Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.739

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 3 Mart 2010 - Fincanın İçindekiler


  • BAHARA UYANIŞ ... Suna Keleşoğlu
  • KOKOŞ PAÇASI ve MAŞA ... Mehtap Akdeniz
  • AHŞAP DÖŞEME -2 ... Elvan Tuncer


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Sizce kare mi yoksa üçgen mi?!..


    Merhabalar,

    Ben artık denizin yönünü bulamıyorum. Eskiden, gittiğim yerde deniz varsa ve ben denizin yönünü bilirsem, hayatta kaybolmam derdim ama o güner geride kaldı. Olan biteni anlamaya çalışırken denizin bitip gittiğini farkedemedim. Bir vatandaş olarak kafası karman çorman biri oldum çıktım. Nasreddin Hoca misali, herkese "Sen de haklısın" demekten bitap düştüm. Bu nasıl bir memlekettir anlayan beri gelsin. Aynı yuvarlak şekle bakıp, "Bu bir kare" "Yok bu üçgen" diye kavga eden şaşkınlara döndük her birimiz. Tek bir doğrunun olması gerektiği hallerde pekçok doğrunun olduğunu görmekten beynimiz buruştu. Neresi başı, neresi kıçı, nerede başladı, nerede bitecek anlamaya çalışırken asıl meseleyi hepten unuttuk ben ona yanarım.

    Kürsüye çıkıp üç gün önce milyonların önünde söylediğini inkar eden başbakanları gördü bu memleket ama böylesine rastlamamıştı. Ajitasyondan başka kozu kalmamış, attığı her adımda tökezlemiş, söylediği her söz koca bir pot olmuş, kendini, nereden geldiğini unutmuş bir adamla karşı karşıyayız artık. Kaçırdığı ipin ucunu yakalamaya çalışırken sarfettiği enerjiyi, makul işler için harcasaydı takdir bile görebilirdi oysa. Türkçenin anlam cambazlığından yararlanıp pek güzel konuşuyor maaşallah ama artık yemiyor bu millet. Giderayak değiştireceğim diye gerisini yırttığı Anayasada öncelikli değişecek yerler incelendiğinde, vatandaş artık bunun bir beka davası olduğunu görüyor. Baykal'ın "Kediye ciğer mi emanet edilir?" lafını çevirip "Halk da size ciğeri emanet etmiyor o nedenle iktidarı vermiyor." diyerek beni bile gülümseten bir cevap verebiliyor. Koyunları da meleyerek alkışlıyor. Bir kez daha helal olsun onlara.

    Bunca gürültüde asıl dikkat edilmesi gerekenleri atlayabiliyor insan. Uyuşturucu kullanıyor diye yakalanan bir mega uyuşuk star, mahkeme kapılarında gözyaşlarıyla karşılanabiliyor bu memlekette örneğin. Bu mudur yani? Sanki en doğal hakkıymış gibi davranılmasını, tek bir eleştiriye bile maruz kalmadan elini kolunu sallayarak, çığlıklar arasında adliyeden ayrılmasını içime sindiremedim doğrusu. Eğer örnek olmaksa maksat, bu gibi tipler yakalandı mı daha çok teşhir edilmeli, düştükleri aşağılık durumlar daha gözler önüne serilmeli, kelepçelerini saklamasına bile izin verilmemeli ki, onu karşılıksız seven hayranlarına yaptığı haksızlığın cezasını çekebilsin. O hayran da kimi örnek almaması gerektiğini iyice öğrensin. Ben Tarkan'ın üzerine çizgiyi çektim, sıradakileri bekliyorum.

    Kahve Molası'nda sıkça başımıza gelen bir durumdan söz edeceğim. İnternet dünyası bir anlamda koca bir hergele meydanı. Pervasızca yapılan alıntılar, illa altına ad yazılacaksa, kendi adını yazmalar, daha da kötüsü ünlülere yakıştırmalar gırla gider bu dünyada. Bu konudaki mağdurların başında da Can Dündar gelir. Yazdığı pekçok yazı başkalarının adıyla internet trafiğini boylamıştır. Ancak pazartesi günü, onun 2008'de yazdığı bir yazıyı, Nazlı Ilıcak gazetedeki köşesinde "Mevlana'dan" başlığıyla yayınlayınca işin artık iyice zıvanadan çıktığı anlaşıldı. Baktım da, pişkin Ilıcak ertesi günü kırdığı pot için özür bile dilememiş. Oysa tek bir cümlesini gugıllasaydı işin doğrusunu öğrenebilirdi. Meraklısına, Can Dündar'ın yazısı ve Nazlı Ilıcak'ın yazısı. Siz siz olun internetten babanız bile çıksa yemeyin, yutmayın. Üşenmeyin araştırın, doğrusunu öğrenin. Hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Suna Keleşoğlu

     Café Azur : Suna Keleşoğlu


      BAHARA UYANIŞ

    Dünya birbiri ardına sallanırken bahar geliyor kuzey yarım kürede. Bir yandan yeraltının birikmiş öfkesi, diğer taraftan gökyüzünün yumuşayan üflemesi. Bahar kokuları aralıyor kapıları artık. Sabaha uyanan evlerden ilerleyen kahve kokuları sokaklarda çiçekler arasından yol alıp yeşillenmeye çalışan ağaçların dallarına yapışıyor. Toprak ağır uykusundan uyanmaya çalışıyor, güneş yağmurların inadını kırabilmişse yüzünü bir gösteriyor, ardından biraz özletiyor. Doğanın bahara uyanışı hoş bir cilveleşme aslında.

