|
|
|
Editör'den : Kibar Feyzo günah çıkarmış!.. |
Merhabalar,
Baktım da bütün gazetelerde Meclis kavgasının yankıları. Hepsinde de bir "Ne İsa'ya ne Musa'ya" hâli hamdolsun. Tüm hayatları, padişah belledikleri adamın iki dudağı arasında olanlarla, vicdanı hâlâ yosun tutmamışların dalaşmasını genelleme yaparak vermek te niye bilemedim. Hiç yeri değilken, kıpkırmızı suratla, kendine bağlılık yemini etmişleri karşı sıralara cihada gönderen mazlum, diğerleri vahşi imiş. Yesinler sizin o kaplan kesilmiş hallerinizi. Daha üç gün önce milletin önünde efendisinden azar işiten sağlık bakanı, gözlüğünü çıkarıp saldırıya geçiyor, devlet bakanı başbakan yardımcısı denilen kibar feyzo arınç Meclis başkan vekilinin odasına dalıp padişahından öğrendiklerini sergiliyor, ama onlar mazlum, onlar masum, diğerleri vahşi oluyor. Güldürmeyin adamı.
Ağlamaklı arınç televizyona demeç veriyor, ağzının bir kenarıyla hakaret ederken diğer kenarıyla özür diliyor. Güldal Mumcu yetmiyor bir de Baykal'a saldırıyor. Asıl irticacı CHP demek adına "Cübbeli ahmet hocayı aradı, geçmiş olsun dedi." diyor Baykal için. Kendi ayıplarını başkalarına sıvayarak azaltmaya çalışmaları bir yana, röportajı yapanın aklına, "İyi de Baykal'ın cübbeliyle konuştuğunu nasıl biliyorsunuz? Nereden öğrendiniz?" diye sormak gelmiyor. Belli ki, Baykal'ın tuvalette çıkardığı seslere kadar kayıttalar.
Bu kifayetsiz muhterisleri şimdilik bir tarafa bırakıp esas konuya girmek, Doğu ve Güneydoğuda'ki töre cinayetlerinin artık sıradan şiddet boyutunu çoktan aştığını, toplumsal bir hastalık, en kibar anlamıyla sapıklık mertebesine yükseldiğini gösteren habere dikkatinizi çekmek istiyorum.
Adıyaman Kahta'da Medine Memi adlı 16 yaşındaki kız Aralık ayında ortadan kayboluyor. Ailesi kayıp diye polise falan başvurmuyor. Bir vicdan sahibi dayanamayıp ihbar ediyor ve küçük kızın cesedi, evlerinin kümesinde, 2 metrelik bir çukurda elleri bağlı, oturur bir halde bulunuyor. Yapılan otopside kızın canlı canlı gömüldüğü ciğerlerindeki topraktan anlaşılıyor. Baba ve dede diye anılan sapıklar tutuklanıyor. Pekçoğunuz ana ve babasınız. Biriniz bunu bir gelenek, bir namus cinayeti olarak izah edebilir mi? Bu düpedüz bir vahşet. İşte böyle anlarda kısasa kısasın en iyi adalet olduğunu düşünüyorum inanın. O ailenin tüm fertlerini o kümese, o çukura koyup üstlerine toprak atsalar kılım kıpırdamaz. Bunu cehaletle açıklamak falan olmaz. Bu sapıkların tek cezası var o da idam. Kimse kalkıp ta insan haklarından falan bahsetmesin. Konu haksa asıl hak o 16 yaşındaki kızın hakkı. Onu canlı canlı gömenlerin tek hakkı var o da ölüm.
Böyle kara bir paragraf yazmak zorunda kaldığım için kusura bakmayın ama konu çocuklar, onlara uzanan eller oldu mu benim nevrim dönüyor. Allah hepimizin akıl sağlığını korusun. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan RENKLİ RESİMLER -3 (SON) |
|
Kınayan Abdo bütün insanlara, olaylara, sokaklara, evlere, kedilere, köpeklere, kaldırımlarda dolaşan güvercinlere bile sürekli kınayan gözlerle bakardı. Örneğin kaldırımdan güzel bir kadın geçer ve bütün sokağın gözleri hayranlıkla onun üzerine dolaşsa "Parıltılı kokarca, ne bulmuşsa sürmüş, sürüştürmüş. Boyasını sil bunun uyuz ite döner. Yüzüne bakılacak hali kalmaz," derdi. İnsanlara kulp takmak kolaydır. Güvercinlere söz söyleyecek kusuru nerden buluyor diye düşünebilirsiniz. Kınayan Abdo bu konuda yaratıcılıkta sınır tanımaz. Örneğin güvercinler için "Bir susam tanesi için kırk takla atan düzenbazlar. Ekin anızlarına uçmaya üşenen beleşçiler. Kuş değil bunlar sokak kurbağası," derdi.
Sokağın renklerinden biri de büyük pasajın az ilersinde tam Peron Mağazasının karşısında takılan bir gençtir. Başına her zaman dantelli bir namaz takkesi takar. Kulağındaki kulaklıklardan gelen müziğin sesiyle kaldırımda hafif hafif salınır durur. Yüzünde her zaman bir gülümseme taşır. Gelip geçenlere yarım göz bakar ama aldırmaz. Esnafa sorsam garanti delidir diyecekler. Adım gibi biliyorum. Ben gülümsemesini, namaz takkesini veya durduğu yerde salınmasına aldırmam. Sadece ne dinliyor acaba diye merak ederim. Kocaman saatler boyunca o bildik gülümseyişini yaratan o ezgiler nelerdir. Bir kez olsun biriyle konuştuğunu görmedim. Sadece bazı günler durduğu kaldırımı değiştiriyor. Bir bu yana bir yolun karşısına.
Kınayan Abdo kınamakta hiçbir zaman sınır tanımaz. Karşılıklı diyalogları da hiç sevmez. Söyleyeceğini dedikten sonra yürür gider. Karşısındakinin cevap hakkı yoktur. Bazen kınamalarını direk kişilerin yüzüne de yapmaz. Yanındakilerin duymasını sağlar hepsi o kadar. "Şu adama bak, kolundaki kadının yanında maymun gibi duruyor. Çok parası var zaar. Hangi kadın böyle bir adamla sokağa çıkar. Aha buraya yazıyorum. Bu adamın çok parası var. Bu kadın da onunla parası için evlenmiştir." Şöyle bir dönüp kendisini dinleyenlere göz ucuyla bakar ve yönünü sokağa döner.
Diyelim ki sokaktan cübbeli, takkeli bir imam geçiyor. Hemen eski laflarından birini belleğinden çekip ezberinden söyler. "Bu imamlar var ya bu imamlar. Çok anasının gözüdürler ha… Üç ay maaş verme. Ne camiye gider, ne ezan okur ne de namaz kılarlar. Bahşişler olmasa cenaze bile yıkamazlar. Dini imanı para bunların… Bir fakir ölsün dönüp bakmazlar bile. Ama zenginse üçü beşi birden koşa koşa kaldırırlar mevtayı. Duaları bile daha güzel okurlar. Acele etmeden. Makamıyla…"
Bir gün kahveciye bozuk param yok diye üç çayı veresiye yazdıracaktım. Kahveci çıt bile çıkarmadı. Ama Kınayan Abdo içtiğimiz üç çayı burnumuzdan fitil fitil getirdi. Madem paramız yokmuş niye çay içiyormuşuz. Kahveci Rıfat'ın da evinde ekmek bekleyen, akşam olunca yolunu gözleyen bebeleri varmış. Gelen veresiye giden veresiye yazdırırsa kahvecilik mi yapılırmış Çaya şekere zaten her gün zam geliyormuş. Şimdi aklıma gelmeyen daha neler neler. O kınadıkça ben ezildim. Kendimi yetim hakkı yiyen vicdansızlar gibi hissettim. Hırsız, kapkaççı, yankesici gibi…
Birkaç ay önce bir şey oldu. Hiç birimizin ummadığı, beklemedi bir şey hem de. Kalealtından hükümete çıkan kavşakta sabahın dokuzunda trafik kilitlenmiş. Kornalar apartmanları, kaldırımları delecek. Herkes çıldırmış. Ben kendi gözlerimle görmedim. Görenler anlattı. Bizim Kınayan Abdo tam kavşağın ortasına oturmuş. Trafiğin akışını tamamen kesmiş. Sürücülerden bir kaçı elbirliği edip şunu kaldıralım demişler. Hani insanlık hali hasta falandır. Bacakları tutmuyordur örneğin yada kafadan sakat. Kimseyi yanına yaklaştırmamış. Bir bıçak çıkarmış. Yaklaşanı deşerim diyormuş. Öfkeli sürücü kalabalığı artınca iş iyice zıvanadan çıkmış. Polisler çekip almasalar. Oracıkta linç edeceklermiş.
Abdo'yu alıp karakola götürmüşler.
- Neden böyle yaptın kardeşim, demişler.
- Yaparım, siz benim ne çektiğimi biliyor musunuz?
- Ne çekiyorsun?
- Siz benim ne çektiğimi biliyor musunuz?
- Ne oldu kardeşim, ne çekiyorsun?
- Siz benim ne çektiğimi biliyor musunuz?
Polislerin sabırları sıfın noktasına koştururken bizimki sürekli söylediğini yineleyip
duruyormuş. En genç olanlarından biri "eh yeter gari," deyip tam jopu kafasına indirecekken bizimkinin dili çözülmüş.
- Karıma kızdım, kardeşim. Siz benim ne çektiğimi biliyor musunuz?
- Karın sana ne yaptı?
- Fırına gönderiyor beni her sabah. İlla sıcak ekmek olmalıymış kahvaltıda. Yok olmazsa kahvaltı etmezmiş.
- Alıver sende ne çıkar?
- Ama her sabah diyorum polis bey. Bir sabah değil, iki sabah değil. Bin sabah, on bin sabah.
- Eğer istemiyorsan alma? Niye kavşağa oturuyorsun? Alimallah bir araba gelip eziverseydi ne yapardık.
- Üç kulhuvalla bir Elham okurdunuz Ne yapacaksınız?
- Değer mi be kardeşim? Böyle moktan yere ölünür mü?
Polisler onu anlamazlar biliyorum. Abdo bu bir şeyleri kınamadan duramaz. Ve kuru bir inat
uğruna da pisipisine ölüverir.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu YATLARLA KONUŞMALAR : NEPTÜN |
|
İsmet Kaptan, kafasını kaldırıp Karaada tarafına baktı. Bodrum'a doğru koşan birkaç akça bulutu gösterip yeğeni Hasan Kaptan'a:
- Koş, dedi. Az sonra fena bastıracak. Çabuk çadırları çekin.
Yağmur, bütün gece yağmıştı. Yarımada gökyüzü mavisiyle yeniden buluşmuşken bu adam yağmurdan niye söz eder diye geçirdim içimden.
