|
|
|
Editör'den : İster bedenini istersen beynini sat!.. |
İyi haftalar,
Bu memleket artık asıl gündemini yitirdi. Al, yala, yut, oyalan, uyu dönemindeyiz. II.Abdülhamit'in "Yıldız" kelimesini yasaklaması gibi, yeni padişahımız da kendi adının muhalifleri tarafından anılmasına külliyen karşı, duydu mu kendinden geçiyor. Geçen hafta MHP sıralarına "Allah Allah" diye gönderdiği askerlerinin bu hafta hangi cephede cenk tutacağını bir o bilir. 2 yıl önce kendine peygamber diyen il başkanına sesini çıkarmayıp, bu olayı şimdi anımsatan bir cümleye bu tepkiyi veren bir başbakandan artık herşey beklenir. Mesela ben, "Başbakan Erdoğan için hergün 2 rekat şükür namazı kılınmalı" diyen AKP'li yağdanlık belediye başkanına namaz kılma tekniklerini öğretip öğretmeyeceğini pek merak ediyorum.
Başbakan böyle de Cumhurbaşkanı başka türlü mü? Sağa sola gül dağıtıp sözde tarafsızlık ve objektiflik mesajları veredursun, önüne gelen rektör atamalarında türban bildirisine imza koyanları tercih etmesini nasıl izah etmeli, bir bilen söylesin. Milletle dalga geçer gibi, koca koca adamlara "Haydi başınıza birini seçin." deyip seçim yaptırıyorlar, ilk üçe giren adayların sıralamasını YÖK kafasına göre değiştiriyor, Cumhurbaşkanı da en tepedekini rektör atıyor. O makama oturduğu günden bu yana seçimi kazanamayıp ikinci üçüncü hatta beşinci olanı rektör atadığı üniversite sayısı 14 olmuş. Bunların ruh hali zaten belli, peki o arkadaşları tarafından istenmeyen adayın görevi kabul edip koltuğa yapışmasına nasıl açıklayacağız? O ne kayış surat yarabbi. Konuşmayı unutmuş üniversiteleri bir de karartmanın yöntemi bu olsa gerek.
Ben bir de AKP'nin sanatçılarla "açılım"ı konuşma meselesine takıldım. Çağrılan isimlere bakınca, "bu ne anlar açılımdan" diyeceğin bir sürü şarkıcı türkücü tayfasının yanında bir de eski keskin bıçaklar var. Sol cenahta at oynattıkları günleri epeyce önce unutmuş, liberal aydın kisvesi altında iktidarın şakşaçılığına soyunmuş bir sürü adam ve kadın. AKP'nin amacı belli, reklam yapıp rant elde etmek. Peki sanatçıların konuya balıklama atlamalarının nedeni ne? AKP'nin açılımdan ne anladığını henüz görememiş olmalarını, dünyadan kopuk olmalarıyla mı yoksa cahillikle mi açıklayalım bilemedim. Bunca yılda, sırf bu zihniyete karşı çıktıkları için, edindikleri hayran kitlesini yok sayıp el öpme sırasına girmeleri neden acaba? Demokratikleşmenin yanında olduğunu açıklayan bu sanatçı taifesi, AKP'nin ne denli demokrat olduğundan haberdar mı? Şarkıcı türkücüyü geçtim ama yaratıcı sanat icra edenleri besleyen damardan muhalif kan akar. Muhalif, eleştirel aydın duruşu olmayan insanların sanatçı diye anıldıkları bir memleket demokrat olamaz. Daha çok kazanmak için ha bedenini satmışsın ha beynini, ne farkeder ki? İkisi de... Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun DESEM Kİ İSTANBUL KOCA BİR AŞK ÇIĞLIĞI |
|
Aynanın karanlık yüzü vardır hani, gerçeği yansıtmak yerine saklayan yanı, İstanbul aynanın yansıyan ve saklayan yanıyla her zaman içimizde. İstanbul kırık kalpler şehri, İstanbul yorgun bir kalbin atışlarına gizlenmiş acı. İstanbul içinden sürekli tekrarlayıp durduğun bitti kelimesiyle tekrar başa dönüş. İstanbul aşk hikâyelerinin şehri… Kim biliyor? Kim tanıdık bunca yaşanmışlığa. Şimdi anlatmaya başlasam nereye gider bu can kırıklarının toplamı. Şimdi desem ki etrafımda kırık kalpler dolu, peki İstanbul mu bunun tek suçlusu! Cevap verebilecek var mı?
