Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.733

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 17 Şubat 2010 - Fincanın İçindekiler


  • HAYAT YAZAR, YAZAR HAYAT ... Suna Keleşoğlu
  • KÜÇÜK BİR KAR TANESİ ... Buket Çetin
  • İZMİR'İM ... Neşe Tekin
  • DÜŞLER ... Uğur Özgün Arslan


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : At, avrat bitti, sırada silah var!..


    Merhabalar,

    Silahlanıyoruz. İster inanın ister inanmayın, bu iktidar kolay silahlanmanın yolunu da, demokratik haklar çerçevesinde olsa gerek, açıyor. Darmadağın gündemin sisli puslu havasında Meclisten apar topar geçirilen bir yığın "Özel imtiyaz" yasasını görmüştük ama bu epeyce farklı. Bireysel silahlanmanın global ölçekte tartışıldığı ve önlemenin yollarının arandığı bir ortamda, "at avrat silah" üçlemesi ile büyümüş bu memlekette, silah ruhsatı alımını kolaylaştırmaya çalışmanın gerekçesini anlamak mümkün değil. Bu ancak, kuş beyinlilerin düşünce biçimi olsa gerektir. Belli ki, Meclis kuş beyinli vekil bozuntularından geçilmiyor. İktidarın kanun teklifi komisyondan geçmiş ve kurula inmek üzereymiş. Özetle, artık silah sahibi olmak kolaylaşıyor. Eskiden 6 kişilik kurul raporu istenirken bu sayı yeni düzenlemeyle 1 adet doktorun vereceği rapora kadar inmiş. Sabıkalılara silah verilmezken, kurulacak bir jürinin onayı ile verilebilmesi sağlanacakmış.

    Pişkinliğe bakın ki, iktidarın aç kapa vekilleri "Evet silah ruhsatı alımını kolaylaştırıyoruz, ama bir sorun neden kolaylaştırıyoruz?" diye ortalıkta salınıyorlar. Soruya cevapları daha da vahim; "Kayıtsız silahları böylece kayıt altına alacağız." Yani, elin katiline, çoluk çocuğuna, mecaraperestine, siahı üreme organı sananına, silahı kanunla vereceğiz sonra da, artık silahlar kayıt altında, bunlarla suç işlendi mi silahı ve sahibini şıp diye bulacağız diye sevineceğiz. Hay ben sizi adam yerine koyup o sıralara gönderenin ...kulağını çekeyim.

    Önerim, tecavüz suçlarını kolaylaştırıcı bir yasal düzenlemenin de derhal yapılmasıdır. Böylece, cinsel sorunları had safhaya varmış gençlerimize, sapıklarımıza, kanuni tecavüz yolu açılacak, böylece eskiden suç olan "tecavüz"ün adı şimdi "tedavi" olacak ve böylece herkes yasal olarak rahatlayacaktır. Ne demişler, tecavüz kaçınılmazsa bari zevk almaya bak. Bunların yatacak yerleri yok yahu. Haydi esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Suna Keleşoğlu

     Café Azur : Suna Keleşoğlu


      HAYAT YAZAR, YAZAR HAYAT

    Kelimeler öylece vuruyor avuçlarıma. Tesadüfen bir arada olmanın verdiği bir şaşkınlıkla hangisi başa geçeceğini şaşırmış varsayın. Aslında ipin ucu da yok ki.

    Dilin ve söylemenin yazıya dönüştükçe kalabalıklaşmasımı? Sabahtan bu yana okumadığım sayfalardan alıp veremediklerimle oturdum yazının başına. Dünyada olup biten beynimi ve kalbimi çoğalttıkça azalacak gücüm de kalmadı. İnsan yüreği de, aklı da çokluklara alışkın da olup bitenlerden şaşkınlaşmamayı öğrenemedim hala.

    Hani bir adaya koysalar da sadece internet verseler bile çoğaltıkça çoğalıyorsun. Zamana uyup zamane oluyoruz. Selsiz yağmurlarda sessiz sokaklardaki kaldırım taşlarının arasından akan sular gibi akıp duruyor aklım da, kalbim de...Öylece, ince ince bir oradan bir buradan.

    Hayat böyle yazılar yazdırıyor, o zaman yazar hayat mı oluyor? Sözcük oyunlarından ziyade içine gizleneni bulmaca benimkisi aslında. Kocaman kocaman kutular arasında sıkışıp kalmış küçük bir gazete kağıdına özensizce sarılmış bir hediye gibi verilmeyi beklerken gizlenen sözcüklerim. Söylemek istediklerim var da o yüzden uzar giderim.

    Siz unuttunuz belki, benim unutmamı fırsat bilmediler, yaşadığım ülkede düne sığdırıverdiler yine haberini Medine'nin. Toprağa gömülü bedeni diriliverdi karşımda. Rengini bilmediğim gözleriyle ürkek ürkek bakıverdi ülkem gibi bir o yana bir bu yana savrulmaktan yorulmuş gözleriyle. Toprağa karışan kokusu geldi burnuma, kan ve ölümün bile üstünden atamadığı gençliğinin taze bahar kokusu. Zaten işte belki de bu yüzden ölmüştü. Adamların ter ve sigara kokusuna karışan bahar cıvıltısı kokusu rahatsız etmişti herkesi. Hayatında adam bellediği kim varsa toprağa bulamak toprağa karıştırmak istemişlerdi çiçek kokularını. Reklamlarda saçı savrulan güzel kızların kullandığı şampunanlardan bile sürmemişti belki beyaz örtüsünün altında bahara karışmak isteyen saçlarına. O gençliğinin, genç kızlığının cezasını ölümle çekmek zorunda kalanların arasına karıştı. Toprağa diri diri girerken, vicdan bekçiliğinden uzak namus bekçilerinin kurbanı oldu. Sonra üç gün, beş gün daha ağladı kalbi olanlar. Biri dün, biri bugün unutuverdi, biri yarın biri gelecek ay unutacak. Derken anası da, derken kardaşı da, derken zaten unutmuş babası çoktan....Unutulanlar ile utandıklarımız arasında bir yerlerde belirsiz bir yerde kalacak. Medine. Bu ismi yazınca bir şehir çıkacak yıllar sonra karşımıza. Toprak zaten gençliğinin kokusunu almış olacak. Ve O yaşamışlıkla yaşamamışlık arasında bir yerlerde kalbimizin üzerine attığı çentikle toprağın altında.

    Yağan yağmurlarla kayıp giden toprakların arasından bir batıp bir çıkan ölü çocuk başları. Bu ülkenin coğrafyasına sıkışmış bir toplumsal yaranın aslında çıban kadar acı verici kanayan bir yaranın gencecik ölü kızları...Orası burası yetmiyor, ıssız bir adaya bile gitse insan, peşi sıra geliveriyor bu sessiz ölü bakışlar...O yüzden ben de bir kere daha yazayım dedim, kendi kelimelerimde karışayım onların toprağa karışan bedenlerine. Bir kere daha hatırlayayım, hatırlatayım. Bahara kavuşamayacak gencecik kokularının ardından bir damla benimkisi. Ateş düştüğü yeri yaksaydı, ki zaman zaman ölümlerine göz yuman anaları,babaları...bu noktadan sonra söylecek sözüm de kalmıyor. Yüreğim boğum boğum, dilim de sözcüklerim de kurudu avuçlarım zaten toprağın tozunu yazdı çizgilerine. Benim gücüm bu kadar, yaza yaza, çize çize, anlara anlata çoğalıp çıkaralım bu ölü bedenleri toprağın altından. Daha bahara zaman varken. Çiçek kokuları savrulurken saçlarından fotoğrafı bile olmayan yüzünden bir gülümseme belirir belki Medine'nin, gittiği uzaklardan. Kazın toprağı. Ölümleri kader çizilen kızları değil kokusu baharı çağrıştıracak çiçek tohumlarını karıştıralım toprağa kine, nefrete ve cehalete inat.

    Hayat yazdı, yazıldı hayat, aslında yazdı hayat. Ölüme inat yazı toprağın altına bir nefes üflesin hayat gelsin diye. Ama en gerçek olanı, insancası...