Hasan Kaptan, çekekteki onlarca yatla birlikte şimdi denizde olmamanın sancısını yaşayan Neptün'e doğru seğirtti.
Beş dakika geçti geçmedi, Adaboğazı'da müthiş bir patlama oldu. Sonra gökle deniz birleşti. İriden de iri damlalarıyla sağanak tepemizde bitiverdi.
Bir an göz göze geldik.
- Denizci havayı koklamayı bilmeli. Biz, eskiden bu denizlerde gecenin zifiri karanlığında yüzümüze vuran yelle yön bulurduk. Bu kıbledir, bu keşişleme; bu yıldızdır, bu da karayel; işte bu Kıranların poyrazı diyebiliyorsan Ege suları sana yurttur.
Kendi elleriyle pişirdiği Türk kahvesini bize sunarken, ben teknelerin punya deliklerinden akan yağmur sularının şakırtısına dalmıştım. Yağmur sonsuza dek yağacak, tekneler karada suyla boğulacak sanıyordum ki, kafasını yine kaldırdı.
Kurşuni bulutların örttüğü Bodrum'a baktı.
- Eyvah dedim, bizim mahalleyi yine sel bastı.
- Geçti, dedi, beş dakikaya kalmaz burada da yatar.
Bu kez "olmaz!" diye düşünmedim. Çünkü onu, "olmazların adamı" olarak tanıtmışlardı bana.
Neptün de onun olmazlarından biriydi.
- Neptün… deyip öylece kalmıştı bir süre.
- Poseidon'u bilirsin. Eski Yunanlıların deniz Tanrısının adı. Kronos ile Rheia'nın oğlu. Zeus ile Hades'in kardeşi. Romalılar Poseidon'a Neptün demişler. O, hırs ve gücün simgesidir. Ben de hep böyle bir teknem olsun istedim: güçlü, gururlu… O da Tanrı Neptün'ün üç dişli mızrağını sulara vuruşu gibi mahmuzlayabilmeliydi suları.
- Yıllarca bu sularda önce Nesrin, sonra Sibel ve Artemis'le turist gezdirmiştim. Onlar benim can yoldaşlarımdı. Ekmek parası kazanmayı onlarla öğrenmiştim. Ama zaman değişmişti. Mavi Yolculuk için güçlü teknelere ihtiyaç vardı.
- …
- Bir gün limanda bir İtalyan teknesi gördüm. İşte dedim, aradığım bu! Hemen resmini çizdirdim. Kalimnos'ta dostlarım var. Resimleri götürüp onlara gösterdim. Bir de Ali Kemal Usta'ya… Çünkü niyetim Neptün'ü ona yaptırmak. Ali Kemal genç; ama işinin ustası. Maketten çalışıyor. Daha yapılmadan gözümle göreceğim Neptün'ü…
- Neptün'e çok para vermiş olmalısın!
- Elini, sorar mısın gibisinden salladı.
- Topu topu 360.000 liram vardı. İyi paraydı; ama Neptün'ün üçte birini bile yaptıramazdım bu parayla. Bir de ortağım Jan var. Ama ikimizin parası Neptün'ü yaptırmaya yetmezdi. Evet, Bodrum'a süngerciliği öğreten, bir evin üç lira olduğu zamanda günde 300 lira kazanan Ali Cengiz benim babamdı. Ne var ki Neptün'ün resmini önüne koyup "Ben bu tekneyi istiyorum, desem, sakın bana güvenip yola çıkma!" diyeceğinden adım gibi emindim.
- Yine de Neptün'ü yaptırmaktan vazgeçmemişsin.
- Geceler boyu uyumadım. Ama vazgeçmek hiç aklımdan geçmedi. Neptün'ü mavi sularda hayal ettim hep.
- Neptün'den öncesini anlatır mısın biraz?
Kahverengi gözlerini kırpıştırdı. Neyi söyleyip neyi söylemeyeceğini tarttı bir an. Sonra bir makaranın boşalışı gibi salıverdi sözcükleri:
- Avare biriydim ben. Altımda bir motosiklet, orada burada gezerdim. Ablamın bir pansiyonu vardı: Artemis. Oraya tüccarlar gelirdi. Nesrin'le onları gezdirirdim. Nesrin, topu topu, altı metrelik bir piyade. Onlara balık tutardım. Birlikte yer içer eğlenirdik. Para verecek olsalar, almazdım. Ama aralarında çok zenginler vardı. Parayı cebime sokarlardı, ayıp olur diye itiraz etmezdim.
-…
- 1962'nin son günü motosikletimle dolaşıyordum. Yanımda bir polis aracı durdu. Vali Şerif Tüten sizinle konuşmak istiyor, dediler. Emniyete vardım. Vali Muğla'dan telefon etti. Sen dalgıçmışsın. Üstelik yabancı dil de biliyormuşsun. Belçika'dan bir grup ziyaretçi var. Bodrum'u tanıtacağız. Bu görevi üstlenir misin?
- …
- Valinin isteğini kabul etmemek olur mu? İki saat sonra Artemis önünde bir otobüs durdu. Gelenler Belçika balıkadam kulüpleri federasyonu ( B.E.F.O.S) yöneticileri eşleri ve çocuklarıymış. 34 kişi. Adamlar, Bodrum'un tanıtım filmini çekecekmiş. İyi ama, bizde bu kadar insanı gezdirecek tekne yok ki? Hemen sağa sola haber saldık. Halil Taş'ın Çakırcalı, Ahmet Budur'un Başlangıç, bir de Beti'nin Rastgele adlı piyadelerinden ağları çıkarttık, temizlettik, ya bismillah deyip koyulduk yola. Tam 12 gün Yassıada açıklarında amforaların, Karada arkasında uçurumların filmlerini çektiler. O filmi alıp Belçika'ya gittiler.
- Giderken grubun başkanı Paul Sobol, Belçika'ya gel, sana dalgıçlığı öğretelim, dedi.
- Dur, dedim. Sen zaten dalgıç değil misin?
Çünkü onun süngerci bir ailenin çocuğu olduğunu, birçok Bodrumlu çocuk gibi deniz dibinde semsiye teliyle balık avlayarak, çıplak elle yuvasından ahtapot çıkararak büyüdüğünü, dakikalarca deniz dibinde kalmanın onun için sıradan bir iş olduğunu biliyordum.
Yüzüme baktı:
- Ben, dedi, "Denizin tutunacak dalı yoktur", "Süngerci terlemeden para kazanır, solumadan ölür." sözlerinin anlamını yaşayarak öğrenmiştim. Vurgun yemiş kaç kişi gördüğümü şimdi bile sayamam. Belçikalıların bu işi nasıl yaptıklarını da görünce öğrenmem gereken çok şey olduğunu fark etmiştim. Daveti kaçırmadım. Belçika'da hem kuramsal hem uygulamalı olarak balıkadam kursu aldım.
Gülüyor.
- Buna karşın beş kez vurgun yedim…
- Profesyonel olarak Bodrum'da mavi yolculuk ne zaman başladı?
- 2 Haziran 1963. Paul Sobol ve arkadaşları yine geldi. Babamdan dalgıç teknesi Artemis'i yalvar yakar aldım. Beyaz boyalı belediye kanepelerini yerleştirdim, üstüne de bir tente çektim. Artemis bir yolcu teknesi olup çıkmıştı. Bir de Nesrin'i hazırladım. Sardalya istifi 22 kişi. Buradan Side'ye kadar 20 günde gittik 22 günde geldik. Günlük Artemis için 400, Nesrin için 200 lira verdiler.
- "Bir Türk Dalgıcının Hayatı" filmi o zaman mı çekildi?
Sanki hakkında çok şey biliyormuşum gibi baktı.
- Sen nereden biliyorsun, diye sordu?
Sesimi çıkarmadım.
- O filmi Pierre Levie çekmişti. France Lorioux adlı bir aktristle oynamıştım. Çok büyük tehlike atlattım, Ağlara takılı kaldım. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Ama iyi para kazandım. Her dalış için 100 dolar veriyorlardı.
Yağmur, cisil çisil yağıyordu. Punya deliklerinden akan suların şakırtısı kesilivermişti. Aklı Neptün'deydi.
- Bize Neptün'ün resmi gerek, dedim.
Kaşla göz arasında içerden bir camlı çerçeveli bir resim getirdi. Resmin tozlarını eliyle silerken;
- İşte asıl Neptün bu, dedi.
Resim, Karaada açıklarında çekilmişti. Binlerce kez baktığı resme dalıp gidiverdi bir anda.
Onu öyle bırakıp konuşmasını beklemekten başka yolum yoktu. Bekledim.
- İnsan hayallerine bedel ödemeden ulaşamıyor. Biliyor musun, Neptün 1973'te yapılmaya başlandı 1975 Mayıs'ında denize indiğinde Onu Clup Mediteranne'ye kiralamıştım. Müşterim hazırdı. Ama bir litre mazot alacak param yoktu. Babama gittim yalvardım. " Bana güvenip de mi yaptırdın." Dedi. Limana gittim. Kara Ahmet ( Ahmet Nalbantoğlu) halimi gördü. Doldur mazotunu, dedi. Meğer babam ona, "Mazotu ver, paran bende" diye haber göndermiş.
Neptün, İsmet Cengiz'in düşlerinin teknesiydi; ama suya inince her deniz sevdalısının gözdesi oluvermişti.
- Kimleri gezdirmedim ki Neptün'le? Dili olsa da anlatsa… Tam 347 grup gezdirdim bu güne dek. Luxemburg dük ve düşesinden, Belçika Prensi Napolyon'a
Mankenler, artistler, fabrikatörler… Neptün'le bir kez gezen bir daha başka bir tekneyle gezmemiştir.
- Zeki Müren'i de sen gezdirirmişsin.
- Hayır, onu birkaç kez buralarda gezdirdim. Ama bir kez bana hadi benim için dal, dedi. Daldım hayatımın en büyük orfozunu vurdum. Tam 19 kilo…
Biliyorum ki saatlerce anlatacak anıları vardı daha. Ama ben Neptün'le konuşmak için gelmiştim buraya. Çünkü Neptün'ün bir dili olduğunu iyi biliyordum.
Çekekte çalışanlardan biri ona bir şeyler sormaya gelince fırsat bu fırsat deyip, Neptün'e koştum.
Ağır bir ameliyattan çıkmış gibiydi. Su kesiminden sonrası bütünüyle yenilenmişti. Henüz cilalanmamış küpeştede yürürken:
- Biz de sizler gibiyiz, zaman bizi de kocatıyor. Bakıma ihtiyacımız var.
- Yaşlı sayılmazsın daha, dedim.
- 34 yıl bizim gibi tekneler için az sayılmaz. Ben iyiyim yine. Mayam sağlam. Ali Kemal Usta, bu kıyılarda hem ağacın hasını seçmesini, hem de ağacı ağaçla buluşturmasını en iyi bilen ustalardandır.
