarına ve meslek ahlâklarına tüm Türkiye'nin güvendiği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yüksek Yargı mensupları, ben hukukçu değilim, ama beni bu olay çok rahatsız etti. Sizler ne düşünüyorsunuz? Gece kafanızı yastığa koyduğunuzda rahatça uyuyabiliyor musunuz?
Sağlık ve başarı dileklerimle, 05. Ocak. 2010
Rifat Serdaroğlu
Eski Sağlık ve Devlet Bakanı
rifatserdaroglu@superonline.com
0532 2110011"
Yorum sizin, kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KALAYCI 2 |
|
Kara adam günün ilk saatlerinde yanına oğlunu da alıp sokak sokak dolaşırdı. "Kalaycı geldi kalaycı, bakır kazanlar, bakır tencereler, bakır tavalar,... Kalaycı geldi kalaycı…" diye bağırarak kendine iş arardı. Her cümlesinde, her haykırışında "bakır" diye başlardı. Cümlenin sonunu uzatıp, sesini yükseltirdi. Ve susmadan önce bir kez daha uzun bir " bakırcı" derdi. Bazen çuvallar dolusu, bazen bir iki küçük tencere alır meradaki çadırın yanına gelirlerdi. Kalaycı kağıt ve çıra parçalarıyla odun kömürlerini tutuştururken oğlu körüğe sarılırdı. Duman tütünce oyunu bırakıp kalaycının yanına koşardık. Kalaycının bakır kapları kumla ovmasını, tahta çekiciyle yamulmuş kısımlarını düzeltmesini, ateşe vurup eski kalayı pamukla temizlemesini film gibi izlerdik. Kalaycı kara adam bir kere bile bizi kovalamadı. "Hadi çocuklar gidin oyununuzu oynayın," bile demedi.
Sonbahar biterken gece havalar ayaza çekmeye, çimenler sabahlara kırağı ile uyanmaya başladı. Asfalt boyundan homurdanarak kamyonlar geçiyordu. Nereye gidiyorlar, ne götürüyorlar bilmiyordum. Köylüler traktörlerle evlerine bağ çubukları, pamuk çırpıları taşıyordu. Herkesin en büyük derdi yavaş yavaş aç sobaların karnını doyurmak olmaya başlamıştı. Kalaycı kara adam ve oğlu o çadırda yatıyorlardı. Küçük bir sobaları vardı ama çadırın her tarafından rüzgâr giriyordu. Akşamları sıcak sobanın başında ödevlerimi yazarken onlar aklıma gelir, üzülürdüm.
Kalaycı kara adamın adını hiç öğrenemedim. Oğlun adı Ömer'di. Ömer körüğü basarken bakır tencereler nar gibi kızarır, yeşil alevler bakırın teninden havaya doğru yükselirdi. Bakırın ateş içersindeki kırmızıyı yeşile çeviren görüntüsüne hayran kalırdım. Kalaycı işini bitirirken son bir kez kalay sürülmüş iç yüzeyleri pamuğu ile temizler ve sonra ateşin kıyısına bırakırdı. Ne kadar silerse silsin tencerelerin, kazanların kıyısında yeşil alevlerin izleri kalırdı. Ve her zaman bakır kaplar isli ve sönük görüntülerinden sıyrılıp yepyeni ve capcanlı olurlardı. Ömer işi olmadığı zamanlar bizimle top oynardı. İstasyona gelir trenlere ve yolculara bakardı. Birlikte demir yoluna gazoz kapakları dizer, demir tekerleklerin onları pul gibi dümdüz yapmalarını izlerdik. Ezilmiş kapakları rayların arasından elimize aldığımızda ateş gibi sıcak olurdu. Ve kalaycının bakırları gibi parlardı.
Çocukluğumu bir yana koysam, okulu öteki yana… Trenleri ve istasyonu çocukluğumun tam ortasına koymalıyım. İstasyon sayesinde kimin düğünü var bilirdim. Ya da kimin çocuğu sünnet olacak. Cenazelere bile insanlar trenle gelirdi. Milli bayramlarda kara marşandizlerin önüne ve vagon pencerelerine bayraklar asılırdı. Anlardım ki bu gün Manisa'nın kurtuluşu. Ya da cumhuriyet bayramı... Özellikle akşam altı treni her şeyi daha da ayan beyan anlatırdı. Sandık ve basmaları görünce anlardım ki Bekçi Osman'ın Hatice'nin düğünü var. Bu cumartesiye… Bazen kravatlı adamlar olurdu trende. Pencereden ovaya, istasyona bakarlardı. Ellerinde hep katlanmış bir gazete tutarlardı. Onlar büyük adamlardı, okumuş adamlar. Elbette çok paraları da vardı. Ben de büyüyünce onlar gibi olacaktım. Boş hayallermiş bunlar, şimdi anladım. Marşandizler olmadan ve kompartıman penceresini açıp istasyona bakmadan büyük adam olunmazmış.