    SunA.K. Grasse


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Buket Çetin

     Kahveci : Buket Çetin


      KÜÇÜK BİR KAR TANESİ

    Ilık bir rüzgar esti ağacın bahara uyanan dallarında. Şöyle bir esnedi bahara yeni uyanan ağaç. Bütün dallarını, yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi. Ağır ağır açtı gözlerini gökyüzüne doğru. Güneşin parlak ışıklarında gözleri kamaştı önce, sonra dallarını hafifçe güneşe doğru siper ederek aralayıverdi gözkapaklarını. İçine kocaman bir umut yayıldı. Yüzünde, tüm iliklerinde koca bir gülüş belirdi ağacın. Ağır ağır içine doğru çekti güneşin sıcağını, güçlü ışıklarını. Etrafını inceledi sonra. Yanı başındaki otlara doğrun uzandı bakışları. Toprağın arasında debelenen, başlarını yukarıya doğru uzatmaya çalışan otların çabalarına, doğum sancılarına çevirdi gözlerini. Dağ başlarından eriyerek şırıl şırıl akan kar sularını izledi. Hepsi birbirleriyle yarış içindeydi suların. Hayat verecekleri canlıya doğru koşarak gidiyorlardı. Ve arasından süzülecekleri bir toprak yarığı arıyorlardı kendilerine. Hepsi de biliyordu ki baharda akan kar suları mutlaka bir doğa parçasının bedenine sinmeliydi usulca. Akarken doldurdukları hayat coşkusunu belki b ir otun yeşil renginde, belki bir ağacın yeni tomurcuğunda ya da bir çiçeğin kırmızısında devam ettirmeliydi. Tüm coşkusunu akıtmalıydı belki yeşil, tomurcuk ya da belki kırmızı olana. Akıtmalıydı ki yeşil öyle yeşil, kırmızı öyle canlı ve tomurcuk öyle yaşam dolu olmalıydı.

    Sonra kendi dalındaki kar tanesine takıldı gözleri, erimek üzere olan… Dalından düşmek üzere olan kar tanesine…

    "Uyuma, uyan" dedi, kar tanesi ilk geldiği gün ağacın dalına. "Uyan lütfen…" Öyle derindi ki ağacın uykusu, değil uyanmak kar tanesini fark edebilecek durumda bile değildi. Ama o gün değişik bir şey oldu. Kar tanesi ağacın dalına düşer düşmez içi ürperdi ağacın, kolunda incecik bir kar tanesi gördü. İncecik bir sızı yayıldı bedenine. Gözlerini açmaması gerekirken, ilk kez, o kış açtı… "Çok korktum" dedi, kar tanesi. "Bir okulun bahçesine doğru düşerken bir köpek geldi üzerime doğru. Ben de tıpkı diğer kar taneleri gibi toprağın üzerinde kalıp, bahar ve güneşle onu canlandırmak isterim. O köpek öyle üzerime doğru gelirken, işte şimdi her şey bitti, hayatım ne kadar da kısaymış, diye düşündüm. Hiçbir canlıya hatta kendime bile hayat veremeden belki de doğmadan öldüğümü düşündüm. Son bir adımı kalmıştı köpeğin beni ezebilmesi için. Son bir saniye kalmıştı üzerine düştüğüm ve hayat vermeye çalıştığım toprakta ölmem için. Bütün nefesimi tuttum bir an, gözlerimi kapattım, köpeğin bütün hırıltısı ve sert pençeleri başımın üstündeydi. Belki de kalbimin seslerini son kez dinliyordum ve kalbim öyle hızlı atıyordu ki sanki içimde bir saatli bomba vardı. Birazdan patlayacak ve o an her şey bitecekti. Belki son bir nefes almalıydım, son bir kez bakmalıydım belki hayata. Bir an için, gördüm, demeliydim. Gördüm… Gökyüzünden yeryüzüne doğru süzülürken bir hayat gördüm, bir bahçe gördüm, okul bahçesiydi, içinde uyuyan ağaçlar vardı, son bir zil sesi duydum, içeriye doğru koşuşan çocuklar vardı, ağaçlar uyuyordu yıllanmış gövdeleriyle ve çocukları görmüyorlardı, çocukların ayakkabıları yoktu doğru düzgün, üzerlerinde yırtık elbiseleri vardı. Saçları dolaşık kız çocukları ve ayaklarında patlak toplarıyla erkek çocukları vardı. Son bir zil sesi duydum ve çocuklar koşarak okula doğru gidiyorlardı. Son bir nefes almıştım. O anı… O anı bekliyordum. Tüm hırıltısıyla bir köpeğin son adımının altındaydım. Sonra, sonra bir şey oldu. Bir şey yerimden oynatmaya başladı beni. Aniden başımın döndüğünü hissettim. Bir an gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Tekrar gökyüzündeydim. Bir rüzgar beni kollarına aldı ve gökyüzüne doğru uçurdu. Tekrar yaşamaya başlamıştım. Sonra yine usul usul yeryüzüne doğru süzülmeye başladım. O an rüzgar: "nereye giderdin?" diye sordu, "senin elinde olsaydı, nereye giderdin?". Ne kadar zor bir soruydu bu. Neden o köpeğin pençeleri arsına düşmeden önce sormamıştı da şimdi soruyordu? O zaman sosaydı, kesin bir otun, bir toprağın, bir ağacın dalına düşür beni derdim, baharda ona can vereyim, benim verdiğimde can bulayım. Şimdi ne diyecektim? Hiçbir şey yukarıdan göründüğü gibi kolay değildi. Yere ayak basmak çok zordu. Tam tutunuyorum derken ummadığın bir şey bütün bağlarını koparabilirdi. Tam varoluyorum derken belki ebediyen yokoluyor olabilirdim. Gerçekten varolmak için benim elimde olsaydı, ben nereye giderdim? Tekrar tekrar bu soruyu sordum kendime. Ben bir küçük kar tanesiyim dedim. Küçük bir kar tanesinin elinde olsaydı tutunmak için nereye giderdi? Sonra aklıma bir şey geldi, beni, dedim, bahara kadar ve hatta bahardan sonra güç bulacağım bir yere götür! Ve öyle hızlı esmeye başladı ki rüzgar, kendimi senin kollarında buldum. Sonra bağırdım arkasından rüzgara, ama bu sadece bir ağaç. Beni bıraktığı gibi hızla dönüp giderken, uzaklardan son bir sesini duydum: "Sen sadece bekle!"

    "Uzaklardan gelen rüzgarın bu son sesiyle bekledim uzuuun uzun. Bekledim, bekledim, bekledim… İçim ürperdi birden beklerken. Sonra senin de içinin ürperdiğini hissettim. Titredin sanki, tüm gücümle bağırdım sana, uyan, uyan lütfen!"

    O kış beyaz taneleriyle her yere karlar çiselerken, küçük bir kar tanesinin "uyan" sesiyle, bir ağaç uyandı. Gözlerini açtığında dalındaki incecik kar tanesini gördü. Öyle, bir an, baktı kar tanesine; ürkek duruşuna, incecik bedenine… Bir varmış, bir yokmuş kadar kısacık ömrüne baktı. O kış, ilk kez bir ağaç, gözlerini açıp, dalındaki beyaz, küçük kar tanesinin anlattıklarını dinledi. "Hırsızım ben" dedi, sonra kar tanesi. "Kendi yaşantımı bitmek üzereyken çaldım, bir rüzgar bana emanet bir zaman verdi. Zamana senin kollarında başladım, rüzgar beni neden sana getirdi?"

    Bu son soruyla sustu kar tanesi. Ağaç, hiç konuşmadı. Her yere beyaz kar taneleri düşerken deriiiin bir sessizlik başladı.