    Hala soğuklar olabileceğini bile bile azıcık güneşe kandırıveriyoruz bedenlerimizi. Kışın ağırlığından, ağır kıyafetlerinden, ağır haberlerinden öylesine bunalmışım ki, beklemek daha çok beklemek istemiyorum baharı. Hemen gelsin. Elinde çiçeklerle, taze çimen kokularıyla, arada sırada serpiştiren yağmurlarıyla renk versin hayatmıza.

    Yeni bir güne uyanırken yine ne olmuş, nerede olmuş, neden olmuş demek yerine güneşin yüzüme gözüme doluvermesiyle unutayım olup biteni. Olup biten olup biterken kalbim ağrımasın, sadece baharın ağır ağır gelişine endişeleneyim. Endişem iğne iğne yağan yağmurların saç diplerime yayılışı gibi telaşsız olsun. Kocaman dalgaların arasından sellere kapılıp boğulmayayım.

    Sözcüklerime de bahar gelsin. Umut ve bahara yakışan cümleler yayılsın yazılarımdan. Karmaşa, kavga ve kötü haberlerin inadına rengarenk cümlelerim yayılsın okuyan dudaklardan tıpkı gökkuşağı gibi.

    Bir film seyrettim Pazar günü. "Kerity-Masallar Evi". Türkiye'de gösterildi mi, gösterilecek mi bilemiyorum. Fransız yapımı bu filmi izlerken yeniden çocuk olmayı istedim. Kitapların ve masalların arasına karışan bir çocuğun eski evlerini ve dinlediği masalların kahramanlarını kurtarmaya çalışan öyküsünde kendi çocuk kitaplarımı özledim. Çocukluğumun tüm kitaplarını yeniden okumayı istedim. En çok da masal kitaplarını.

    Masalların büyülü dünyasına karışıp hep orada yaşamayı hayal ederdim bazen. Şimdi gülüyorum bu hayallerime. Üzerime giydiğim büyüklük hali bazen o kadar sıkıcı ki, kızlarım bu durumdan memnun olmayabiliyorlar. Onu yapma, şunu yapma. Yolda yürürken bir su birikintisinin üzerinde zıplamak kadar eğlenceli bir şey olabilir mi? Islanır hasta olur, kirlenir pislenirler endişesindeki büyük tavrım üzerimdeyse haydi sulara basmadan yürüyün diyorum. Oysa içimdeki yaramaz çocuk benimle gelmişse o gün onların sularda zıplamalarına bakıp bakıp gülümsüyorum. Çoğunlukla onların bu tarz küçük isteklerine izin veren tavrımla aslında ben de büyümeyen bir çocuğum. Tek farkı artık masal anlatacak bir büyüğüm yok yanımda.

    Bahar ve masal. Tümüyle bunlardan bahsetmek istemiştim. Aslında özlemlerden, özlemelerden arta kalanlardan bir iki satır. Şimdi kapatın gözünüzü en sevdiğiniz masalın kahramanının yerine geçin ve bir kaç saniyeliğine de olsa baharın gelişine ait kokuyu içinize çekin. Günlük telaşlardan , koşuşturmacalardan uzaklaşıp, eğer güneş kapınızı çalmışsa yüzünüzü verin güneşe ve tüm baharı kalbinize doldurun. Mutlu olmak için bir sebep vardır mutlaka.

    Bugün ben öyle yaptım, hayatın donduğu bir anda yüzümde güneş ışıltıları, yanımda sevdiklerim bahara kapımı açtım. Hoşgeldin bahar.

    SunA.K. Grasse


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehtap Akdeniz

     Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


       KOKOŞ PAÇASI ve MAŞA

    Dün akşam telefon çaldığında, iki senedir haber alamadığım bir dostumu karşımda bulacağımı hiç düşünmemiştim.

    - Alo!
    - Babu!
    - Maşa...
    - Mehtap...
    - Hey! Maşa, nerelerdesin sen?
    - Dün geldim. Suyun öte yanında işliyorum.
    - Seni çok özledim.
    - Ben de seni Mehtap.

    Bundan onbir sene önce, üç gün üç gece süren uzun ve zorlu minibüs yolculuğunun sonunda Laleli sokaklarında şaşkın ve ürkek kalakaldığı bir Eylül ayı akşamıydı bana gelişi.

    O kadar yorgun, o kadar şaşkın ve o kadar ürkekti ki, yorgun bedenini koltuğun sırtına dayamaya bile çekiniyor, öylece bana bakıp, konuştuklarımızı anlamaya çalışıyordu. Aslında bakmıyor, gözleri ile konuşuyordu benimle. Sanki, "Yorgunum. Kırgınım. Korkuyorum. Meraktayım. Sen kimsin? Bana iyi davranacak mısın?", diyordu.

    Gözlerime bakıp, bu evdeki yerini anlamaya çalışırken, sürekli yer sallanıyor, 17 Ağustos artçı sarsıntıların ardı arkası kesilmiyordu. İlk kez yabancı bir ülkedeydi, ilk kez yabancı bir evde uyuyacaktı, ilk kez ayrılmıştı sevdiklerinden, ilk kez hizmetçi olacaktı. Yer altından kayıyordu. Depremi hiç bilmeyen Maşa için bu kadar ilk fazlaydı. Korkusu arttıkça ela gözlerine yaşlar doluyor ve daha güzel oluyordu.

    - Maşa sen çok güzelsin.
    - Öyle mi? Sağol.

