|
|
|
Editör'den : Hay ben böyle kadere!.. |
Merhabalar,
Gen depremle yatıp kalkmaya başladık, haydi hayırlısı. Herkesin bir fikri, bileninden bilmeyenine herkesin bir günah keçisi var. 1999'dan beri hayatımızda bir şekilde olan depremin akla yol göstermediği, haydi biraz insaf edelim, yeterince göstermediği ortada. Hazır değiliz. Hazırlıklı değiliz. 2004'te çıkan yönetmelik doğrultusunda inşa edilen binalarda sorun çözülmüş gibi görünmekle beraber, yetersiz denetimin ne gibi sonuçlar doğuracağını görmek için illa bir deprem olması gerekiyor. Peki ya eskiler? Onların durumu felaket. Sadece İstanbul için değil, tüm Türkiye için teyakkuz durumunda olunması gerekirken, köyü kenti hepsi birer mezbelelik. Oysa bir rivayete göre deprem için ödediğimiz vergiler kırkbeş milyar dolara yaklaşmış on yılda. Bütçede delik kapamaktan başka bir işe yaramamış anlaşılan. Çünkü yarasaydı, İTÜ bahçesinde 20 yıldır sapasağlam duran kerpiç evin benzerleri Elazığ'da olabilir, 6 küçüklüğündeki bir depremde 51 can verilmeyebilirdi. Anlaşıldığı kadarıyla en iyi örgütlenme deprem sonrası alınacak tedbirlerde olmuş ama gerisi tam bir karın ağrısı. Suçlular listesinin başında elbette memleketin karar vericileri var. Dirayetli, şahsiyetli bir yönetim, hele elinde kaynağı da varsa, bugüne kadar epeyce yol almalıydı. Kentsel dönüşüm projelerinin yaya kalmasındaki en büyük engel olan yoksulluğa devletten başkasının merhem olması imkansız zira.
Peki kentsel dönüşümde yayayız da, insani dönüşümde neredeyiz? Maalesef dönüşecek, gelişecek yerlerimiz sızım sızım sızlıyor. Tevekkülü, her işi Allaha bırakmak olarak algılayan bir memleketin çocuklarıyız biz. Kadercilik her yanımızı sarmış. "Gelecekse Allahtan" "Alın yazısı" "Kaderin önüne geçilmez" gibi tembellik kokan sözlerin anavatanıyız. Kapısının önünü süpürmeyi bilmeyenlerin çöpçüye ver yansın etmesinden farksız bizlerin tepksi. Aslında ne geliyorsa başımıza bu "Kadere razı olmak"tan geliyor. Bu yazgıyı değiştirmenin yolu da aslında bu lafı unutabilmekten geçiyor. Unutabilmek için güdülmekten kurtulmak, koyun yerine konmamak için de adam gibi adamlar tarafından yönetilmeye ihtiyaç var. Ama herşey insanın kendinde başlayıp kendinde bitiyor. Dönüp kendinize bir sorun bakalım, doğaya yenik düşmemek için ne gibi önlemler aldınız bugüne kadar? Aldınız mı? Haydi canım sizde, gözlerimle görsem inanmam. Hiç kadere karşı gelinir mi? Haşa... Gidenlere Allah rahmet eylesin, kalan sağlar bizimdir evvel Allah. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu KAN LEKESİ |
|
Aklım bazen duruyor. Ne konuşacak, ne de yazacak mecalim olmuyor. Bir gece uyuyup sabah uyanıncaya kadar olanlar olmuş oluyor. Günü kaçırmamak telaşına erken kalksam da nafile....
Ben hâlâ geçen haftadan aklıma takılanlarla boğuşurken yeni hafta onca olayla dopdolu geliyor ki yetişebilmek imkânsızlaşıyor.
Geçen Cuma'dan beri bu cümleye takıldım kaldım.
'Öğretmenler tartıştı. Öğretmenimin boynundan salça aktı'
Altı yaşındaki bir çocuğun gözünden kanın, ölümün tarifi bu olabilir ancak. O çocukların yaşadığı travmayı nasıl atlatacaklarını merak ediyorum? Ya aileler bir daha çocuklarını okula nasıl gönderecekler? Şiddetten kaçalım derken şiddet burnumuzun dibine kadar geliyor. Sorular, soru işaretleri bitmek bilmiyor. Silahla okula giren bir müdür yardımcısı, çocukların gözleri önünde yapılan bir tartışma ve ardından bir cinayet. Üstelik önce tabanca çekiliyor ardından bıçaklanıyor. Tablo vahim. Cinnet geçiren güya aşık katilin hedefi çocuklar da olabilirdi. O zaman tam bir kâbus yaşanırdı. Bana ilginç gelen böylesi bir olay sonrası yaşananlar. Televizyonlardaki görüntüleri görmedim, ama gazete haberleri olayların devamında okulda öyle muhteşem bir panik havasından falan bahsetmiyor. O zaman akla daha da kötü şeyler geliyor. Demek ki artık çocuklar da dahil olmak üzere bu tür olaylar öyle kanıksanmışız ki kaldığımız yerden hayatımıza devam edebiliyoruz. Çocukların ve ailelerin bu olayın hesabını sormaları ne değiştirebilir? Cinnet geçiren öğretmen hapse, gencecik ölen öğretmen mezara girdikten sonra...