    Aradan günler geçti, aylar geçti ve doğa yavaş yavaş bahara uyanmaya başladığında ağaç, yeniden gözlerini açtı. Ilık bir rüzgar esti ağacın bahara uyanan dallarında. Şöyle bir esnedi bahara yeni uyanan ağaç. Bütün dallarını, yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi. Ağır ağır açtı gözlerini gökyüzüne doğru. Güneşin parlak ışıklarında gözleri kamaştı önce, sonra dallarını hafifçe güneşe doğru siper ederek aralayıverdi gözkapaklarını. İçine kocaman bir umut yayıldı. Yüzünde, tüm iliklerinde koca bir gülüş belirdi ağacın. Ağır ağır içine doğru çekti güneşin sıcağını, güçlü ışıklarını. Etrafını inceledi sonra. Yanı başındaki otlara doğrun uzandı bakışları. Toprağın arasında debelenen, başlarını yukarıya doğru uzatmaya çalışan otların çabalarına, doğum sancılarına çevirdi gözlerini. Dağ başlarından eriyerek şırıl şırıl akan kar sularını izledi. Hepsi birbirleriyle yarış içindeydi suların. Hayat verecekleri canlıya doğru koşarak gidiyorlardı. Ve arasından süzülecekleri bir toprak yarığı arıyorlardı kendilerine. Hepsi de biliyordu ki baharda akan kar suları mutlaka bir doğa parçasının bedenine sinmeliydi usulca. Akarken doldurdukları hayat coşkusunu belki b ir otun yeşil renginde, belki bir ağacın yeni tomurcuğunda ya da bir çiçeğin kırmızısında devam ettirmeliydi. Tüm coşkusunu akıtmalıydı belki yeşil, tomurcuk ya da belki kırmızı olana. Akıtmalıydı ki yeşil öyle yeşil, kırmızı öyle canlı ve tomurcuk öyle yaşam dolu olmalıydı.

    Sonra kendi dalındaki kar tanesine takıldı gözleri, erimek üzere olan… Dalından düşmek üzere olan kar tanesine…

    "Gitmek istemiyorum, beni bırakma!" diye bağırdı küçük kar tanesi. Ağaç hiçbir şey söylemedi. Bir kere daha bağırdı kar tanesi: "bırakma beni, korkuyorum!". Ağaç, bir kere daha sustu. Yavaş yavaş akmakta olan gövdesine inat, çığlıklarla, bir kere daha bağırdı ağaca: "Gitmek istemiyorum, beni bırakma!". Ve kar tanesi ağacın bedeninden usul usul süzülüp giderken ağaç, bir kere daha sustu. Küçük kar tanesinin bedeni gözündeki yaşlara karışıp su oldu. Ağacın az ötesindeki bir çiçek tomurcuğunun köklerine doğru yol aldı. Aradan yine günler, haftalar geçti. Artık küçük kar tanesi bir çiçek olmuştu.

    Rüzgarın ona neden "bekle" dediğini anlamıştı. Ve ağacın ona neden sustuğunu. Rüzgar, küçük kar tanesine zamanı emanet ederken beklemesini istemişti, beklemeyi öğretense derin suskunluğuyla ağaç olmuştu. Ve şimdi kar tanesi, karlı ve karanlık bir günde bir köpeğin pençesindeki korku değil, tomurcuğuna aktığı çiçeğin yaza uyanan gövdesinde kıpkırmızı bir yaprak, yemyeşil bir beden ve tıpkı rüzgardan istediği gibi öyle güçlü bir yaşam olmuştu.

    Buket Çetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neşe Tekin


    İZMİR'İM

    Yakıcı güneşin, bitmek bilmeyen gündüzün ardından; akşam oluyor İzmir'de...
    Işıklar yandığında tüm pislikler omuzlarına simli bir şal almışçasına, kusurları bir iki parıltıyla gizleme uğraşına girişecekler.
    Aradığım bu değil!
    Birkaç saniye arayla renkli ışıklarını yakma yarışındaki mekanlar gösterişli görüntülere bürünecekler.
    Oysa gündüz, gözleri yaşlı bir adam geçiyordu bu kapının önünden, ayakları çorapsız bir çocuk yürüdü ötekinden...
    Birazdan birbirinden renkli giysili, makyajlı kadınlar, ceplerinde paralarıyla yakışıklı adamlar sokağa çıkacaklar. Oysa hiçbirinin damak zevkine hitap etmeyecek yenilen yemekler.
    Hiçbir kadın, şatafatlı yollarda yürürken; hayatta gerçekten 'o adam' için değerli olduğunu hissetmeyecek.
    Ne kadının ne de adamın aşka aç ruhu tam anlamıyla doymuş olmayacak... Belki gereğinden fazla sulanmış olacak bedenlerindeki günah tomurcuğu.
    dudaklarındaki rujun rengi kadar tutkulu olmayacak hiçbir aşk...
    Kürklerini çıkardıkları gibi, ruhlarındaki bu kabuğu kırıp atamayacaklar.
    Gözlerinin önündeki perde hiçbir zaman aralanmayacak.
    Hareketli bir müzikte kaybediverecekler kendilerini, bir kadeh şarapla unutuverecekler benliklerini.
    Birinin kollarında dans ediyor olmak ya da aynı masayı paylaşıyor olmak da onlar için pek bir şey ifade ediyor olmayacak.
    Ne mum ışığında yenilen yemeklere ne de tüm içtenlikle edilen yeminlere kıymet verirler onlar.
    İzmir'in içi parçalanır sezdirmese de kimseye. Yine de tüm cömertliğiyle ısıtmaya çalışır insanların içini. Tüm güzelliğiyle gözler önüne serer denizini, palmiyelerini...
    Ve bilinir ki; görmesini bilenler içindir gökkuşağının sekizinci rengi.
    Yalanlardan, sahteliklerden arınır mı bu şehir, günlerce yağsa yağmur?
    Sevgiye, umuda giden yol aşılır mı günlerce çalışsa ustalar?
    ... Sevmekten, sevilmekten bıkmayanlar,
    Umutsuz aşk olduğunu bile bile inadına yalın ayak cam kırıklarında yürüyebilenler,
    Herkesin siyah olduğu bir yerde beyazlığını kaybetmeyenler
    'Bir nasihattense bir musibet iyidir' diyenler
    Yok olmaktansa varlık adına direnenler
    Dost olma sanatını inşa edenler,
    susup kalmaktansa söylenecek sözü olanlar
    Dizleri kanasa da koşmaktan yana olanlar!
    Sizler olduğunuz sürece; İzmir'im genç bir kız gibi sürmeli gözleriyle gülümser hayata, cesur bir delikanlı gibi hayallerini sıralar gündoğumuna...
    Ben mi? Ben artık gidiyorum...

    Not: Daha önce BATISÖZ isimli dergide yayımlanmıştır.

