|
|
|
Editör'den : Nankörlere inat, gidin mutlaka!.. |
İyi haftalar,
Veda'daydık Cumartesi günü çocuklarla. Recep İvedik'in ilk üç gün kartelasında yer almayı ben istemedim, Yahşi Batı'ya da onlar bizi almadılar ama "Veda"daydım Cumartesi günü çocuklarla. İlk olmasa bile ikinci günü çetelesine girmek istedim. Yer bulamam kaygısıyla bir gün önceden aldım biletleri ama yanılmışım. Yarısı boştu salonun. Bu, öyle yarısı dolu diye sevinilecek bir durum değil. Aksine yarısı boş diye üzülmeli dedim, üzüldüm. "Mustafa"nın ardından yapılan çoğu haksız eleştirilerin etkisiyle mi, yoksa "milli irade" diye kısmi çokluğun peşine düşen nankörlerin propandasıyla mı bilmem, beklenen ilgi yoktu filme.
Atatürk filmleri için kapıyı aralayan "Mustafa" dan sonra, farklı, özenilmiş, çok çalışılmış, iyi oynanmış, başarılı bir film "Veda". Livaneli'nin, o kendine özgü, şiirsel anlatım diliyle kotardığı, detayları özenli güzel bir film olmuş "Veda".
Atatürk için yapılan bu iki film de aslında bir gerçeği gözler önüne serdi. Atatürk'ün 57 yıllık yaşamını, belgesel de olsa, bir anı film de olsa 2 saatlik bir filme sıkıştırmanın olanaksızlığı çıktı ortaya. Bir tarafının mutlaka eksik kalması kaçınılmaz. O nedenle Atatürk filmlerinden büyük beklentisi olanların hayal kırıklığına uğramaması da oldukça zor. Herşeye rağmen, "Veda"nın mutlaka izlenmesi, bundan sonra yapılacaklara yolu açık tutması açısından çok önemli. Bugün değilse yarın, olmadı hafta sonu mutlaka gidin ailecek. Kaçırmayın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
YOLGEÇEN HANI: İSTANBUL
Yağmurlu bir günde İstanbul'da bir yere ulaşabilmek zafer sarhoşluğu yaratır insanda.
Şanslıysanız taksi bulursunuz. Daha da şanslıysanız ıslanmadan bir taksi bulursunuz, çok şanslıysanız söylenmeyen, çok konuşmayan ve trafik kurallarından haberdar bir taksiciye denk gelirsiniz. -Hemen bir piyangocu bulun, büyük ikramiye sizin olacak.- Şans düzeyi normal sınırlar içinde kalan sıradan bir İstanbul yaşayanı iseniz randevunuza geç kalabileceğinizi düşünerek yürümeye başlarsınız. Milyonlarca lira sayılıp Çin'den getirtilen kaldırım taşlarına basa basa ilerlersiniz. -Bastığınız yerleri toprak diyerek geçmeyin, tanıyın. Bu taşların en önemli özelliği, aralarında biriken suyu, üzerine bastığınızda daha tazyikli bir şekilde fırlatıp diz kapağınızın üstündeki bölgelere kadar ulaştırabilmesidir. Neo klasik taş döşeme sanatında kullanılan temel unsurlardır.- Çoğunlukla Jack Nicholsan tarzı seke seke yürüdüğünüz bu yollarda sadece paçalarınız ıslanmaz. Biraz daha zorlayıp hızlı yürürseniz, yüzünüz bile sudan nasibini alabilir. Peki, suyun tek kaynağı "taş araları" mıdır? Elbette hayır. Taksi geçer mi diye yol kenarında beklersiniz mesala. Kapatılsa da bir şekilde tekrar açılan çukurlarda birikmiş sular, son model bir jipin lastikleri ile buluşma anını bedeninizde kutlamakta sakınca görmezler. "Sudan çıkmış balık olmak" lafının boşa edilmediğini anladığınız o anda hala sinirlenmediyseniz İstanbul sizi yoldan çıkarmayı başaramamış demektir.
Kem şemsiyelerden korunup gözünüz çıkmadan, kafanız kuru ama dizinizden aşağısı sırılsıklam - altı kaval üstü şişhane durumu olarak da nitelendirmek mümkün- bir şekilde randevu mekanına varabildiyseniz, en az William Wallace kadar "savaş kahramanı" hissedersiniz kendinizi.
Eve varmadan önce kısa bir süre için bile olsa kapalı ve sıcak bir ortamda kahve içebilmek İstanbul'da yaşayanlar için uzun yolda verilmiş bir mola gibidir, gerginliğe yelken açmaya başladıysanız, rahatlarsınız.