    Otuz sekiz yaşında, balık etinde, pembe beyaz tenine inat siyah saçlı, eski zaman kadınları gibiydi. Küçük yaşta evlenmişti. Yetişkin iki çocuk annesi olması ona kendini yaşlı hissettiryordu. Kırklı yaşlar onun için kurtuluş yaşları demekti. Törelerine göre oğlu evlenecek, eve gelen gelin işleri yapacak o da kocamış bir kadın olarak köşesine çekilecekti. Oysa hiç tahmin etmediği bir şekilde giriyordu kırklı yaşlarına... Hizmetçi olarak. Bu kırgınlıkla çıktığı olculukta yolu bana düştü işte nasılsa ve kendini ülkesindeyken aylarca alıştırdığı hizmetçi olma fikrini hiç bir zaman yaşayamadı. İki yılı birlikte geçirdik onunla. En belirgin özelliği hiç soru sormamasıydı, söylenen herşeyi sorgusuz kabul ediyor ve bir daha söylemene gerek kalmıyordu. Yıllarca yaşadığı devlet baskısından sonra burada kendini özgür hissediyor ama bu özgürlüğe asla alışmak istemiyordu. Sovyetler Birliği'nin parçalanması ile bir gecede fakir, bir gecede paraları pul olmuş bir halkın insanı, ayda otuz dolar maaşlı iyi bir ameliyat hemşiresiydi Maşa. Yıllarca nizamlı, intizamlı hastahanelerde dünyanın en büyük devletine mensup olduğu duygusu ile yaşamıştı. Burada geçirdiği iki yılın sonunda bir kez yorum getirdi olana bitene: 'Bizi kandırdılar, dünyaya gözümüzü kapatıp bizi yok saydılar, çok büyük bir devletiz, bize bir şey olmaz fikrine bizi inandırdılar. Sizin de durumunuz iyi değil, dikkat et Mehtap. İnan bir gecede Maşa olunuyor'.

    Ameliyathanelerden "Kimbilir kimin mutfağına?", diye düştüğü yollarda iki küçük çanta taşımıştı yanında. Birinde birkaç kat giysi, diğerinde kitapları, aile albümü, yaşamına dair ufak tefek şeyler en nihayetinde. Burada gördüğü teknoloji ve moden yaşam onu hayrete düşürse de, hiçbirine alışmadı, sadece gerektiği için kullandı. Ülkesine geri dönerken valizine burada tanıdığı hiç bir lüksü koymamıştı, gelirken getirdiklerinin dışında çocukları için götürdüğü on kilo portakal bir de Türkiye'deki ailesinin resimleri vardı.

    Gördüğüm en güzel el yazısı ile çocuklarına ve eşine uzun uzun mektuplar yazar, onlara Türkiye'deki meyvalardan bahsederdi. Onlardan gelen mektupları okumak için saatlerce odasına kapanırdı. Bazı geceler benim çocukları uyutup, onun yatağına oturur mektupları tekrar okur, resimlere bakar, sonra da birbirimize sarılır uzun uzun ağlardık. Mektupları onun her şeyiydi. O benim dostumdu, ben de onun.

    Moldovya yakınlarında Gagavuzya'da yaşamıştı. Dini Hıristiyan olmasına karşın adetleri bakımından tam bir Türk'tü. Hıristiyandı, Hıristiyan olmasına ama Katoliklik diye bir mezhebin varlığından bile habersizdi. Dini gibi lisanı da karışıktı. Türkçe ile bazı kelimelerin ortak, ama anlamlarının bambaşka olduğu lisanı onu daha sevimli yapıyordu. Bazı kelimelerin onların dilindeki karşılığı ile bizdeki karşılığının yarattığı farklılıklar sık sık sorunlar yaşamamıza sebep oluyor, bu sorunlu kelimeler beni güldürürken, Maşa'nın utançtan odasına kapanmasına sebep oluyordu.

    Başımıza en çok sorun çıkaran kelime ise 'düzmek' fiili ile ilgiliydi. Her türlü yapmak, düzeltmek, dizmek gibi fiiller için tek bu fiil kullanılıyordu.

    Bir gün buzdolabı bozuluverdi. Sağını solunu, fişini kordonunu kurcalayıp, yapamayınca bakım servisini çağırmıştık. Allah için haklarını yemeyelim şimdi, şıp diye geldiler. Kapı çaldı. Maşa koşup açtı. Kısa bir sessizliğin ardından Maşa'nın beni çağıran sesini duydum:

    - Mehtap, buzdolabını düzmeye geldiler!
    - Al içeri Maşa!

    Buzdolabını düzüp gittiler gerçekten, bir daha çalışmadı.

    İki sene boyunca Maşa'nın sayesinde evde düzülmeyen hiçbir şey kalmamıştı. Çamaşırlar, tabaklar, kitaplar, oyuncaklar. Dağılmış, ortada duran herşeyi düzüyordu kendi lisanınca.

    Bir gün ütü bozuldu. Eve sıkça gelen eski bir dosttan yardım istemiş, ama bir cevap alamamıştı Maşa. Cevabı bırakın, hafif de ters ters bakmıştı.

    - Bu Cemil Bey ne acayip adam. Birşey sordum, cevap bile vermedi.
    - Ne sordun?
    - "Cemil Bey, siz ütü düzer misiniz?", dedim, şöyle bir suratıma bakıp kafasını çevirdi, cevap bile vermedi..
    - Ütü dediğine emin misin?
    - Babuuuuuu! ,

    Cemil prensip sahibi adamdır, tüm ısrarlarıma rağmen ütüyü düzmedi, yenisini aldık!

    Maşa'nın yaşgünü yaklaşıyordu. Malum, çocuklar için en önemli faaliyetlerden biri yaşgünü kutlamalarıdır. Açılmayı bekleyen sürpriz paketler, evdeki kurabiye kokusu, durmadan çalan kapı zili, pasta mumlarının alevi, ardı ardına patlayan flaşlar. "Ne kadar çok doğmuş insan, o kadar çok doğum günü partisi fırsatıdır" felsefesini benimseyen çocuklar, Maşa'ya bir yaşgünü partisi düzenlemek istediler. Maşa için özel bir gün! Harika bir fikirdi gerçekten. Maşa da bu özel gün için, özel bir yemek yapmak istiyordu. Damağıma hitap edip etmeyeceği karanlık dursa da, ruhuma pek uygun olduğu yemeğin adından belliydi: Kokoş Paçası!