    Neşe Tekin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Uğur Özgün Arslan


    DÜŞLER

    Aklın gözünü keşfettim ben. Bu yüzden, keşfimi açamıyorum kimselere. Açtığım an, anlaşılmaz oluyorum. Aklın gözünü anlatamıyorum size, ama siz de keşfedebilirsiniz. Çünkü sıkıldım ben yalnız kalmaktan. Gözlerinizin önündeki perdelerden kurtulmanızı iple çekiyorum. Ama çektiğim yalnızlık da çekilir gibi değil. Lütfen, lütfen acele edin! Aklın gözünü keşfedin! Aşık oldum mesela, aşkı bildiğim için, kaçtılar benden tüm dişilerim. Devrimci oldum mesela. Gerçek bir devrimci olduğum için, tüm sahte devrimciler kaçtılar benden. Tek yapacakları eğilmekti, bana değil. Ben yalnızca basit bir insanım o kadar. Yedi milyar pirinçten bir tekiyim. Tek başına hem de... Sanki, değirmencinin taşıdığı buğday çuvalında bir küçücük delik açılmış ve ben de düşmesi benim kaderime düşen bir buğday tanesiyim. Düştüğüm yol neresi bilmiyorum. Sanki bu yola düşen ilk taneyim. Bir taneyim ve biricik olduğunuzu keşfettim. Şimdi de yargılanıyor tüm bedenim, keşfettim diye... Keşfimi anlamak değil ki derdi bu yolun, beni yargılamak o kadar. Yaşamak değil amacı, bu yoldan geçenlerin... Yaşamı öldürmek... Keşke yaşıyor olsalar. Keşke değirmenci, beni dönüş yolunda fark etseydi. O zaman belki fark ederdi keşfini, düşürdüğü buğday tanelerini? Yoksa, aşk mıyım ben? Çünkü insanın keşfi, düşürdüğü buğday tanesi olmalı. İnsanın keşfi, gittiği yollara dönüp bir bakmak olmalı. İşte o zaman taşıdığı yükün, neden azaldığını anlayabilir. Aşk mıdır düşen yoksa? Yalvarıyorum Tanrı'ma, düşlere düşürsün diye beni. Çünkü ben bir buğday tanesi, sıkıldım; insanoğlunun körlüğünden. Gerçeklerinden... Onlara her zaman, o yaşadığı gerçekleri, hep birlikte yaratmış olduklarını söyledim. Bu ortak dertlerin de, onlara bir öğreti olduğunu söyledim. Düştüklerini söyledim. Dünya bir buğday çuvalıymışçasına, her insan bir buğdaymışçasına, dünyadan kovulduklarını söyledim. İnanmadılar bana, bir buğday tanesine kim inanır? Hele ki düşmüşse...? Ama düşlüyorum ben, düşlemeseydim eğer, çıldırırdım. Yatağında uykusuzluk ve kadınsızlık çeken bir ozan gibi, bir düşünür gibi çıldırırdım. Çıldırdığım an da, yepyeni bir dünya yaratırdım insanoğluna. Ama çılgın derlerdi sonra... Tüm hayatımı, bir çılgın olarak geçirirdim; itilirdim, kakılırdım. Sadece saldırırlardı bana, yırtıcı kuşlar arasında... Düşünüyorum da şimdi, iyi ki buğday tanesiyim. Yoksa, o kadar çılgınlığa ve ölüme karşı, bir de överlerdi beni arkamdan. Ya bir düşünür olsaydım? Zehir içerdim o zaman... Binlerce yıl ihanet edilirdi arkamdan; hem de her ölümsüz olan bana. Bu büyük adamların hataları yok, hatalar biz küçük adamlarda. Neyse ki bir buğday tanesiyim, ve hiç bir sorumluluğum yok; düşürüldüğüm çuvaldan... Değirmenci suçlu! Bak işte bir özgür kuş daha, şimdi geçti baş ucumdan. Gölgesi vurdu buğday bedenime, buğday gözüme. "Güneşimi çaldın, buğday düşmanı kuş!", iyi ki de sen kuşsun ve ben de buğday tanesi; yoksa öldürürdük birbirimizi. İnsanlara tepeden bakıyorsun sen uçan kuş, hakkın da var buna. Sen, bir yerden bir yere göçebe, ne var ne yok önünde. Dünyayı kuş bakışı görüyorsun. Ya insanlar öyle mi? Hepsi de yeryüzünde birbirini öldürmekte, tek çözümleri yıkım; onlar bakacağına tepeden, sen bakıver kuş. Sen göçerken, kendi doğanın öbür yarısına; insanlar kendi doğalarını çokça parçalıyorlar. Neyse ki düştüm yola, beni ekmeklerine un ufak yapamazlar. Beni sen yesene kuş, el sallayacağım sana. Ama sen de görmüyorsun beni. Hep şu kalın gövdeli çimen yüzünden. Birazdan yağmur yağıverir, hemen boynunu eğiverir üzerime, ısıtır beni. Benim hiç sevgilim olmadı uçan kuş, beni tek saran da bu ıslak çimen işte. Üşüyorum ben geceleri, neyse ki düş gücüm var; kaybetmedim bana verilen en büyük hazinemi! Bir insan olsaydım eğer, hele ki bir düşünür, bana:"Neden düşünüyorsun bu kadar?, diye sorarlardı. Hatta;"Neden yalnız oturuyorsun?, diye de sorarlardı; hem de farklı zamanlarda, farklı mekanlarda, aynı ete bürünerek sorarlardı. Çirkin çirkin gülerlerdi. Sen bu yalnızlığı ömür boyu da sürsen, senden yüz yıl sonra gelen, sana aynı soruyu sorardı: "Neden düşünüyorsun bu kadar?" Neyse ki bir buğday tanesiyim, ve düşünmek yerine düşlüyorum ben. Şimdi bir karga gelse, "neden düşlüyorsun bu kadar" dese, o kargaya: "Ben senin dilinle konuşmuyorum ki?",derdim. Benim gibi düşleyen buğday taneleri, başkalarının bilmediği bir dil bilirler. Herkesin içindeki iyinin dilini... Kendi başlarına kaldıklarında öğrendikleri dilleri. Başka acıları kendi acıları yaparken keşfettikleri dili. Hepimizin, tüm insanlığın ortak dilini yani. İyi ki de bir düşleyenim, yoksa kelimeler gerekecekti bana; anlatmak için kelimelerin yetmediği var oluşları. O halde tutsak değilim ben, bir buğday tanesi olmakta. Düş gücümü kullanıp, bir baykuş olabilirim pekala! Evet, şimdi gecenin kör karanlığında, bir baykuşum ben. Yine insanlar karşımda... Felsefe'nin sembolüyüm ben, onlar uyurken karanlıklarda. Bu insanlar hep bakarlar bana, hele kimileri vardır ki; benzerler bana, baykuş suratlı adamlar gördüm ben yıllarca; yine de düşünmüyorlardı. Demek ki, gerçeklik yüzde değil, derinin altındaki ruhta. Bir baykuş olarak, en çok; çocukları severim ben insanoğlunda. Tertemizdir onlar. Bu yüzden, yıldızlar ışık saçıyor zannederken insanlar, gelecekte kirlenecek çocuklara göz yaşı dökerim ben. Toprak, hemen alır haberimi. Eğer ki toprak değilse düştüğüm yer, mutlaka bir su damlası vardır yakınlarda. Su da hemen duyar sesimi ve iletir en yakın toprağa. Oradan, ateşlere yürür benim gözyaşım, yerin en derinlerine... En sıcak, en yoğun yerinde yer altının; buhar olur göklere çıkarım ben. En kısa zamanda, en kısa yoldan, en uzun mesafeleri; ben baykuşun göz yaşı kat eder; en kısa zamanda buharlaşarak... Işıktır benim göz yaşım ve yıldız olurlar. İnsanlara, bir yıldızın ışığıyla bakarım sonra; bulduğum her delikten sızarım... İnsanlarsa; yıldızları, yalnızca keyif alınan bilinmezler zannederler. Bir baykuşun gözyaşının, onları bir ışıkla çağırdığını bilmezler. Ama çocuklar; ah benim düşçülerim! Onlar hemen anlarlar; benim bir yıldız değil, baykuş gözyaşı olduğumu. Gülümserler bana, ben de onlara gülümserim. Kendini bilmiş sanan bir anne baba gelir sonra: "Uyu artık.", der, uykusunda da düşlerine devam eden çocuğa. Neyse ki bir baykuşum ben. Bir insan olsaydım eğer, kendi evladımın düş gücünü yok etmek zorunda kalacaktım. O da kendi evladına yapacaktı bu kötülüğü. İnsan olmak, kötülük gerektirir. Heraklitus da: İnsanların çoğu kötüdür, demişti benim düşlediğim, yıldız olduğum bir gecede. İnilen yolla çıkılan yolun aynı yol olduğunu bilirdi Heraklitus, çünkü düşlerdi çokça. Bir gece, beni keşfedecek diye ürperdim. Öyle dikkatli bakıyordu ki göz yaşı ışığım bir yıldıza: "İşte şimdi, bu bir yıldız değil, bir baykuşun gözyaşı, diyecek!",dedim. Demedi ama, çok yaklaştı benim sırlarıma. O, düşleyenlerin dilini bilen bir düşleyendi. Neyse ki bir buğday tanesiyim, bir baykuşum, hatta bir baykuşun göz yaşıyım ben, hatta bir yıldız... Neyse ki bir insan değilim. İnsan olsaydım