Bir gün Kalaycı kara adamdan oğlunu okula götürmek için izin istedik. "Ömer 'de yarın bizimle okula gelsin," dedik. Başını sallayarak onayladı. Bizim babalarımız ağlayıp, yalvarmadan bir şeye kolay kolay evet demezlerdi. Keşke kalaycı bizim babamız olsa, ya da babalarımız kalaycı gibi diye düşünmeden edemedim. Ertesi sabah okul yolunu biraz uzatarak Kalaycı'nın çadırının önüne gittik. Sesimizi duymuş olmalı Ömer hemen çadırdan çıkıp yanımıza koştu. Okula yaklaştıkça etrafımızdaki meraklı çocuk sayısı her adımda çoğaldı. Ömer'in kara önlüğü olmadığı için kolayca dikkat çekiyordu. Fatma öğretmen beni severdi. Ne de olsa ben onun çalışkan ve uslu çocuğuydum. Zil çalmadan, sıra olmadan basamakları çıkıp öğretmenler odasının kapısına gittim. Öğretmenler odasına girmemiz yasaktı. Nöbetçi öğretmene Fatma öğretmenle görüşmek istediğimi söyledim. Öğretmenim odadan çıkıp yanıma geldi ve başımı okşadım. Ona bir arkadaşımızın sınıfa misafir olabilmesi için izin verip veremeyeceğini sordum. Bana şimdi anımsamadığım bazı sorular sordu. Ve sonunda misafirimi sınıfa getirmek için izin verdi.
Ömer sınıfa korkulu özlerle girdi. Bütün çocuklar ona bakıyordu. Benim yanıma oturdu. Öğretmenden, okuldan çok korkuyor, meraklı gözlerden çok rahatsız oluyordu. Fatma öğretmen sınıfa girince Ömer sanki her zaman bu sınıfta öğrenciymiş gibi davrandı. Ona birkaç defter yaprağı ve bir kalem verdi. Ama Ömer yazı yazmasını bilmiyordu. Birkaç yapraklık defterini resimlerle doldurdu. Eğri büğrü harfler yapmaya çalıştı. Teneffüslerde birlikte oynadık. Ömer o gün bir sınıf dolusu arkadaş edindi.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KIRK BİRİNCİ ODA |
|
Günlerdir gündemde "oda" sözcüğü var. Başbakan yardımcısı "kozmik" mi "kozmetik" mi derken aklıma kırk birinci oda masalları takılıverdi. Bu masallardan biri Hakkı Özkan'ındır.
…
- O odada ne var?
Kulağına eğilip fısıldıyorlar:
- Kötü şeyler, tutsaklıklar, özgürlüksüzlükler...
- Doğru mu söylediklerin?
- Öyle diyorlar.
- Kim?
- Herkes.
...
- Ben gördüm, dedi biri. Korkusuzca, yüzü kararlı, inandırıcıydı.
- Nasıl orası?
- Dediğim gibi. Bir cennet…
- Cennet ha!
- Evet!
…
Aziz Nesin' "Hazinedeki Paslı Teneke" öyküsünde,iç içe geçmiş kırk birinci odadaki iç içe geçmiş kırk birinci kutuda saklanan kutsal emanet anlatılır:
Bu emanet odasına ancak padişah, sadrazam, vezirler, sarayın bütün ileri gelenleri girebilirmiş. Halk, her yılın bir günü, bu kutsal emaneti koruyacaklarına namusları üzerine yemin eder, hiçbir şeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir emanet kaldı, diye avunur, yoksunluklarını, yoksulluklarını unuturmuş.
Padişah, bu emanetin ne olduğunu merak edermiş. Bir gün dayanamamış, kırk birinci odaya girip kırk birinci kutuyu açmış. Kutuda yeryüzünde o zamana kadar görülmemiş bir mücevher varmış. Padişah "Atalardan kalan bu kutsal emaneti alırım, benim olur. Kim nereden bilecek?" diye düşünmüş ve emaneti cebine atmış. Yaptığı anlaşılmasın diye de kutuya üstü yakut, sedef, zümrüt, inci, elmasla süslü bir platin koymuş.
Sadrazam da kutsal emanetin meraklılarındanmış. Sonunda o da kutuyu açmış, padişahın koyduğu platini pek beğenmiş. Sadrazam platini, alıp yerine üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koymuş. Bir başka gün vezir, o altını alıp yerine gümüş koymuş. Saray nazırı, gümüşü alıp yerine bakır, subaşı da bakırı alıp demir parçası koymuş.
Bu arada halktan biri çıkıp "Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti koruyacağımıza ant içip duruyoruz. Bu emanet nedir? Şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim" demiş. Bir başkası da hazineye gizlice girip kutsal emaneti almış. Ama çıkarken yakalanmış. Adamın elinde, paslı tenekeyi gören subaşı:
- Kutsal emanet bu değil, diye bağırmış.
Sonra diğerleri:
- Bu değil, bu değil diye katılmış itiraza.
O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan adam,
- Kutsal emanetin bu olmadığını siz nerden biliyorsunuz? Bu değilse, hangisi, diye sormuş.
Soruyu, hiçbiri yanıtlayamamış. Hepsi aynı suçu işlediklerini anlamışlar. Adamcağızı oracıkta öldürüp paslı tenekeyi yine yerine koymuşlar. Ama içleri bir türlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak için yeni bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre bütün ulus günde üç öğün, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek zorundaymış.
...
Kırk birinci odalardan söz edilen yerde Kıbrıs'ın Kırk Bir Deliler fıkralarından birini anlatmamak olur mu?
Ülkelerden birinde Kırk Bir Deliler yaşarmış. Garipler bir gün sıkılmış, oyalanacak bir şeyler aramışlar. Birinin aklına kümesin kapısını açmak gelmiş. Kapıyı açar açmaz tavuklar dışarı fırlamış, deliler de onları kovalamaya başlamış. Tavuklar can korkusuyla sağa sola dağılmış. Bir tavuk kuyuya düşmüş. Bunu gören deliler kuyunun başında dövünerek ağlamağa başlamışlar.
- Ya kuyuya tavuk yerine çocuğumuz düşseydi, kuyudan kim çıkarırdı, acısına yüreğimiz nasıl dayanırdı, daha dünyasına doyamadan kara toprak olacaktı?
