|
|
|
Editör'den : Bakırköy'den sevgilerle!.. |
Merhabalar,
Aklı başında birşeyler yazayım diyorum ama olmuyor, olamıyor. Aslında şu beyin hoplatan, dudak uçuklatan, parmak çıtlatan gündem olmasa, yazmak istediğim tek şey var; o da futbol. Avrupa'da neden hüsrana uğradık? Annemizin ligine döndüğümüzde ne olacak? gibi son derece akıl dolu, entellektüel tartışmalar yapmak istiyorum artık. Paşa paşa haber dinlemekten, Beşiktaş, Silivri, Hasdal arası emeklemekten bıktım. Son duyuma göre kırkdokuzda onüç tutuklama, yedi salıverme, üç Metris, beş Hasdal, üç dört yıldızlı, bir üç yıldızlı, üç tek yıldızlı, dokuz muvazzaf, yirmidört emekli, iki kilo ıspanak, sekiz litre kuşkonmaz şırası varmış. Hepsini toplasan bir hükümet, bir cumhur, bir genelkurmay başkanı olur mu? Olmazsa, dün üç saat birlikte ne kaynattılar acep? Anayasa çerçevesinde halledeceklerdi de LCD dijital çerçeveye USB memory stick sokacak deliği neden aradılar? Peki, planlayanlar salıverilirken, emir subayları neden minibüslere doldurulup Hasdal'a götürüldüler? Yoksa oraya metrobüs hâlâ konmadı mı? Tarkan mı? O da mı? Kokain mi? Uyuşmadan şarkı söylenmiyor mu? Biz uyuştuk, artık şarkıcı mıyız? Hah, işte olanlar oldu, yedim kafayı, beni de benzettiler kendilerine. Kafasına çuval geçirilmiş özel kuvvet mensubundan ne eksiğim kaldı? Ben kimim, neredeyim, burası neresi? Yoksa burası orası mı? Orasına Türkiye mi deniyor bundan böyle? İki orta bi sade hadi bana müsaade...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KIRLANGIÇLAR -2 |
|
Amca beni terslese de ben yine onları geriden geriden takip ederek Fatsa Garajından Kumru Minibüsüne bindim. Ama biz bindik diye minibüs elbette hemen gaza basmadı. Bütün koltukları doluncaya kadar bekledi. Minibüsün içi bir süre sonra fırın gibi oldu. Minibüsün sürücüsüne ne zaman kalkacağını sormak gibi bir gaflette bulundum. Hay sormaz olaydım. Yeni yetme şoför "Boş mu gidelim abi? Dolunca gideriz" diye beni tersledi. Şans mı yani bu şimdi? On dakika içinde üst üste iki fırça yemiş oldum. Karadeniz insanın ters olduğunu bilirdim ama bu kadarı da fazlaydı. Sineye çekmekten başka çarem yoktu. Lafı yiyip oturduk kıçımızın üstüne. Fatsa çayına bakarak bir sigara yaktım. Efkârımı dağıtmaya çalıştım.
Fatsa beni yakalayan ters insanlara rağmen cıvıl cıvıl bir yaz yaşıyordu. İncirler morarmaya başlamıştı: Sahilde deniz manzarasının tadını gölgede keyif çatarak çıkaranların yanında yüzen gençler de vardı. Çarşı önünde değil ama şehrin girişindeki bütün kaldırımlar, boş bulunan bütün beton zeminlere fındık serilmişti. İnsanların bazıları koruk fındıkları seçiyor veya yağmurlar bastırmadan kocaman ağaç tırmıklarla serilmiş fındıkları karıştırıyordu.