eğer, düşleyenlerin dilini keşfetmem; uzun yıllar alacaktı; yalnızca bir dili öğrenmenin acısı, tüm insanlık tarihini saracaktı; neyse ki bu yaşlı çimen sarıyor beni düşlerimde... Bir gözyaşı düştü sanki üstüme, çiğ bir gözyaşı... Evet; çiğ, sıcak, tuzlu bir değirmenci gözyaşı bu; ama yeterince sıcak değil, ısıtamıyor bir buğday tanesini bile... Hayalleri büyülemek isterim ben, gerçek bir büyücü olmaktan iyidir bu. Hayalleri büyülersem eğer, her insan kendi hayaline koşar, ben de bir yaratıcı olmaktan kurtulurum. Ben yarattıkça, benden yaratmamı isteyenlerden kurtulurum. Gerçek bir büyücü olacağıma, bir yıldız olurum. Kimse de ışığıma, büyü diyemez. Işığım ben, budur benim ödevim. Şimdi bir toprak parçası olacağım, üzerime basan insanı seyredeceğim. Üzerimden geçenlerin ayak izleri olacağım. Geri dönecekler bakmak için bana, yani ayak izlerine, toprağa. Geçmişi bilecekler, böylece geleceği daha iyi bilecekler. Geçmişte, çok az düşleyen çok fazla büyücü vardı. Bunu keşfedecekler. Büyüyecekler. Genç olana, büyümesi gerektiğini söylemeyecekler; çünkü büyümek adı altında, aslında ölmelerini söylüyorlar gençlere; bir toprak olarak görüyorum gündüz gece. Gençler, uyanıyorlar, cennete hem de! Çünkü düşleyenlerin sayısı artıyor benim üzerimde yürüyen ayak izlerinde. Ben, insanın bedenini emerken, acı çekiyorum çokça. Beslediğim binbirtürlü canlı var, ve canı alınmış insan bedenine bir toprakmış gibi davranıyorlar. Çokça kırılıyor içim, ben düşleyen bir toprak olarak, insanlara düşlemeyi öğreteceğim. Geri dönüp kendilerini görecekler bende. Ayak izlerinde; kendi zamanlarının, kendi ayaklarının izlerinde... Ana dediler bana, doğuramazsam eğer, insanlık küser bana... Ben de düşleyen bir toprak olamam. Neyse ki sadece toprak değil, düşleyen bir toprağım. Yalnızca bir ana değil, düşleyen bir anayım. Platon, Diotima ile Sevgi üzerine konuşurken, dinledim onları ben. Doğurmak, yalnızca bedenle olmazdı. Zihin de doğururdu. İşte tüm zihinlerin doğurduğu bir ana olmalıyım ben; yağmur yağsın da saçayım yeni tohumumu. Bir insan olsaydım eğer, en çok aşktan kaçardım. Erkek ya da dişi, fark etmez. Kadın ile erkektir aşk, bu gerçekten kaçardım. Platon, Diotima ile sohbet ederken; felsefenin de, insanın da, filozofun da; aşk olduğunu söyler. Bu yüzden, kendimden kaçardım. Bir düşleyen olduğum gerçeğiyle yüzleşmeme az kaldı. Neyse ki yağmurum ben, yoksa yağamazdım insanlığa, toprağın en kuru anında... Düş gücü olmasaydı, bir romancının kitaplarında yağamazdım; okurun en kuru anında...Düş gücüm olmasaydı, insan bile olamazdım. Belki insan olduğumu zanneder, insanın ne olduğu sorusunu sorardım. Belki de düş gücüm verecektir cevabını, insanın ne olduğunun? İnsan olamazdım, belki bir aydın olurdum; aydınlatmayan... Belki de bir çöpçü, çöp üreten. Belki bir hekim; hasta olan; hastalığı değil, hastayı tedavi eden. Düş gücüm olsaydı eğer, sağlığı tedavi ederdim. Çöpçü değil, çöpü silen olurdum; aşık değil, aşk olurdum. Belki o zaman, aşkı arayan bir insan değil, düşleyen bir aşkın kendisi olurdum. Neden; aşkın ya da içkin gibi düşçü kelimeler var felsefede? Çünkü bana yaklaşıyor insan da, düşledikçe, aşka... Kadın ile erkektir aşk, aşk; kadın ile erkektir benim düşlerimde. Bulunmuş olandır, aranan değil. Neyse ki ben yağmur, bulutları düşlüyorum düş gücümle ve bir insan değilim. Kendini kandırmanın ağırlığını, ancak bir insan taşıyabilir; kötülüğe mahkum... Bir yağmursa yağamaz, kendini kandırırsa. Neyse ki bir buğday tanesiyim, yıldızlı bir gecede üşüyen; üzerine uzandığı topraktan bir yağmur düşleyen, bir değirmencinin ayak izi içinde; bir çimenin, üzerine vuran ışığı örttüğü... Bir insan olsaydım eğer, gerçekliği temsil etmek isteseydim, bunu da var olarak gerçekleştirmek isteseydim; bir yazman olurdum. Kafelerde pastasını yiyen, mutlu rolü yapan, kaçak, bağımlı adamları görürdüm. Onların nelerden kaçtıklarını, neden kaçtıklarını yazardım; tüm zayıflıklarını sererdim ortaya. Böylece, aç bir yazman olurdum; okuruna aç bir yazman... Mutluluğu bir tabak pastadan, bir sıcak kahveden bekleyen; sırtındaki yarıktan, yüreğindeki buğday tanesini düşürmüş adamları ve kadınları yazardım. Şöyle derdim tüketen etlere: "Pardon bayım! Aşkınızı düşürdünüz." Ya da aşk tohumu taşıyan bir kadına: "Pardon, bayan! Yüreğinizi düşürdünüz!" Neyse ki bir düşçüyüm ben. Böylece, mutluluğu; tüketmekte değil, sahip olmakta değil; içine alıp sindirmekte, daha çok sindirmekte değil; aşkta arayan insanlar düşleyebilirim. Kimse de bir düşçüyü, düşlediği için suçlayamaz. Belki bir düşünüre saldırabilir düşünmeyen, ya da bir ressama saldırabilir, tutkuyu bilmeyen; o halde, düşlerken ben aşık erkek ve kadınları, bir ressam da yüreği yerinden fırlayacakmış gibi vursun spatulasını! ; kırmızı ve yeşil... Düşçü kulaklarım: Ah! ,diyorlar aşkla...Neyse ki yemyeşil-kıpkırmızı bir çaydanlıkta bir su tanesiyim ben. Bir baykuşun yıldızından süzüldüm de düştüm ben. Şimdi, aşksızlık adındaki ateşin üzerindeyim, kıpkırmızı-yemyeşil çaydanlıkta. Milyarlarca su damlası dostum var benim; aşksızlar benim gibi, bir araya geldik ve yaktık aşk ateşini, ısınıyoruz şimdi. Bakıyorum da, yapayalnızım bu çaydanlığın içinde, bu ateşin üzerinde; ama şimdilik...: "Bekle!",diyor takım elbise giymiş bir akbaba. Bekliyorum ben de olacakları, büyük bir heyecanla; ressamın resmi de duvarda. Mutluluğun resmi bu! Abidin Dino, merhaba Çukurova! Yalnızlıktan bunalıp, en yakınımda duran dişi bir su damlasına yaklaşıyorum: "Merhaba! Acaba birleşmemiz mümkün mü? Bu aşksızlık ateş oldu, sıcaklığı geliyor uzuvlarıma, bizi yakacak da?!" Sözlerim kulaklarına gitmeden dişi damlanın; başka kaçak bir erkek damlayla bir oluyor. Böylece daha hisli yapıyor beni aşksızlık, üzerinde yandığım ateşi körüklüyor. Kulaklarım, uzaklardan bir ses işitiyor: "Banane! Sanane!" Aynı sözcükler çoğalarak yaklaşıyorlar bana: "Banane! Sanane!"... "Sanırım, onlar da hissetmeye başladılar...", diye geçiriyorum aklımdan. Yanmaya başladıklarında, bir araya geleceğiz! Yanmaya başlıyorum, beklemediğim o anda. Etrafıma bakıyorum, hislerime geç kalmış; erkek ve dişi damlalar... Kimi yalnız benim gibi, kimisi de bir arada. Ama hepimiz yanmakta... "Banane! Sanane!" seslerinin yerini, fokurdayan bir sessizlik alıyor. Neler oluyor?! Sessizliği de o sözcükler bozuyor: "Haydi hepbirlikte!", diye haykırıyorum; kendi sesime yabancı... Bir kanal açıveriyoruz ilk önce, altımızda yanan ateşin sıcaklığını; tabandan tepelere, suyun yüzeyine taşıyacak... Orada biraz soğuklanacak ve geri döneceğiz. İlk ben fırlıyorum suyun yüzeyine, peşimden gelen yangın damlalar... Soluk alır gibi alıyorum soğuğu havadan, bir demet de hava kabarcığı; içinde buz tutan...; geri dalıyorum, ateşin en yangın yerine ve kırıyorum hava kabarcığını... Tüm damlalar, kurtarıcımız olan kanala odaklanmış ve soğukluk taşıyoruz yüzeyden, yangınımıza. Suyun yüzeyine ikinci turumda, yok oluyorum! Bir hava parçacığı olarak... Artık bir su damlası değil, aşk ateşiyle yanmış, daha hafif bir hava parçacığıyım. Bir düşleyen, uçan, diğer; eski ağır su damlası, yeni hafif düş damlaları ile...