Bu dört duvar içinde sıkıştım kaldım, çoğu zaman nefes alamıyorum. Evet, haksızlık ediyorum aslında hayatın bana verdiklerine ama içimde sanki hep tamamlamaya çalıştığım bir ben var. İçimde ki cesetleri çekip çıkaralı çok olsa da yerlerine dirilen ebruli sesler nedense beni tatmin etmiyor. Bazen tekrar âşık olamayacağımı düşündüğüm anlar geliyor aklıma, âşık olduğumda gözümden süzülen yaşlar geliyor sonra. Yaşayınca anlıyorsun atlatılamayacak acı yok aslında. Onun için biliyorum ki gerçekte büyük aşk diye bir şey var hani o gözü kör eden, yaş kaç olursa durum ne olursa olsun hesaba kitaba gelmeyen. Ve biliyorum ki geçmeyen acı yok. Aşk kendini başkasında görme hali. Aşk iki kişi arasındaki ayna, Söylesene seni kim biriktiriyor dediklerinde cevap verebilme isteği. Karşımda duran Seval'e anlatıyorum bunları, boş gözlerle bana bakıyor, ilişkisi yeni bitti ve şu an ona ne söylesem boş. Zaman dediğimde bana küfretmemek için kendini zor tuttuğundan eminim, sürekli geçecek diyorum ona ve bir gün geçmesi de acıtacak seni, bir an önce geçsin diyor bu halimden nefret ediyorum. Bir ilişkinin bitiş halleri diye bir yazı yazmak geçiyor aklımdan bir an. Hani en zoru severek ayrılmaktır. Önce deliye dönersin ayrılığı kabullenmek istemezsin. karşındaki aşkı yere göğe koyamazsın allayıp pullayıp süslersin. Sürekli olarak hak verirsin karşındakine ve daha çok kendini suçlarsın. Mantığınla kalbin arasında gidip gelirsin sürekli, tam bir keşmekeş hali. sonra daha netleşir her şey görünmeyeni görmeye başlarsın. Aşk ve nefret arasında o çok ince çizgide gidip gelirsin sürekli. Kabullenmemek en kötüsüdür, kabullenmediğin her gün geleceğin yok olmuş demektir. Yemeden içmeden kesilirsin nefes alamazsın uyuyamazsın kendine dikkat etmezsin bir ruh gibi ortalıkta dolaşırsın ve en kötüsü hiçbir şey istemezsin geleceğin için. Hiçbir şeyden zevk alamazsın..Kabullenmek her şeyin başlangıcı diyorum Seval'e. Sürekli kendime bunu tekrarlıyorum diyor bitti bitti bitti, ama bitmiyor içimdeki çığlıklar. tüm yaşadıklarına rağmen sen de anlamıyorsun beni diyor bana kızgın kızgın bakıp. Ben mi anlamıyorum diyorum sesim biraz yüksek çıkmış olacak ki etrafımızdaki diğer masalar bize bakıyorlar bir an, dönün be önünüze demek istiyorum ama Seval'in dinmek bilmeyen gözyaşları durduruyor beni. Ben diyorum biliyorsun en beterini yaşadım ben mi anlamayacağım seni, hayat diyorum hiçbir zaman adil olmadı ve bedel ödetmeden hiçbir zaman bir şey vermedi bu hep böyledir. İstediğim tek şey daha kolay atlatmasını sağlamak, en azından benden daha kolay. Biliyorum çünkü biliyorum, bir gün gerçekten bittiğinde derin bir hissizlikle karşılaşacak ve bir gün tekrar âşık olduğunda önce buna inanamayacak. Her şey kabullenmekle başlayıp istemekle devam eder. Baksana etrafına diyor ne kadar az mutlu çift var arkadaşlarımızın için de, bizim ruh halimiz mi çekiyor mutsuz aşk ilişkisi yaşan arkadaşlarımızı bize diyor, hayır diyorum sadece aşk işte nedeni yok, birer çay daha içip kalkıyoruz biraz temiz havaya ihtiyacımız var, soğuk ve temiz havaya. İnan diyorum bir tek sen değilsin, Sahile iniyoruz ve kaç saat bilmiyorum birlikte susuyoruz.
Şimdi desem ki bir kadın ve bir adam çok seviyorlar birbirlerini ama babası vermiyor kızı adama çünkü inançları farklı. Bu devirde komik geliyor bu anlattıklarım değil mi, trajikomik. Bir karar vermek için buluşuyorlar bu kez, buluşma yerleri her zamankinden çok farklı, birlikte hiç gitmedikleri bir yer seçmek istiyorlar. Mekân çemberli taş Bu bölgedeki en önemli Osmanlı dönemi yapısı Nurosmaniye Camii'dir ve Bu bölgede Bizans İmparatorluğu döneminde Constantin Forumu yer alıyordu fakat bu bilginin şu an onlar için hiçbir önemi yok, çünkü onlar gelecekleri için bir karar vermek zorundalar. Adam ve kadın yüzlerinde ayrılığın izleri var. Kendi sularımızda vurgun yedik diyor adam, saçlarımızda zehirli zakkumlar ve siyahımızın ardında aslında hiç tanımamış, anımsamamış olmayı istediğimiz isimler topluluğu ve bunu engelleyemeyen bir imkânsızlık. Sevmiştik, çok sevmiştik tüm imkânsızlığına rağmen sevmiştik kızılımıza kızıl katan kan güllerini diyen bir aşk çığlığı. Söyle kim vazgeçti önce, kim bıraktı, kim pes etti diyor kadın. Bak gün bitiyor diyor adam daha sonra bugünde ölmedim anne diyen notlar yazacak birkaç yere.
Birden yorgun bir aksam üstüne dönüyor kent. Grileşiyor. oturdukları yerden Sanki başlarını dışarı uzatsalar uçacakmış gibi hissediyorlar kendilerini. Susuyorlar bir süre. Küçük el oyması tahta bir sandık içinde yanmış ellerimiz, avucumuzu kanatmaktan kırılmış tırnaklarımız, mor gözlerimiz yavaşça yükseliyor tavana doğru. Griye çalan kirli beyaz bir tavan. Dışarıda sis de var. Şimdi bir masanın üstüne çıksam veya daha da yükseğe, sonra çok uzaklara da baksam biliyorum bir daha denizi göremeyeceğim diyor adam. Evet diyor kadın, şimdi o masadaki bana tekmeyi kendimde atsam bir daha denizi hiç göremeyeceğim. Neden diyor kadın neden ben gitmek isterken göndermedin beni oysa ben; her suskunluğunda ve kulaklarımıza uğultular dolan o rüzgârlı sahil kasabasındaki sabahçı kahvesinde donmuş parmaklarımızla kahvelerimizi içerken "git gide uzaklaşıyorsun benden" demiştim sana, git gide hazırlıyorsun kendini bensizliğe. Şarap kokusu, flu birkaç yüz, duman arttıkça ve zaman azaldıkça kaçırılan gözler ve buruk gülümseyişler. Bak gün bitiyor diyor adam, arka fondan İnce tınılarıyla bir şarkı yükseliyor, bu şarkıyı seversin diyor kadının gözlerinin içine bakıp, evet diyor kadın her defasında dinlememe izin vermeyip yarım bıraktığın şarkı bu! Adam ve kadın şarkıyı sonuna kadar dinliyorlar bu kez ve şarkı bitiyor.