- Kalbin nasıl, kalbin?
- Hangisinden söz ediyorsun?
Anlamadığımı fark edip devam ediyor.
- Çalışan mı, seven kalbim mi?
Gülümsüyorum.
- Çalışan kalbim 35 yıldır tık demedi. Ne fırtınalar ne boralar gördü. Gemilerin karaya vurduğu o fırtınalarda bile denizi yardı geçti.
- Seven kalbimden söz ediyorsan. Bak elim yüzüm de değişiyor. Bir sürü estetik ameliyattan geçiyorum. Bana konuk gelenlerin yaşama sevinci artsın, ömürlerinin üç beş gününü unutulmaz anılar olarak saklasınlar diye çekiyorum bu sıkıntıyı.
- Ne zaman buluşacaksın sularla?
- Mayısta… Gel, şölenimi sen de izle.
- Söz, dedim, Uskurların suya değdiğinde şampanyanı yudumlayacaklardan biri de ben olacağım.
Yağmur yine bastıracak gibiydi. Merdivenlerden inerken her şey yerinde yakışıyor, diye düşündüm. Bir teknenin suyu özlemesinden daha doğal ne olabilir ki? Hele adı Neptün'se…
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Baskına Geldiler |
|
Susturucuyu bir namlunun ucuna takmayı unutup tetikle karanlığın sessizliğini yırttığından bu yana susuyor. Ben konuştuğunu duymadım. Ama sustuğuna da şahit diye yazılsın istemedim adım. Odada kitaplar… Rafta eski gecelerden kalmış yıllanmış ama yıllandıkça çirkinleşmiş hatırları var…
Emekçi olmak için emek verenlerden işçi olmazdı. Bu yüzden ağır içiyordu içtiği sigarayı. Dumandan yüzünü göremiyorum. Zaten yüzünü çok da merak etmiyorum. Bir masada başka düşlere başlıklar düşünmeyelim diye genelde masalarda oturmuyorum onunla. Yürüyorum. Yanımda mı arkamda mı kaldı kontrol etmeyi unutabiliyorum hatta. Yanımdan yürümene izin verdim; yol arkadaşım değilsin…
…
Uyandırdılar. Sabahın geceyle aklını karıştırdığı ve zamanın kendine bir isim koyamadığı andı. Geceden sonra, kuşluktan önce. Kapıyı çaldılar. Araladım. Gereğince sorgulamadılar. İçerde mi dediler. Uyuyor dedim; daha yeni daldı. Hemen uyandırmayın. Kitapları karıştırdılar. Rafları dağıttılar. Koltukları devirdiler. Benim oturduğum koltuğun üzerinde solmuş papatyalar vardı. Dokunmadılar. Sadece içlerinden bir tanesi sordu. Bu papatyaları sana o mu aldı dedi. Hayır dedim. Papatyalar benim değildi. Ben papatya sever miydim önceden… Tabi, hatırladım. Ben, eskiden papatyaların ülkesindeki o kır kokulu kadındım. Polise papatyaları sevdiğimi söylemiş demek biri. İhbar etmiş bir aşkın katilini. Beni papatya tarlasında kana bulayanın ismini isterlerse şimdi. Yok, bilmiyorum diyeceğim. Zaten hatırlamıyorum ismini. Belki biraz eşkâli aklımda kalan ama onu da polislere anlatmam…
…
Gürültüye uyandı. Bana baktı. Geldiler dedim. Gördüm dedi. Başını önüne eğdi. Ayakları çıplaktı. İnce mavi pijamalarının altından daha solgun görünüyordu benzi. Sakın korkma dedim. Seni öldüremezler. Papatyalara baktı o zaman. Koltuğun üzerindeki solgun papatyalara. Polisler şüphelendi ama ben bir şey anlatmadım dedim. Adını soramadılar o yüzden beni papatya tarlasında delik deşik edenin. Sana sorarlarsa sen de sakın bir şey söyleme tamam mı. Söylemem dedi. Polisler bize baktı. İkimize. Polisler ikimize aynı anda bakıyorlardı. Polisler beni onun sevdiği sanıyorlardı. Polisler bilmiyorlardı. Polisler, ya bildiklerini çok yanlış anlıyorlardı ya da bilmediklerini gerçek sanıyorlardı. Git üzerini giy dediler. Bana baktı. Yalnız kalamaz. Sabah olsun… Gelip sabah alın beni dedi…
Polisler çıkıp gitti. Sabaha birkaç saat vardı. Yerlere attıkları kitaplar devirdikleri koltuklar darmadağın ettikleri raf… Hepsi az acı görmüş insanları ağlatabilmeye uygun birer sahne gibiydi. Sanki az acı görenlere "ohooo dünyada ne acılar var kızım/oğlum" demek için kasti hazırlanmıştı. Ben ağlamadım. Üzerinde solmuş papatyaların bulunduğu koltuğa geçip oturdum. Sanki biraz evvel olanlar çok sonra yaşanacakmış gibi. Bana bakıyordu. Yüzüme. Ne söyleyeceğim diye bekliyordu. Gidip uyu dedim. Sabah almaya gelecekler seni. Gitti ve uyudu. Sonra sabah oldu. Almaya geldiler, aldılar onu…
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Bir Tutam Lise Günleri - 2 |
|
Çok uzun zaman önceydi. Muhasebe öğretmenimin cazgır sesiyle eski defterden bize not ettirdiği muhasebe derslerinden gitgide daha çok nefret eder olmuştum. Kalabalık sınıfımızda acaba kaç öğrenci bu dersi sevmiş ve geleceği olarak planlamıştı bilmem; ama benim geleceğimde bu meslek asla olmayacaktı, biliyordum. O zamanlar kredili sistemin kurbanları olan biz meslek lisesi öğrencileri aslında biraz da şanslıydık. Çünkü kredili sistem, ikinci bir hak tanıyıp kalınan bir dersi ikinci dönem başka bir öğretmenle de olsa tekrar alma ve sınava girme hakkı tanıyordu. Bu hakla, muhasebe dersinden başarısız not alan sınıfın yüzde yetmişinden fazla arkadaşımız, bunlardan biri de bendim, tekrar dersi alarak sınıfta kalmayı kıl payı atlatmıştık. İşin tuhaf yanı ise sınıfın yüzde otuzundan az olan bir kısım arkadaşımız, sınavda ter dökmeden dersten geçmişti. Sonradan gerçeği öğrendiğimizde onları kınayacak, dersten kalmış olan bizlere yardımcı olmadıkları için suçlayacaktık. Tabii davranışımız durumu düzeltmeyecekti ve arkadaşlığımızı da bitirmeyecekti; çünkü unutulup gidilecekti. Bu öğretmenin dersinden geçmek için o kadar basit bir yöntem varmış ki biz zavallı kalanlar bu yöntemi öğrendiğimizde perişan olduk. Bu basit yöntem, yasak olmasına rağmen o zamanlarda yasağı hiçe sayan rüşvetin ta kendisiydi. Dersi geçen arkadaşlarımız, bütçelerine uygun olan ucuz bir deodorant ya da parfüm, ninelerinin çeyizlerinden elde örülmüş renkli bir patik, resim çerçevesi gibi önemsiz ve bazıları da bütçeleri yettiğince daha da değerli rüşvet hediyeleri ile dersi geçmeyi başarmışlardı. Tabii bütün bunlar büyük bir gizlilik içinde olmuştu. Kim nasıl birbirine haber vermişti bilmem ama bana göre üzücü bir durum vardı ki yakın olduğum arkadaşlarımın bile bana bildirmemesiydi. Durumu öğrendiğimde ve yıllar geçtikten sonra bile bende kalp kırıklığı yaratan bu hatırayı arkadaşımın yüzüne hep vuracaktım. Zavallı biz, yüzde yetmişlik kalan öğrenciler, bu gizli çetrefilli işlerden habersiz burnumuzu çeke çeke dersi tekrar görmek zorunda kaldık. Şanslıydık ki tekrar derste, farklı bir öğretmenle dersi daha iyi anladık, yüksek notlar aldık ve dersi geçtik.
Ben herkesten farklı olarak edebiyat derslerini severdim. Divan edebiyatından pek bir şey anlamasam da ödevlerini tamtamına yapan ve öğretmeni pürdikkat dinleyen gözde öğrencilerdendim. Dış görünüşünde sert bir duruş olsa da yumuşacık kalbinin olduğunu bildiğim öğretmenimle iletişimimi hemen kurmuştum. Hatta bu öğretmenime o kadar ısınmıştım ki mezun olduktan sonra evine gitme teşrifinde bulunmuş, çok hoş karşılanmış ve bu ziyaretimden dolayı hala kitaplığımda bulundurduğum iki değerli kitapla şereflendirilmiştim. Edebiyat öğretmenimizin sert görünümü derslerin çıt çıkmadan işlenmesine neden oluyordu. Bir gün konu "İstiklal Marşı"'na geldi. Öğretmenimiz, büyük bir ciddiyetle "On kıtayı kim ezbere okuyacak?" diye sordu. İşte o an sınıf için kapkara bir andı. Koskoca sınıfta iki parmak kalktı ki onlar bile kolayını bulsa parmaklarını yarıdan bölüp "öğretmenim sadece yarısını biliyoruz" diyecek kadar tereddüt içindeydiler. Ya ben? Sınıfta bu dersin en başarılı öğrencisi? Edebiyatı seven, vatanını seven, Cumhuriyetçi, Atatürkçü olan ben? Vatan uğruna doğduğu topraklardan her şeyini bırakıp göç eden ben, nasıl olur da vatan marşını bilmezdim? Benim için ne büyük utanç, ne büyük hüsrandı. Öğretmenim bana baktı: "Sen söyle bakalım." dedi. Neredeyse ağlayacaktım, yer yarılıp içine girmek, ayağımın altındaki tahtaların içinde dolaşan böcekler gibi küçülmek istemiştim. Dilim titredi: "Bilmiyorum" dedim. Kadın o kadar şaşırmıştı ki yanıma gelip ince parmaklarıyla yanağıma bir tokat attı. Bu tokat hakkettiğimi düşündüğüm ve bütün sınıfa ders olacak bir tokattı. O gün eve giderken kitabımın ön sayfasındaki marşı peşpeşe okurken ve eve gittiğimde bağıra bağıra ezberlerken düşünmüştüm ki bilmememin suçlusu sadece ben değildim. Bu nedenle edebiyat öğretmenimin tokadını affetmiştim. İlkokul dördüncü sınıftan itibaren okuduğum bu ülkede nasıl olur da vatan marşı, liseye kadar bana bir kez öğretilmemiş ve sorulmamıştı? Belki de ilkokul dördüncü sınıfa kadar öğretiliyordu? O halde sınıftaki arkadaşlarım burada doğdukları halde vatanlarının marşını neden bilmiyorlardı? Bu tokattan sonra onların içinde acaba kaç kişi benim gibi ezberlemeye yemin etmişti? Vatan marşını bilmeyen bu çocukların geleceklerinde, vatana duydukları sevgi ne kadar olabilirdi? Yaşadıkları bu toprakların geçmişini canla kanla anlatan vatan marşını, gelecekte çocuklarına öğretmediklerinde, onlara nasıl vatan sevgisini gösterebilirlerdi? Benim gördüğüm sadece sınıfımdaki durumdu, sözüm sadece onlara. Diğerlerini ben bilemem. Bildiğim tek şey; ezberlediğim İstiklal marşını hayatımın sonuna kadar unutmayacak olmamdı.