    Maşa, Moldovya'dan gelen arkadaşlarına çeşitli yiyecekler sipariş ederdi. Dolayısıyla, biz de Rus mutfağına özgü bazı yemekleri tatmıştık. Ev yapımı şaraplar, domuz sosisleri, yişmik dedikleri bir tür çökelek ve pek çok kurutulmuş veya turşu yapılmış sebze neredeyse hiç eksik değildi evde. Yılın altı ayı kar altında yaşanan bir ülkede soğuktan pek bir şey yetişmediği için, Rus mutfağı neredeyse kurutulmuş ya da turşu suyuna yapılmış yemekler demekti. İtiraf etmeliyim ki, hepsi nefis olmasa da, bazı yemeklerin, özellikle de pek sinir bir lahana yemeği olan kapuskanın, lahana turşusundan yapılanını Maşa'nın elinden tatmış ve çok beğenmiştik. Bu arada, benim mutfak işlerine ve her türlü yeni lezzete merakım Moldov kadın camiasında da zamanla bir efsane gibi yayılmış, hatta rivayete göre Gagavuz Türkleri'nin yaşadığı Çeşme Köyü'nde beni tanımayan kalmamıştı.

    Neyse, Maşa'nın yaş günü yemeğinin en önemli malzemesi kokoş paçası, en mühim hadise ise bunların bizzat teminiydi. Bir hafta boyunca kokoş paçasının Türkiye'ye transferi için ciddi çalışmalar yapıldı. İki ülke arası telefon trafiği iyiden iyiye hızlanmıştı. Maşa kendi lisanında konuştuğundan, ne olup bittiğini anlamıyordum. Anlasaydım, bir yolunu bulur paçaların temini için kokoşu ile ünlü ilimizle irtibata geçerdim!

    Öyle bir prodüksiyon yapılmıştı ki öyle böyle değil. Moldovya'da yapılan katliamlar, yolculuk için gerekli sanitasyon düzenlemeleri, kokoşların Laleli'ye gelişi, Laleli'den özel araçlarla eve intikali. Neredeyse bir servet harcandı kokoş paçalarına.

    Bu arada ben de yılın yemeğini tüm Maşa severlere yedirmek için, bizim değişmez yaşgünü kadrosunu tam takım yemeğe davet ettim. Ünlü Rus Lokantası Rejans'da bile bulunmayan bu özel yemeği benim soframda bulabileceğini duyan herkes, "Mutlaka geleceğiz", diyordu.

    Nihayet kokoş paçaları bizim eve intikal ettiler. Heyecanla paket açıldı. Paketten çıkanlara bakıp da yirmialtı tane but gören gözlerime inanamadım!

    - Bunlar ne Maşa?
    - Kokoş paçası!
    - Tavuk butuna benziyor.
    - Yooooo, bunlar kokoş.
    - Yani?
    - Nasıl anlatayım ki? Tavuğun kocası?
    - Horoz olmasın?
    - Horoz ne?
    - Türk tavukların kocası
    - Kokoş da bizimkilerin kocası.
    - Bunlar da kokoşların paçası.
    - Sen de benim canımsın, Maşa!

    Muhtemelen yemek kokoşların kıllı bacaklarından ibaret kalmayacaktı. O sabah Maşa, erkenden uyanıp mutfağa girdi. Kokoş paçalarını bir koca tencere suya döküp, su jöle kıvamına gelene dek kısık ateşte dört beş saat kadar kaynattı. Sonra dört beş saat buzdolabında bir güzel dondurdu. Merakla olacakları, daha doğrusu eklenecek tatları, baharatları bekliyordum. Son ana kadar da ümidimi hiç kaybetmedim. Artık herşey hazırdı, masa kızım tarafından özenle hazırlanmış, en güzel yer Maşa için ayrılmış, konuklar masaya alınmıştı. Maşa, dev jöle arası kokoş paçası tabağını dolaptan çıkardı ve gururla onlara baktı. Her zamanki gibi konuklara servis yapmam için bana uzattı.

    "Olmaz Maşa", dedim, "Bu senin özel yemeğin, sen getirmelisin masaya". Özel yemek hadisesinin donmuş horoz butundan ibaret olduğunu anladığım o an, aceleyle salona koştum:

    - Canımdan çok sevdiğim dostlarım! Birazdan sevgili Maşa, günlerdir özenle hazırlandığı ve hepimizin merakla beklediği özel yaşgünü yemeğini masaya getirecek. Maşa'ma ve/veya özenle tabağa düzdüğü kokoş paçalarına laf eden olursa, alırım kokoş paçasını aşağı, ona göre!

    Maşa ve Kokoş paçası hadisesi bu işte; ya da kendi deyimiyle: 'Bu Maşa'.

    Mehtap Akdeniz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,579,579,579,579,579,579,579,579,579,57
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Elvan Tuncer


    AHŞAP DÖŞEME -2

    Mezun olup uzmanlık sınavını da kazandığımda artık hayatla ilgili kaygılarımın çoğu bitmişti. Kendimi kurtarmıştım. Kuşağımın hayat amacını gerçekleştirmiştim: yırtmıştım. Çalışmaya başladığım ilk gün teyzem hastaneye çiçek gönderdi.