Bir süre sonra:
- Ah yavrum sen öleceğine ben öleydim!..
- Kör olası kuyu, can aldın, kim bilir daha kaç can alacaksın, diye yas etmişler.
Bunca üne yasa dayanamayan komşular koşup gelmiş;
- Yahu susun! Ne oldu, hele bir anlatın, demişler
Deliler, ağlaya ağlaya bir şeyler anlatmaya çalışırken oradan geçen çocuğun ayağı kuyunun kapağına takılmış. Kuyunun kapağı kapanıvermiş.
Kırk Bir Deliler, o an kırk yıllık kuyularının kapağı olduğunu o gün fark etmişler de zırıltıyı kesmişler.
Kuyu öyle böyle kapanmış kapanmasına da kırk birinci odalar bu denli kolay kapanır mı bilmem.
Malum, kırk bir, büyücülerin de falcıların da vazgeçilmez sayılarındandır. Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" romanında Yedigey, çocukları eğlendirmek için cebindeki kırk bir taşla fal bakar. Büyücüler kırmızı biberin kırk bir çekirdeğiyle büyü yaparlarmış. Acaba diyorum, içine düştüğümüz durumdan kurtulmak için büyücülerden, falcılardan bilirkişiler mi tutsak kendimize?
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nurten Karahasanoğlu |
HESAPLAŞMA
Gün boyunca sadece tek şeyi düşünmüştü genç kadın.
Annesiyle hesaplaşmayı.
Bu akşam evine gelecek olan annesi ve babasıyla uzun zamandır görüşmemiş olmalarına karşın onları üzmeyi göze alarak yapacaktı bu hesaplaşmayı.
Belki gerçekten sadece torununu görmek için gelmişti köyden, kadının kafasındaki komplo teorileriyle hiç ilgisi yoktu.
Yoktu ya da vardı, bu akşam çözülmeliydi bu kafa karışıklığı, bu belirsizlik, bu düğüm.
İşte şimdi ikisi de karşısında oturuyordu.
Hep iyi niyet, anlayış, nereye kadar gidecek? Hep anlaşılacağını ummak, söylediği sözlerle meramını anlattığını sanmak. Yok, anlamıyorlar işte. Ne kadar, "ben kesin cümleler kuruyorum, artık anlamaları gerek" dese de olmuyor. Yüzü yumuşak çünkü. Bir yandan, kendi hayatıyla ilgili kesin kararlar almak, öte yandan bunu yaparken insanları üzmemek istiyor. Karşısındakiler annesi ve babası sonuçta. Her ne kadar annesiyle, daha yeni duygusal bir iletişim kurabilmiş, yıllar sonra onu anladığını ve sevdiğini idrak edebilmiş ve ilk kez ona "seni seviyorum" diyebilmişse de…
İçi dolu dolu bir "seni seviyorum" diyebilmişti sonunda. Kırk yaşından sonra. Sorgulamaların, geriye dönüşlerin, iç hesaplaşmaların sonunda, ona yıllardır azap veren, bir yük gibi gelen, ağzından çıkarsa sanki yenik düşeceğini sandığı bu cümleyi bir çırpıda ve ağlayarak söyleyebilmişti. Artık çok sık olmasa da rahatça tekrarlayabiliyordu içinden geldiğinde.
Ama bu akşam artık kesin bir hesaplaşma yaşanmalıydı.
Yeni bir hayata adım atmış, kırklı yaşlarını süren kadın, annesinin müdahalelerinden kurtulmalıydı. Bu da bu akşam olmalıydı.
Gerilmiş yay oku çıkartmaya hazırdı.
Ve bu ok, babasının da desteğini alarak çıkmalıydı. Bundan şüphesi yoktu kadının. Zaten hayatı boyunca onun desteğini hep yanında hissetmişti. Söze dökülmeyen, hislerle, bakışlarla sağlanan içten bir destekti onunki. Hiç söylenmese de bilirlerdi birbirlerini sevdiklerini, yaptıklarını onayladıklarını. Annesinin bu sessiz dayanışmaya nasıl içerlediğini de.
Kırk yaşına girdiği yıl birden bire annesini anlama isteği duymuştu kadın. Aslında belki kendisi de anne olduğunda gelmeliydi bu istek, ama on yıllık bir gecikme ile de olsa gelmişti ya sonunda.
Sorular, sorular, bunlara alınan, hem şaşırtan hem hayran bıraktıran, annesini gerçekten sevdiğine inanmasını sağlayan yanıtlar. Daha önce hiç bilinmeyen, dillendirilmeyen sırlar.
İlk önce, "neden?" "neden daha önce değil de bu kadar geç?" sorusu. Sonra bildik, 'zararın neresinden dönersen kârdır' avuntusu.
Henüz dört yaşında önce babasını peşinden annesini uzun süren hastalıkların sonunda kaybedip, hiçbir zaman kendisini yakın hissedemeyeceği kız kardeşiyle bir başına kalan küçük kız çocuğu. Sert, cahil bir amca ve onun masallardaki kadar kötü yürekli karısının evinde geçirilen çocukluk yılları.
Kaç kez anlatmıştı annesi ağlayarak:
Daha okula bile gitmez iken, ekinleri domuzlardan korumak için kız kardeşi ile geceleri dağdaki araziye gönderildiğini.
Okula başlama yaşı geldiğinde amcasının izin vermediğini, kendisinin kaçıp giderek gizlice kayıt yaptırdığını.
Aynı köyde, hatta iki ev ötedeki anneannesiyle, dayısıyla görüştürülmediğini.