Mola dediğiniz 15 dakika bilemediniz yarım saat sürer. İstanbul'da ve mesai bitiminde verilmesi sebebiyle, olsun olsun hadi bir saat olsun. Yetmez mi, tamam 1,5 yapalım. "İyi oldu; hem kurudum, hem de trafikten kurtuldum.", diyorsanız yanıldığınızı anlamak için binadan çıkmanız yeterli olacaktır. Çabuk olun, hızlı düşünün. O da yetmez hemen karar verin. Acil eylem planı B ye geçin. "Karşı yol tıkalı. Şişli'ye geri dönmek mantıksız, Taksim'den devam etmeli." Bu 21. Yüzyıl kentinde bedeniniz ve zihniniz 7 x 24 saat açık olmalıdır. Şanslıysanız bir kez daha ıslanmaya fırsat kalmadan bir taksi bulursunuz, "durak yakında, otobüse bineyim daha kolay olur" deyipte durağa kadar yürümeye kalkayım demeyin. Kısa mesafe de olsa sinirleriniz ikinci bir ıslanma vakasını ilkinde olduğu kadar kolay kaldıramayabilir.
Dolar dolmaz hareket ediyor olması, maksimum 7 yerde duracak olması sebebiyle dolmuşu tercih ederseniz; iki alternatif bekliyordur sizi. Ya dolmuş yoktur ya da kuyruk çoktur. Hadi diyelim iyi gününüzdesiniz ve bir sonraki dolmuşa binebileceksiniz. Arkanızda size sempatik sempatik gülümseyen ve seyahatten dönmekte olduğu belli olan (muhtemelen de yurtdışından) zarif ve özenli giyimli bir beyefendi ya da hanımefendi olabilir. Sarı dolmuşlar, kimsenin hakkı yenmesin diye olsa gerek, sıra başında değil de kuyruğun ortalarına denk gelen bir noktada durur. Sıradaki 3. kişiyseniz bile dolmuşa binen 3.kişi olmayı hayal ediyorsanız üzülerek söylüyorum ki yanılırsınız. Ummadığınız taş baş yarabilir. Bir anda ortalık karışabilir. O nazik beyefendi yada hanımefendi sırasını beklemeden dolmuşa dalabilir, önünüzdekiler de duruma müdahale etmek zorunda kalıp, sizi ikinci lige düşürdükten sonra (kuyruğa çıkma yapılmış gibi) bağrış çağrış dolmuşa atlayabilirler. Kuyrukta 5. kişi olduğu tahmin edilen genç delikanlı bir kibarlık yapıp "siz önden buyrun hanımefendi" deyince yüzünüzde güller açabilir. Ancak çok geçmeden bu mevsim, güllerin çabuk solduğunu ispatlarcasına yan yana oturduğunuzda bütün haşmetiyle koltuğa yayılıp, rahatlayabilir. Siz de dolmuşun açılmayacağını umduğunuz sol kapısına garfield misali yapışabilirsiniz. Yerden kazanmak için midir, masraftan kaçınmak için midir neden kısa tutulduğu belli olmayan koltukta tek poponuzla otururken sol bacak kaslarınızın güçlendiğini hissedebilir ve her şeye rağmen şükredebilirsiniz.
İstanbul'un akşam trafiğinde, kırmızı ışığa yakalanmadan bir yakadan bir yakaya geçebilmek ancak "en toplu taşıma aracı" sayılabilecek dolmuş şoförlerinin imza atabileceği bir rekordur. Dolmuş krallığına hoş gelmemişseniz de hayatınızın bir yerinde muhakkak uğramışsınızdır.. Her kim olursa olsun, nereden gelmiş olursa olsun hepsi gözleriyle konuşur bu alemin insanları. Emniyet şeridinde dörtlülerini yakıp durana sağdan sağdan bakar önce, sonra hindi gibi kabarıp gözleriyle ifade eder güzel dileklerini. İstanbul sokaklarının "yaban"larıdır onlar... Ralli yapanı da vardır, içinizi kurutanı da. Kimisine kırmızı etki etmez, kimisine yeşil fayda etmez.
Adrenalini yüksek bir dolmuş seyahatinden sonraki, sıcak evinizden önceki son adım için artık bir "taksi" bulabilirsiniz. Siz en sevimli ve sabırlı halinizle gitmek istediğiniz yeri söylerken kader, en kalın şişlerle bir dağ kazağı örüyor olabilir sizin için. Pişkin pişkin "evet, en uygun yoldan götürürüm" diyen şoför, yolu kaçırdığı bahanesiyle uzun yola saptığında bile siz hala "siz" olabiliyorsanız akıl sağlığını koruyabilen şanslı bir İstanbul yaşayanısınız demektir.
Yağmur zamanı İstanbul'u yaşamak maharet ister. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak derler ya, işte aynen böyle bir şey.
Bahsini yaptığım şehir; İSTANBUL.... 2010 Avrupa Kültür Başkenti….
Bahsini yaptığım İstanbul semtleri, Şişli, Harbiye (Nişantaşı sınırı da denilebilir), Taksim, Sahrayıcedit.. okuyanlar "eh normal o zaman" demesinler lütfen. Konu edilen semtler, İstanbul'un kalabalık semtleri olabilir ama asla kötü semtler değildirler. Yol geçen hanı.. Evet evet tam laf budur, bu semtler ve hatta bu şehir yol geçen hanıdır...