    Teyzemle o geceden sonra yüz yüze gelmemiz yaklaşık bir yılı buldu. Uzunca bir zaman yani birkaç ay kadar beni arayamadı. Ben de onu aramadım. Aramamı gerektirecek herhangi bir şey yoktu. Arada babamı arayıp beni sorduğunu biliyordum çünkü bir keresinde paralel telefondan konuşmalarını dinlemiştim. Telefon açmak için ahizeyi kaldırdığımda teyzemin sesini duyunca kapatmadım. Ağlamaklı bir sesle babama "nasıl olduğumu" soruyordu. Kendimi yokladım, hayır, hiç bir şey hissetmiyordum, üzülmüyordum ya da kızgın değildim. Teyzem, benim için her ne ifade ediyorduysa; artık etmiyordu. Devamını dinlemek ilgimi çekmediği için yavaşça telefonu kapattım. Tıp fakültesini kazandığımı öğrendiğinde arayıp benimle konuşmak istemiş. Ama o gece evde değildim. Turgut gelmişti ve ben galonlarca içki içmiştim. Bünyemin ne kadar içkiye dayanabileceğini test eder gibi içmiştim. Çünkü o gün, benim özgürlüğümün başlayacağı gündü, kutlamalıydım. Ertesi sabah hala sarhoş ve az önce yataktan çıktığı her halinden belli olan bir halde eve girdiğimde babam, işe gitmek için evden çıkmak üzereydi. Beni görünce bir şey söylemek istedi ama sadece "yeni mi geliyorsun?" dedi. Aklımdan milyonlarca arsız cevap geçti ama sadece "evet, bir arkadaşımda kaldım" dedim. Bu, ben kurduğumda o kadar inandırıcılıktan uzak bir cümleydi ki. Bir arkadaşında kalmak… Ama babam sorgulamadı, sorgulamak istemedi. İkimiz koridorda durmuş, birbirimize bakıyorduk. Sonunda kapıya yönelirken "Lütfen bir daha ki sefere haber ver" dedi. Sanki umurundaydı…

    Teyzemin sonunda dayanamayıp aylar sonra eve gelmesi de işte bu sabaha denk geliyor. Kapıyı kaç kere çaldı bilmiyorum ama ben sonunda uyanıp, kapıyı açtığımda yüzünde dehşete kapılmış bir ifade vardı; ilk söylediği "babanı aradım, evde yatıyor dedi, bir şey olmasından korktum" oldu. Babamı aradın? İyi, peki… Elim kapının kolunda, bir şey söylemeden bekliyordum. Yüzümün ifadesizliğinden o kadar emindim ki, teyzemin bana ne söyleyeceğini merak ediyordum. "İçeri girebilir miyim?"dedi. Kapıdan çekilip, geçmesi için ona yer açtım. Salonda karşılıklı koltuklara oturup birer kahve içtik. Konuyu tabi ki açmayacaktım. Babama yaptığımı ona da yapmak istiyordum ve açıklama yapmasına izin vermeye niyetim yoktu. Ölmüş kardeşinin kocasıyla yatıyordu, nasıl bir açıklama yapabilirdi ki? Biz de sadece kahve içtik ve sanki başımızdan bir şey geçmemiş gibi havadan sudan, üniversiteden, falandan filandan konuştuk. Bir zaman sonra gerçekten bu olay hiç yaşanmamış gibi oldu. Zaten çok şey paylaşan bir aile olmadığımız için oturup tartışacak, konuyu bir çözüme kavuşturacak halimizde yoktu. En iyisi yok saymaktı ve biz de öyle yaptık. İlişkileri devam etti mi net olarak bilmiyorum. Hiçbir zaman sormadım ya da merak etmedim. Çünkü bir kere ya da yüz kere yapmış olmalarının benim gözümde bir farkı yoktu. Önemli olan olayın niceliğinden ziyade niteliğiydi. Ama ben devam ettiklerini tahmin ediyorum. Yaşları ilerlemiş, basit karakterli, hayatta bir ayrıcalıkları olmayan, dışa kapalı bu iki insan, birbirine muhtaçtı. Birbirlerinden başkasını bulmak için ne şansları ne de takatleri vardı. O yüzden devam etmeleri hiç de anormal olmazdı. Hem ne kadar üzerinde konuşulmasa da yine de yakalanmaları bu işi ortaya çıkarmıştı ve bu da onları rahatlatmıştı. Sanki olay, açığa çıkınca meşrulaşmıştı.

    Uzmanlık sınavına hazırlanırken aynı zamanda da bir hastanede pratisyen olarak çalışmaya başlamıştım. Hastana de olmak bana iyi geliyordu. Nedeni çok basitti aslında: etrafımda bana muhtaç insanların olması egomu inanılmaz ölçüde tatmin ediyordu. Hayattan diğer insanlardan farklı olarak para ya da seks aracılığıyla tatmin bekleyen bir yapım yoktu. Beslemem gereken tek tarafım egomdu. Daha sonraları bu uzmanlığımı seçerken neden cerrahiyi düşünmediğime dair çok pişman oldum. Çünkü asıl ego tatmin eden, asıl her şeyin hâkimi olmanıza en fazla izin veren dal oydu. Ama cerrah olmasam da ben, yine de bir şeylere hâkimiyet hissi veren bu mesleğin her dalında mutlu olabilirdim. Ve oldum da. Yani kendimce. Karşımda benden çektikleri sıkıntının adını koymamı bekleyen, bunu sonlandırmamı isteyen, ne desem yapmaya hazır insanlar vardı. Aileleri, canlarından fazla sevip korudukları o çocukları benim, yani hiç tanımadıkları bir kadının ellerine emanet ediyordu. Ve ben onlara ne istersem yapabilirdim. Ağzımdan çıkacak iki çift lafa bakardı. Zaman içinde uzmanlaştıkça, daha çok şey bildikçe, daha çok vaka görüp daha çok hastayı tedavi ettikçe iyice inandım ben olmadan bir şey yapamayacaklarına.