Minibüsün dolması bir saten fazla sürdü. Bana diklenen yeni yetme şoför bu kez yanıma kadar gelerek gayet efendice "Haydi gidiyoruz abi, geç yerine otur," dedi. Yolumuz Fatsa'nın batısından denize dökülen dere kıyısından yukarılara doğru ilerlemeye başladı. Dere bir kayboldu bir göründü. Dere boyundaki yaykın ağaçları ve fındık bahçeleri derin gürgen ormanlarına dönüşmeden köprüler geçtik. Derin oyuklarıyla köstebek tarlasına dönmüş yolda sallana, çalkalana ilerledik. Yolculuk bir saate yakın sürdü. Dar bir köprüden kıvrılınca Kumru'nun ilk sokaklarıyla buluştuk. Kumru ilçeden çok küçük bir kasabaydı. Minibüsün durduğu yerde birkaç yüksek bina vardı. Ve bayram yeri kadar kalabalık bir pazar… Pazardan çıkıp dar sokaklarda kaybolan insanların çoğunun sırtında un, salçalık biber dolu çuvallar veya kocaman Pazar çantaları vardı. Hiç kimse birkaç kilogram sebze veya meyve almıyor olmalıydı. Daha sonra Kumru ve Tekkiraz pazarında bu insan manzaralarıyla onlarca kez yeniden karşılaşacaktım. Çünkü buradaki köylerin çoğunda bakkal yoktu. Ve evler komşudan bir bardak şeker istenemeyecek kadar uzaktı.
Kumru'ya inince ilk karşılaştığım insanlardan bir kaçına (özellikle erkeklere) "Meydan Köyü'nün minibüsleri nerden kalkıyor?" diye sordum. İçlerinden birisi benimle ilgilenmeyi seçti. Adam hiçbir şey söylemedi. Sadece "Sen öğretmen misin?" dedi. "Evet," deyince "Gel benimle," dedi ve yürüdü. Hoş geldin demedi. Kimsin diye sormadı. Hatta beni adam yerine bile koymadı. Sanki küçük bir çocuktum. Utanmasa elimden tutup beni öyle götürecekti. Bir ara galiba ben başka bir ülkeye geldim diye düşünmeden edemedim. Benden yirmi yaş kadar büyük bu adam beni bir demirci dükkânına götürdü. Yüksel, bu sizin köyün öğretmeniymiş. Minibüs gelince arkadaşı bindiriver."dedi ve geldiğimiz sokağa doğru gerisin geriye gözden kaybolup gitti. Demirci Yüksel örsün üzerinde kıpkırmızı kor olmuş demir bir kazmayı kan der içinde çekişle dövüyordu. İşine ara verip "Hocam hoş geldin," dedi ve halimi hatırımı sordu. Bana bir çay söyledi. Birkaç dakikalık aradan sonra yeniden ateşe koyduğu kazmayı alıp dövmeye başladı.
Yüksel'in demirci dükkânında birkaç saat bekledim. Birkaç çay içtim. Sağ olsun "Hocam aç mısın?" diye de sordu. Karnım açtı ama misafir adam açım diyebilir mi? Minibüsün ne zaman geleceğini bilsem, kaçıracağım ve burada kalacağım korkusu yaşamasam bir bahane bulup sıvışacak ve karnımı doyuracaktım ama yapamadım. Çünkü artık gün akşama dönüyordu ve Ordu'da yediğim köfte ekmeğin midemde kırıntısı bile kalmamıştı. Bekledim, zaten başka çarem de yoktu. Bir minibüs geldi. Demirci Yüksel "Hocam gidiyorsun," dedi. Ve iki dakikada araba tıka basa doldu. Yolcudan çok çuval ve torba vardı. Minibüsün tepesindeki bagaja sobalar ve çuvallar yerleştirildikten sonra yola çıktık. Toprak bir yolda ilerliyorduk. Yaz olmasına rağmen yer yer çamurlardan geçiyorduk. Araba azıcık kayıyor ama yeniden teker izine giriyordu ve yolcular buna hiç aldırmıyordu. On dakika sonra minibüsün içindeki hava solunmayacak kadar ağırlaştı ve herkes terlemeye başladı. Köy neredeydi ve bu yolculuk ne zaman bitecekti? Bunu kestirmeye çalışırken sürekli yüksek ağaçlarla gölgelenen yol çabucak akşamın karanlığında kayboluverdi.