Şimdi desem ki bir kadın ve bir adam çok severlerken adam birden yok oluyor ortalıktan, neredeyse bir yıl sonra Süleymaniye camii civarında karşılaşıyorlar kadın kızgın adam önce suskun ve mahcup… Kadın yokluğunda her gün savruldum boğaza diyerek başlayacak oluyor söze ama duraksıyor, yokluğunda bir cana daha kıymak zorunda kalışının acısını nasıl anlatabilir ki, süt kokan gözlerinin iliştiği dişiliğimle öldüm deyip susuyor bir nefes almak için. Bana bıraktığın lekeyi güneşten topladım diyor ve devam ediyor , sen yokken Ani başlangıçlara kaptırmadım kendimi, sen yokken her gidişinle kilit vurduğun yollarda yeniden doğururken seni, susturamadım sesinden akan Dize'leri...sen yokken Yorulmadım sokaklarında kaybolmaktan.. Kederlendiğim gecelere sadece bileğimden akıttığım değil rahmimden akıtmak zorunda kaldığım kızıl'la da imzanı atmaktan bıkmadım ve Seni öldürmekten değil aşkını yok etmekten korktum ben. Bir gün karşıma çıktığında bencilliğini, düşsüzlüğünü, tükettiğin adımlarımı, harcadığım solukların hesabını vereceğinden çok emindim belki, şimdi sen söyle affet demek yeter mi tüm renklerim kanla boyanmışken… Adam sustu kadın adamı affetti.
Şimdi desem ki bir kadın ve bir adam bir düşü paylaşıyoruz sanıyorken kadın anlıyor ki koca bir yalanın içinde yaşıyormuş. Edirnekapı ve Çevresinde dolaştığı günlerden biri, derler ki burası İstanbul'un en yüksek tepesi. Yükseğe en yükseğe çıkma isteği neden? Arkadaşı İstanbul'a geliyorum beni sen gezdireceksin dediğinde önce burayı gezdirmeyi düşündü nedense, Haliç'e hâkim bu tepede Mihrimah Sultan Camii bulunmaktadır ama kadın bu gün ibadet edecek durumda değil, Ayrıca, Bizans'ın Blakherna Sarayı'ndan kalan tek yapı olan Tekfur Sarayı ve Kariye Müzesi de bu bölgededir… Anlatıyor kadın misafir gelen arkadaşına tek tek etrafı kendinde olmadan. Yığılıp kalmamak için zor tutuyor kendini derken beklediği telefon geliyor avukatından, bu sefer bitti gözünüz aydın diyor telefondaki ses, teşekkürler deyip telefonu kapatıyor kadın. Aklına takılan iki kelime "gözünüz aydın" "gözünüz aydın" yankılanıp duruyor beyninde bir süre. Bitmişti işte sonunda bitmişti. Yalan bir evliliğin içinden çekip almıştı kendini ama neden diyordu neden ,neden ben bunca emek vermişken şimdi sil baştan , içinden sürekli tekrarladı. "unut" unut" unut" kentsiz kalırsın en fazla , yaraların kabuk bağlar elbet . Geçmiş zaman kelimelerinden çıkamadığım labirent; adresi yalan aşk. Gözümde büyüttüğüm puslu hayalin sızlatıyor kaç gecedir. Kusamıyorum ismini. İsminin manasını unuttum, suretin aklımda. Bir bavul hazırladım kendime o bavulu gönderdim önce garları buz tutmuş o yitik şehre, bir bavul hazırladım içinde bir kaç kâğıt bir kalem biraz da uyku gözlerime hiç denk düşmeyen. Bir bavul hazırladım ki gözlerin; Bakıp da görmediğin hani şu hiç sevmediğin...
Şimdi desem ki bir adamın korkaklığı yüzünden acılar içinde bir kadın. Altımermer çevresinde bir gece alabildiğince siyah ve soğuk -( Aksaray ile Topkapı Surları arasında kalan bölgedir. Eski, Makios Sarnıcı'nın (Çukurbostan) yanı sırabu bölgeye yakın yerde Arcadius Sütunu vardır.) - duymak istedikleri vardı, yalanda olsa ne olur yalan söyle diye direttiği geceler ve ay ışığını içen gözleri vardı en çok. İç yakan bir eylül alkolü sonrasında üstünde yarım yamalak duran bir aşk. Her akşam saati geldiğinde kapı önüne konmuş çöp gibi hissediyordu kendini kadın… Bütün bir günün artıkları. Önce sır olmayı öğrendi sonra susmayı sonra beklememeyi ve bir gün şöyle yazdı adama, beklemiyorum artık baharımızı, beklemiyorum temmuz sıcağında çıplak ayak kızgın kumları. Düşmüyorum hayallerine yirminin… Gelgitler tekrar tekrar başa dönüşler. Oysa kadın biliyordu adam hiçbir şey kaybetmedi kadınsa en güzel yıllarını yitirdi, adına aşk dediği şey uğruna değer miydi? bu soruya hiçbir zaman cevap veremedi.