Banu Aksoylu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Genç Kahveci : Etengü Ecem Tuna |
BÜYÜK ÖNDER
Uzun bir yol bu... Uğraşlar, kayıplar, direnişler ve zaferlerle dolu bir yol. Her bir taşı sabırla, usanmayışlarla atılmış. Ve çevresi Cumhuriyetle, inkılaplarla, halkla, devletle kuşatılmış bariyerlerle dolu bir yol! Beni bu yolda özgürlük dolu bir yolculuğa çıkaran büyük insan! Mustafa Kemal Atatürk! Senin yolunda atacağım her adımda "İyi ki varmışsın!" diyorum sana. İyi ki varmışsın Atam!
"Ey Türk gençliği!" diye seslenmişsin biz yeni nesillere seneler önce. 'İstikbali, Cumhuriyeti koru, kolla.' diye yol göstermişsin bana kendi yolunda. Ben nasıl o yoldan şaşarım Atam! Senin ilkelerinden yoksun, senin görüşlerinden bihaber insanlara nasıl yer veririm o yolda! Senden öğrendim ben bir yolda yürümek için ufku görmenin yeterli olmadığını. Ufkun ötesini görmeyi sen öğrettin bana Atam! Ötesini gördüğüm ufuklarda senin izlerin, senin temelini attıkların olmalı. Ben senin önderliğinde, o ufka doğru yürürken, başkaları önüme çukurlar açacak. Tümsekler yapacak... Ama bilmeyecekler ki benim bu zorlukları aşmak için muhtaç olduğum kudret, damarlarımdaki asil kanda, mevcuttur! Ben ki Türk istikbalinin evladı! Bizlere emanet ettiğin en kıymetli hazineyi, Türk istikbalini, Türkiye Cumhuriyetini ilelebet o çukur ve tümseklerden uzak tutacağım! İşte o zaman karşılarında seni bulacak o başkaları Atam. Ben muhafaza edeceğim emanet ettiklerini. Ben seni yaşatacağım bu topraklar üzerinde, senin yolunda ilerleyerek.
Bana gençliğimi doya doya yaşatan, kendi dilimi noktasına virgülüne özgürce kullandıran, sanatımı yaptıran büyük önder Atatürk! Benliğimi kaybetmeden yetişebildiğim bu vatan topraklarında senin yolunda, uğruna feda edebileceğim bu canım, aldığı her solukta sana şükürler ediyor! 'Hep olacaksın.' diyor Atam... Diyor ki ; "Attığım her adımda Mustafa Kemal Atatürk izleri taşıyacak bu beden!"
Etengü Ecem Tuna
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
AHŞAP DÖŞEME
O kadar koyuydu ki ağır ağır yere yayılan kanın rengi; neredeyse siyahtı. Öyle sıvı, akışkan bir hali de yoktu; yoğundu. Sanki önüne ayağını koysa dağılmayıp orada kalacaktı. Tahta döşemenin üzerinde kalacak lekeyi düşündü. Kan lekesini tahta döşemeden çıkaran bir şey var mıydı ki acaba? Ya da varsa da bu ürün nasıl sorulup alınırdı marketten? "Pardon ben az önce eski erkek arkadaşımı öldürdüm ve akan o pis kanının daha birkaç ay önce yaptırdığım tahta döşemelerde leke bırakmasını istemiyorum. Bunun için elinizde bir temizlik ürünü var mı?"
Akacak kan miktarını en aza indirecek kesim metotları biliyordu, evet, ama derdi iz bırakmamak ya da az kan dökmek değil aksine onun içinde ki o "pis kan" ın yavaş yavaş bedenini terk edişini görmekti. O yüzden aslında kanın akması ile ilgili hiçbir sorunu yoktu. Hatta eserini seyreden bir ressam gibi bir sandalye oturmuş, eline bir bardak meyve suyu almış, kanın mutfağın döşemesinde çizdiği şekillere bakıyordu. Gerçekten de iz kalacak gibiydi.