Divan edebiyatı gibi ciddi bir konuyu işlediğimiz gün, yüksek camlarımız ardına kadar açıktı. Eylül vaktiydi ve hava gayet sıcaktı. Pencereye sarkan büyük ağaçların dallarındaki yapraklar sararmaya başlamış, yer yer de dökülmüştü. Cam kenarında oturan bir arkadaşımız birden bire bağırdı: "Kuşlara bakın!". Hepimiz camdan dışarıya baktık, gördüğümüz karşısında şaşkınlıktan ağzımız açık kaldı. Ağacın bütün dallarına kızıl gagalı, sarılı yeşilli papağan sürüsü konmuştu. Komik görüntülerinin yanında çok güzeldiler. Divan edebiyatının büyüsü bozuldu, şen şakrar muhabbetle ders kaynadı. Edebiyat öğretmenimiz dersin huzuru kaçtığı için hepimize bağırdı, camları kapattırdı ve derse devam etti. Gözümüz bazen camdan dışarıya baksa da kısa zamanda dalların boşaldığını gördük. Akşam haberlerinde "göçmen kuşlar yollarını şaşırmış" diye anlatıldı. Bu kuşlar yollarını şaşırarak İstanbul'a gelmişti ve çoğu yollarına devam edemeden İstanbullu tüccarların eline düşmüştü. Bir gün Eminönü kuş pazarında dolaşırken bir tanesini görmüştüm. Sormak istemiştim kırmızı gagasına bakarak: "Hey sen! Acaba bizim okula gelenlerden misin?" diye. Eminim ki bana yan yan bakar, dilimi anlamadığı için oralı bile olmaz, ayağını kafasına götürerek bir güzel kaşınırdı.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAŞ Uçarsu Efsanesi / Yeşil Göl - Uçarsu -3-
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Amcası aşağıdaki evlerinden köyün meydanına doğru geliyordu. Timur, kendilerine geldiğini düşündü ve hemen inerek onu karşılamaya koştu. Köylüler caminin yanındaki kahvede oturmuşlar domine oynuyorlar, çay içiyorlardı. Amcası kahvenin önüne gelince herkes ayağa kalktı ve o otur demeden oturmadılar. Amcası konuşurken kimse konuşmaz, oturmadan kimse oturmazdı.
Eşkiyayı kastederek,
-Biz bu adamlarla başedemeyiz. Onları doyuramayız. Hepsi de eşkiyalığa başladı. Ayrı ayrı erzak istiyorlar. Tarla tokat da istemeye başladılar. Hükümet Mehmet efeyle anlaştı anlaşacak. Biz erzak göndermeyi kestik. Artık yolun sonuna geldiler. Fırsatçılar çıktı. Hükümetten de etraftan da ne kaparsak kardır diyorlar. Çorunuza çocuğunuza sahip olun. Eli silah tutanlar bekçilik yapacaklar. Hayvanlarınızı dağa götürmeyin. Köyün otlağı şimdilik yeter diyerek köylüleri sıkı sıkı tembihledi. Uzun ceketinin yan ceplerinde taşıdığı üçüncü ve ikinci sigarasından herkese birer, ikişer paket dağıttı. Bunu sık yapardı. Kendisi için ise ceketinin iç cebinden Yenicesini çıkardı ve çakmağına eğilerek sigarasını yaktı. Herkese çay ısmarladı. Çayını henüz bitirmemişti. Timurun babası da dükkanı kapatmış eve dönmüştü. Amcası ile beraberce evlerine çıktılar. Amcası babasına,
- Evleri silahsız bırakmayalım. Kimseye mermi av malzemesi satma. Bitti de. Mehmet efe bize selam göndermiş. Onun erzağını gönderdik. Ötekilerden haberi yok. Onlara söz geçmiyor. Bu işin bize bir maliyeti olacak ama bakalım ne olacak dedi. Bütün köylere av malzemelerini sadece kendileri satıyorlardı. Ertesi gün amcası, babası ve Timur köyden de birkaç kişiyi alarak birlikte alana atışa gittiler. Bir kaç el de Timur sıktı. Atıştan sonra Timur beyaz ata atladı ve at yarışları için ova köylerine gitti. Bunu sık yapar ova köylerinde yarışları takip ederdi. Ova köyleri güvenli idi. Beyaz atları tüm ovada ve dağ köylerinde nam salmıştı. Eğer ve gem ile çok hızlı ve rahvan gidiyordu. Arkları, hendekleri atlarken rüzgar gibiydi. Şaha da kalkıyordu. Bir gün sabah kalktıklarında beyaz at ve kuzular götürülmüştü. Amcasının da yeni diktiği bakçe kesilmiş ve harımları yakılmıştı. Mehmet efe dediler gözdağı veriyor. Amcası Mehmet efenin artık gücünün dağıldığını, kendisinin teslim olmak üzere olduğunu, bunu yapanların yeni türeyen ve dağılan başıbozuk eşkiya olduğunu söylüyordu. Bir kaç gün at ve kuzuları aradılar etrafa adamlar salındı. Yörenin en iyi iz sürenleri bulundu. Bütün dağlar didik didik arandı.
O gün evde herkes sevinçliydi ve güzel bir telaş vardı. Yaylada çadırda oturan küçük kızın babası ve birkaç adam beraberinde beyaz atı getirdiler. Kuzuları da bulmuşlar ve hatta bir ağıl dolusu daha kuzuyu hediye olarak getirmişlerdi. Atı ve kuzuları Mehmet efe buldurmuş. Mehmet efenin adamları, atı ve kuzuları terkedilmiş vaziyette bulduklarını söylemişler. Atı ve kuzuları köyün içinde dolaştırmak istediler. Amcası atın dolaştırılmasına izin vermedi. Ata eziyet edilmiş ve çok yıpratılmıştı. Amcası evin arkasındaki bahçede kılçar çaput gerdirerek kendi tabancası ile atı vurdu. At ve kuzular bulunduktan sonra Yayladaki ağa ve Mehmet Efe şerefine ziyafet verildi. Amcası birkaç kişiyi daha çağırdı. Bir kısmı atlarıyla, bir kısmı jipleriyle geldiler. Mehmet efe de hükümet ile anlaşmış ve dağdan iniyormuş. Alanda kıl çaputlardan gölgelik yapıldı. Kilimler ve döşekler serildi. Yer sofraları kuruldu. Kuzular ateşte çevrildi. Kanun, ut, saz darbuka, davul, zurna getirildi. Ünlü şarkıcı Kör Zeki geldi. Ortada ince yapılı uzun boylu bir kadın uzun çiçekli fistanı içinde oynadı. Göbek attı. Yörenin en namlı oyuncusu imiş. Kadım mı, zenne mi diye tartışması oldu. Silahlar sıkıldı. İçkiler içildi. Köylü günlerce Mehmet efenin de şölende olduğunu konuştu. Efe için veda şöleni oldu dediler. Mehmet Efe şölendenden sonra hiç gözükmemiş İzmir taraflarına gitmiş. Samıt ile Yeşili de beraberinde götürdü dediler.
Timur Odalar Birliğinde enerjinin finansmanı konulu bir konferansta konuşmacı konuktu. Ankaraya arabasıyla ve arabayı kendisi kullanarak gitti. Epey zamandır kendi kendine kalmamıştı. Konusunda bir numaraydı. Almanyada mühendislik tahsili yapmış, Londrada ekonomi okumuştu. Okulları bitirdikten sonra Çadırın küçük kızı ile evlenmişti. Yıllarca Yurt içi yurt dışı büyük şirketlerde çalışmış genel müdürlükler yapmıştı. Artık vaktini topluma ayırmak istiyordu. İktidar partisininde bakan ve parti genel başkan yardımcısı düzeyinde arkadaşları vardı. Yıllardır hayallerini süsleyen ve bizzat hazırladığı Yeşil göl suyu baraj projesini partideki arkadaşlarına vermiş, onlar da heyacalanmışlar, uygulanması için yardımcı olacaklarını söylemişlerdi. Odalar Birliğinde televizyon ve gazetelere mülakatlar verdi. Toplantıdan sonra düşüncelerini anlatmak, projesinin hayata geçmesi ve uygulanması için parti genel merkezine gitti.
Genel başkan yardımcısı,
-Bunun için politikada olmak ve kamuoyu oluşturmak gerekir. Şimdiden başlayalım dedi ve Timuru kucaklayarak diğer başkan yardımcılarına götürdü. Memleketine gidip milletvekilleri ve başkanlarla da görüş. Konuyu kurula onlar getirirler. Yakında seçimler var. Seçimler için çalış adaylığını koy dediler.
-Başbakanla görüşebilir miyiz?
-Onunla görüştüremeyiz.
Timur tüm görevlerini bıraktı ve projeleri için yola çıktı. Daha memleketine gitmeden hakkında "Kardeşi ile baraj gölü etrafından arazi satın almışlar. Baraj yaptırarak kendi arazilerinin değerlendirmek istiyorlar. Politikayı alet edecekler." diye bir dedikodu yayılmıştı. Telefonlar arka arkaya gelmeye başladı. Sakın buraya gelme Buranının düzenini bozma. Seçim için adın geçiyor. Aday olacakmışsın Sakın olma. Timur kararlı idi. Vaktinin bundan sonraki bölümünde projelerinin peşinde koşacak, bütün ovalar ve dağ köyleri sulanacak ve ışıl ışıl olacaktı. Yolda giderken saat başı parti başkanı aradı.
-Burada, Deniz Otelde toplantı halindeyiz senin adaylığın konuşulacak. Bu toplantıya mutlaka katılman gerekiyor dedi. Timur, kendi isteği ve bilgisi dışında tertiplenen bir toplantıda bulunamayacağını söyledi. Arkasından ileri gelen bir kaç kişi daha aradı. Yakın aile dostları, babasının arkadaşları,
-Toplantıdayız. Toplantıya katılmassan aday olarak bir başkasını destekleyecekler. Baraj gölü kenarında arazi konusunda da ikna olmamışlar. Hemen gel. Burada toplanan herkesi ikna etmen gerekecek. Yarın geç olabilir. Hep birlik olunmassa başka partinin adayı kazanır.