Şimdi desem ki bir adam iki kadın arasına sıkışıp kalmış acılar içinde acı yaşatıyor iki aşk'a da. En son yürüyüşlerini fatihte yapıyorlar birlikte, fatih caminden kız taşına. yol bittiğinde kadın terk ediyor adamı ve aklında Buket Uzuner in "iki yeşil susamuru" kitabındaki son sahne; kadın adamı terk eder, önce bir not yazıp bırakır adamın çalışma masasına. Sonra çalışma masasındaki çizimleri görür, iki susamuru eskizi çizilmiştir, resimlere bakar uzun uzun ve notu bırakıp çıkar, sonra birden geri döner yazdığı ayrılık notunu yırtıp atar ve çizilmiş susamurlarından birini yeşile boyar itinayla diğer susamuruna da sadece büyük harfle YEŞİL yazar ve gider. Adamsa elinde bir mektup acı ve pişmanlığını çok sonra hissedeceği bir yalnızlıkla kalakalıyor yol ortasında. Şöyle yazmış kadın mektupta; Seni büyüttüğüm düşlerde ellerimle siyaha boyayalı çok oldu. Bulutlara değen salıncaklarımın zincirlerini koparalı, Tenimde sakladığım tutku ateşini söndüreli çok oldu. Her gün sensiz başlayıp yine seninle biterken yeni düşlere hep acılar saçtım ben. Bilmediğim her sokakta kokunu cebime doldurdum ki senin ceplerinde hep şekerler olurdu benim için. Hangi filmdi o bir mayıs akşamı izlediğimiz ve Göz pınarlarından serbest bıraktığın hayal kırıklıklarına ucuz gülüşlerimi eklediğim. Erguvanlar yeni açıyordu hani, hangi acıydı unuttum. Adam çok sonra yazdı cevabını ama hiçbir zaman veremedi mektubu kadına; içimdeki şiirin hiç susmadı, Yalanlarımla bağladığım varlığın beni soluksuz öldürdü. Önce ben öldüm. Cinayet planını nakış gibi işlediğim bu tutkulu aşk hikâyesinde mahkûmiyetsiz katil oldum; hani mor en sevdiğinden... O son yürüyüşümüzde bana son kez dokunduğunda, kendi cinayetimin zanlısı gözlerimle karşılaştım arkadan yine bana yansıyan tozlu vitrin camında. Şimdi çok pişmanım desem ne fark edecek ki, ve sen bunu bilmek isteyecek misin? Adam göndermediği mektubu ve acısıyla kaldı. Kadınsa şimdi mutlu başka bir aşkta.
Şimdi desem ki bir adam ve bir kadın öylece kalakalmışlar ne devam edebiliyorlar aşk'a nede vazgeçebiliyorlar birbirlerinden, Kararlı ve kararsızlar. Otobüs Yavuz Selim ve Çevresi hattında yol alıyor -(Fatih'in, Haliç'e bakan tepelerinden olan bu bölge, Yavuz Selim adıyla anılan semttir. Bölgenin önemli yapıları arasında Sultan Selim Camii vardır. Bu bölgede ayrıca, Fethiye Camii (Eski, Maria Pamakaristos Kilisesi) yer alır. Bu bölgede Bizans döneminde, Bonos Sarnıcı bulunuyordu.)- iki sevgili en arka koltukta oturmuşlar ve suskunlar. Gelecekleri için geri adım atmışlardı en son. Şimdiyse yol onları ileri götürmekte kararlı. Tekrar tekrar aynı şeyleri konuşmaktan yoruldukları için susuyorlar, kadının korkuları var adamınsa her şeye rağmen cesareti. Otobüs duraklarında, afişlerin yol verdiği günlerdi. Aşkımın kırbaçladığı öfkemi kusma hissi, içimde ölen her "beni" yakma töreni gibiydi. Kırgınlıklarımın toplamına dünyaları eklediğim de, seni çıkarırken kanayan yarama hep tuz basıldı. Oysa ben mavileriyle ömrünün sarı ve sıcak sonbahar kızıllarını birleştirmek istedim. Oysa ben hesapsız çıkarsız bu yola senle çıkmak istedim dedi adam. Kadın sustu, Yol yine uzadı.
Şimdi desem ki bir adam şöyle diyor karşısında ki kadına, seni sana rağmen seviyorum; Metro Topkapı sarayı yakınlarından geçiyorken adam hadi diyor, hep birlikte gitmek istemiştik gidelim bugün. İniyorlar apartopar henüz yeni durmuş olan metrodan ve Topkapı sarayına doğru ilerliyorlar. Kadının gözleri gülüyor adam kadını mutlu etmeyi hep bildi. Kadınsa adamda en çok beklide bunu sevdi, kalkgidelimli plansızlığını. Topkapı Sarayı ve Çevresi: İstanbul'un ilk kurulduğu bölge olan ve eskiden Hipodrom ve Akropol'ün yer aldığı bugünkü Sultanahmet yakınındaki bölgedir. Sarayburnu'na hâkim bu bölgede Topkapı Sarayı'nın dışında Sultanahmet Camii ve Ayasofya gibi görkemli yapılar bulunur.
Bir pergelin iki koluna bağlı olmak gibi bir şey, etrafında dönen ve kimi zaman içinin içi gibi sokulan kimi zamansa, zamanın ötelere fırlattığı koyu bir siyah. Hep hayal edip gerçekleştirme çabasıydı bizimkisi, Bir kütüphane hayır 'kitap dolu bir oda demiştim sonra duvarları siyah boyanmış bir oda ve üzeri beyaz bir kalemin darbesindeki renk cümbüşü. Siyah beyaz fotoğraflarla dolu bir oda ve sen, Sonra o hüzünlü İstanbul sonbaharında birlikte yürümek el ele. Bebekte bir şişe şarap ve yeşil elma eşliğinde, ortaköyde bir bardak çay ve simitle, samatyada rakı ve balıkla sonra Emirgan parkının kış çiçeklerini seyrederek, Belgrat ormanının elbiselerini kızıla boyayan ağaçlı yollarında gezinerek, rüzgârlı Çamlıca tepesinde üşüyerek ve hissederek bedenimizin her titreyişini. Beyoğlu'nda Yaşadığımızı ve kalbimizin çarptığını tekrar hatırlamak birlikte. Sahillerinde süzülen martıları izlemek. Kıyılarına vuran hırçın dalgalarını ne sakinleştirebilirdi acaba İstanbul'un hiç düşündün mü? İstanbul ki kendisini hırçınlaştıran sonbahara söylenirken, koca bir şehir ardımızda kalacak hep. İstanbul kalabalıklarının altında yalnızlarının saklandığı koca kent. Bizimkisi Sevdalı bir düştü, sonbaharın yağmur damlalarına takılı şeffaflık. Ellerimizle şekillendirdiğimiz bir heykel gibiydi zaman..zamansa "GEL" diyemediğimiz yolculukların vagonlarında akreple yelkovan kapışması.