"Yalnız kalmakla, yalnız yaşamakla ilgili hiç sorunlarım olmadı. Annem öldüğünde beş yaşındaydım. Babam bir kız çocuğu ile baş edemeyeceğine kanaat getirip beni daha ilkokuldan yatılı okula gönderdi. Ve ben üniversiteden mezun olana kadar hep yatılı olarak okudum. Normalde yatılı okullarda, sürekli, gece gündüz, hep insanların içinde kalan birinin sosyal ve arkadaş canlısı bir mahlûkat olması beklenebilir ama bende tam tersi oldu. Sanırım çok fazla insan içinde olmaktan artık onlardan inanılmaz derecede sıkıldım ve çoğundan da hoşlanmıyorum. Aslında insanlara karşı çok uzun zamandır pek bir şey hissetmiyorum desem daha doğru olur. Sevmek, hoşlanmak, beğenmek, güvenmek, bağlanmak, aşık olmak, özlemek, bütün bunlar benim için gereksiz kavramlar oldu zaman içinde. İnsanların hayatımda var olmaları ya da olmamaları benim için çok fark etmiyor. İnsanlara belki de o yüzden, hiç belli bir seviyeden fazla yaklaşamadım. Buna gerek de duymadım zaten. Ben kendime yetiyordum. Yıllar içinde ben istemesem bile hep bir şekilde benimle ilgilenen insanlar olmuştu etrafımda. Nedense zaten insan ilişkilerinde böyle saçma ve anlayamadığım ters bir ilişki kuralı vardı: birisi ne kadar az ilgi istiyorsa ona tam tersi o kadar çok ilgi gösteriliyordu. Yani siz ne kadar insanlardan kaçarsanız onlar o kadar etrafınızda olmaya uğraşıyorlardı. Ben, kimi kendimden uzak tutmaya çalıştıysam eteğime o kadar yapıştı. Bu okulda da böyleydi, iş hayatında da böyle oldu hatta varlığı ne kadar şüpheli de olsa yine de var olan aşk hayatımda da. Ama iş, aşk hayatına gelince; adamı istemeyen bir kadınla, buna rağmen kadını isteyen bir adam arasında ki ilişki çok da sağlıklı olmayabiliyor. Hem fiziken hem de ruhen. Ve bu iki şekilde de incinen hiçbir zaman ben olmadım.
Babam beni başından defettiğinde yedi yaşındaydım. Bana annem olmadan sadece iki sene katlanabilmişti. O zaman zarfında da yanımda sürekli anneannem ve teyzem vardı. Babam sürekli çalışırdı, eve geç gelirdi, hafta sonları şehir dışında toplantıları olurdu. Bayramdan bayrama, tatillerde evde olurdu sadece ve bu da iki sene içinde bir Kurban bir Ramazan toplamda dört bayram yapıyordu. Ondan sonra ki senelerde bayramlarda da pek görüşmedik. Ben mümkün olduğunca az eve geliyordum. Ev dediğimiz yerin benim için hiçbir anlamı yoktu. Babam dediğim adamsa benim için çok fazla tanımadığım, kendisinden hiç şefkat görmediğim, sadece konumu itibariyle saygısızlık etmekten çekineceğim ama bunun dışında başka bir his beslemediğim bir adamdı.
Anneannem ve teyzem benim tatillerde eve gelmem için hep ısrar ettiler. Özellikle de anneannem, öldüğü güne kadar bu hayatta beni en çok arayan soran, bana en çok sevgi gösteren insan olmuştu. Anneannem öldükten sonra görevini teyzem devraldı. Bana para gönderme, mektup yazma, eşya yollama, hal hatır sorma, tatil zamanı eve gelmem için ısrar etme görevini. Beni sevdiğine emindim. Beni severdi evet… Yani öyle söylerdi. Ama ben gitmedikçe onlar da beni pek ziyarete gelmezdi. Benim varlığım hiçbir zaman tam olarak o evde olmadığı için eksikliğimin hissedilmesi de mümkün değildi aslında.
Galiba bu tuhaf kızın biraz uzakta kalmasının kimseye bir zararı yoktu. Tuhaftım çünkü gerçekten yabani bir havam vardı. Kimseye sevgi gösterdiğim, kimseye biraz yakınlık beslediğim görülmemişti. Annem öldükten sonra hayatta en yakınında durduğum insan anneannemdi ama cenazesinde bir damla bile gözyaşı dökememiştim. Saçmalıktı çünkü. Yine birini sevmek ve yine engel olamayacağın o son yüzünden kaybetmek. O zaman, yani herkesi her an kaybedebileceksek; bağlanmanın ne anlamı vardı. Bağlanmak dediğimiz şey, sadece acı çekmemize neden oluyordu; başka bir şeye değil. Çocukken oyuncaklarını sahiplenmek gibi bir şey değildi çünkü insanları sahiplenmek. Oyuncaklarınız siz onları kırıp atmadıkça sizinle kalabilirdi ama insanlar, onlar da tam tersi, onlar sizi kırıp atmadıkça onlarla kalabilirdiniz.