Karalık çökünce ilk kez panikledim. Bütün yol boyunca gördüğüm evlerin sayısı bir elin parmaklarını zor geçerdi. Hiç alıştığımız şekilde bir köy görüntüsü ile karşılaşamadım. Yanımda oturan ve adının daha sonra Mevlit olduğunu öğrendiğim benden on yaş büyük bir abiyle sohbet ediyorduk. Sohbet "Kimim, neciyim nereliyim, evli miyim, çocuklarım var mı?" çerçevesinde sürüyordu. Ona "Meydan Köyü'nde Köy odası var mı?" diye sordum. Bu soru yüzünden sonra tam yedi sene benimle alay etti. "Hoca köyde otel var mı diye bana sordu?" diyordu. Hem de kahkahalarla gülerek.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Bir Tutam Lise Günleri - 5 |
|
Çok uzun zaman önceydi. Lisede daktilo derslerim vardı. Ticaret liselerinde daktilo dersi hala var mı merak ediyorum. Çünkü daha bizim zamanımızda daktilolarımız ve çok zor temin edilen sarı sayfalı kitaplarımız oldukça eskiydi. Bu dersten hafızamda kalan tek şey, iki elimizin parmaklarını daktilonun orta tuşlarına soldan sağa yerleştirdiğimizde hızlıca yazabildiğimiz şu sözcüktü: "AKÜTEKAMİLUYŞ". Bu anlamsız sözcük, ilk zamanlarda bize çok zor geliyordu, hızlı ve hatasız yazabilmek için hepimizin parmakları sert daktilo tuşlarında harap olurdu. "Çat çat" "pat pat" dersin sonunda kulağımızda çınlayan ve beynimizin bütün hücrelerini titreten bu sesle sarhoş gibi teneffüse çıkardık. Sınavlarımıza gelince, dakikalarla yarışırdık ve önümüze konulan bir paragrafı hızlı ve yanlışsız yazmamız gerekirdi. İlk önce ikinci kattaki sınıfımın tam karşısında olan daktilo dersliği daha sonraları okulun en alt katındaki karanlık sınıflardan birine taşınmıştı. Okulun bodrum katı olan bu yerde küçük bir kantin, kullanılmadığı tozlu raflarından belli olan kütüphane ve öğrenci tuvaletleri vardı. Koskocaman koridorda başka odaların kapıları da vardı ama bunlar daima kilitli olurdu. Okulun gizemli görünen ve ışıkları yarı açık olan bu koridordaki sınıfımız, bana çok kasvetli gelirdi. Sınıfın küçük camlarından okulun ön bahçesi görünüyordu ama demir parmaklıklar bu sınıfı adeta bir hücreye çeviriyordu. Solgun yanan flüoresan lambaları bazen daktilo seslerinin tıkırtılarına ayak uydurmak ister gibi tavandan bize göz kırpıyordu. Sınıf eskiydi, perdeler eskiydi, kara tahta, masalar ve üzerlerindeki daktilolar, hatta yerdeki tahtalar bile eskiydi. Derslerde yaptığımız bütün daktilo çalışmaları kartondan pembe dosyalarda toplanırdı, bu dosyaların dağıtımında ben görevliydim. Sınıfın küçük olmasıyla masaların arasındaki dar alanda dosya dağıtırken bir daktiloyu devirmekten hep korkardım. Olacağı varmış ya korktuğum da başıma gelmişti. Bir gün, parmak uçlarımda adeta dans eder gibi sıraların arasında dolaşırken şişman bir kız arkadaşımla çarpıştık. İkimizin çarpışması çok da hızlı olmamıştı ama yanımızda bulunan daktilo masasının ayağı tahta zemindeki kara çukurlardan birine girmiş, masa dengesini kaybedince daktilo yere düşüvermişti. Bir iki saniye süren bu can sıkıcı durumun sonucu ise daha da bir can sıkıcı olmuştu. Arkadaşımla ben ilk önce birbirimize bakmıştık, sonra yerdeki daktiloya, sonra da tam o anda derse giren öğretmene. Şimdi suç kimdeydi? Ben mi, kalıbına bakmadan dar alanda dolaşıp çarpışmayı kolaylaştıran arkadaşım mı, sınıfın küçük olması ile sıraların arasındaki darlık mı, yoksa masa ayağının girdiği tahta yer döşemesindeki kara delik miydi? Ben daima o kara deliği suçlamıştım ama o anda düşüncemizin pek de önemi yoktu, çünkü iki arkadaş şuna hazırdık: okulun katı disiplininden dolayı sayın müdirenin önünde gerekli açıklamayı yapacaktık ve onun olur olmaz bağırmalarına karşı önünde bir böcek gibi küçülerek bize zorla yapıştırdıkları suçluluk duygusuyla ağlayacaktık. Aynen düşündüğüm gibi de olmuştu; sevgili daktilo öğretmenimiz, kara deliği görmezden gelerek bizi suçlamış, müdireye hesap vermemiz için bizi onun odasına götürmüştü. Oysa biz ne kadar da masumduk? Haksız yere suçlanmak, beni zaten gönülsüzce geldiğim bu okula karşı daha çok soğutmuştu. Okulun eski olmasından dolayı başımıza gelen bu kazayı sevgili arkadaşımla günlerce konuşmuştuk ve biliyorduk ki biz suçlu değildik. Bizden talep edilen daktilo tamirat bedelini de kesinlikle ödememiştik. Zaten bir kez istemişler vermediğimizde de üstünde durmamışlardı.