Belki de hiç Kavrayamadığımız bir arada kalmışlık, çelişkili yolculukların ötesinde duyumsayamadığımız es'ler di… sonra sevdiğimiz şiirlerin renkleriydi hayat, Bir kadeh şarap kızıllığında gönlümüzden dökülen düş parçaları ve bulutların arkasına saklanmış Kırgınlıklarımız. Gözbebeklerimizi dolduran yaş'sa hep deniz kokulu Yerebatan sarnıcı ve medusa. Bizimkisi sadece aşk.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Tombe la Neige
Çocukluğumu özlemiyorum desem yalan olur . Yatılı okulda ne zaman kar yağsa içim ferahlardı. Kayabaşı dediğimiz bir yerden Kayseri'ye bakar, içimizden çok değişik düşüncelerle karışık fikirler oluşurdu. Bütün hedefimiz Kayseri de olmak, bir başka deyişle hür bir ortamda bir kaç saat geçirmeye neler feda ederdik. Cebimizde gezdirdiğimiz, zaman zaman oynadığımız cam bilyalardan bile vaz geçebilirdik. Hatta fırından yeni çıkmış bir ekmeğin içine ince kesilmiş pasturmalardan koyup yemeyi bile feda edebilirdik. Yeterki Talas'ın tepesinde bulunan Şato vari okuldan bir müddet için Kayseri'de hürriyetimize, kısıtlı bir zaman diliminde bile olsa , kavuşabilsek derdik. Çocukluk bu nede olsa , kar yağar, bütün yerler karla kaplanır , bütün bir kış beyaza bakardık. Kayseri de bu beyaza bürünür, kirli manzarlar bile bu örtü ile güzelleşirdi.
Moskova'ya ilk gittiğimde yaz başı idi ve şehir inanılmaz pisti. Şehrin içinden akan Moskova nehri kahve renginden siyaha çalan bir renkte akardı. Hele içinde dolaşan teknelerin arkasındaki uskurun karıştırdığı nehir suyu köpükleri sarımtırak kahverengi bir görünümde suyun üzerinde uzun müddet dururdu. Nehir öyle pis kokardı ki tarif etmem mümkün değildi.
Moskova'ya bir de iş icabı kışın gittim. Hani derler ya '' bir yerlerim dondu '' diye, işte tam olarak öyle bir kıştı. Her yerde kar vardı, aynı Salvatore Adamo adlı yumuşak sesli Belçikalı şarkıcının söylediği gibi , bütün şehrin bu pisliği, yağan karla örtülmekteydi. Adamo bu şarkıyı aynı zamanda Türçe de okuyup Istanbula defalarca gelip konserler vermişti. Aslında bu konserlerin verilmesi şarkıya karşı Istanbul'da gösterilen bu sevgi tezahürümüdür bilmemekle birlikte, belki bir tesadüftür, Istanbul'da rahmetle andığım Şükrü Balcı'ın önem veridiği Narkotik büro biriminin yeterli teşkilatlanmasından sonra Adamo'nun Istanbul sevgisi sona ermişti. Yine de şu bir gerçektir ki kar beyaz bütün pislikleri örtmekte önemli rol oynar.
Istanbul geçtiğimiz günlerde beyaza büründü, kar ve tipi bu büyük kenti beyaz örtü ile kapladı. Öyle yaygaralar koptu ki, yüzlerce kameralarla şehrin yüzlerce noktası kontrol edildi. Bütün kanallar karın gelişini taa Edirneden karşıladı ve canlı olarak ekranları seyreden topluma yansıttı. Yüzlerce saat bu görüntüleri seyretmeye mahkum edilen vatandaş '' yetti amma, başka bir konu yokmu '' demek lizumunu hissettik. Yolların ısı derecelerinden tutun da, harcanan tonlarca tuzun miktarına kadar olan bilgiyi, garibim Mehmet efendi de dinlemek mecburiyetinde kaldı. Sanki bütün Türkiye, Istanbul'a yağan yoğun karın, Istanbul'a verdiği rahatsızlık konusunda bilgi aradığına hükmedersiniz. Hele bir düşünün, her sene Erzurum Dadaşının aylarca karlar altında yaşadığı şehirde eksi 20 derece soğukluk kimseyi ilgilendirmemekle birlikte Istanbul 'un eksi bir kaç dereceye varan soğuk konusunda harcanan milyarlarca liranın ekranlarda sergilenmesini anlamakta güçlük çekmekteyim. Yine de Istanbul'da olsun Erzurum'da olsun kar yağması ile her yer beyaz örtüye bürünür ve temiz görünür.
Bu sene Ankara'ya karın eser miktarda yağmasını bizler pek hayra yormadık. Bu nedenle Ankara'nın pisliği henüz örtülemedi. Bu kirliliğin örtülmesi için karın mutlaka yağması gerek. Istanbul'da Türkiye medyasında oluşan kirlilik , Ankara daki Siyasi arenada meydana gelen suni kirlilik topluma bir konuyu dikte ettirmeye devam ediyor. Amerika'dan aldiği emirle birileri şanlı Türk Ordusunu yıpratmak için elinden geleni ardına koymamakta. Washington'daki Beş köşeli binada çalışan Türkiye masası, bu şanlı Türk Ordusunu nasıl olur da toplumun gözünden düşürürüm diye yaptıkları senaryoları tatbik eden, yurdum insanlarını yönetenlerin utanmaları gerekir. Kar beyazdır, kışın yağdığında her yer temiz gibi görünür, fakat kış sonsuza dek sürmez, bu kışın birde baharı vardır ki yerdeki karlar kalkar diye bir sözüm geldi söyledim, hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
sen yokken..