    Çoğu var saydıklarımız, yokturlar aslında. Bir görüntü kirliliğidir bu dünya, gören gözler varsa o da... Var saydığımız iki sevgili, yokturlar aslında; çünkü ete sarılan et görürüm onlarda. Oysa, birbirinden uzakta, birbirini düşleyen iki sevgili; yok gibi görünürken, varlığın kendisini taşırlar yüreklerinde. Çoğu yaşananlar, yaşanmıyordur aslında. Kafede, pasta yiyen ve kahve içen adam; bir tür sindirim yapıyor, kendi hayatını sindiriyor... Var gibi görünmekte usta. Oysa, açlığı yaşayan düşçü öğrenciler, yok gibi görünürlerken çıkarlar karşına, zihin tohumları saçarlar var oluşa, bilemezsin; nereden girdiğini hayatına. Sen kendini yaşıyorken, bir düşçünün düşünü yaşıyorsundur, onun düşünün bir parçası olarak. İşte tam da maddesin sen ve yoksun. Ruh olan, kendine madde yapmış seni ve izliyor bulutların arasında. Nice yok sayılan yaşanmışlıklar, tam da vardırlar. Özgür bir kadının geçmişini oku bakalım bu anda. Kadının balıkçı ile sohbetini gör, nasıl da aç kalmış bilgiye; senin, görüntü kirliliğinde gezinen, doyumsuz kadınların arasında... O kadının aldığı hatıra, uzun yolculuklara çıkacak; hatıra asla eskimeyecek. Halen yaşıyor yüreklerinde, bir çok düşçünün. Neyse ki bir hava parçacığı olan ben; görüntü kirliliğini var eden, buna da gerçeklik yükleyen insanoğlundan uzaklardayım. Dilerim, almaz beni bir insanoğlu, soluğuna. Dilerim, bir düşçü erkek ve bir düşçü kadın bulurum, birbirlerine sokulurlar, derin de bir nefes çekerler var oluştan. Aralarında duranı, aşkı sararlar, birbirlerini sararak... O an kapanır sırtlarındaki derin yarık, akan kanları da son bulur akmaya; işte o an, o aşk soluğuna karışmak ve kendimi bırakmak isterim aşka. Bir düşçüyüm ben. Aşık iki bedenin ruh olduğu anda, aşk parçacığı oldum ben. Gördüğüm tüm hava parçacıkları, özeniyorlar bana. Sürekli yükselmektir benim düşçü zihnimin düşü. Düşler tarlası olacak bu dünya, düşlerin birbirine karıştığı... Şimdi ben, bir aşk parçacığı olarak, yolculuğa çıkmalıyım. Henüz daha su damlası olan çiğ göz yaşlarına ateş olmalıyım. Böylece doğuracağım kendimi; yakarak aşk ateşini, aşksızlık hastalığında. Hem var edeceğim kendimi doğurarak, hem de yok edeceğim kendimi; kendi kendimi yakarak. Ey yağmur! Yıldırım gönder bana! Birbirine aşık iki bulut, bir şimşek çaksaydı eğer, bir yıldırım olabilirdim. Işığım da sesimden önce ulaşırdı yüreklere. Bir güç yüzüğü taşıyan bir çocuk olabilirdim; yüreğim de, ışığımdan önce dolardı gözlere. Neyse ki insan değilim. Bir insan olsaydım eğer; iş adamlarına: "Sizler iş adamı değil, düş adamısınız!" derdim. Kendisini yalnızca kendisinin bildiği, düşlerini yalnızca kendisinin düşlediği o iş adamına; dünyanın dört bir yanına dağılmış uğur böceklerinden söz ederdim. Sevgiyi bilen yüreklerden bahsederdim. Yalnızca düşçülerin bildiği dillere, tek bir uğurböceğinin katkısından bahsederdim. Neyse ki bir uğur böceğiyim ben. Düşlerinin peşinden koşan, yaratıcı gençlerin omuzlarına konuyorum. Bir tek gülümsemeleri yetiyor bana. Gölete gezintiye çıkmış yüksek sorumluluk sahiplerinin dizlerine konuyorum, bir tek gülümsemeleri yetiyor bana. Bir uğur böceğiyim ben, çocuklardan çocuklara uçuyorum, kalıcı değilim hiçbir bedende; çünkü ruhlardan ruhlara uçtukça, ağlarımı örüyorum. Bazen bir deniz kıyısında oluyorum, bir çocuk yaklaşıyor yanıma; beni, ölümü tatmış kardeşlerim arasında görüyor, üzülüyor. Kendince, hayatımı kurtarıyor benim, işaret parmağını eğerek önüme. Ben de, tırmanıyorum çocuğun yüreğine. Alıp beni evlerinin bahçesine götürüyor ve özgürlüğü seven bir çocuk olacak ki, toprağa beni özgürce bırakıyor. Bazen, bir çalışma odasının panosuna konuyorum. Hayatının en önemli yazışmasını yapmış bir genç, soluk soluğa oturuyor çalışma masasına. Beni görüyor, o bir tek gülümseme yetiyor bana. Neyse ki, kirli bir insan değilim. Kendini çamurdan kurtarmaya çalışan yüreklerden yüreklere konan bir uğurböceğiyim ben. Yırtık çuvaldan yola düşen buğday tanesini bir tek ben bilirim. Bir tek ben konarım çimenlerin üzerine. Ben konunca, eğilir çimen kudretime. Böylece, yıldızın ışığı ulaşır; küskün, yalnız buğday tanesine. Baykuşların yüzleri güler, bir tek ben bilirim. Şimdi bu yıldızın ışığı, bu buğday tanesine can verecek. Üzerine basılması gerekiyor bir parça daha. İşte, değirmenci de geliyor. Ayak izlerine tekrar basıver değirmenci! Bu buğday tanesi toprağa kök salmak istiyor. Şimdi beni çağıran, başka bir aşka uçmalıyım buğday taneciği, aşkı var et kök salarken toprağa... Neyse ki bir masalın kahramanıyım ben, tüm senfoni orkestrası toplanmış, hareketlerime uyum sağlamaya çalışıyor. Ben de, yarı insan, yarı midilli bir sevgi parçacığı; adımlarımı, beni izleyen çocuklara göre atıyorum. Öyle mükemmel atılmalı ki bu adımlar, evrenin sevgi müziğine ayak uydurmalı. Bebeklerin yüzlerinde gülümseme yaratmalı. Bir sinema filminin şeridi ile gelemem bir araya; ama bir sinema filminin en ruhlu parçacığı ile kendi ruhum birleşebilir bir parça. Sevgi, öyle gizli bir su işte, öyle bir ışık, sızacak yerler ve yürekler bulan. Bazen de bir kutsal kitap olduğumu düşlerim. Kitabın kağıdı olurum, matbaacının oğlunun yüreği olurum. En çok da, kutsal kitabın Sevgi öğretisi olmak isterim. En çok da şu cümlelerden bir harf olmak isterim: "Sevgi her şeye inanır. İman, umut, sevgi son bulmaz." Neyse ki bir insan değilim. İnsanlardan olsaydım eğer, hafife alırdım sevgi öğretilerini. Erdemlerin yarattığı kutsal acıları bilemezdim. Çok az düşünürdüm. Kutsal acılardan doğan kutsal kitapları raflara, tozlanmaya bırakırdım. Belki bir temizlikçi tutardım, rafların tozunu alan; benim kirlerime ise dokunmayan. Neyse ki, kutsal acılardan biriyim ben; çocuklara, erdemlerin dinlerden değil, dinlerin erdemlerden doğduğunu öğreten. Bir düşçü olmasaydım eğer, at gözlükleri ile gelirdim hayata. Büyürdüm, sorgulamazdım, karşı çıkmazdım; at gözlükleri ile dönerdim toprağa. At gözlüğü de, benden daha kalıcı olurdu. Bir düşçü olarak, ölümü değil, yaşamı seçtim ben. Hayat, insanlar için; hayatı ölmemek iken, benim gibi bir düşçü için; hayatı yaşamaktır. Doğum ile ölüm arasında, bir de yaşamın olduğunu her an hatırlamaktır. Benim sözcüklerimin eylemleri hep olumlu biter. Belki insanoğlu da bir düşçüdür ama olumsuz düşlüyordur. Belki insanoğlu hep bir aradadır, hep ortak hareket ediyordur; ama olumsuz yönde...İnsanlar, bir merdivenden aşağı inerlerken, bir düşçü, tek başına o merdivenden yukarı tırmanandır. Neyse ki bir insan değil, bir kar tanesiyim ben. Benim, çimenlerin üzerine serildiğim yerlerde; üzerime, düşçü çocuklar ayak basarlar, cennete ayak bastıklarını bilirler. Bazen bir sarkıt olurum, eski bir evin çatısına. Beni gözleyen çocuklar, bir mucize görmüş gibi olurlar. Çocukların gözleri ile görenler, mucizeler görürler bu yüzden. Büyüdükçe, tüm mucizelerin yerini, sorumluluk yalanı altına gizlenmiş, sorumsuzluklar alır...