Seçime çok az bir gün kalmıştı. En sonunda parti başkanı, Timura, toplantıya yetişip katılmaması halinde bizzat kendi partilerinin yöneticilerinin de başka adayın yanında olacaklarını ve bu durumda parti başkanı olarak kendisinin de yanında olamayacağını söyledi. Timur toplantıya katılmaya zorlanmıştı. Saat akşam 10'da Deniz Otele geldi. Ahali otelin salonunda sandalyelerle geniş bir daire yaparak oturmuştu. Timur gelince ayağa kalktılar.. Hoşgeldin, hayırlı olsun dedikten sonra çay bile söylenmeden hemen konuya girildi, konuyu baraja getirdiler. Baraj yapmak için bulunan yerde kardeşin hazineden arazi almış. Devletin imkanlarını buraya seferber ettirip seninle birlikte rant sağlayacak diyorlar dediler. Bu dedikoduları nasıl önleyeceğini sordular. Bu dedikodularla seçim kazanılamayacağını söylediler. Timur söylenenlerin yalan olduğunu, baraja yakın yerde devletten alınmış arazilerinin olmadığını, yeni bir yer de almadıklarını söyledi. Toplantıda Timur, bunları ispatlamaya ve mal varlığının tapularını göstermeye ve tapuları fotokopiyle çoğaltıp herkese dağıtmaya davet edildi. Pusu daha ilk karşılamada, ilk toplantıda kurulmuştu.
Timur memlekete gelmeden önce bakana kendi çalışma dosyasını vermiş ve onu projesi için ikna etmişti. Bakan ile birlikte miting yapacaklar ve bunu halka müjdeleyeceklerdi. Bakan, helikopter ile geldi. Bakanı, parti başkanı ve miletvekili ile birlikte karşıladılar. Helikopterden miting alanına birlikte geldiler. Parti başkanı arabayı kullanıyordu. Timur bakan ile yan yana oturmuştu. Bakan baraj konusunu açtı.
-Baraj yerini belirledik. Baraj yolu için bütçe kararını çıkarttım. Önce yolu yapacağız, genişleteceğiz. Önde başkanın yanında oturan vekil,
-Sayın bakanım, yolumuz güzel
-Sen bu yola güzel mi diyorsun?
-Burada yaşayan halk istemiyor. Turizm yolu bozulmasın diyorlar. Ahali barajı da istemiyor Barajı da, carettaların ve kuşların yuvalarını bozacağı için istemiyorlar. Dedi. Parti başkanı da başıyla hep vekili destekledi. Bakan Timura baktı. Sustu kaldı. Timur mitingte kendi hazırladığı konuşmayı yapamadı. Bir başkası birkaç sayfa yazı yazmış onu okumaya çalıştı. Konuşması kesildi. Mitingin bütün programını bozmuşlardı. Kendi görüşlerini bile söyleyemedi. Mitingte barajdan ve yollardan hiç söz edilmedi. Bakan konuşmaları keserek ve kendi konuşmasını da tamamlamadan bir başka yerdeki mitingi kastederek alelacele miting alanından ayrıldı. Baraj projesi o gün bitmiş, Timur seçimi, o gün daha sandığa gitmeden kaybetmişti.
Gökyüzünde yoğun bir ışık kümesi pamuktan bir yol içinde mağaraların üstünden denize iniyordu. Deniz, yıldızların altında ışıl ışıldı. Timur yıllar sonra buluştuğu Nergis ile sahilde oturmuştu. İki sevgili hiç konuşmadan saatlerce ayaklarının altındaki çakıl taşlarına usulce vuran denizin hafif hışırtılı sesini dinlediler. Karşıda adalar ve yarımadalar ışıklarla donanmıştı. Akşamın geç saatinde heryer yıldızlar ile bembeyazdı. Masanın üzerinde kırmızı şarap ile bir miktar çerez ve meyve vardı. Timur birden kendini Nergisin yeşil mavi karışımı gözlerinde, gitmediği, görmediği gizemli ülkelerin alacakaranlık ve ıslak sokaklarında paltosuna sarılmış tek başına yürüyormuş gibi hissetti ve titreyerek irkildi. Nergisin ince uzun parmaklarını, parmakları arasında iyice sıktı ve belinden kendine doğru çekerek şimdiye kadar nerelerdeydin dedi. Nergis, önce Atlantis sonra Avustralyada yaşadım. Atlantise bir gemiyle gittim. Gemiyi yalova kullanıyordu. Diye anlatmaya başlamıştı. O sırada çocukluk arkadaşlarının teknesi kıyıya, kayalara yanaştı. Tekneye bindiler. Çoğu 40 yıl sonra ilk kez buluşuyor, birbirlerini ilk kez görüyorlardı. Hep birlikte mehtap turu yapacaklardı. Ay yeni doğmuştu. Körfezde açıldılar. Hep birlikte Yıldızların altında, Avuçlarında hala sıcaklığın var, Ay beyaz deniz mavi gibi nostalji şarkıları söylediler. Denizin içine giden mağaraların önünden geçerken ve tam gökyüzündeki ışık kümesinin altında durdular. Arkadaşları olan tekne kaptanı, deniz mağaralarına girelim mi? Samanyolu mağaraların içlerine kadar iner. Mağaralarda denizin altından giden tüneller vardır. Bu tünellerden Akdenizin bütün adalarına gidilir, Mısıra gidilir, dağlara çıkılır dedi. Kaptan konuşurken birdenbire heryer zifiri bir karanlığa büründü. Hiçbirşey gözükmez oldu. Müzik sustu Kimse kimseyi duymuyordu. Dalgalar yarılmış karanlık bir tünele girmişlerdi. Timur Yeşile sıkıca sarıldı sadece onu hissediyordu. Onun dışında hiçbirşey. Bir süre sonra uzaktan yaklaşan sarı bir ışık gözüktü bir adam elinde feneri ile,
-Elektirikler hep kesiliyor. Günlerdir suyumuz da yok diyerek onları karşıladı. Hepsi karaya indi. Bir masa etrafında oturdular. Şaşkın ve yorgundular.
Uzunçarşının Dükkanları -1970'li yıllar
Arap Cemal-Esat Hoca, Arap Cemalin dükkanı Esat Hocanın dükkanı ile yan yana ve her ikisi de bakkal dükkanı idi. Esat Hoca beş vakit namazını hiç kaçırmazdı. Arap Cemal de tam tersi, her gün içerdi. Karısı yaptığı yemekleri ve mezeleri tepsi içinde gönderirdi. Arap Cemal dükkanında yemeğini yer ve içkisini içerdi . Çoğu zaman yanında birileri olurdu. Kasabanın belli başlı kişileri çoğu zaman dükkana çilingir sofrasını kurarlar ve kafa çekerlerdi. Arap Cemal önceden Tekelde memurluk yapmış. Kasabaya denizciler geldiği zaman Arap Cemalin dükkanına alışverişe gelirlerdi. Bar ve lokanta olmadığından Arap Cemal denizcilere yemek ve içki servisini de yapar olmuş. Zamanla denizciler arasında tanınmış. Böylelikle her denizci ilçeye geldiği zaman Arap Cemalin dükkanını bulur ve alışverişini yapar, içkisini de içer giderdi. Arap Cemal kendiliğinden hem barmen hem de bakkal idi. Ancak barmenlik yaptığının farkında değildi.
Davavekili Avni Bey, Esat Hocanın tam karşısındaki dükkanda, çarşının baştan 4. dükkanında büro açmıştı. Avukatlık diploması yoktu ancak özel bir uygulama ile dava vekilleri mahkemeye giriyorlardı. Hep takım elbiseli tiril tiril giyinirdi. Fötr şapkasını hiç çıkarmazdı. Pabuçları sürekli boyalı ve parlaktı. Gömleği her zaman temizdi. Kıravat takmazdı. Papyon da yoktu. Ancak gömlekleri her zaman ilikli idi. Pek sevilmezdi özellikle de çocuklar onun dükkanın önünden geçmemeye gayret ederdik. Çünkü mutlaka bize takılırdı. Oğlum pabucunun üzerine basma. Oğlum ayaklarını sürüyerek yürüyorsun. Oğlum yakanı düzelt. Veya yere tükürdün utanmaz adam. Çöpü al ve çöp kovasına at diye sürekli etrafındakileri uyarırdı. Beni de birkaç kez uyarmıştı. Ayakkabılarımın boyasız olduğunu ikaz etmişti. Hep gıcır gıcır dolaşır, yerde çöp görmek istemezdi. Yat limanı yapılırken kendi çapında büyük mücadele vermişti. Tek tek insanları çevirip anlatırdı. Buraya liman yapacaklar. Taş yığını olacak Başka yere yapsınlar. Etrafta boş yer mi yok. Esinti kesilecek Manzara kesilecek. Ne güzel! Çarşının hemen içinde denize giriliyor, girilmez olacak. Ancak mücadelesinde kimseyi yanına alamamıştı. Sonra kayboldu gitti Adil bey. Ne liman, ne de beton mücadelesi kaldı. Liman yapıldı. Esinti kesildi. Manzara kayboldu. Adil Bey tanıdığım ilk çevreciydi. Ancak o zamanlar çevreci kavramı bilinmiyordu.
Karavelioğlu.
Karavelioğlunun dükkanı da Adil bey ile bitişikti. Ancak araları pek yoktu. Çok konuştuklarını görmedim. Ancak Karavelioğlu pek kimse ile konuşmazdı. Tam sır küpü bir adam idi. Her zaman takım elbise ve fötr şapka giyer, bayramlarda papyon takardı. , Herkes hürmet ederdi. Biz de çocukken bayramlarda Karavelioğlunun elini öpmeye giderdik. Para verirdi. Tüccar adamdı. Tüccarlığı nereden geliyor bilmiyorum. İskelenin hemen önünde konağı vardı. Gemiler ile İzmire, Mersine mal gönderirdi. Karaveliloğlu İzmire ihracatçılara meşe palamutu, harnup gönderir. Ya da kendisi ihraç ederdi.
Tuz Depoları, Aslanlı Mezardan aşağıya inerken sağdaki bitişik dükkanlardan iki tanesi babamın iri tuz depoları idi. O dönemlerde sadece iri tuz vardı. Bütün evlerde yemeklerde iri tuz kullanılırdı. Köylerde hayvanlara özellikle de keçilere iri tuz verilirdi. Cuma günleri civar köylerden köylüler eşekleri ve develeri ile gelirler, develerini tuz depolarının önüne ıhtırırlar (oturturlar) ve aldıkları tuzu kıl çuvallarda yüklerlerdi. Köylüler Topçu Süleymanın fırınından aldıkları sıcak pidelerinin arasına sana yağı koyarak yerler, köye dönerken de Koca Ahmetin dükkanından Pazar helvası alıp yağlıklarına sararak evlerine götürürlerdi. Köylüler tuz depolarının önündeki taş kaldırımda köylerinden keselerle getirdikleri yoğurtlarını satarlardı.