Evlenme yaşı geldiğinde çeyiz namına bir çöpü bile bulunmadığını.
Allahtan diğer amcasının oğlunun, onu İstanbul'daki evine alıp bu cehennem azabından kurtardığını.
Ama bu amcaoğlunun arkadaşıyla evlendirilip başka bir azaba sürüklendiğini.
Kayınvalidesini, hiç tanıyamadığı annesinin yerine koyup sevgi beklediğini, fakat onun amcasını bile arattığını.
Sevgi, aşk nedir bilmeden evlendiği kocasının ise ne kendisine sahip çıkabildiğini ne de annesine karşı koyabildiğini.
İlk çocuğuna hamile iken görümcesinin kocasından gördüğü cinsel tacizi.
Peş peşe doğan iki çocukla birlikte yaşadıkları yoksulluğun daha da artmasını.
Görümcesinin desteğini alarak gizlice yaptırılan Tekel işçiliği kaydını.
İlk maaşıyla aldığı radyoyu kayınvalidesinin evden kaçırmasını.
Henüz genç sayılan kayınvalidenin, aynı evde oturmalarına karşın elini sıcak sudan soğuk suya sokmayıp ondan hizmet beklemesini.
Doğan üçüncü çocuktan sonra sinir hastası olup tedavi gördüğünü.
Sonrasında kendini dine verip yaşama gücü bulabildiğini.
Artık torunları olduğunda çocuklarına sevgi veremediğini anladığını, bunun üzüntüsüyle yaşadığını, attığı dayakları geri alabilmeyi çok istediğini.
*
Bu annenin ilk çocuğu olarak doğmuştu kadın.
İlk çocuk. Sevgi, neşe, umut kaynağı, yeni bir hayat. Belki yalnızlık duygusunun giderilmesini sağlayacaktı, belki de ilişkilerin pekişmesine yarayacaktı.
Hiç biri olmadı.
Ne yalnızlığına arkadaş oldu ne de aile ilişkilerine faydası.
Kadının çocukluğu annesininkine benzer şekilde sevgisiz geçiyordu. Hiç alamadığı, ama içinde hissettiği sevgiyi vermesini beceremiyordu annesi.
Tekel işçisi annesinin işyerinde olduğu gün boyunca babaannesiyle kalan kız çocuğu, bir de ondan annesi hakkında bir dolu şikâyet duyuyordu.
Kardeşleriyle ona para karşılığı bakan babaannesi bazen kaçıp gider, yerine ya köyden teyzesi getirtilir ya da halasının kızı ile idare ederlerdi.
Her türlü olumsuzluğuna karşın babaanne, kadının hayatında önemli bir yere sahip oldu. O da sevgisizdi, özellikle çocuklara karşı, fakat becerilerini aktarmak, deneyimlerini paylaşmak hoşuna giderdi. Böylece saati, para hesabını, el işi çanta yapmasını öğrendi kadın yaşıtlarından önce.
Okumayı öğrendiğinde de ilk işi babaannesine gidip kırmızı kurdelesini göstermek ve ona okuma yazma öğretmeye başlamak oldu.
Gündüzleri kendini ona yakın hissederken akşamları neredeyse nefret ederdi babaannesinden. Dayanamazdı annesine yaptıklarına, söylediklerine. Bu kadar acımasız olabilir miydi insan? Neden babası engel olmazdı ki?
İki arada bir derede geçip gitti o yıllar. Ne annesinin yanında durabildi ne de babaannesine kötü bir söz söyleyebildi. İstiyordu oysa, ne kadar sevse de, önem verse de, "yeter babaanne, annemi artık üzme" demeyi çok istiyordu. Bunun yerine, annesine "o yaşlı bir kadın, idare et anne" diyebildi ama.
Belki bu yüzden annesi ona, "beni çok üzdün" demişti.
"Beni çok üzdün"
Bir ok gibi saplandı bu söz yıllarca kadının yüreğine.
O kimseyi üzmek istemezdi çünkü. Herkes onu sevsin, ne o ne de başkası üzülmesin isterdi.
Mümkün müydü bu? Olmadığını ne kadar da geç anlamıştı.
Kimseyi üzmek istemediği halde çocukluğunda, genç kızlığında çok üzmüştü ve hatta şimdi bile ne çok üzüyordu annesini.
Neydi sorun?
Yapmak istediklerinin engellenmesi, kişisel özgürlük alanının daraltılması, öyle ki boğulma hissi uyandırılması.
Dine sarılan annesinin gittikçe artan baskıları.
Altı yaşında yaşadığı komşu tacizini kırkına gelene kadar anlatamaması, içinde yaşayıp kendi kendine başa çıkmaya çalışması.
Daha on yaşındayken doğum günü için dikilen elbisesinin kolsuz olmasının annesi üzerinde yarattığı öfke ve bunun hayatı boyunca sürecek bir mücadeleye dönüşmesi.
Evlenene kadar saçının görünmesinden etek boyuna, yaz sıcağında çorap giyip giymediğine kadar kontrol edilmesi.
Okula gitmesi, başarılı olması özendirilirken okul dışı okuduğu kitapların tu kaka edilip, "sen bunları okuduğun için isyankârsın, keşke okula göndermeseydim seni" söylenmeleri. İnadına harçlıkların biriktirilip, gizlice hikâye, şiir kitaplarının, romanların alınması.
Ortaokula kaydını yaptırdığı gün annesinin, "erkek arkadaşın olduğunu duymayayım, bacaklarını kırarım" demesi.
Bunun üzerine, üniversiteden mezun olana dek bir erkek arkadaş edinemeyişi.