İyi ki de bir insan değilim. İnsanlardan biri olsaydım, ağustosböcekli hikayelerim alınırdı elimden; güzele dair ne varsa, bir bir terk edilişini izlerdim...Neyse ki bir ressamın kırmızı boyasıyım ben. Beni alıp, tinere batırıyor, fırçası ile okşuyor her yanımı, sonra da tuvale çarpıyor beni. İşittiğim seslerden herkes habersiz. Işıkla kurutuyor beni, bir bir gözler geçiyor önümden, kimisi görüyor ve fark ediyor beni. Kimisinin gözlerinde ışık yok, hiç bir şey görmüyorlar. Bir keresinde, bir kadının dudağına boyanmıştım ben. Bir kadın geldi ve dudaklarıyla öptü beni. Bir düşçü olmanın ödülünü aldım o gün. Kendimi gördüğüm, kırmızı odaları daha çok seviyorum. Kırmızı odaları seven bir fotoğrafçı alsın benim boyandığım tuvalleri. Bir tango akşamının kırmızı elbisesine bulaşmayı çok isterdim. Güzel bir kadının eteğinde; savrulmak, ışıkla başımın dönmesini çok isterdim. Belki sevgilisi, dans ederken bulaştırırdı beni ellerine, sonra da kadının boynunu sarardı kırmızı boyalı elleriyle. Kırmızı bir leke olurdum, kırmızı elbiseli kadının boynunda. Belki dansın sonunda, benim bulunduğum yerden öperdi adam, kadınını, emerdi beni içine. O an tatlı bir kremaya dönüşürdüm; aşk adlı mucize ile, bedenini dolaşırdım aşık adamın, merak ederdim yüreğinin derinlerini, kana karışır, bir ziyaret ederdim. Kalp de, kirli kanı ayırırken temiz olandan, benim bir düşçü olduğumu fark eder, beni ayırırdı diğerlerinden. Bir konukevi açardı benim için, aşık adamın yüreğine. Aşk, adamın yüreğinde konuk kaldığı sürece, ben de orada yaşardım. Sonsuz bir aşka konuk olurdum belki de, sonsuza dek yaşardım. Neyse ki bir düşçüyüm ve her kırmızı lekeli elbiseye, lekeli olarak bakmıyorum... Bir dansçıyım ben ve kendimi yalnızca dansa bıraktım. Ben üzerine gittikçe figürlerimin; bedenim, kimsenin bilmediği bir dille hayal gücümü genişletiyor benim. İnsanlar arasına girmemiş hayallerim var benim. Keşfetmeyi seviyorum, ikna etmek yerine. Keşiflerin birer sır keşfi olduğunu, tüm insanlığa yayıldığını biliyorum. İkna edenlerinse yalan söylediklerini... Bu yüzden, kimsenin taklit edemeyeceği bir dans yarattı bedenim, herkesten uzakta dans ederken. Bakıyorum aynada kendime, kendimi teslim ediyorum yüreğimden gelen sese. Boynumu eğiyorum, kolumu kaldırıyorum: Ah!, diyorum uçabilsem, hemen şimdi. Tanrım, duymayacak hiç kimse, uçur beni! Ayaklarımı yerden kesiyorum, dizimi kendime doğru çekiyorum, geri eğiliyor saçlarımı yerin çekimine veriyorum. Saçlarım kıskanıyor ruhumu, çekilirken yer tarafından. Bir tutam alıyorum saçımdan ve yavaşça kaldırıyorum bulutlara doğru. Diğer elimle gökyüzünü işaret ediyorum; avucum yukarıda, parmaklarım yukarıda, kutsal bir kaseye dönüşüveriyor elim. Saçlarımın, göğe tırmanan tutamı, renk değiştiriyor; önce kırmızı, sonra da yeşil. Bir sarkıta döndü şimdi de. Eriyor...Damlalar, dans salonunda, müziğin ritmine göre vuruyor parkelere. Parkeler de her damlada birer su halesi haline geliyor. Bir denizin üzerindeyim şimdi, dalgalar katılıyor bu kez müziğin ritmine. Merhaba rüzgar! Sen de gelsene! Rüzgar beni çevirmeye başlıyor, iyice geçiyorum kendimden, kendi etrafımda döndürüyor beni. Bedenim yumuşuyor, ısınıyor. Bir ateş topu olup, kül oluyorum. Rüzgar, kendi dansında savuruyor küllerimi denize... İşte bir denizci, uzaktan gördüğü ışık benim işte! Bir şehrin, denizcileri seven kadını da mumunu üfleyerek değil, elini yakarak söndürüyor, denizciler ölmesin diye. Sonradan biliyorum ki, denizcileri korumuş benim dansımın rüzgarı. Oyun Bozan dans koyuyorum adını. Benim adım da Oyun Bozan bundan sonra; neyse ki bir düşçüyüm ben... Bir düşçüyüm ben, tek başımayım. Güvensiz bir kiracının, ucuza verilmiş çatı katı denilen bir kümesinde yaşıyorum. Burada rahatça düşleyebiliyorum. Yemek yemek istemiyorum burada, su içmek istemiyorum. Yalnızca sevgi ile doymak istiyorum. Arzularım hep insanlıktan yana. Bu evin kırmızı-yeşil kapılarını seviyorum. Mavi, karton tavanını seviyorum. Yan çatıdan bir kedi miyavlıyor bana: "Beni içeri al ve sev.", anlamına geliyor bu miyav. Onu içeri alıyorum ve bir kaç adım ötedeki kapıdan dışarı salıyorum. Bir kaç dakika sonra yine geliyor cama ve miyavlıyor. Bu kez alıyorum kucağıma ve okşuyorum. Kar tanelerinin toprağı okşaması gibi... Bir büyükannenin torununun saçını okşaması gibi... Tekrar geri bırakıyorum onu kaderine, kendi mücadelesini versin diye. Onu ömür boyu okşayamayacağımı bilerek... Titreyen ellerle, yazmaya devam ediyorum. Kar yağmaya başlıyor bu kez. Çatımdan kar damlaları yatağıma düşmeye başlıyor. Uyku getiriyor dışarıdaki ses. Masmavi gökyüzünü düşlüyorum. Annemden gelen minderleri yere sererek, uykuya dalıyorum, O'nun sıcaklığını, ömür boyu sürecek sevgisini hatırlayarak, özleyerek... Düşümde bir bilim adamı oluyorum. Ateşin önüne oturmuş bir Descartes gibi düşünüyorum. Yalnızca teorinin bir işe yaramayacağını itiraf ediyorum kendime. Yalnızca, hayatın gerçeklerini kör gözlerle kabul etmek, yetmez diyorum gerçekçi olmaya. Tüm gerçeklerin ilk önce hayal kapısından geçtiğini hatırlıyorum. Bir akademisyen olarak, öğrencilerime rol yaptığımın bilincindeyim. Bir Ölü Ozanlar Derneği'nde ders vermek istiyorum, gerçek bir eğitimin yalnızca bu şekilde verilebileceğini itiraf ediyorum kendime. Kalplerine dokunmam gerektiğini itiraf ediyorum kendime. Onlara, kendilerini keşfedecekleri yollar açmam gerektiğini itiraf ediyorum. Her gün sınıfa girip, bir eğitimci rolü yaptığımı, onların da bunun farkında olduklarını itiraf ediyorum kendime. "Birbirimize rol yapıyoruz...", diyor ve düşümden uyanıyorum... Neyse ki bir iç sesim ben. Socrates'in zamanına yolculuk yapıyorum. O'nun iç sesi, daimonia'sı oluyorum. Platon'a sanılardan bahsediyorum. "Sanı'dır onlar." diyorum. "Doxa'dır. Onların sevgileri de, bilgileri de sanıdır.", diyorum. "Diyaloglarında, gerçek bilgiden bahset onlara. İdealar dünyasının gerçekliğinden... İç sesin her zamanda daima yaşayacak oluşundan bahset. Anlayabilecekleri bir dille bahset. Karşıt fikirler de olsun içlerinde. Keşfetmekle ilgili olduğundan bahset, bilginin. İçimizde bir yerlerde, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olduğundan bahset. Karşı tarafa da şu sofistleri koy. Kendini bilge zanneden bu sofistler de, daima bir antagonist/düşman olarak, biz gerçek düşünürlerin karşısında olacaklar. Bu düşmanı, iyi ile kötüyü aştığımızda, zıtlıklarla düşünmeyi bıraktığımızda, yeneceğiz. Diotima'dan bahset. O'nun sevgi üzerine basamaklarından bahset. İkna edici, retoriği seven, zengin adamların kölesi bu sofistleri, alt et. Ben, zehrimi içtiğimde; adalet, sonsuza dek kurulacaktır yeryüzüne..."