Yokluğunda hiç bir şeyin tadı yok... Seni yazmanın bile... Gidişinle kırmışsın kalemimi çoktan...
Varlığın hayatmış sevdiğim, yokluğunda soluğum kesildiğinde anladım...
Seni özlemek hiç bir şeye benzemiyormuş... Meğer hiç bir şeyin yokluğu bu kadar eksiltmiyormuş..
Ne oldu günlere böyle? Hani 24 saatti bir gün, 7 gündü 1 hafta? Dengesi mi şaştı dünyanın? Neden geçmiyor bu kahrolası saatler?
Ya geceler? Eskiden de bu kadar karanlık mıydı? Yıldızların da gücü yetmiyor ki... Bir de güneş bu kadar inat etmese her gün doğmamaya...
Sen yokken, başkasına ait bir ömrü yaşıyor gibiyim... Kendi hayatımda mülteciyim... Bütün hayallerim işgal altında... Ruhum özgürce kanat çırpamıyor eskisi gibi... Kendime ait olmayan bir ömrü, başkalarına armağan etmeye hazırlanıyorum... Yoksa ben kendi ömrümü veremem ki... Senin olanı başkasına veremem ki....
Ne içtiğim bir bardak çay veriyor artık o eski tadı, ne de boğazımdan geçen tek bir lokma...
Herşey yavan sensiz...
Sensiz her yer ıssız, herşey renksiz....
Sen yoksun ya, sanki ben de yokum...
Her bahar biraz daha buruk diğerinden... Zamandan medet umarken yokluğunda ve bu geceki kadar uzayan her gece belki adam eder yüreğimi derken, özlemin bir eşkıya gibi daha beter esir alıyor benliğimi günden güne...
Ne başıboş yağmurlar tat veriyor artık, ne de gün aydınlanırken yatağıma vuran o sabah güneşi... Sabah güneşi "güzel suratlım"ın yüzüne başkasının koynunda vuruyor ya, benim günüm hepten kararıyor...
Yokluğunda bazen atıyorum kendimi sokaklara... Adım başı sen kokuyor sokaklar... Sen yokken seni soluyorum ben bu şehirde... Seni adımlıyorum... Hele bir de yağmur varsa... Yalvarıyorum Hak'ka ve yağdırdığı her damlaya, üzerimize bulaşan ihanetleri temizlesin diye.... Toprak ıslanıyor ya hani, daha beter sen kokuyor ortalık...
Rakıyı rakı gibi içmek de uzak bir ihtimal şimdilerde. İçsem tadını bırakmıyor ki damağıma. Her şeyimi aldın ya, sarhoşluğumu da aldın... Bari onu bıraksaydın...! Sarhoş olup unutabilseydim herşeyi öylesine bir gecenin girdabında... Her şeyi unutup, bir tek kendimi hatırlasaydım... "biz" olamadık tamam da bari tek bir geceliğine ben "ben" olsaydım....
Sen yokken, evinin sokağından, beraber dinlediğimiz şarkılardan, ihanetleri barındıran aşk filmlerinden, senin için aldığım yakmaya kıyamadığım mumlarımdan, en lezzetlisini senin elinden yediğim karışık tosttan, bana aldığın pasta süslerinden, en sevdiğin kırmızı elbisemden, bilekliğimden, konuştuğum, sustuğum, bağırdığım, yanıtsız bıraktığım, cevabını alamadığım her ayrıntıdan her sorudan uzak durmaya çalışıyorum... Onlar beni salıverdiği sürece tabi... Çok bunaltırlarsa, ihanetini hatırlatıyorum kendime... İltihaplı bir yarayı kanatır gibi... O yara, özlemini unutturuyor bir anlık da olsa... Küstah bir pazarlıkla, özlemimi öfkemle değiş tokuş ediyorum... Canım acımasına yine acıyor ya, hiç değilse ağlamıyorum.. Ve özlemiyorum o anlık... Pervasız bir şarkı, gündelik bir detay seni bir kez daha hatırlatıncaya kadar...
"Ölüm gibi gelir ayrılık, ama sonunda kimse ölmez" diyordu bir şair...
Doğru... Ölmedim yaa...
Ama; yaşamayı da beceremiyorum ki sensiz...
Ceyda Gamzeli cydgmzli@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Lenin ve Bukharin'e Göre Emperyalizm I |
|
Yakın târihimizi etkileyen olaylara şöyle bir baktığımızda, bunların hemen hepsinin ardında emperyalizmi; emperyalizmin kendisini değişen dünyâ şartlarına uydurma çabasını görüyoruz. Gün geçmiyor ki, bu olaylarla ilgili yazılan kitaplar, yapılan tartışmalarla "emperyalizm" kavramına "yeni" bir yorum eklenmemiş olsun. Hâl böyle olunca, bu kavrama ilişkin belirli birtakım farklılaşmalardan bahsediliyor ve bu yorumlar, klasik emperyalizm kuramına ilişkin belirli birtakım referans noktaları eleştirilerek geliştiriliyor.
Şu hâlde, klasik emperyalizm kuramına şöyle dönüp de bir bakmak, emperyalizmin serencâmını görebilmek ve bu farklılıkları tespit edebilmek için son derece anlamlı olacaktır. Bu bağlamda ben burada, klasik emperyalizm kuramının gelişimine Marksist yazın içinden katkı sağlanan Lenin ve Bukharin'in görüşlerini ana hatlarıyla serimleyeceğim.