Sınıfın az sayıdaki çalışkanlardan biri olan bu arkadaşımla muhabbetimiz böylece daha da fazlalaşmıştı. Akıllıydı, etrafını güldürecek kadar sempatikti, iyi niyetliydi. Ama bir inatçılığı vardı ki sınavlarda hiç kimseye kopya vermezdi. Aslında haklıydı da çünkü o gece gündüz derslerini çalışıp sınavlarına hazırlanıyordu ama kopya isteyen, haylazlık yaparak vakit geçirmiş tembel öğrenciler bilgiyi hazıra bekliyordu. Üstelik onu sınav esnasında tehlikeye atıyorlardı. Bence de bu durum haksızlıktı. Sınıf arkadaşlarımız onu bu özelliği ile tanımışlardı ve bencil olduğunu söyleyip onu hor görüyorlardı. Ben görmüyordum çünkü böyle çıkarcı düşüncelerim yoktu, onunla sohbet etmeyi seviyordum. Göçmen mi Karadenizli mi olduğunu hatırlamıyorum ama pamuk gibi beyaz bir teni ve masmavi gözleri vardı. Sınıfın tek beyaz öğrencisiydi. Güzel çehresinin altında dolgun bir gıdısı vardı, tabii bu şişmanlığından kaynaklanıyordu. Öyle şişmandı ki boydan biraz kurtarsa da bir bayanda aranacak şekilden yoksun, bira fıçısı gibi yusyuvarlaktı. Bazen vücudunun kontrolünü kaybedebiliyordu. Mesela bir gün birlikte otobüs durağına gidiyorduk. Nadir geçen otobüsümüzü kaçırmamak için de arkamıza sık sık bakarak otobüsün gelip gelmediğini kontrol ediyorduk. Sohbete dalmışken birdenbire otobüsümüzün yanımızdan geçmekte olduğunu gördük. Yetişmek için koşmaya başlamıştık ki nasıl olduğunu anlayamadan ilk önce arkadaşımın elindeki kitaplar öne doğru fırladı ve yere dağıldı, sonra da arkadaşım koca gövdesiyle yere yuvarlandı. Arkadaşımı işte o zaman karada çırpınan bordo ceketli bir balina gibi gördüm. Bu görüntünün karşısında o kadar şaşkın kalmıştım ki gülsem miydim, ona yardım etsem miydim, yoksa otobüsün peşine düşsem miydim bilemedim? Tabii onun can sıkıntılı yüz ifadesini görünce kendimi tuttum, boğazımdaki kahkahaları zorla beklettim. Canı sıkıldığı belliydi, komik olan bu durumu sırf kendi gururu yüzünden ciddiye almıştı ve benim gülmemem için bana sert bir şekilde bakmıştı. Sanki düşmesine sebep olan benmişim gibi… Aldırış etmemiştim. Kitaplarını toplamasına yardım ettim ve ikimiz de otobüse zar zor binebildik. Otobüste belki yumuşar, boğazımda beklettiğim kahkahaları özgür bırakarak birlikte güleriz demiştim ama o nedense ciddiyetini hiç bozmamıştı. Kafasından neler geçtiğini tahmin edememiştim ama şunu biliyordum ki bu kız hayata ciddi bakanlardandı. Okulumuzun bankacılık bölümünden mezun olduktan sonra staj yaptığı bankada çalışmaya devam etmişti. Bir yıl sonra arkadaşlarla buluştuğumuzda o da gelmişti ve inanılmaz bir şekilde zayıfladığını görmüştüm. Çünkü