    İnsanlardan biri olsaydım eğer, bir makineci olurdum. Dünyanın en büyük, en parça-bütün makinesini yapardım. Ne kadar parça varsa sökerdim. Diğer insanların duygularını sökerdim sonra. Yürek, beni delirtir, bir deha ederdi. Yüreği sökmeye başlardım. Ne kadar kapak, kapakçık varsa... Yüreği üzen, ne kadar parça varsa, paramparça ederdim. Sonra da o tarif edilemeyen, sökülemeyen parçacığı bulurdum: Sevgi. Dünyanın en iyi makinecisi olmaktan utanır, kendimi şiirlere verirdim. Artık, çok geç olurdu benim için. Yıllarca, söktüğüm parçaları bir etmeye çalışırdım, günah çıkartır gibi... Umut isimli durakta beklerdim, Sevgi'ye giden yolda. Yolculuklara çıkardım, belki hacca bile giderdim. Yeter ki iç huzurumu bulayım... Sevgi, doğru an geldiğinde, affederdi beni. Diğer parçalarla bütünlerdi beni: O Sevgi'yi bilen yüreklerle... Cehaletimi anlar, kimselere anlatamazdım. Başka bir zamanda yaşardım artık. Şiirlerimi de yalnızca ben anlardım, günahkar şiirlerimi... Son şiirimi de şöyle yazardım: Yürek, yutkunur... Neyse ki, yürekleri söken bir insan değilim, bir düşçüyüm ben, yüreklere matematikle saldıranlardan uzak, bir uğurböceğinin kanatlarına yakın...Bir insan olsaydım, savaşlarım ve barışlarım olurdu. Değişmeyen erdemlerim, değiştiğini zannettiğim değerlerim olurdu. Bilenler ve bilmeyenler olarak bölünürdüm. Zenginler ve fakirler, iyiler ve kötüler olarak bölünürdüm. Eşitler, eşit olmayanlar, eşitlik isteyenler, benciller olarak bölünürdüm. Kaosta bir yitik olur, bir köle olurdum. Özgürleşme peşinde giden bir köle olurdum. Köleliğe giden özgür bir birey olurdum. Aşkın var olduğunu iddia eden, aşkın yok olduğunu iddia eden olarak bölünürdüm. İçsel bütünlüklerden bahsederdim, ülkelerden ülkelere koşardım, dünyayı değiştireceğim sanısıyla... İçten kitaplar yazar, her kalbe ulaşmaya çalışırdım. Benim bölünmüşlüğüm, dünyayı bölmekten öte geçmezdi. Farkındalık sandığım, unutmuşluğumla eşdeğer olurdu. Yaşayanlar ve ölüler olarak bölerdim insanlığı. Bu benim bölünmüşlüğüm olurdu. Çünkü bir noktada hata yapardım: Düşçü olduğumu unutmakta... Olumlu olanlar ve olumsuz olanlar olarak bölünürdüm. Yüzü gülenler, somurtganlar, bir gruba ait olanlar ve hiçbir gruba ait olmayanlar olarak bölerdim kendimi. Neyse ki bir düşçüyüm ve Hegel'in satırlarındaki donmuş bir mürekkebim ben; "Hepimizde ben olan bir biz, hepimizde biz olan bir ben.", diye yazan. Neyse ki bu satırların sonuna; donmaya, düşe, sonsuzluğa bırakılmış bir noktayım ben. Diğer noktalarla iletişim kuran... Marx'ın noktalarına ziyarette bulunan: "Bir gün, başka ellerle dokunacağız, başka gözlerle göreceğiz..."... Kutsal kitaplara zıplayan: " Bir gün peygamberlikler kalkacak, o zaman; bildiğim gibi bileceğim... Dağları yerlerinden oynatacak gücüm olsa; ama Sevgi'm olmasa, bir hiçlik olmaktan öte gidemem..." Bir denizde Yunus'um ben ve bir ben var bizde..

    Uğur Özgün Arslan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


     


     Tadımlık Şiirler


    BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ

    Şimdi
    utançtır tanelenen
    sarışın çocukların başaklarında.

    Ovadan
    gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
    çeviriyor o küçücük güneşimizi.

    Taşarak evlerden taraçalardan
    gelip sesime yerleşiyor.

    Sesimin esnek baldıranı
    sesimin alaca baldıranı.

    Ve kuşlara doğru
    fildişi: rüzgarın tavrı.
    Dağ: güneş iskeleti.

    Tahta heykeller arasında
    denizin yavrusu kocaman.

    Kan görüyorum taş görüyorum
    bütün heykeller arasında
    karabasan ılık acemi
    - uykusuzluğun sütlü inciri -
    kovanlara sızmıyor.

    Annem çok küçükken öldü
    beni öp, sonra doğur beni.

    Cemal SÜREYA

    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Sensizlik - Candan Erçetin









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100217.asp
    ISSN: 1303-8923
    17 Şubat 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com