Bayi Durdali,
Bayi Durdalinin dükkanı meydandan Uzun çarşıya çıkarken çınar ağacının karşısında ve tam köşededir. Bir kapısı uzun çarşıya bir kapısı da limana bakar. Bayi Durdali yıllarca Kaşın gazete bayiliğini yaptı. Sigara ve içki de satıyordu. Her zaman temiz, iyi giyimli ve traşlı idi. Uzun çarşının bitiminde kral mezarının yanında evi vardı. Kaşa yıllarca günlük gazete gelemedi. Bazan 3 gün sonra bazan da 10 günlük gazete okuyorduk. Abone usulü çalışırdı. Aboneleri dışındakilere gazete vermez artan gazete olursa satardı. Haftalık birikmiş gazeteleri abonelerine göre tasnif etmek ve fazlaları ayırmak onun için çok zahmetli olurdu. Bizim dükkanın hemen yan komşusu idi. Bir defasında, buraya gel şu yokuşun başından aşağıya doğru bir adam geliyor onu izle sonra sana onun hikayesini anlatacağım demişti. Uzunçarşıdan aşağıya doğru gelen adam belli ki yakın köylerden birinden yürüyerek Kaş'a inmişti. Uzun çarşıdan aşağıya bizim dükkanlara doğru yaklaştı. Bayi Durdali ben iyice göreyim tanıyayım diye olsa gerek adamı çağırarak dükkana davet etti. Önce birbirlerine hal hatır sordular ve sonra adama bekle diye işaret etti. Adam kapının eşiğinde durdu. Kara, kuru fakir giyimli, çıkını belinde 70 yaşlarında birisiydi. Bayi Durdali bu adam dedi bütün bu yörenin en zengin adamıydı. Deve kervanı vardı. Bütün göçlerde taşımalarda onun kervanı olurdu dedi. Belli ki deve kervanı olan bu köylü gelişmelere ayak uyduramamış ve develerini zamanında elinden çıkartıp satmakta geç kalınca develeri para etmez hale gelmiş ve fakirleşmişti. Adama birkaç soru soracak ve konuşturacaktı fakat o sırada dükkandan içeriye elinde filesi ile Erdal İnönü girdi. Selam verdi. Gazetesini aldı ve konuşmadan tekrar dükkandan dışarı çıktı. O sırada bitişik dükkanlardan birisinden bir adam Erdal İnönüye doğru bu memleketi siz bu hale getirdiniz. Komünistler Moskovaya diye bağırdı. Erdal İnönü o tarafa bakmadan yoluna devam etti. Bayi Durdali kıpkırmızı olmuş morali bozulmuştu. Ben de çok üzülmüştüm. Adama soru sormadık. Konuşmadan dağıldık.
Gömbe-1970'li yıllar
Gömbe, akdağın eteklerindeki onlarca türkmen köyünün merkez köyüdür. Kebabı, uçarsuyu, yeşilgölü ve sedir ormanları ile meşhurdur. Dondurması güzeldir. Gömbede dükkanlar, kahveler vardır. Bütün dağ köyleri insanları Gömbeye çalışmaya gelirler, kireç ocaklarında, elma bahçelerinde ya da inşaatlarda çalışırlardı. Akşamları da yürüyerek ya da atlı taş arabalarının üzerinde köylerine dönerlerdi. Dönüş biraz zahmetli olurdu. Çünkü köyler dağın eteğinde olduğundan hep yokuş çıkarlardı. Hiç elleri boş gelmezler, ya fırın ekmeği alırlardı ya da karpuz. Bazen de pazar helvası alırlardı. Toprağı ve hayvanı olanlar amelelik yapmazlardı. Biz de köyde kalır, orak biçer, taş ayıklar, çapa yapar ya da hayvan güderdik. Yaylada sabahları kalktığımızda lukkada (yayıkla) ayran dövülüyor olurdu. Bazen komşular ayran dövmeye yardım ederlerdi. Sabah kahvaltısını sabah 7 civarında yapardık. Herkes kalkar kahvaltı sofrasına hep birlikte otururduk. Yeni dövülmüş ayrandan çıkan taze yağ mutlaka sofrada olurdu. Çoğu zaman saçta yufka pişirilir yağlı ekmek ve katmer yapılırdı. Taze yumurta,tereyağı , süt, peynir, kavun ya da karpuzla sabah kahvaltısı yapılırdı. Bazen mısır ekmeği pişirilirdi. Kahvaltıdan sonra herkes işine dağılır, akşam tekrar toplanırdık. Kese yoğurdu mutlaka soframızda olurdu. Balkonda asılı bulunan keseden çıkarılır, sıvıtılır ve sofraya konurdu. Bütün köyler cuma günleri Gömbe'ye cuma namazı için inerler, Biz de Gömbeye çok sık inerdik ve öğleyin eve dönmezdik. Yemeği Gömbede yerdik. Köfteyi çok severdik. Bazen de birkaç arkadaş birleşir kebap attırırdık. Kebap attırmak pahalıydı. Kasaptan et alıp bir tepsiye doğrar, içine de patates, soğan, domates ve sana yağı koyup fırına verirdik 1-2 saat sonra yemek pişer ve çok lezzetli olurdu. Panayır zamanları çok kalabalık olduğundan dükkanda toprak çömlekte güveç yapardık. Dükkanı kapatır, kepenklerini indirir ve namaz sonrası güvecimizi yerdik. Çoğu zaman öğle yemeğimiz tulum peyniri, kavun, karpuz ve fırından yeni çıkmş sıcak pide olurdu.
Gömbe panayırı
Gömbede her sene Ağustos ayı boyunca panayır kurulur. Denizliden, İzmirden, Ispartadan Antalya, Burdur ve Elmalıdan satıcılar gelirler. Hem yaylalarlar hem de para kazanırlar. Panayırda çadırlar kurup mallarını burada satarlar ve çadırlarında yatarlar. Ayrıca gösteri çadırları da vardır. Minik sirkler gibi. Ateş yutan adamlar, fala bakan bol makyajlı çingene kızları. 8-10 çeşit hayvan kafeslerde. Çadırın önünde bir adam ve bir kız birlikte şarkı söylerler.
"Aya bak, yıldıza bak. Suya giden kıza bak.
Kız Allahı seversen , dön de biraz bize bak.
Lemi de hayranın olim. Karakız çobanın olim."
Ayrıca Gömbede Panayır süresi içinde yağlı pehlivan güreşleri de yapılırdı. Türkiye'nin sayılı güreş yerlerindendir. Türkiye baş pehlivanları gelirler, güreş ağaları seçilir. Panayırda bütün kızlar alışverişe çıkarlar, sergi dolaşırlar, anneleriyle alışveriş yaparlar. Al yanaklı, beyaz tenli, yüzleri güleç yayla kızları.
Byavo Ecevit
Liderler hep Gömbeye gelirler, Antalya, Elamlı, Kaş çizgisinde mutlaka Gömbeye uğrarlar ve konuşma yaparlardı. 1970 li yılların başı idi. Demirel gelmişti. Bütün köy meydanı tıklım tıklımdı. Bütün dağ köyleri inmişti. Kalabalığın arasına ben de karıştım. Demireli arabadan inmeden karşılamaya gidenlerin arasında koşuşturdum. Arabanın içinde gözüktü. Meşhur şapkasını camdan çıkarıp "nassınız eymisiniz" dedi. Köy meydanında bir konuşma yaptı. Buradan Kaş'a ve bütün sahil köylerine su götüreceğiz dedi. Gömbe- Kaş arası 60 km ve dağlar zor geçit verir. 30 milyon para ayırdık. Bu 30 milyon kaç çuval para eder bilir misiniz? Çuvallara sığdıramassınız. Hararlara koyeceksiniz. Hararlara dedi. Köylüler çılgınca alkışlamışlardı . Aynı meydana Ecevit de gelmişti. O zaman daha parti başkanı değildi. Genel sekreterdi. Küçük bir otobüsü vardı. Çevresinde en fazla 7-8 kişi toplanmıştı. Diğer köylüler dükkanlarının önünden bakıyorlardı. Yanına gidip dinlemek bile cesaret işi idi. Ben de onlar gibi uzaktan bakıyordum. 7-8 kişilik dinleyici grubunun arasında Ahmet abi de vardı. Ahmet abi o dönemin sıkı solcularındandır. Ecevit konuştukça Ahmet abi "bıyavo Ecevit" diye alkışlıyordu. Ahmet abi ( r ) leri söyleyemezdi. "Bıyavo Ecevit, bıyavo Ecevit." Başka da bir tezahürat yoktu. Demirel'in konuşmasından sonra günlerce köylüler kendi arasında Demirel'in eliyle nasıl kebap yediğini ve tam bir köylü olduğunu konuştular. Zaten köy girişine köylü başbakanımız hoş geldiniz pankartını asmışlardı.
Su Tutmak
Akdağın eteğindeki köylerde 60-70 yılları arasında henüz bahçecilik yoktu. Köylü bahçeciliği bilmiyordu. Zenginlik davar sayısıyla ölçülüyordu. En çok davarı olan köyün en zenginiydi. Daha önceki dönemlerde ise zenginlik deve sayısına göre ölçülürmüş . Daha sonra ise davar sahipleri iyi gelir sağlıyorlardı. Zamanla davar sahibi olmak da bir anlam ifade etmeyecek ve ticaret ön plana çıkacaktı. ilk bahçe işine girişenler elma bahçesi yapmaya başladılar. Köy ilk kez starking elma ve bahçecilik ile tanışıyordu. Ancak su kıtlığı vardı. Su uzaktan Akdağdaki Uçarsudan ve sıradonu denilen su gözlerinden geliyordu. Kanalet yerine arıklardan ve o kadar uzak mesafeden geldiği için köye suyu su kaynağındaki gibi getirmek mümkün olmuyordu. Birkaç dönüm elma bahçesi yapmıştık 15 günde bir sulanması gerekiyordu. Su zamanı gelecek diye ödümüz kopardı. Çünkü sabahın üçünde ya da en geç dördünde kalkacaksınız kilometrelerce yürüyüp sıradonuya suya gideceksiniz. Su tutacaksınız ve tuttuğunuz suyu bahçeye kadar savakları kapata kapata geleceksiniz. Su tutmaya kim önce giderse su onundur. Suyun çoğu Gömbeye akar. Bu Osmanlıdan beri bir gelenektir. Gömbenin savağına kimse dokunamazdı. Savak başına gittiğinizde sizin köyünüzden sizden önce biri gelmişse suyu önce o tutmuş sayılır.Öncelikle onun bahçesinin sulanmasını bekleyeceksiniz. Bu şekilde 2-3 gün de bekleyebilir ve sıradonun başında da yatmak zorunda kalabilirsiniz ki başka birileri gelip sizin sıranızı almasın. Su tutmakla kalmıyor o kadar mesafede bir sürü bahçe var. Millet mısır ekmiş, fasulye ekmiş, suya yakın olanların öncelik hakkı var. Pek çok yerden ayrıca suyu kesip kendi bahçelerinde çevirebilirler. Köye getirseniz bile bahçenizin girişindeki savağın başında kavga ihtimali de çok yüksek. Çünkü bahçem kavruldu, yandı kül oldu deyip bir sürü insan suyu sizden almaya çalışabilir. 3 dönüm bahçeyi sulamak için geceli gündüzlü iki gün uğraştığımız çok olmuştur. Nedense köylüler yıllardan sonra köyün bahçelerini sıraya bindirip su bekçisi tutup organize olabildiler. Su kavgaları bitti ve iki günde sulanan 5 dönümlük yer 45 dakikada sulanır hale geldi. Ancak bunun keşfi yıllar aldı. Köylüler sık sık toplanırlar su için sıra kararını bir türlü alamazlardı. Köyde kavga çok sık olurdu. Annem sevdiği evlerde kavga çıktığı zaman hemen ocağa şeker atın kavga yatışşın, sevmediği kişilerde kavga çıkarsa da tuz atın kavga kızışsın derdi. Kavgalardan korkardık. Çünkü alama dediğimiz büyükçe taşlar havalarda uçuşur, yaralanmalar olurdu.