nişanlanmıştı ve gelinlik giymesi için kilo vermek istemişti, başarmıştı da. Onu bu iradesinden dolayı tebrik etmiştim. Bir başka değişiklik de renkli çiçekli tesettürlere bürünmüştü, tabii banka kapısının önünde çıkarmak mecburiyetindeydi. Takdir edilecek başka bir yanı vardı, reklamlardaki sloganı uygulamıştı: "Çocuk da yaparım kariyer de!" Şimdi iletişimimiz olmasa da onun ikinci çocuğunu doğurduğunu ve hala aynı bankada çalıştığını biliyorum. Ne kadar üzücüdür ki hayat ağacımın yapraklarından biri olarak o da dallarımdan koptu. İtiraf etmeliyim aslında onu ben kopardım; çünkü bir arkadaşıma gönderdiği mailde şahsıma yazmış olduğu yargılayıcı sözlerini tesadüfen gördüm ve bu beni rahatsız etti. Ona karşı hiçbir şey yapmamış olduğum halde, bahsi geçen konunun dışında olarak tarafsız olması gerektiği yerde, yorum yapmasıyla, akıllı bildiğim ve her zaman başkalarına güzel örnek verdiğim arkadaşımın pek akıllı olmadığını anladım. Haksızlıklara dayanamadığım için de onun yolunu açık ettim. Şu "iyilik yap kötülük bul" sonuçlu arkadaşlık meselelerinde aklıma hep bir söz geliyor:
"En iyi arkadaşlar hayvanlardır; ne soru sorarlar, ne de kusur ve kabahat bulurlar."
GEORGE ELIOT
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Reklamlar - Aklını alırım.. Ama taksitle... |
|
Bilirsiniz, pek severim reklamları. Özellikle; ekonomik göstergelerin hiç de iyi olmadığı günlerde, insanların tüketim hevesini iyiden iyiye körükleyen bir reklam var. Ömür boyu taksit ödeme süreciyle geçecek bir kıyamete doğru gidiyoruz pupa yelken. Hangi alamete bindiğimizi söyleyen birileri olsa bari ..!
Daaaa, daaa, da ..!
Ödemeyi nasıl yapacaksınız ?
Taksitle lütfen...
Bi yanlışlık oldu herhalde Aslıhan Hanım.. Bu bildiğiniz klasik kart...
Ama... O bildiklerinizden değil... Ne marifetler var onda...
Ama, Aslıdan Hanım, buna taksit olmaz ki ..!
Ama... Buna olur.. Hesapta para yoksa bile olur...
Aslıhan Hanım...
Ama.. Aslıhan değil, Asudan...
Ama...
Ama... Olmaz ama.. "Ama" benim lafım...
Aaa, ama siz de hiç konuşturmuyorsunuz yani Sayın Kroşe Hanım... Yok, Sayın Aparküt Hanım... Neydi ya ? "Ohaaa" yaaa ..!
Durun ..!
Daaaa, daaa, da ..!
"Ohaaa" olmaz ..! O benim lafım...
Ama doğru...
"Tühhh" olsun o zaman ..!
"Tühhh" de olmaz ..! O da benim lafım...
"Yuhhh" desem...
O da olmaz... O da benim...
Aaaa, delirttiniz beni be ..! Delirttiniz...
Daaaa, daaa, da ..!
Eee, bu numaraları bilmemekle deli olmak lazım... Dünyanın hem iştahını kabartan, hem de kafa karıştıran ilk şeyini şeyttiğimin şeysi ..!
Daaaa, daaa, da ..!
Şşşşt ..! Aklını alırım.. Ama taksitle...
Daaaa, daaa, da ..!