Marksist yazın içinde Lenin, 1916'da kaleme aldığı Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm isimli eserinde, "emperyalizm" kavramına bilimsel (dialektik) bir içerik kazandırmak ve kendisinden önce bu kavramı kullanan burjuva ekonomistlerinin tezlerini çürütmek, bu yolla "emperyalizm" kavramına târihsel ve siyasî bir yorum vermek ister. Bu amaç doğrultusunda Lenin, "modern kapitalizmin yeni görüngüleri"ni (tekeller, mâlî oligarşi, sosyal-şovenizm, işçi aristokrasisi, vb.) inceler ve bunların ekonomik ve siyasî sonuçlarını ayrı ayrı değerlendirir.
Lenin'e göre emperyalizm; tekellerin ve mâlî sermâyenin egemenliğinin belirginleştiği, sermâye ihrâcının olağanüstü önem kazandığı, dünyânın uluslararası tröstlerce paylaşılmasının başladığı ve yeryüzü topraklarının büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlandığı bir gelişim aşaması izleyen kapitalizmin en yüksek aşamasıdır ve aynı zamanda da kapitalizmin son aşamasıdır; dialektik karşıtı sosyalizmin öngünüdür. (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2008; syf: 119)
Lenin'e göre kapitalizmde, serbest rekâbetin en hâkim olduğu dönem, mal ihrâcının arttığı dönemdir ve tekellerin ortaya çıkmasıyla birlikte, mal ihrâcının yerine sermâye ihrâcı geçmiştir. Bu dönemde üretim ve sermâyenin yoğunlaşması, tekelleri açığa çıkartmış ve tekeller, dünyânın paylaşımını, arkalarına devlet gücünü alarak gerçekleştirmişlerdir. Ancak tekelci kapitalizm, savaş olgusuyla birleştiğinde kendi sonuna yaklaşmıştır. (syf: 121)
İmdi Lenin, emperyalizmin ekonomik ve siyasî yönlerini önce ayrı olarak, sonra da târihsel süreç içinde bunları birleştirerek inceler. Nitekim, tekellerin ortaya çıkması, burjuva ekonomistlerinin savunduğunun aksine, serbest rekâbetten bir sapma değil; emperyalizmin ekonomik özüdür. Dahası, sermâye ihrâcının diğer ülkelerde komprador birtakım sınıflar meydana getirmesi, "eşit olmayan sıçramalı gelişimi" yeryüzünün yeniden paylaşılması olarak belirlemiş, bu ise sistemin en tepesine üç haydut devleti (ABD, İngiltere ve Japonya) yerleştirerek savaş ganîmetlerinden pay kapma yarışını tetiklemiştir. (syf: 34-46)
Zîrâ, tekelci kapitalizmde işçi sınıfının sömürülmesi devâm ederken, devlet içinde çürüme artmış ve mâlî oligarşinin militarizme yönelmesi, egemenlik ilişkilerini savaş üzerinden tanımlamayı gerektirmiştir. Bu süreç, işçi sınıfı arasında ayrıcalıklı tabakalar (işçi aristokrasisi) yaratmış ve bu tabakalar, işçi sınıfının mücâdelesini engellemeye çalışmıştır. Bunların anlaşılabilmesi içinse, kapitalist dünyâ ekonomisinin bütünlüklü bir tablosunu ortaya koymak ve mâlî oligarşinin nüfuz bölgelerinin paylaşılmasını incelemek gerekir. (syf: 139)
Bu bakımdan, Lenin'e göre demiryollarının paylaşımı kavgası, bu incelemede kilit bir öneme sâhiptir; çünkü bu kavgalar, kapitalist sistemin temel kolları olan kömür ve demir-çelik sanâyisindeki kavgaların sonuçlarıdır ve tüm bunlar, tekelci kapitalizmin "eşit olmayan sıçramalı gelişimi"ni gösterir. Başka deyişle, kapitalizmin sermâye ihrâcıyla dış pazarı kendine bütünleyen tekelci aşaması emperyalisttir. (syf: 38-9)
Lenin'e göre, birkaç düzine dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşabilir ve serbest rekâbetin belirleyici olduğu eski tür kapitalizmde olanın aksine, rekâbet zorlaşır. Tekelleşme, rekâbeti üst düzeyde olanaklı kılsa da bundan sonuçta kimse kâr etmez ve bu da yeni pazar arayışlarını tetikler. Kezâ, târihsel gelişime bakıldığında, 1860-70 arası dönem, serbest rekâbetin doruk noktasıdır ve bu dönemde tekeller henüz embriyon hâlindedir. 1873 krizinden sonra ise tekellerin gelişimi belirgin hâle gelmiş, 1900'lerin başlarında ise ekonomik yaşamın temellerini oluşturmaya başlamışlardır. (syf: 44-5)
İmdi tekeller, bu dönemde satış koşullarını, ödeme vâdelerini, üretim miktarlarını ve fiyatları kendileri belirlemeye başlamıştır ve tekellerin diğer işletmelere üstünlüğü, teknik donanımlarının kusursuzluğundan, el emeğinin yerine büyük oranda makineleri kullanmalarından, patentleri satın almalarından, mâliyet bedellerini düşürmelerinden, kaynaklara ve hammadde arzına el koymalarından, kalifiye elemanlar istihdâm etmelerinden ve ulaşım yollarının kontrolünü ele geçirmelerinden gelir. (syf: 47-9)
Diğer taraftan tekellerin, fiyatları düşük tutup küçük işletmeleri saf dışı bırakmaları, benzin fiyatlarını belirlemeleri, kredi ambargosuyla bu işletmeler üzerinde baskı kurmaları, "serbest rekâbet"in yerine "boyun eğme"nin geçtiğini göstermektedir. (syf: 50-4) Tekellerin esas gücü ise bu sistemde bankaların rolüne bakıldığında anlaşılır. Bankalar, tekelleşmeleri özendirirler ve rekâbete son vermelerini sağlarlar. (syf: 123-8) Örneğin Belin Bankası, Alman maden sanâyisinin sermâye yapısı üzerinde doğrudan denetim kurmuş ve tekel hâline gelmiştir. (syf: 37-40)