Anneannem ölünce de teyzem yanaşmıştı bana ve bende ona yanaşmıştım. Genç kız oluyordum; on dört yaşındaydım. Nedenini anlayamadığım tonlarca problemi olan, onlarca on dört yaşında kızla beraber yaşıyordum ve bunalıma girmeme neden oluyorlardı. Bütün gün saçma sapan adamlara besledikleri bir takım hisler yüzünden çektikleri acıları, vücutlarında ki değişimler yüzünden yaşadıkları telaşları, aileleri ile olan sorunlarını dinlemekten yorulmuştum. Hiçbir dertleri olmasa; saçı düz olanlar neden kıvırcık olmadığına, kıvırcık olanlarda neden düz olmadığına takılıyordu. Kirpiklerinin boyu, ağda zamanlarının gelişinin sıklığı, adet dönemlerinin düzensizliği, saçlarının rengi, kaşlarının inceliği vs vs… Var olan her şey onlar için problem olabiliyordu. Bu konuda sınır tanımıyorlardı ama yarısı cumhurbaşkanının ismini bilmezdi! Kalan yarısı da yanlış bilirdi. Bu yüzden de hepsine acıyarak bakıyordum tüm o boşlukları ve farkında olmayışları yüzünden. Ama zaman içinde öğrendim ki asıl mutluluk bu farkında olmayışta saklıydı. Aptallık; mutluluktu…
Daralmanın son sınırına her gelişimde teyzemi arıyordum, basit, kısa ve gayet gereksiz bir konuşma yapıyorduk. Nasılım, iyi miyim, derslerim nasıl, hava nasıl, gelecek miyim, gönderdiği kazak üzerime olmuş mu gibi sorular. Evet ve hayırdan çok fazlası olmayan cevaplar. Arada ona kızların saçmalıklarını anlatıyordum ki içimde ki tüm o daraltı azıcık aralansın. Beni çoğunlukla gülerek dinliyordu. On dört yaşında ve şikâyetçi bir kızdım. Aman ne kadar ilginç!
On beşinci doğum günüm için teyzem bana bir doğum günü yemeği yapmakta inanılmaz ısrarcı oldu. Ben de doğum gününü hiç kutlamamış biri olmama rağmen kabul ettim. Nedenini hala bilmiyorum ve bence oda bilmiyor. Kaderin insanlar için ne planladığını yaşayana kadar bilemeyiz. On beş yaşında öğrendiğim ilk şey bu oldu.
Basit bir yemek olacağına söz vermişti. Babam, o ve ben. Kimseyi çağırmayacaktı. Zaten çağırsa da kimse gelmezdi. Ailenin geri kalan üyeleri benim için sadece birer isimden ibaretti. O kadar. Enişte, hala, dayı, amca dediğimiz sıfatların bir anlamı yoktu. Bu sıfatları taşıyan kişilerin de bir anlamı yoktu. Teyzemle teyzem olduğu için değil; o, çaba gösterdiği ve kendimce onu sevdiğim için bir ilişkim vardı. Bir de sanki teyzem annemi hatırlatıyordu bana. Biraz ama hatırlatıyordu işte.
Doğum günümden bir gün önce, Cuma günü, son dersimin boş olduğunu öğrenince eve gitmeye karar verdim. Normalde teyzemi arayıp geldiğimi söylemeliydim ama şu doğum günü hevesine ben de fazla kapılmıştım galiba. Okuldan taksiye binip otogara gittim ve ilk otobüse bilet aldım. Gece saat on bire doğru eve varmıştım. Makul bir saat sayılırdı. Okula ilk başladığımda babam bana iki şey vermişti: bir banka hesap cüzdanı ve evin yedek anahtarı. Bunların ikisini birden kullandığım nadir zamanlardan biriydi o gece.
Apartmana girmeden aşağıdan baktım, salonun ışığı yanıyordu; demek babam evdeydi. İçeri girip üçüncü kata çıktım. Anahtarımla kapıyı açtım ve umduğumdan da az ses çıktı. Salonun ışıkları yanıyordu evet ama içeride kimse yoktu. Mutfaktan gelen tıkırtıları duyunca çantamı salonun kapısına bırakıp koridor boyunca mutfağa doğru yürüdüm. Kapıya yaklaşırken "Baba?" diye seslendim. Cevap olarak bir cam şangırtısı gelince hızla içeri daldım. On beş yaşında öğrendiğim şeylerden biri de ne olursa olsun palas pandıras bir odaya dalmamak oldu.
Teyzemin babama doladığı bacaklarını çözüp, mutfak tezgâhından inmesini ve babamın, içeri giren biri olduğunu anlayıp tezgâhtan ve teyzemden uzaklaşmasını bekledim. Ama en komik olan; içeri girenin ben olduğumu anladıklarında yüzlerinin aldığı ifadeydi. Bana gelince; gördüklerimi zihnimde birleştirip, anlamlandırmam için birkaç saniye gerekti. Gerçi bu birkaç saniye bana birkaç dakika hatta birkaç saat gibi gelmişti ve kendime geldiğimde ne kadar uzun süredir orada dikildiğimi düşünüp endişelenmiştim. O anda endişelenmem gereken son şeyin orada dikili kaldığım süre olduğunun ayırtına varmam ise biraz daha zaman aldı.