    Ve tam bu ego fırtınasının ortasında rastladım bu yerde yatan domuza.

    Sezen adında bir hastam vardı. Beş yaşlarında, sarı, kedi tüyü gibi bir tutam saçı olan, çilli, zayıfça bir kızdı. Alerjik astımı vardı ve neredeyse yeryüzünde ki her şeye alerjisi vardı. Annesi babası beraber getirirlerdi. İkisi de çocuğu çoktan ilgi manyağı yapmışlardı bile. Ufacık bir hırıltısında koşarak benim muayenehaneme geliyorlardı. Onları sorgulayacak ya da yargılayacak değildim, ne de olsa üzerlerinden para kazanıyordum. Ama bu onlara da hastalıklı kızlarına da sinir olduğum gerçeğini de değiştirmiyordu. Sezen sevimli bir kız falan değildi. O kadar mıymıntı ve pısırık bir çocuktu ki insanı çileden çıkarıyordu. Annesi bunun astımından kaynaklı özgüven eksikliği olabileceğine kanaat getirmiş ve beş yaşında ki bu kızı bir de psikologa götürmeye başlamıştı. Zaten oldum olası bu son dönem özellikle benim kuşağımda ki anneleri anlamakta zorlanırım. El kadar çocukları tutar; bale, voleybol, karate, Fransızca dersi, tenis, yüzme, jimnastik, su topu, çim hokeyi, ebru sanatı, resim, heykel, kilden tabak yapma, bok, püsür…bir dolu şeyin içine bir anda ve hepsini birden yapsınlar diye atarlar. Çocukta hiçbirini tam olarak öğrenemez, sonunda her şeyden yarım yamalak anlayan ukala bir şey olur çıkar. Ama annesinin tatmin olması yeterlidir. Kendi çocuğu diğerlerinin çocuklarından iki dil daha fazla biliyor ve onlar kara kalem çizerken bu, yağlı boya portre yapıyorsa daha ne isteyebilirler ki hayattan. Varsın çocuk, ambale olmuş bir kafayla hayatın asıl zevklerinden mahrum ve gerçeklerinden bihaber büyüsün. Ağaç gördüğünde ona tırmanması gerekirken olduğu yerden yaşını hesaplamaya çalışan çocuklar tanımıştım. Muayenehanemin camından bakıp, bahçedeki çam ağacının tarihini ve bitki dünyasında ki yerini bana anlatmaya kalkan altı yaşında ki botanikçiye büyük bir hayretle bakakalmış ve çıkarlarken annesinin elini sıkmıştım. Bir çocuğun çocukluğunu bu kadar net bir şekilde öldürmeyi başardığı için. Ama sanırım o, benim hareketimi bu şekilde anlamamıştır.

    Ama Sezende bunlarda yoktu. O ukala bile olamamış bir çocuktu. Beyaza çalan yüzüyle romanlarda ki hastalıklı kızlara benziyordu. Evet, astımı vardı belki ama benim başka hastalarımda da astım vardı ve bunlar onun kadar astımlı astımlı gezmiyorlardı ortalarda. Sezen, adeta hastalığını seviyordu. Daha doğrusu bu hastalığın ona kazandırdığı imtiyazları. Koşmak zorunda değildi. İstemediği hiçbir şeyi yemezdi. Hiçbir şeyi hızlıca yapması beklenmiyordu; hatta bazen yapması bile beklenmiyordu. İstediği an tıkanıyor numarası yapıp duygu sömürüsü yapabilirdi. Ah ne kadar da çabuk yoruluyordu o minik bünyesi! Bu numaraları yutmayan tek bendim ve o da bunun farkında olduğu için, beni hiç kandıramadığı için benden nefret ediyordu. Bende onun tüm bu mıymıntı hallerinden nefret ediyordum. İşte bu Sezen den bana zaten iyilik gelmeyeceğini beklemeliydim ama nedense en başta düşünemedim bunu ve onu bir seferinde annesi ile birlikte bana getiren aile dostları ile tanışma gafletinde bulundum.

    Hakan, ilk tanışmada hemen elinizi sıkıca kavrayıveren ve gerçekten elinizi sıkan adamlardandı. Gözlerinizin içine bakarak konuşur ve sizi daima dinlerdi ya da dinlermiş gibi yapardı. Ama o kadar iyi yapardı ki; kesinlikle şüphelenmezdiniz. Hakan, tam bir güvenilecek adam abidesiydi. Geniş omuzlar, irice eller, açık bir alın. İmajı destekleyen kalın ama net bir ses tonu ve gayet düzgün bir konuşma. Ona bir an bakıp arabanızın ya da evinizin anahtarını verebilirdiniz. Benim muayenehaneme ilk girdiğinde çok keskin adımlarla yanıma gelmiş ve direkt elini uzatmıştı: "Merhaba ben Hakan, Sezen'in amcası sayılırım. Sonunda sizi görebilmek gerçekten çok hoş. Sezen ve anne babası sizden pek çok kere bahsettiler."

    Sezen benden mi bahsetti? Tanrı aşkına o çocuk, bu adama benim hakkımda ne anlatabilirdi ki? Hem de benden bu kadar nefret ederken.

    Hakan elimi sıkıca tutmuş hafifçe sıkıp sallarken gözlerini de gözlerime dikmişti. Bir şey vardı ve bu şey, kesinlikle her taraftan hissedilebilecek kadar net bir haldeydi. "Merhaba" dedim bende. Yeterliydi. İşte biz Hakanla böyle tanıştık.