Aşka, sevgiye, cinselliğe çok istekli olup, yıllarını bir dolu platonik aşkla geçirmesi.
Sonrasında da yanlış adamlara koşar adım gitmesi.
Bu yaşında hâlâ duygu-mantık dengesini kuramaması.
Bol bol kendine acıması.
Kitap konusunda gösterdiği direnci neden erkek arkadaş konusunda gösterememişti?
Neden yıllarca kendi kendisine acımasına izin vermişti?
Neden hem mücadelesini sürdürüp hem annesiyle barışık olamamıştı?
Neden bu kadar geç çıkmıştı içindeki yolculuğa?
Neden?
*
"O yıllarda ne sen beni ne ben seni anlamaktan çok uzaktık anne.
Ama artık anlamaya çalıştığımı biliyorsun.
Beni rahat bırak anne.
Bu hayat benim, bırak kararlarımı kendim vereyim.
Bırak çocuğumla baş başa yeni hayatımı yaşayayım.
Güven artık bana.
Başkaları ne der takıntısından, zavallı torunumun boynu bükük saplantısından kurtul artık.
Ben seni affettim, sen de beni affet anne."
*
Bu cümleleri kurabildiğine, bu kadar kesin söyleyebildiğine şaşırdı, ama geri adım atamazdı.
Bekliyor şimdi, rahat bırakılmayı, en önemlisi affedilmeyi.
Olacak, biliyor.
Kendine acımamayı öğrendiği andan itibaren her bakımdan rahat olacağını biliyor.
Nurten Demirel (Karahasanoğlu)
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Mesut ile Mesude |
|
Her zaman olduğu gibi erkenden kalkmıştı Mesut Bey. Mevsim normallerinin aksine ılık bir sabah gibi görünmesine rağmen yılların eskitemediği robdöşambrını ( robé dé chambre ) giymeyi ihmal etmemişti. İçinden; "Ah, ne çabuk geçiverdi yine koskoca bir yıl !" diyerek takvimin son yaprağını koparmaya uzanan elini "Kalsın bakalım yılın son günü" diyerek çekiverdi. Gazetenin bu saatte gelme ihtimali olmadığından mutfaktaki küçük televizyonu açmaya karar verdi. Gerçi; eşi Mesude Hanım sinirleniyordu sabahın köründe televizyonu açtığına ama merakla beklediği haberler vardı Mesut Bey'in. Kendisi gibi; 7 milyon 327 bin 800 kişi daha merakla bekliyordu. Yaşlı eliyle televizyonun kumandasına aldığı gibi gerisin geri yerine koydu. Bazen televizyonun sesi ilk açılışta bangır bangır bağırıyordu,
"Aman canım, ne acelesi var" sözleriyle kumandayı yerine koydu. Kıyamadı Mesude Hanım'a, uykusuna, hatta; "Bu sabah neden çayı sen hazırlamıyorsun Mesut Bey ?" diye söylendi kendi kendine. Pardesüsünü attığı gibi omuzuna, usulca kapıyı açtı ve "Hem sabah yürüyüşü olur, hem de gazeteyi ve ekmeği bakkaldan alırım" diyerek kendini bu güzel, ılık yılsonu sabahına bıraktı. "Çay demlenene kadar nasılsa dönerim" dedi.
"Neden beni uyandırmadınız Mesut Bey ?" dedi Mesude Hanım, o henüz usulca kapıyı açıp eşikte göründüğünde. "683" dedi Mesut Bey, "Düşünebiliyor musun, hepsi bu Mesude ! Altı-yüz-seksen-üç" dedi gözleri dolu dolu. "Mutfakta kahvaltı hazırlar iken televizyon haberlerinde duydum Mesut Bey. Boşver şimdi bunu, haydi gel sofra hazır" dedi 40 yıllık eşi.
Yaz bakalım torunum, 683... Yazdın mı ?
Yazdım Dede'ciğim..
Altına da 601 yaz...
Tamam ..!
Çıkartma yap bakalım, kaç kalıyor geriye ?
Hmmm, 2, 8, bu da sıfır.. Yani, 82 kaldı Dede'ciğim...
Peki, şimdi bunu 12 ile çarp bakalım..
2 kere 2 dört, 2 kere 8 onaltı, burası 164 oldu.. Şimdi 1 kere 2 iki, 1 kere 8 sekiz.. 164'ün dördünü indirdik; 6, 2 daha sekiz, etti mi sana seksendört. Bir, sekiz daha dokuz, sonuçta 984 oldu Dede'ciğim...
Aferim sana torunum.. Duydun mu Mesude Hanım, Dokuz-yüz-seksen-dört ediyormuş.
Duydum Mesut Bey, duydum. Pasaport harçları da 90'dan 138'e çıkmış, sen duydun mu ?
Yemişim pasaport harcını Mesude Hanım. Yurtdışına mı çıkacağız ?
Zaten böyle diye diye bir kere olsun götürmedin beni. Artık hiç gidemeyiz, şimdi mesut musunuz Mesut Bey ?
Yahu Mesude Hanım, ne işimiz var yurtdışında ?
Tamam tamam, unutmayınız Metrobüs 1,5'dan 2 olmuş efendim.
Hadi ya ! İki kişi 1 yani. Hmmm, torunu görmeye onbeş günde bir kez gidiyorduk, ayda 2 eder. 2 kere 12 de 24 eder. 984'den 24 giderse, kalır 960.. Eh, buna da şükür.. Olmadı, bir kere sen gidersin bir kere de ben Mesude Hanım, ne yapalım ? Bizim takayla gideriz belki de ?