Lenin'e göre bankaların temel işlevi, ödemelere aracılık etmek ve âtıl hâldeki sermâyeyi kârlı yatırımlara dönüştürmektir; yâni bankalar, parasal geliri toplayıp kapitalistlere vermek üzere tasarlanmıştır. Fakat, bankacılık işlemlerinin gelişmesiyle birlikte, kapitalist sistemde bankaların rolüne ilişkin bir nitelik değişimi ortaya çıkmış ve bankalar, güçlü tekeller hâline gelmişlerdir. Zîrâ, üretim araçları ile hammadde arzının denetimi, 1900'lerin başlarında bizzat bu tekellerin eline geçmiştir. (syf: 158)
Böylelikle bankalar, küçük işletmeleri yalnızca yutmakla kalmamış, hisse senetlerini de satın alarak ve borçlanma ilişkilerinden de yararlanarak onları kendilerine bağlamıştır. Tekelci kapitalizmde bankalar artık aracı rollerinden sıyrılmış ve bu birliklerin çatısını meydana getirmeye başlamıştır. (syf: 60-2) Finâns kralları arasında sistemli bir işbölümünün ortaya çıkması ise hem işletmelerin uzmanlık esâsına göre yeniden düzenlenmesini, hem de yabancı sermâye ile devletler arasındaki ilişkilerin yeniden belirlenmesini gerektirmiştir. (syf: 66-9)
Bütün bunların bir sonucu olarak, Lenin'e göre sermâye, doğal yapısı gereği demokrat olamaz; sermâye, mâlî oligarşinin gücünü arttırmasının aracıdır. Holding sistemi, her türlü demokratik ve siyasî mekanizmanın denetiminden uzak bir şekilde mâlî oligarşinin kâr akışını gerçekleştirmesini sağlar. Bu yapı içinde sermâyenin üretken (ticâret ve sanâyi sermâyesi) ve spekülâtif (borsa ve mâlî sermâye) olarak ayrılması da mümkün değildir; tekelci aşamada kapitalistler, sermâye ihrâcıyla birlikte, bu bütünlüğü sağlarlar ve tüm kâra el koyarlar. (syf: 75)
Bu bakımdan, üretken sermâye de spekülâtif para hareketleri gibi, kapitalist sisteme uygun bir kâr stratejisine hizmet eder ve mâlî oligarşi, tüm ekonomiyi haraca bağlamış olur. (syf: 78-80) Mâlî oligarşi, mâlî gücü bütünüyle kontrolü altında tutarak ekonomisini yönettiği devleti ele geçirir ve hâl böyleyken, sermâye ihrâcının bu ülkelerde herhangi bir refah artışı sağlayacağı iddiâsı, kapitalist mantığa bütünüyle aykırıdır. (syf: 90) Sermâye ihrâcının doğrudan siyasî sonucu, "paylaşılmış dünyânın yeniden paylaşılması"dır. (syf: 95)
Nitekim, sermâye ihrâcının artması, dev tekel birliklerinin genişlemelerine yol açmıştır. Örneğin 1907'de, Amerikan ve Alman tröstleri aralarında anlaşmışlar ve bunlardan ilki, Birleşik Devletler ile Kanada'yı alırken, Alman tröstleri ise Avusturya, Rusya, Hollanda, İsviçre, Türkiye ve Balkanları almıştır. Bunlar arasındaki mücâdeleler, dünyâyı kaçınılmaz olarak savaşlara sürüklemiştir ki, bu savaşlar bir tercih konusu değil; ekonomik bir zorunluluktur. (syf: 102)
İmdi Lenin'e göre, yirminci yüzyılın ilk on yıllık zaman dilimi içinde emperyalist güçler, 1870'lerdeki paylaşımlarının yaklaşık üç katı genişliğinde bir coğrafya üzerinde tahakküm kurmuşlar ve işgâller tamamlanmıştır. Bu genişlemedeki dengesizlik ise kendi aralarındaki savaşları daha da kızıştıracaktır. Zîrâ, "sömürgelerin büyüklüğü ve henüz hesaplanmamış zenginlikleri ele geçirme umudu, Avrupa devletlerinin göreli gücüne açıkça etki edeceğinden, sömürge sorunu -isterseniz 'emperyalizm' de diyebilirsiniz- Avrupa'daki siyasî koşulları şimdiden değiştirmiş ve gitgide daha fazla değiştirecektir." (syf: 117)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
AĞ VE SAL !
Eteğini kaldırmaktan utanan bir çocuk gibiydim o gece
Bilinmezlere yolculuk yaparken seninle tenim
Yüzünü kızarttım yalnızlığımın
Kelimeleri sansürledim ilk kez
Mavilerin içindeki yolculuk henüz başlamıştı
Bir fahişeyi satın aldığını sanan pezevenk gibi gülümsedi hayat
Mavi yolculuktu bu
Bir köpük aramaktı kendime dair
Yosun kokuyordu adam
Ellerindeki nasırlara ve derin kesiklere rağmen
Korkutmuyordu yaşlı adamın dokunuşları
Yüzündeki çizgiler yolculuğun süresini ele verir gibiydi
Sal usul usul sallanırken
Ben yaprak gibi titriyordum
Korkuyordum evet
Ruhumun örtüsünü kaldırmasından korkuyordum
Dehlizlerden korkuyordum
Hiç konuşmadı o gece adam
Ve küfretmedi kadın
Salı aydınlatan lamba neydi bilmiyorum
Tuttuğumuz yaşanmışlıkları doldurduk kovalara
Kelimeleri biledik birlikte
Bir duble ter içtik
Öz suyumu sürdüm çatlaklarına
Bir kaç saç teli bağladık oltaya ve denize attık
Düş tutmaktı dileğimiz
Adam ağlara sarıldı
Ben denize tutuldum
Rüzgar savurdu ve biz yok olduk ...
Sultan Karaahmetli
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|