    Ve sonra Hakan, Sezen'i birkaç kere daha getirdi. Her içeri girip elimi sıkışında o "bir şey" in dozajı artıyordu. En sonuncuda yanlarında anne yoktu. Sezen'in muayenesi bittikten sonra tam kapıdan çıkmadan Hakan yine benim elimi sıktı ama bu kez bana diktiği gözlerinde; beni soyduğunu, hemen paravanın arkasında duran yatağa yatırıp bacaklarımı ikiye ayırdığını o kadar net gördüm ki dilim damağım kurudu. Onlar çıktıktan sonra masama oturup bir bardak su içtim. Hemen o akşam beni aradı. Cep numaramı Sezen'in çantasında (hiç yanından ayırmadığı pembe renkli, payetli bir çantası vardı) taşıdığı kartımdan almıştı. Ertesi gün için akşam yemeği teklifini kabul ettim çünkü ikimizde o yemeğe neden çıktığımızı biliyorduk. Bunu tartacak, altını üstünü kazıyacak falan değildim. O erkekti bende kadındım ve evet birbirimizle ilgili planlarımız vardı. İnsanın vücuduna karşı koyması zordur. Bunun cinsiyetle ilgisi yoktur. Beden bir kere kararını vermişse, ne yapsanız kaçamazsınız. Bende denemedim bile.

    Ertesi akşam yemeğinin sonucu düşündüğüm kadar şiddetli bir çarpışma oldu. Benim gibi hisleri olmayan birini bile sarsacak kadar şiddetli. Hakan, her nasılsa benim bedenimi benden iyi tanıyor gibiydi. Nereye dokunacağını daha doğrusu ne zaman nereye dokunacağını o kadar iyi biliyordu ki teslim olmamak için çok büyük çaba veriyordum. O da benim kendimi bırakmam için elinden geleni yapıyordu. Tüm bu savaş, bu çatışma o geceden itibaren uzun bir zaman sürdü. Ve o zaman içinde bir yerde Hakan, her nasılsa yatak odamdan oturma odama geçti.

    Onunla konuşmaya başlamıştım. O benimle başından beri konuşuyordu. Ben sadece dinlerdim. Benim hayatıma dair asla bir şey konuşmazdık. Bana bazen haberlerden, gündelik olaylardan bahsederdi. Bazen bir filmden ya da bir sergiden, müşterilerinden, yeni mobilyalardan, ağaçlardan… İlgimi çekmediğini anladığı an kısa keser bırakırdı. Beni asla dinlemem ya da ona katılmam, cevap vermem, yorum yapmam için zorlamadı. Ben zaten ilgimi çekmeyen hiçbir konudan bahsetmezdim ki. Ama bir gün, beraber yemek yerken, birden kendimi okuduğum ve gerçekten çok sevdiğim bir kitaptan bahsederken buldum. Gözleri parlamıştı çünkü kazıdığı duvarda ona bir delik açmıştım. Sonra bir başka gün hastalarımdan konuştuk, sonra hastaneden, okuldan. Konular arttı, çoğaldı. Eğer o, o kadar sabırlı olmasaydı bu asla olmazdı. Hakan'ın işi ahşap döşemeler ve mobilyalar üzerineydi. Bu iş aslında ona babasından kalmıştı ama severek yapıyordu. Şehirde birkaç mağazası ve şehrin biraz dışında dev bir atölyesi vardı. Evinin en alt katında ki bodrumda ise tiner ve boya kokan küçük bir atölyesi vardı; burada kendi tasarladığı ahşap eşyaları yapıyordu. Kendince anlam verdiği birkaç şey biriydi o özel tasarımlar. İçlerinde bir tane çocuk treni vardı ki görülmeye değerdi. İçine dört-beş yaşlarında bir çocuğun sığabileceği genişlikte iki vagonlu ahşap bir trendi bu ve duvar dibinde kıvrılmış duruyordu.

    İlişkimizin -ki evet, artık bu bir ilişkiydi- yaklaşık altıncı ayı bitiyordu ki ben bu döşemeleri yenilemeye karar verdim. Hakan, tanıdığı işçileri ve malzeme ayarladı hemen. Sadece iki gün sürecekti ama ben evde inşaat halinde kalmak istemiyordum. Düzensizlik canımı sıkar çünkü. Hele de söz konusu benim evimse. Kazandığımın çoğunu bu eve yatırıp kendime görkemli bir sığınak yaratmıştım. Şehir merkezinden biraz uzakta, bir sitenin en üst katında dubleks bir daire. Her yer ses geçirmez malzeme ile kaplanmıştı. Yerden ısıtmalıydı ve tüm zeminler ahşaptı. Işıklandırmayı olabildiğince sade ve loş yapmıştım. Mobilyalarım sade ve azdı. Hiçbir yerde biblo, vazo, çerçeve gibi gereksiz ıvır zıvır yoktu. Yatak odasında Hakan'ın deli olduğu, neredeyse dört kişilik dev bir yatak vardı. Ve de üç kapaklı, her kapağı ayna kaplı bir dolap. O odada tüm zemin halı kaplıydı. Yatak odasına bitişik banyoda kocaman bir jakuzi vardı. Bu ev, benim sığınağım, mabedim, mağaram, yuvamdı.

    Ve Hakan bana ilişkimizin en önemli teklifini yaptı: inşaatın süreceği o iki gün onda kalmamı istedi. Benim için kendi evim dışında bir yerde kalmak o kadar yorucu ve can sıkıcıydı ki en azından onunla kalmak belki daha kolay olabilirdi. Bende kabul ettim ve iki gün birlikte kaldık. Pek çok konuda çok verimli bir iki gün oldu bu ve ben bu zamanın sonunda en büyük hatamı yaptım: teslim oldum. Artık ona güveniyordum. Hatta galiba ben mutluydum. Sorgulamayı bırakmış, ipleri sıkmaktan, çekmekten vazgeçmiş ve ona ayak uydurmaya başlamıştım. Rahatlamıştım. İlk defa kendimi birine bu kadar bırakmıştım.