Yüzde 3,3 Mesut Bey'ciğim, yani artık 628 yerine 648 ödeyeceksiniz Motorlu Taşıtlar Vergisi'ni. Hem de 2 kere, yani 920 kaldı !
Hadi be ..!
Yüzde 1,32'ye ne dersin Mesut Bey ? Üstelik elektriğin kilowatt-saatine gelmiş.. 53 ödüyorduk, çarpın bakalım şimdi ne çıkıyor ?
70 oldu, oha..! 17 daha bindi, çarpı 12 ile beraber, 204.. 716'ya düştük Mesude...
O taka arabayı aklından bile geçirme Mesut Efendi, zira; 95 oktan benzin 3,40'dan 3,61'e fırlamış ..!
Satalım bari hurdayı... diyeceğim de satış harcı felan diyeceksin !
Derim demesine de daha önemlisi doğalgazı söylemiş miydim Mesut Bey ?
Söyleme Mesude Hanım, söyleme...
%15 canım...
Offf ..! Bir duble rakı versen ya, bunaldım Mesude Hanım. Yanına az peynir, az kavun ?
Henüz peynir ve kavun açıklanmadı efendim ama dayarım rakıya gelen zammın yüzdesini yanına, belki onu meze yaparsın! Duble yok, tek neyine yetmiyor ?
Desene; emekliye bir parmak BAL, onu da kaşıkla ver ama kepçeyle geri AL ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Manifesto Solcularının Kavram Fetişizmi Üzerine |
|
Şu "manifesto solcuları" bir âlem. Komünist Manifesto'nun yayınlanmasından yüz-yüz elli yıl sonra bile, hâlâ târihi sınıf savaşımlarının târihi olarak, "târihsel ilerleme"deki motor gücü sınıf savaşımları olarak görüyorlar. Hâl böyle olunca, bugün bile sınıflaşmanın ortaya çıkmadığı Üçüncü Dünyâ Ülkeleri'ndeki ekonomik ve siyasî gelişmeleri olguların gözlemlenmesi yoluyla çözümlemek yerine, bu olguları bizzat Manifesto'ya uygunluklu hâle getirmeye çalışıyorlar.
Oysa Engels -gerçekten de dürüst bir bilimadamı olarak- Manifesto'nun Stuttgart'ta yayınlanan ikinci baskısında, meşhur birinci cümlenin; yâni "Gelmiş geçmiş bütün toplumun târihi, sınıf savaşımlarının târihidir." cümlesinin altına bakınız nasıl bir açıklama düşmüştü: "Daha doğrusu, bütün yazılı târih. 1847'de toplumun târih öncesi, kayıtlı târihten önce vârolan toplumsal örgütlenme pek bilinmiyordu."
Başka deyişle Engels, Manifesto'daki bu târih tezinin aşırı bir genelleme olduğunu îtiraf ediyor ve bir bilimadamından beklenen dürüstlüğü sergiliyordu. Ne var ki, şu manifesto solcularının hâli gerçekten de trajikomik!
Örneğin, Colin Leys'de bu fetişizm tavan yapmış; başta "sınıf" kavramı olmak üzere Leys, Marksizm'in kavramsal çerçevesini fetiş hâline getirmiş. Zîrâ, Leys'e göre azgelişmişlik ve bağımlılık kuramı, sosyal sınıfların varlığını görmezden gelir. Bu kuram devleti, kamu çıkarlarının toplum yararına kullanılmasını sağlayan bir mekanizma olarak ele alır. Her ne kadar, burjuva gelişme kuramının iç yüzünü açığa çıkarsa da Üçüncü Dünyâ Ülkeleri'ndeki ekonomik ve siyasî sorunların çözümüne katkı sağlamaz. Çünkü ekonomik, siyasî, toplumsal, kültürel ve ideolojik hiçbir sistematik ortaya koyamaz.
Dahası, Leys'e göre bu kuram, soyut bir merkez-çevre ayrımından somut bir merkez-çevre tipolojisine geçemez. Bilimsel (dialektik) olmak yerine, eklektik bir yöntem benimser ve Üçüncü Dünyâ Ülkeleri'ndeki geri kalmışlığın nedenlerine dâir genel yasaları araştırmak yerine, genel birtakım verilerin açıklanmasıyla yetinir. Böylelikle, bu ülkelerde emperyalizmin târihsel işleyişini, gelişimini ve evrimlerini sistematik bir incelemeye tâbî tutmak yerine, ampirik düzeyde tespitlerle yetinmek zorunda kalır.
Leys, bunları şu şekilde açıklıyor: "Örneğin sınıflar, azgelişmişliğin veya bağımlı gelişmenin yapısal evriminden kaynaklanan kategoriler olarak görülme eğilimindedir. Bu nedenle, toprak sâhipleri teknik olarak geridir, yerli burjuvazi güçsüz ve genel görünüşü ile kompradordur, ücretli işçiler sayıca küçük ve kendi içinde oldukça farklılaşmıştır, vb. Bu perspektifte sınıflar, târihi yapan esas unsurlar olarak görülmezler. Bu yaklaşıma uygun düşen kuramsal eklektizm, bağımlılık kuramcılarının çalışmalarında açıkça görülebilir." (Emperyalizm, Gelişme ve Bağımlılık Üzerine; (Der.) Melih Ersoy, V Yayınları, Ankara 1992, syf: 79) [Oysa] "gerçek sorun, bizi öncelikle duyarlı kılan kavramların tutarlı bir politik bakış ve tutarlı bir çözümleme yöntemi ile temellendirilmiş tutarlı bir kavramlar sistemine bağlı olmamasıdır."(syf: 80)
Görüyorsunuz değil mi Leys, Marksizm'in kavramsal çerçevesini nasıl da fetiş hâline getirmiş. Ancak, şunu unutmamak lâzım ki "tutarlı bir kavramlar sistemi", dogmatizme dönüşmeye pek yatkındır ve Marksizm'in özellikle de yirminci yüzyıl başlarından îtîbâren en önemli sorunu bu olagelmiştir.