Deve Güreşi
O dönem bütün yöredeki kamyon sayısı bir elin parmakları kadardı. Yük, yığın ve odun taşımacılığında hep deve kullanılırdı. Çoğu evin önünde deve olurdu. Develeri sulamak zahmetlidir. Suyu yalnız içmezler. Su içerken nazlanırlar. Suyun içinde bir miktar kepek ve tuz olursa ve sahibinin gurcah gurcah sesleri eşliğinde su içerler. Yük taşırken uysaldırlar. Develerin Temmuz, Ağustos aylarında kızışma zamanları olur, biz de köyün develerinin yayıldığı yerlere gider, onları bir araya getirir, önce kızıştırır sonra güreştirirdik. Güreştireceğimiz develeri bulmamız zor olmazdı. Aramızda develeri paylaşırdık. Develerin kızışması için ellerimizi belimizin arkasında birleştirir kuyruk sallar gibi bir aşağıya, bir yukarıya doğru sallar, ağzımızla da tu, tü sesi çıkarır, dillerimizi de köpürtmeye çalışırdık. Biz, bu sesleri çıkartıp ellerimizi popomuza vurdukça ve dilimizi kabartıp köpürtmeye çalıştıkça, develer bundan etkilenir ve onlar da dillerini köpürterek kızışırlardı. Ağızlarının etrafında beyaz köpükler oluştuktan sonra develer birbirlerine girerler ve basbayağı güreşirlerdi. Bazen korkup kaçtığımız zamanlar olurdu. Develerden de dövüşmeyi bırakıp kaçışanlar olurdu. Hem güreştirmekten geri kalmaz hem de ya develeru çuruma yuvarlanırlarsa diye korkardık. Köyde deve çok olduğundan bir deve kültürü de oluşmuştu. Havutçu İsmailin yaptığı rengarenk deve havutları çok ünlüydü. Develerin üzerindeki yükü örtmek için özel kilimler dokunurdu..
Sarı Hoca
Her okul tatilinde Sarı Hocaya kuran kursuna gidiyorduk. Sarı hoca bütün yörenin en meşhur hocalarındandı. Yaşlı idi. Elinde uzun bir sopası vardı. Sıranın en önünden en uzağındaki talebeye kadar uzanıyordu. Bir ses duymasın bir yaramazlık görmesin hemen sopasını patlatıyordu. Bir de Bekir hoca vardı. Gençti. Daha hırslıydı. Çocuklara daha sık dayak atardı. Kuran kursuna devam ederken civar köylerdeki çocuklarla tanıştık arkadaş olduk. Karcı Selimin iki oğlu vardı.Büyük olanının kuran okuması çok garibimize giderdi. Nağmeli ve yaygın bir şekilde okur ve ince bir ses tonu ile de ayrı bir hava vermeye çalışırdı. Mutlaka her okumanın başına besmele çekerdi. Harfleri sayarken bile besmeleyle başlar ve nağmeli okurdu. Bismillehirrahmenirrahim. Elif değnek gibi Be tekne gibi. Se de ona benzer, Te de ona benzer. Cim kulaklı. Ha da ona benzer, Hı da ona benzer darken sesini iyice inceltip yayarak kendince kuran nağmesini vermeye çalışırdı.
Ak Mahmut
Her köyün bir de delisi vardır. Bizim oraların iki delisi vardı. Ak Mahmut ve Deli Halil.Ak Mahmut sık sık bizim köye gelir ve her gelişinde bize de misafir olurdu. Bembeyaz giyinirdi. Şapkası, ceketi, pantolonu, pabucu, çorabı her şeyi bembeyazdı. Çok titizdi. Üzerinde ufacık bir leke göremezdiniz.Çocuklar üzerine çamur atmaya kalktıklarında çıldırırdı. Bu yüzden elinde sürekli bir sopası olurdu. Sopaya da beyaz bezden bir kılıf yapmıştı. Eve geldiğinde yere beyaz örtüler serdirir ve süt, yoğurt , çorba türü yiyecekler yerdi. Ova köylerinin delisi ise Halildi. Halil Mahmuta göre daha saldırgandı. Kendiliğinden aniden etrafını taşlamaya başlardı. Halil ile Mamut zaman zaman Gömbede karşılaşırlar, keyifleri yerinde ise birbirlerine laf atarlardı. Ancak genellikle birbirlerini uzaktan takip ederler, kavga etmemeye özen gösterirlerdi.
Elmalı Pazarı
Elmalıya kadar olan bölgede çizgi şeklinde uzanan dar ve uzun bir vadi vardır. Vadinin hemen güneyinde sıradağlar şeklinde tekrar toroslar yükselir. Bu uzun ovanın bir ucunda Gömbe öteki ucunda da Elmalı vardır. Akşamları karanlıkta Elmalının ışıklarını görmeye çalışır göremezdik. Elmalı, Antalya'nın bir ilçesi ve Antalyaya 1,5 saat mesafede eski bir Osmanlı kasabası. Bütün köylerin alışveriş merkezi. Lokum, leblebi hep Elmalı'da imal edilir. Helva Elmalıda yapılır. Gömbe de bir Osmanlı kasabası. Gömbe ve Elmalının çevresindeki
köylerin ise hepsi yörük köyü. Köy isimleri Belenli, Bayındır, Barak, Avşar, Ağullu gibi Oğuzların 16 boyunun adlarını taşıyor. Hepsi de dağların eteklerine yerleşmişler. Neden dağın eteği sorusuna eskilerin bazıları Osmanlının çıkamayacağı vergi toplayamayacağı yerler olsun deyip devenin çıktığı son noktaya kadar gelmişiz derken bir kısmı da Çünkü ovaları hep Osmanlılar tutmuş yörükleri ve davarlarını kendilerine yaklaştırmamışlar demektedir. Her Pazartesi Elmalının pazarıdır. Köylüler biriktirdikleri yumurta, tereyağı, peynir ve balı Elmalıya götürürler bunların karşılığında giysi, elbiselik kumaş, şapka, gaz, tuz, ispirto, kolonya, helva, şeker çay, bisküit, lamba vb. alırlar.
Xanthos
Xanthos, antik bir Likya kentidir., Kaş Kınık beldesinde ve Eşençayı kenarındadır. Eşen çayı burada Antalya - Muğla il sınırlarını çizer ve Patara ve Letonda denize dökülür. Bugünkü Kınıklılar gözüpek anlamında kullanılan beşkazalı lakabı ile namlıdırlar. Likya tarihinde de Xanthos halkı onuruna düşkün ve özgürlük savaşçısı bir halk olarak bilinir. Heredot, Xanthos için,
"Pers ordusu başlarında komutanları olduğu halde Xanthos ovasına indiği zaman Xanthoslular bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı ile döğüştüler. Yiğitlikle nam saldılar ama yenildiler. Kadınları, çocukları, hazineyi ve köleleri kaleye doldurdular. Ateşe verdiler. Öyle ki yangın kaleyi yerle bir etti. Bundan sonra birbirlerine yeminle bağlanarak düşmana saldırdılar. Ve hepsi de savaşarak öldüler." diye yazmıştır.
Roma döneminde Romanın ağır vergilerine itiraz eden Xanthos, Brutus komutasındaki Roma ordusu tarafından kuşatılır. Brutus Xanthosu ağır yenilgiye uğratmış ve ordusuna Xanthosluları canlı ele geçirmelerini emretmiştir. Ancak roma ordusu sadece 16 Xanthosluyu canlı olarak yakalayabilmiş ve Brutus istilaya gittiği şehirlerde, savaşırsanız işte böyle yok olursunuz diye göstermek için bu 16 Xanthosluyu hep yanında taşımıştır. Xanthos kazılarında ortaya çıkan aşağıdaki kitabe, Xanthos'luların özgürlüğe olan düşkünlüğünü ve istilacılara karşı bitmeyen direnişlerini anlatır. Gezi için www.bilginotel.com
Xanthos Kitabesi
Evlerimizi mezar yaptık
Mezarlarımızı ev
Yıkıldı evlerimiz
Yağmalandı mezarlarımız
Dağların doruğuna çıktık
Toprağın altına girdik
Suların altında kaldık
Gelip buldular bizi
Yakıp yıktılar
Yağmaladılar bizi
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın
Ve ölülerimizin uğruna
Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna
Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride
Demre
Noel Baba(Santa Claus) Kaş-Patarada doğmuş, Demrede yaşamıştır. Mezarı Demrededir ve her yıl binlerce turist tarafından ziyaret edilmektedir. Demre, Akdağların eteklerinden denize uzanan bir sahil kasabasıdır. Demre halkı tarih boyunca tarımla uğraşmıştır. Noel Baba öyküsü de burada geçer.