Babam ve teyzem, işte o geçen süre zarfında üstlerini başlarını biraz toparlamıştı. Teyzem dağılan saçlarını bir eliyle atkuyruğu yapar gibi toplamış tutuyor; diğer eliyle de yerde ki büyük cam parçalarını ayıklıyordu. Onun da o anda endişelenmesi gereken tek şey o cam parçalarıymış gibi. Babam her zamanki soğukkanlı ve duygusuz ifadesinin tersine; üstünden daha çok dağılmış bir yüzle, öylece durmuş bana bakıyordu. Yeniden düşünebilmeye başladığımda ilk düşündüğüm şey, bunun ne kadar saçma bir an olduğu oldu. Belki de hayatımda ki en gereksiz, en saçma ve en kötü andı. Tabi bu şu ana kadardı…
Tek kelime etmedim, hiçbir şey söylemedim. Gerisin geri mutfaktan çıktım. Salonun kapısına bıraktığım çantamı aldım. Kendi anahtarımla açtığım kapıyı açıp çıktım. Anahtarıysa almadım bile, kapının üzerinde bıraktım. Merdivenlerden inerken arkamdan adımın seslenildiğini duydum, teyzemin sesiydi, ama durmadım, cevap vermedim. Ne yüzlerini görmek ne de konuşmak istiyordum. Ne konuşacaktım ki zaten? "Evin mutfağında birbirinizi becerirken sizi bastığım için özür dilerim" diyebilirdim ama açıkçası içimden gelmiyordu.
Sonuç; o gece ilk otobüsle okula geri döndüm ve mezun olana kadar da bir daha asla eve gitmedim. Liseden mezun olduktan sonra sadece yaz mevsimi olduğu, o sırada okul kapandığı ve artık zaten o okulda okumadığım, mezun olduğum için yani gidecek başka yerim olmadığı için mecburen eve dönmüştüm. Eve girdiğim ve babamla karşılaştığım o ilk an hayatımın en rahatsız edici anıydı. Ama babam için, benim için olduğundan daha rahatsız edici olmalıydı ki ben direkt ona bakarken o benim yüzüme bakamıyordu. Mezun olduğum için beni tebrik etti ve üniversite için fikrimi sordu. Bunu bana sorduğunda üniversite sınavına yaklaşık bir hafta kalmıştı. "Bu soru için biraz geç değil mi?" dedim. Zaten sadece sormuş olmuş olmak için sormuştu biliyordum ama yine de üstüne gitmek istiyordum. Bana karşı suçlu ve mahcuptu ve ben bundan sonsuz bir zevk alıyordum. "Haklısın" dedi. "Pek ilgilenemedim seninle"
Teyzemi becermekle meşgul olduğun için olabilir mi diyecektim ama dilimi tuttum. Bu kadar açık ve sert bir saldırı, uzun süreli ve vicdan azabı çektirecek işkencelerimi kısa tutmama neden olabilirdi; yani eğer konuyu bir seferde bu kadar açık bir şekilde açar ve konuşulmasına, babamın özür dilemesine ve açıklama yapmasına müsaade edersem ona artık eziyet etme hakkımı da kaybederdim. Sadece ve sadece bu yüzden yapmadım. Onun yerine "Önemli değil, ben hazırlandım zaten, sonuçlar gelince sana haber veririm" dedim ve konuyu kapattım.
Gerçekten hazırlanmıştım. Okulda o aptal kızların aptal muhabbetlerinden kaçabilmek için bana "inek" demelerine bile razıydım. Bütün gün ya ders çalışır ya da kitap okurdum. Okulun en başarılı öğrencisiydim ama bunun da benim için pek bir anlamı yoktu. Ben sadece geleceğimi garantiye almak derdindeydim. Bana bakacak ya da bakmasını istediğim bir ailem yoktu. Kendi başınaydım ve kendi başıma ayakta kalabilmemi sağlayacak donanımlara sahip olmak için çalışıyordum. Ondan fazlası gereksizdi benim için. O yüzden üniversite sınavından önce, mezun olunduğunda en kolay iş bulunabilecek fakülteleri tespit edip, sadece onların üzerine yoğunlaşmıştım. İçlerinden en zor okunan ama en kolay iş bulunan bölümü seçtim: tıp.
Tıp fakültesini kazandığımı duyduğunda babam geçen bunca yıl içinde ilk defa bana sarılmıştı. Sanki bu benden aslında beklemeyeceği kadar iyi bir sonuçmuş gibi bir his bırakmıştı bende bu sarılma. Ama bu sonuç, benim ondan kurtuluş biletimdi. Mezun olur olmaz onunla ilişkimi sonsuza kadar kesecektim. Sadece altı yıl daha ona katlanmalıydım. Tıp, okunması masraflı bir bölümdü.
Sonraki altı yıl yine evden uzakta geçti ama bu kez yaz tatillerinde dahi eve gitmedim. Çok iyi ve hevesli bir öğrenci olduğum için hocalarım hastanelerde bana iş buluyordu. Tabi bunda hepsine bir ailem olmadığını, şu hayatta tek başına kalmış ama akıllı ve çalışkan bir kız olduğumu anlatmamın da etkisi olmuş olabilirdi. Okulun yakınlarında bir de ev tutmuştum. Ev arkadaşım yoktu ve en başta karar verdiğim üzere olmayacaktı da. Bütün masrafları göze almıştım. Tek istediğim yalnız kalmaktı. Gündüzleri okula gidiyordum, akşamları hastanede ki işime. Genelde ya hastanelerin kafelerinde ya da mutfaklarında çalışıyordum. Geceleri ise ders çalışıyordum. Uyku denen şeyle arama büyük bir mesafe girmişti. Ve uykusuzluk bir süre sonra hayatımın temel gerçeklerinden biri oldu. Hala günde sadece iki ya da üç saat uyuyorum.