Şu hâlde, üzerinde düşünmemiz gereken soru şudur: Marksizm'in târih ve sınıf kuramı hakkında Engels bile geri adım atarken; bunun aşırı bir genelleme olduğunu kendisi bile dürüstçe îtiraf ederken ve hattâ, bu boşluğu doldurmak için sıklıkla ampirik incelemelerden yararlanıp yüksek genellemelerden özenle sakınırken, bu manifesto solcularındaki kavram fetişizmi niyedir?
Leys'teki bu inat niyedir: ""Marksist" veya "sol" azgelişmişlik ve bağımlılık kuramı, salt kendi tarzında ütopik olmakla kalmayıp sonunda ideolojik olmaktan da kurtulamamaktadır. Bunun bir örneği, benim Kenya üzerine yaptığım çalışma sırasında farkına vardığım ve azgelişmişlik ve bağımlılık kuramındaki bâzı sınırlamaları aşmak için, kuramdaki boşlukların, eksik olanın; yâni sınıf çözümlemesinin, kurama aşılanmasıyla kapatılması yolundaki kendi görüşümdür." (syf: 82-3)
Fakat bence bu sorun, Marx sonrası dönemde Marksizm'in içine pozitivizmin aşılanması, pozitivizmin bilim ve bilimsellik anlayışının mutlaklaştırılması sorunudur. Nitekim, Marx ve Engels de aklı başında her bilimadamı gibi, belirli birtakım olguları incelemiş, çözümlemelerini bunlar üzerine kurmuştu. Ancak, bu çözümlemeler pozitivist bilim ve bilimselcilik anlayışlarıyla birleştirildiğinde, ortaya "dogmatik Marksizm" çıkmıştır.
Başka deyişle, pozitivizmde bilim, "genel yasalı açıklama modeli" içinde tanımlanır ve bu yasaların târihten, kültürden, toplumdan bağımsız olduğuna inanılır. Hâliyle, Marx ve Engels'in peşine düştükleri yasaların da bu nitelikte olduğuna inanan manifesto solcuları, Marksizm'in kavramsal çerçevesini fetiş hâline getirerek, olguların incelenmesi işinden uzaklaşıp olguların kurama eklemlenmesine çalışmışlardır.
Ama bakınız, Che ne diyor; bakınız, Afrika'daki anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı mücâdelenin niçin başarısız olduğunu; ya da Marksizm'in Üçüncü Dünyâ Ülkeleri hakkındaki tezlerinin niçin iflâs ettiğini nasıl çözümlemiş; Afrika Rüyâsı'ndan aynen okuyorum, iyi dinleyin:
"Toprak mülkiyeti, bizim bulunduğumuz hiçbir yerde bilinmiyordu ve Kongo havzasının dev toprakları herkese, büyük formaliteler olmaksızın toprak edinme olanağı sağlıyordu." (Afrika Rüyâsı; Che Guevara, Everest Yayınları, 4. Basım, İstanbul 2008, syf: 256) Yâni, Kongo'da tâ 60'ların ikinci yarısına kadar bile, henüz bir köylü sınıfı diye birşey yoktu; sınıf yoktu, sınıf bilinci diye birşey yoktu. Çünkü, mülkiyet diye birşey Kongolular için zâten anlamsızdı. Ve bunun içindir ki, "Köylüler tamamen bağımsızdı." (syf: 256) Yâni köylüler ile başka sınıflar arasında bir çatışma diye birşey yoktu; "başka sınıflar" diye birşey yoktu. O hâlde, Kongo'daki anti-emperyalist ve tam bağımsızlık mücâdelesini "sınıfsal analizler"e nasıl oturtabiliriz?
Che, şöyle devam ediyor: "Kurtuluş Ordusu'nun köylülere sunacağı ne vardı? Bu sorun bizi çok meşgûl etmişti. Burada toprak reformu ya da toprak mülkiyetinden söz edemezdik. Zîrâ herkes için yeterli toprak vardı. Modern tarım âletlerinin satın alınabilmesi için kredilerden de söz edemezdik. Çünkü köylüler ilkel âletleriyle ekip biçtiklerini yiyorlar ve bölgenin koşulları modern âletlere uygun değildi. Köylülerin kabûl edebilecekleri ve karşılığında bir şey ödeyebilecekleri sanâyi mallarının gerekliliğini nasıl anlatabileceğimizi düşünmüştük. Bu, gelişmiş bir mal mübâdelesini beraberinde getirecekti. Fakat, kurtuluş savaşı koşulları altında böyle birşey düşünülemezdi." (syf: 258) "Bana göre, köylüleri kır proleteryasına dönüştürecek üretim ilişkilerinin yokluğundan kaynaklanan devrimin bu taktik problemi, ayrıntılı bir araştırma ve analiz gerektirmektedir." (syf: 258)
Evet, Che haklıdır! Üçüncü Dünyâ Ülkeleri'ndeki anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı hareketlerin incelenmesi, manifesto solcularının kavram fetişizmiyle aslâ ve aslâ mümkün değildir. Aynı şekilde, Che'nin şu tespitleri de son derece önemlidir: "Yeni-sömürgecilik sürecinin arka plânında, şiddetli sınıf mücâdeleleriyle gerçekleştiği Latin Amerika'nın aksine Afrika, emperyalizm tarafından plânlanmış bir süreci gözler önüne sermektedir. Çok az sayıda ülke, bağımsızlıklarını silâhlı mücâdele yoluyla kazanmıştır, her şey yağmalanmış bir mekanizmanın yumuşaklığıyla gerçekleşmiştir." (syf: 271)
İşte, manifesto solcularının bu "yağmalanmış bir mekanizmanın yumuşaklığı"nı anlamalarına imkân yoktur. Ve hattâ, neo-emperyalizmin bugünkü şeklinin Marksist bir sınıf savaşımları teziyle açıklanabilir hiçbir tarafı da yoktur. Neo-emperyalizm çünkü, sınıf savaşımları üzerinden değil; spekülâtif para hareketleri ve sivil toplum örgütleri üzerinden işlemektedir. Bunlara karşı çıkmanın yolu ise Leninist bir "ajitasyon", "silâhlı propaganda", vb. hiç değildir.