Noel Baba öyküsü; Demrede çok fakir bir çiftçi ailenin çalışkan ve çok sevimli iki kızı varmış. Evlilik çağında olmalarına rağmen yoksullukları yüzünden evlenemiyorlarmış. Hep iyilikler için dua ederlerken bir gün evlerinin bacasından odalarına paketler içinde hediyeler ve altın çıkınları atılmış. Bu, daha sonraları başka evlerde de tekrarlanmış ve böylece pek çok iyi kalpli, çalışkan ve ihtiyacı olan çiftçi yoksulluktan kurtulmuş. Evlere hediyeler bırakan bu kişinin Noel Baba olduğu bilinmektedir. Noel Babanın gizlice tedbili kıyafet yaparak 3000 m. yükseklikteki Akdağların doruğundaki kar kütlelerinin oluşturduğu bir kar mağarasındaki hazinelerini kızakları ile taşıyıp yoksullara dağıttığı rivayet olunur. Noel Baba gezisi ve konaklama için lütfen www.bilginotel.com adresini ziyaret ediniz
Fellos-Dövüşen Geyik
Efsaneye göre, Likyada, Fellosu çevreleyen ormanların içinde Likya Birliğinin hazineleri saklıdır. Hazinelerin olduğu yerde dövüşen geyik heykeli ya da kabartması bulunmaktadır. Ve dövüşen geyik heykelini kim bulursa Likyanın zengin hazinelerine de ulaşmış olacaktır. Fellos 5 bin yıllık tarihi olan antik bir Likya kentidir. Kaşın 15 km kuzeyinde ve Akdenizi yay gibi çevreleyen torosların tam doruğunda kurulmuştur.Kent, şehir meydanı, sokakları ve anıt mezarları ile bugün de canlı bir tarih gibi ayaktadır. Fellosa 40 yıl önce ortaokul sıralarında iken bir grup sınıf arkadaşımla birlikte gelmiştik. Önce hemen Fellosun bulunduğu dağın eteğindeki Çukurbağ köyünde yattık. Sabah erkenden yürüyerek ve tırmanarak tepedeki kente 2 saatte ulaştık. Kasım ya da Aralık ayı idi ve hava çok soğuktu. Fellosa geldiğimizde ellerimiz ve burnumuz buz gibi olmuştu. Karşımızda tam bir antik kent duruyordu. Yerlerde küçük taşlar ve bol miktarda paslı demir paralar ve her yerde lahitler vardı. Şehir meydanında iki katlı ve ulaşamayacağımız yükseklikte iki tane büyük aslan başlıklı kral mezarı duruyordu. Tepeden aşağı doğru inerek dövüşen geyik heykelini aradık ve lahitlerin içinde ısındık Bir mağarada birkaç kemik bulmuştuk. Fellosu 40 yıl sonra bugün tekrar görecektik. Şimdi kentin 5 km yakınına kadar yol yapılmış. Arabamızı Pınarbaşı köyündeki orman yangını gözetleme kulesinin yanına bıraktık Ağaçlardan dökülen yapraklar ile döşek gibi olan toprak orman yolundan yürüdük. Çam ağaçları, sandal, pıynar, geven, çalı süpürgesi gibi bitkiler dar yolun sağından ve solundan tepelere doğru yayılarak tüm dağı örtüyordu. Hemen yanı başımızdaki çalılıkların arasından pır diye uçan karatavuklar, yolun ortasında ve yanlarında sık sık gördüğümüz ayı, domuz ve tilki inleri bize ormanda kaybolmamamız gerektiği korkusunu vermişti. Ormanın içlerine doğru bir saat kadar ilerledik ve sonra yolun sol tarafında sarı "Likya Yolu-Fellos 2.5 km." levhasını gördük. Hep tepeye tırmanacak ve bu defa tam dağın içinde kayalıklarda kırmızı işaretlerle belirtilen izlerde yürüyecektik. Antik kent Fellosa geldiğimizde güneş tam tepemizdeydi.Şehrin meydanındaki kalıntılar üzerinde oturduk. Gökyüzü omuzlarımıza dokunacak kadar yakın, önümüzdeki dağlar ve adalar sanki kollarımızın arasından Akdenize akacak gibi idi. Şehir makilikler arsında kalmış sokakları ve lahitleri ile bugün de canlı bir tarih görüntüsü veriyordu. Dağ çilekleri arasında yürüyen geyiklerin ayak seslerini duyarak Fellos antik kentinin merdivenlerinden 5 bin yıllık tarihin içlerine doğru gezinti yapmak hissi bizde muhteşem bir duygu bırakmıştı
Patara
Patara, Türkiyenin en büyük, dünyanın da üçüncü büyük kumsalına sahip plajıdır. Noel babanın doğduğu ve yaşadığı yerdir. pataranın ayrıca yunan mitolojisinde de yeri vardır.zeus metresi leton ile burada buluşurmuş. efsaneye göre apollon ve artemis de patarada doğmuştur. pataranın daha pek çok tarihi özelliği vardır. Ancak en önemlisi de doğal güzelliğidir. Göz alabildiğince uzanan kumsal, kumsalda hersene ayışığında hayata gözlerini açan carettalar, hemen yakındaki saklıkent ve xantos hepsi zaten birer mitolojidir. eşen çayı burada denize dökülür, hem akdenizi hem de ege denizini burada kucaklar. 3024 m yükseklikteki akdağların doruğundaki kum zerrelerinin saklıkent kanyonundan sızarak kumsala ulaştığı, yani zirvenin denizle buluştuğu yerdir patara.
Bitti
Yaşar Bilgin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen OrtadaOyOnu |
|
Ortaoyunu'nda Kavuklu Hamdi ile Pişekar İsmail'i bilmeyeniniz yoktur. Tuluat Tiyatrosu günümüzde de aynı hızla devam ediyor. Herkesin ortasında, kazıklara ip bağlanarak, daire veya elips biçiminde çevrili bir alan ortasında sırasıyla; Mukaddime ( Giriş ), Muhavere ( Karşılıklı Konuşma ), Fasıl ( Oyunun Asıl Bölümü ) ve Bitiş bölümlerinden oluşan Ortaoyunu günümüzde "OrtadaOyOnu" biçiminde acımasızca sergilenmektedir. Kahve Molası'nda da bana Pişekar'lık, Edi'ye de Kavuklu düşerse dedim
"Vay Efendim, kimsiniz kimlerdensiniz..? Sizi gözüm bir yerlerden ısırıyor.."
"Kavuklu Edi derler bana, sen de kim ola ?"
"Lavuk mu dediniz ? Hani destursuz odaya dalmıştınız da.."
"Niye dalayım yahu, orası herkese açık.. Sen dalma nedir bilmiyorsun herhalde, gel bak sana dalayım.."
"Dallamalık etmeyiniz efendim. Fırça çekmişsiniz işte, öyle yönetilmez, falan felan.."
"Ben uyarı hakkımı kullandım bi kere.. Şeyini şeyttiğiminin şeylerini hatırlattım. Bakın şimdi gözlerim dolu dolu oldu.. Mendiliniz var mıydı ?"
"Bir kafa atmadığınız kalmış Kavuklu Beyefendi. Utanmadan bir de sulu göz ayaklarına yatmayın.. Zaten mağduru oynaya oynaya bir hal oldunuz.."
"Hep böyle yanlış anlaşılıyoruz işte.. Oysa her daim doğruyu, güzeli biz yapmışızdır. Zaten padişahımızın zevcesi ne badireler atlatmıştır da o muhterem insan ağzını açıp tek kelam etmemiştir.. "
"Hadi ya, duyan da sütten çıkmış ak kaşık zannedecek sizi.. Siz değilsiniz sanki her taşın altındaki ?"
"Memleket aşkı böyledir işte.. Bakın bana hanemin önünde ne tezgahlar yapıldı ..!"
"Kavuğunuzdan utanın be ! Sizi de görmedik mi zamanında o taburede ?"
"Fevkalede güzel işler yapılmıştır benim zamanımda.. Ben öyle her önüne gelene söz verdirir miydim ? Bilmiyorsa öğrenecek efendim, lami cimi yok !"
"Şimdi Tuzsuz'u çağıracağım ha ! Bakalım ona da aynı muameleyi yapabilecek misin ?"
"Yaparız, kim tutar bizi be ! Almışız ümmeti yanımıza, dalga dalga geliyoruz. Çelebi desen bizden yana, Acem desen zaten kanka ! Daha neler var neler ?"
"Haklısın, Zenne gibi kıvırıyorsunuz yine ! Yahudi de sizden yana mı ?"
"Ona da hop dedik, bi dakka dedik, her kuşun eti yenmez dedik !"
"Başta da dediğim gibi seni bir yerlerden gözüm ısırıyor ama, evvela nereden başlayacağım bilemedim.."
"İstersen ben bir silsilenden başlayayım !"
"Yani sizi tanıdığımı anlatmak için söylemiştim. Silsilenizden mi başlamalı yoksa doğruca sizin şahsınızdan mı ?"
"Bak şimdi şeyini şeyttirtme bana !"
"Lem sen şu Ağzı Bozuk Kavuklu değil misin ?"
"Bana bak, Pişekar mısın nesin ?"
"Hah, hatırladın işte ! Yasa Valide ile Cumhur Baba'n nasıllar ? Epey oldu görmeyeli .."
"Az kaldı ikisi de göçecekler efendim.. Hani nasıl diyorsunuz : Bir ayağı çukurda... İşte ondan.."
Anladım... OrtadaOyOnu yani ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
adımı kanla yazdığın yerde
günahlarından arınmış,
yalnızlıklarından umudu kesmiş
kalabalıklar arasında
muhallebicinin oğlu kadar yalnız,
kitapçının oğlu kadar cahil
şiirlerini unutmuş bir şair kadar
müstevli.
annemin genç kızlık hayalleri kurduğunu bildiğim kadar
babamın mustafa'lı hayaller kurduğunu bilirim.
aşk'ı unutmuş göğüslerinde,
elleri nasır tutan / ve hayatı,
bir ucundan yakalayan.
annem unutmuşken genç kızlık hayallerini.
ben şimdi, babam'lı düşler kuruyorum.
ansızın bir sokak ortasında,
fethi paşa'nın yokuşuna dayarken sırtımı.
sandım ki, uzaktan bir yerlerden;
babamı gördüm kır saçlarına hayat karışmış.
binlerce güvercin uçarken yüreğimden,
içimde kaç çocuk öldü sayamadım.
istanbul en çok adam eden,
biraz da adamlıktan çıkartan yanlarıyla.
bir vapur ne kadar sessizse,
martılar da o kadar sessizdir özgürlüklerinde
ayak izlerim karışırken kalabalık ayak izlerine,
yalnızlığım bir ağıt gibi avuçlarımda
kanayan bir gül görürsünüz
en çok ona benzeyen.
Feryadı figanım dilde ahımdır benim
göğsünde kanayan güllerin dikenleri
ki dikenleri kalbime saplanan
ve yolları ki şehrin,
kıvrımları hiç bir köşebaşına çıkmayan.
sen de ki girdaba benzeyen
ben diyeyim ki adını koymadığım
kaybolup giden düşlerimin esiri.
adımdan bahsetmiyorum hayır.
deşifre etmiyorum hiç bir şiirde
ne adını, ne saçlarına düşmüş;
yokluktan dem vuran sonbaharı.
unuttuğum mevsimler kadar,
aşklar da vardı yaşanmamış.
ve aşklar ki, yaşamadan ölmüş
bir çocuk gibidir, adı konmamış.
ki; bir bağlaç ile ne kadar
hayata bağlanabilir insan.
unut beni,
adımı kanla yazdığın yerde
Özün Sönmez
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|