Olmadı, burnunuzdan fitil fitil getireceğiz...
Daaaa, daaa, da ..!
Hiç merak buyurmayınız...
Daaaa, daaa, da ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu 2012'de 4C'liyiz hepimiz! |
|
Bazıları için Tekel direnişi artık kabak tadı vermiş!... Ne yapalım yani, artık oradalarsa oradalarmış, zaten hepimiz işsizmişiz, hem onlar bizden daha fazla kazanıyormuş, zaten cebimizde para yokmuş gibi yorumlar kulaklara çalınmakta. Birçok insan istiyorlar ki biat etsinler. Otobüste, vapurda bunları söyleyen insanlar var, duyuyorum...
Ama bunları söyleyenler farkında değil galiba, çok yakında küresel sermayenin bastırmasıyla, 2012'de geçerli olacak bir Basel III sözleşmesi geliyor!... Basel'le birlikte bir dizi yasa hayata geçecek. Bugün Tekel işçilerinin yüzyüze kaldığı duruma benzer ama bu defa herkesi kapsayacak ve çoğumuz 4C'li olacak. Yani sendikal hakkı olmayan, her an işinden atılmakla yüzyüze, ne denirse, ne verilirse kabul etmek zorunda olan, beti benzi atmış insan toplulukları olacağız.
Basel III, beraberinde serbest iş gücü dolaşımını getirecek. Birçoklarının zaten çok zor bulduğu işini elinden alacak yabancılar ortalığa dökülebilir. Okul diploması, uluslararası düzeyde kabul görmeyen milletler köle olabilir. Dünyanın bir başka ülkesindeki işsiz, Türkiye'de badanacı, burada iş bulamayınca "kapağı ABD'ye atan" Türk mühendis de orada park temizlikçisi olabilir. Tabii o da işi bir Haitili ya da Kolombiyalıya kaptırmazsa!...
Nasıl ama?... Vahşi, acımasız, son derece katı rekabetçi, insanları çıkarları için birbirine boğazlatacak kadar yozlaştıran Kapitalizm'e göre bir yaklaşım değil mi? Aynı işi daha ucuza yapan her kim olursa olsun o işi kapabilecek. Yani birçok iş kolu için "ucuzluk" temel kriter olacak, e bu da beraberinde "ucuz" iş kalitesini ve zaten bir çok ülkede hayata geçmiş olan "modern kölelik" sistemini getirecek. Mutsuz köleler, insan toplulukları dolduracak ortalığı. İş bulduğu için birilerine şükredecek insanlar, sorgulamak ise zaten imkansız olacak. İlk bakışta "birileri için" bu rekabetçilik, kulağa hoş gelse de, bundan kim kazanç sağlar sizce? Cevap hazır!... Sadece ve sadece Küresel Sermaye!
Zaten azalan iş alanlarını, çalışanları birbirine kırdırarak, daha ucuza iş gücü yaratmaya çalışan küresel sermayenin bir ürünüdür bu cin fikirler. Günümüzdeki Tekel işçilerinin öncülük ettiği sorun, aslında yakında bizi neler beklediğinin birer habercisi gibi.
O yüzden gözleri açıp neler olduğunun farkına vararak, Tekel direnişinin aslında neyi temsil ettiğini, neye öncülük ettiğini iyi okuma zamanıdır!
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
BÜYÜK HÜNER
İnsanları sevmek kolay değil,
bir hürriyet bu
çetindir memleketimde.
Ben ille varım dersen
bir gün pusuya düşersen,
insanları sevmek
büyük hüner.
Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl,
gerçekten, güzellikten, yiğitlikten
payına düşeni alabilmişsen,
vermişsen payına düşeni
gerçek için, güzellik için,
korkusuz direnirsin.
Bilirsin,
bir kere korku düşerse adamın içine,
bir kere koparsa sevdiklerinden,
mümkünü yok
gitti gider.
Söner gözlerinde güzelim ışık
kararır, çirkinleşir yüzü
önceleri utanır belki
sonra vızgelir
umurumda olmaz dünya.
İnsanları sevmek büyük hüner
insanlarla beraber.
Arif DAMAR
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|