O hâlde, üzerinde düşünmemiz gereken soru şudur: Manifesto solcuları, on dokuzuncu yüzyıl terminolojisini kullanmaktan ne zaman vazgeçecekler, ya da vazgeçebilecekler mi? Ben pek iyimser değilim. Çünkü, manifesto solcularının kavram fetişizmi habis bir ur gibi yayılıyor ve pek çok alanda kendisini kabûl ettirebiliyor. Bu o kadar öyle ki, Leys şunları söylemekten hiç mi hiç yüksünmüyor:
"Târihsel materyalizmin ciddî ve sistematik bir uygulaması, Marx ve Engels'in veya Lenin, Trotsky veya Mao'nun kitaplarından aktarılmış hazır formüllerin uygulanması demek değildir. Bu kitaplardan çıkartılacak yöntem ve sonuçlara ek olarak, bunların ortaya çıktığı pratiklerle, bunları sürekli revize eden pratiklerin bir uygulaması olmalıdır." (Emperyalizm, Gelişme ve Bağımlılık Üzerine; (der.) Melih Ersoy, V Yayınları, Ankara 1992, syf: 84)
Ne var ki, târihsel materyalizmi ya da dialektiği kullanmak için, niçin bu saydığı isimlerin kitaplarından birtakım yöntem ve sonuçlar çıkartarak, söyleyeceklerimizi bunlara ek olarak söyleyelim? Niçin onların tespitlerini sürekli revize etmekle uğraşalım? Bu fetişizm niye?
Görünen o ki, Marksizm'e pozitivizmin aşılanması hiç de iyi sonuçlar doğurmamıştır. Ama keşke Marksistler, pozitivizmin de temelinde yer alan şu sözü; "Kendi aklını kullanma cesâreti göster!" sözünü ilke edinmeyi başarabilseler. Zîrâ Marx ve Engels, tam da bu cesâreti göstermişlerdi. Marx'ın önünde, görüşlerini içine yerleştirebileceği bir Marksist kavramsal çerçeve yoktu. Kendi aklını kullanma cesâretiyle Marx, incelediği olgulardan hareketle bâzı kavramlar türetmiş, "tutarlı bir açıklama" geliştirmeye çalışmıştı.
Benim düşünceme göre, bugün de Marx ve Engels bize yol gösterebilecek iseler, tam da bu şekilde yol göstermelidirler. İncelediğimiz olgulardan hareketle ve kendi aklımızı kullanma cesâretiyle kendi kavramlarımızı kendimiz geliştirelim. Bunu yaparken, elimizde sapasağlam bir yöntem var: dialektik. Nitekim dialektik, kimsenin tekelinde değildir. Ve aslına bakarsanız, manifesto solcularının bu kavram fetişizminin panzehiri de aslında dialektiktir.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ANELLİ
Görülmedik her güzel kız pırıl pırıl Anelli,
Anelli diyorsam, eyâ, sinesi bir tek benli,
Kabarta mıdır boyu, Avar mıdır, Türkmen mi?
Anadolu'da insan bugün ta dünden Hitit'li,
Öyle bir karmış ki tarih en eskidir yepyeni.
Gönül gözü olmayanın behey yalınkat erkeni!
Kızlar kendileri gün, o çiğ günü n'eylemeli?
Ala kentler yükseliyor mor dağlarlayın dünyada,
Odlu ocağ, tüten baca yanmayı biliyorum ya,
Bir türlü unutamıyorum unutmaya koyulsam da.
Öylesine dolanılır germi vermeden gümana.
Bir dâvaya, bir sevdaya birer simge olurlar da,
Anelli'ler yitirmezler güzelliklerini ebedâ.
Sokulur gökçe konuk kız aman bizler ne iyiyiz,
Çeçen'e buyurmasa da ipince-iplik inceyiz,
Bozulmazlar pantolonlar bacaklarımızda hergiz,
Örülürse dört duvarı apansız ve de nedensiz,
Örülürse dört duvarı sevilerin, ey kutsal giz,
Kurtulmakçin gül ol gayrı, gül, yasemin ya da nergis!
Yalnızca seni söylüyor güm de güm yüreklerimiz.
Yanandan yana olmak kim, sevdadan ölmek nere?
Dünya bir kaygıevidir sonu ören görenlere.
Demir alıp gidilse de bilinmedik ülkelere,
Bengi olsam ah beni hep emdirse Anelli, diye
Umutlanır vurgun gönül her zamanda ve her yerde.
Al evranım, al demiri, uydu çağrıya bir bende,
Deryalarda albeni var, sevdalanmak albenide.
Osman Numan BARANUS
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|