Tüm bu çabalarlarla kıt kanaat geçinerek de olsa altı yılda fakülteyi bitirdim. Ve iş uzmanlık alanı seçmeye gelince kişilik olarak ya da hayat görüşü olarak bana en ters gelecek bölümü seçtim ve çocuk doktoru oldum. Ama sevgi dolu, sürekli gülümseyen, gak deseler şeker guk deseler çikolata verip güya çocukların gönüllerini yapan ve bu halleriyle doktordan çok evde ki çocuğa kendini kabul ettirmeye çalışan bir üvey anneye benzeyen o kadın doktorlardan biri olmadım. Çocuğun derdi neyse bulur, teşhisimi koyar, tedavisini yapar, ilacını verir ve gönderirim. Yapmacık gülücüklerle ya da agucuk gurucuklarla değil de mümkün olduğunca sakince ve çocukları da sakinleştirerek çalışıyordum. Ailelerin de bundan başka bir isteği olacağını sanmıyorum ama tabi bütün bunlar arada kişilik problemleri nedeniyle çocuklarını ilgi manyağı yapmış ve etraflarında ki herkesten de buna uygun şekilde davranmasını bekleyen annelerle karşılaşmamı engellemiyordu. Bunlar da o bahsi geçen ilişkilerde ki ters kural gibi ben ne kadar az ilgi gösterirsem; çocuğu o kadar sık bana getirip ilgimi çekmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ufak bir güruhun arasında bu ilgisizliğimle meşhur olmuş hatta bu anneler arasında ilk kimin çocuğuna gülümseyeceğime dair bir rekabet konusu bile olmuştum. Baş edilmesi imkânsız kadınlardı. İmkânsızdı çünkü buna ne gücüm, ne isteğim, ne de zamanım vardı. Çocuklarına onların davrandığı gibi dünya güzeli, dünya tatlısı, dünya şekeri çocuklarmış gibi davranmamı sağlayamadıkları içinde hepsi içten içe bana düşmandı.
Uzak ve soğuk durmanın insanları daha çekici yaptığını öğrenmeye başlamam ta lise zamanına ulaşıyordu ama kesinleşmesi üniversite de oldu. Altı yıllık okul hayatım boyunca garip bir şekilde erkeklerin ilgisini çektim. Güzel bir kadın değilim. Tamam, çirkin değilim ama güzel de değilim. Herhangi bir özelliği olmayan sıradan bir tipim. Ne burnum çok güzel, ne dudaklarım çok dolgun, ne gözlerim yeşil. Sıradan siyah saçları ve sıradan kahverengi gözleri olan, ortalama bir boyda, ortalama bir kiloda bir kadın. Bende ilgilerini çekenin ne olduğunu merak edip duruyordum. Etrafta ki onca, elde edilmezi oynasa da elde edilebilmek için çaba gösteren; parmaklarını saçlarına dolayarak, gözlerini devirerek, arada çıngıraklı bir kahkaha atarak konuşan kadın varken, benim gibi etrafta gezmeyen, okulda en boş ve en sessiz, en ıssız yer neresiyse orada takılan, hiçbir organizasyona katılmayan, ders haricinde mümkün mertebe konuşmayan, insanların yüzüne bakmayan bir kızı neden çekici bulurlardı ki. Zor olanı oynadığımı sanıyorlardı ama ben zaten buydum. Bir şeyi oynamıyordum. Kazanılması gereken bir savaş, çözülmesi gereken bir bulmaca ya da açığa çıkarılması gereken bir sır değildim. Buydum işte, zaten ne görüyorlarsa oydum. Fazlasını bilmek isteyenler için hayal kırıklığından başka bir şey olamazdım.
Altı yıl boyunca tek tek hepsini reddettikten ve reddedilmeyi hazmedemeyenlerin tüm o tepkilerini ve bana zarar vermek isterken kendilerini daha çok incitmelerini izledikten sonra en sonunda benim ilgimi çekebilecek bir erkek olmadığına karar vermiştim. Aslında onlara şans vermiştim. Birkaç tanesine şans vermiştim. Sonuçta ben de bir insandım ve her ne kadar duygusal olarak bir şey hissetmesem de yani hissedemesem de frijit falan değildim, bir takım fiziksel ihtiyaçlarım vardı. Bir tıp öğrencisi olarak bunları reddedecek değildim. Ama ne öpüştüklerim ne de seviştiklerim bir anlam ya da bir iz bırakamadı bende. Sadece tatmin olmuşsam bunun verdiği haz, ötesi yok. Ötesine ihtiyacım da yoktu. Etrafımda ki kızların "ilişki" dedikleri o şeyin içine kendilerini hapsedip, hayatlarını kısıtlamalarını ve bir de üstüne üstlük bundan zevk almalarını anlayamıyordum. Eğer bunu sağlayan bir şeyler hissetmekse dediğim gibi zaten ihtiyacım da yoktu.