    Her şey bu şekilde giderken biz artık bir yıla yaklaşıyorduk ve ben, uyuklamaya başlayıp süngü elimizden kaydığı an saldırıya uğrayacağımız gerçeğini unutmuştum. Saf, aptal bir haldeydim. Derken Sezen'in krizleri başladı ve biz de yeniden testlere başladık. Yeni bir şeye daha alerjisi olduğu kesindi. Ne olduğunu bulmamız gerekiyordu. Hali hazırda olan yüzlerce alerjisini ancak kontrol altında tutabiliyorduk, o yüzden bir tane daha çıkması hoş olmamıştı. Bunun anlamı yeni maruz kaldığı bir şey olduğuydu. Ona yeni gitmeye başladığı yerler olup olmadığını ya da yeni yediği bir şeyler olup olmadığını sordum. Bir hafta süren testler ve Sezen le yaptığım fena halde can sıkıcı konuşmalardan sonra sonunda yeni alerjisini buldum.

    Hakan bu akşam yemek için bana geldiğinde eminim ki geceyi kendi yaptırdığı döşemelerimde cansız olarak bitireceğini düşünmemiştir. Ama işte hayat sürprizlerle dolu ve ne yazık ki hepsi de iyi değil. Kapıyı açıp onu içeri aldığımda, her şeye rağmen dilini ağzıma sokup beni öpmesine izin verdiğimde, arkamı dönüp mutfağa gidip, benimle gelmesini istediğimde de düşünmemiştir. O karşımdaki sandalyeye oturmuş benim salata hazırlamamı izlerken ona değil de halka halka dildiğim havuçlara bakarak "Sezen'in neye alerjisi varmış biliyor musun?" diye sorduğumda bile bir şey düşünmemiştir. Düşünmüş olsa cevabı ben söylemeden bilir; bacak bacak üstüne atmış bir halde karşımda oturacağı yerde kapıya koşması gerektiğini de tahmin ederdi. Ama yapmadı. Benden cevabı vermemi bekledi: "Neye varmış hayatım?" "Tinere"

    Yüzünde önce beliren anlamaz bakış, yavaşça "acaba" ya dönüştü ve ten rengi hafifçe açıldı. Son dildiğim havucun en son parçasını ağzıma atıp devam ettim bende: "Annesiyle Hakan amcasının evine gittikleri zaman, onlar yukardayken o, aşağıda trene biniyormuş. Oradaki tuhaf kokuyu daha öncede fark etmiş aslında ama nedense o koku onu rahatsız etmiyormuş, hatta o kokuyu seviyormuş."

    Yavaşça sandalyeden kalkıldı, temkinli adımlarla tezgaha yaklaşıldı. İki elini benim kesme tahtamın önüne gelecek şekilde tezgaha dayadı ve gözlerini yüzüme dikti ve "Ben…" dedi. Elimdeki, o büyük mağazadan aldığımız keskin bıçağı sağdan sola sallayıverince sesi kesildi. Dinlemek istediğimi de nereden çıkarmıştı ki? Açıklamaya ihtiyacım yoktu ki. Ben zaten anlamıştım, ne dinleyecektim şimdi? Bir sürü boş laf.

    Boğazında ki derin yarıktan fışkıran kana kendide inanamadı. Bir anda tüm havuçların, marulların, turpların üzeri kıpkırmızı olmuştu. İki eliyle kendi boğazını kavradı sanki tutunca o kan akmayacakmış gibi. Gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. Elimdeki bıçağı bırakmadan tezgahın arkasından dolanıp onun karşısına doğru geldim. Ben ilerlerken o kaçmak ister gibi geri geri gitti ama sendeledi ve yere düştü. Ayaklarını sağa sola çarpıp yerde kıvranırken; mutfak halısı ayaklarının altında tortop oldu. Elimde ki bıçağı arkamdaki tezgaha bıraktım. Hakan'ın üzerinden eğilip kafasının arka sağında duran sandalyeyi aldım ve karşısına doğru, mutfağın ortasına koydum.

    Oturmadan önce gidip buzdolabından kendime meyve suyu çıkarıp bir bardağa doldurdum, sandalyeye oturdum. Ne de olsa Şah damarıydı kestiğim ve o kadar kolay bitmeyecekti.

    Bitti

    Elvan Tuncer


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.


     


     Tadımlık Şiirler


    EKVATOR

    aşk pırıl pırıl bir şeytana uymak sövüp sövüp sövüp
    önünden arkasından; ne yaşadıysam akışında zamanın
    vaadedilmiş herşeye ayıp..

    kir bırakıyor genlerime algılandıkça odamda
    en çok gözlerime yatkın o gizil hastalık
    elbette biliyorsun; adı aynı binlerce yıldır elbette
    adı piç adı gömme yalnızlık..

    ya da işte dönüp dolaşması aşk ağzımda
    soyut bir imparatorla pürüzsüz bir konuşmanın
    tanrıyla hafiflik arasında yani
    vaadedilmiş herşeye eşitleyerek kendimi, on binlerce incecik soru
    sormak berrak bir filozof mesafesinde
    hem varlığa ahkam kesmek hem yokluğa netame..

    olduğum yeri biliyorum, sayesinde dönencelerin

    Mustafa Gökhan Tosun

    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    I Believe in Angels - ABBA









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100303.asp
    ISSN: 1303-8923
    3 Mart 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com