Sahip olduğum tek ilişki -ki eğer buna ilişki denebilirse- Turgut adında bir adamla olmuştu. Üniversitenin üçüncü sınıfında, bir derste, amfide yer kalmayıp ta benim yanıma oturduğunda tanışmıştık. Yanıma oturduğu o ders boyunca hiç konuşmadı. Ben de konuşmadım. Ama ilk defa, yanıma oturan bir adamdan rahatsız olmamıştım. Ondan sonra sanki gizli bir anlaşma yapmışız gibi o derste hep benim yanıma oturdu. Ve biz yine de haftalarca hiç konuşmadık. Finallerden önceki son ders benden birkaç sayfanın fotokopisini çekmek için defterimi istedi. Bende verdim. Ama geri getirmesi biraz zaman aldı. Bende onu beklemeden çekip gittim. Öteki ders alırım diye düşünmüştüm.
Telefon numaram sadece öğrenci işlerinde ki yetkililerde vardı. Ne sınıftan ne de okuldan kimseye telefon numaramı vermemiştim. Birkaç saat sonra, numarayı her nasıl bulmuşsa beni aradı ve defterimi geri vermek için evimin adresini istedi. O akşam Turgut defteri getirdiğinde ben sadece defteri alıp onu gönderecektim. Farklı bir şey olması da beklenemezdi ama gayet mantıksız bir şekilde ve gayet kendiliğinden defteri alırken elimi tuttu. Ben de onu içeri davet ettim. Ama çay içmeye değil…
İnsan vücudu tuhaf bir mekanizmadır ve belli miktarda elektrikle yüklüdür. Eğer sizinle bu elektriğin alışverişini doğru yapacak birine rastlarsanız ve yanlışlıkla da ona temas ederseniz üzerinizde ki o yükü atmadan rahatlayamazsınız. Turgut, tek başıma kaldığım o evi benden sonra en çok gören insan olmuştu. Pek çok konuda benim için ilkti ve pek çoğu içinde uzun zaman ilk kaldı. Hatta bazı şeyler için ilk ve son oldu. Birbirimizi incitecek ya da kıracak hiçbir şey yapmadık, aslında birbirimize hiç, birbirimizi incitecek kadar da yaklaşmadık. Yatakta mesafemiz hiç olmadı ama onunla ilişkim yataktan kalktıktan sonra diğer insanlardan daha farklı olmadı. Yine de kabul etmeliyim ki bana en çok yaklaşabilen ve kendi çapımda en azından bir şeyler hissedebildiğim, paylaşabildiğim tek insan da Turgut oldu.
Tanışmamız üçüncü sınıfta oldu ve mezun olana kadar da "ilişkimiz" devam etti. Hala da görüşüyorum onunla. Bazen sadece konuşmak için, bazen sadece yatmak için, bazen de ikisi birden… Yani hala hayatımda bir şekilde bir yer verdiğim bir iki insandan biri. Ama onunla ilişkimiz, ben bu yerde yatan herifle birlikte olmaya başladığım günden itibaren, sadece konuşmakla sınırlandırılmıştı. Çünkü ihanet, her türüyle, bu hayatta en nefret ettiğim şeydir. Ve ben asla başkasında onaylamadığım bir şeyi yapmam. Bu da kendine ihanettir ne de olsa.
Devamı Gelecek Sayıda
Elvan Tuncer
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
YOKSULDUK DÜNYAYI SEVDİK
Öyle uzak
Gitgide
Öyle güzell1eşti ki
O yüzü hiç görmedim
Hiç yaşamadı belki
Tülin'in yüzündeki
Duru güzellik
Nasıl da benzer
Ben kırgın
Küskünken
Evsiz barksız bir anının
Puslu
Kırık
Yerinden düşmüş camındaki
Güneşsiz bir kış akşamındaki
İnce
Solgun
Esmer
Nasıl da benzer
Ben kırgın
Küskünken
Kimselere görünmeden
Dönüp dönüp baktığım
Saksılara
Deniz kabuklarına
Kitap yapraklarına bıraktığım
Ama zor
Ama kolay
Tavanda bir yarım ay
Nasıl da benzer
İnce
Solgun
Esmer
Ben kırgın
Küskünken
Evsiz barksız bir anının
Puslu
Kırık
Yerinden düşmüş camındaki
Güneşsiz bir kış akşamındaki
Tülin'in yüzündeki
Duru güzellik
Ama zor
Ama kolay
Yoksulduk
Dünyayı sevdik
Tavanda bir yarım ay
Arif DAMAR
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|