Bu çocukların rüyalarında bu salça lekesi hep olmayacak mı? Ölüm salça rengi artık. Bu duruma nasıl geliyoruz. Bu kadar cinnet geçirmeye ve bu derece kolay katil olmaya nasıl yaklaşıyoruz?
Tam bunlarla kafayı yorarken "Kadınlar Gününe" rast gelen bir Oscar ödülü tartışıldı. Kadın yönetmenin elinden çıkma bir savaş-gerilim filmi damgasını vurdu gündeme. Hemen filmden bir sahne geliyor gözümün önüne video satan küçük çocuğun içine bir bomba yerleştirilmiş ve öylece yatıyor bir masanın üzerinde onu gören bomba imha uzmanı bile dayanamıyor bu sahneye. Aklım almamıştı bir kadın elinden çıkmış bu kadar sert ve kanlı bir sahneye. Ödül sonrası yaşanan politik tartışmaları bir yana bırakıp filmin içindeki bu sahneleri çıplak göz ve çıplak akılla değerlendirince şiddetin geldiği boyutun acımasızlığı ile sarsılıyorum. Bir filmde bu kadar ise, gerçekte ne kadardır acaba demeye başlıyorsunuz? Orada, burada, taa içimizde yaratılan savaşın acımasız ve can yakan yüzü tokat olarak çarpıyor, yine bir çocuğun salça rengine bürünmüş kâbuslarıyla boğuşuyorum.
Tüm bunları unutayım derken, orada bir köyde uzakta sadece fakir oldukları için ölüyor insanlar. Çaresiz oldukları için deprem onların kerpiç evlerini hayatlarının üzerine yıkıp geçiyor. Biz sormaya başlıyoruz. Ya İstanbul'da da deprem olursa, İstanbul'da ne zaman deprem olacak? Bu kadar acımasızlaşıyoruz. Orada ölen 50-60 canın, soğuktan ve depremden titreyen yüreklerin yanında kendi büyük iç seslerimizle elimizi uzatıyoruz. Daha büyük bir yerde daha büyük bir deprem olsa daha acıyacakmışız canımız gibi bencil bir kabuk bağlıyor yüreğimizi. Orada ölen giden deprem Şili'den daha uzak oluyor gazete köşelerinde. İşte yine salça rengine bürünüyor bir çocuğun rüyaları.
Orada, burada, bir yerlerde unutulmuş bir kalp olmalı. Onu alıp yerine koymalıyız. Belki de sırf bu yüzden onunla birlikte yaşamaya alışmadığımız , sık sık bir yerlerde unuttuğumuz için çarpmıyor bunca olaydan sonra. Bunca olaydan sonra tek bir yürek olup hala haykırmıyor; çaresizliğin, fukaralığın ve kaybettirilen olmanın hesabını soramıyorsa yürekler... o zaman susuyorum.
Pazartesi Dünya Emekçi Kadınlar Günü'ydü üstelik. Unutulan bir kutlanma hikâyesi olan ve artık günümüze uyarlanan zaman zaman iç acıtıcı bir biçimde güldüren kutlamalarıyla "Kadınlar"ı hatırladık.
Çiçekler, çikolatalar ve kadınsı hediyelere büründürüp bu günü asıl sorularımızı unuttuk. En önemlisi asıl sorunlarımızı galiba hep unuttuk.
Gözlerimi kapatıyorum benim de gitmiyor gözlerin önünden; bir genç kadın uzanmış yatıyor yerde, yakınında bir yerlerde yabancı üniformasıyla bir asker kan içinde, başka bir çocuk bağırsakları yerine bir bomba taşıyor, yaşlı bir kadın yıkılan evinin yanında ağlıyor, soğuktan elleri morarmış ve evine ekmek götürmek için hak arayan bir işçi kadının haykırışına karışıyorum....
Dışarısı soğuk, biliyorum içimdeki çocuğun kabusları da salça rengine dönüşecek eğer gözlerimi kaparsam. O yüzden yazmayı deniyorum. Her satırda çamaşır suyu ile silinsin diye kan rengi. Yok yine de olmuyor. Bu kan lekesi çok inatçı.
SunA.K. Grasse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bedri Reis
Sevgili Bedri Reis; bizi keşke bırakmasaydın.. Sen gittikten sonra artık bu sulardan tekir mekir çıkmaz oldu.. Kanalın yerini artık hepimiz iyice öğrenmiştik.. Sabahları senin kayığını göremesek de öğrettiğin kerterizlerle kanalı yine buldurduk. Ama çaparilerimizle önce dibi bulup sonra iki kulaç yukarı, bir kulaç aşağı ne kadar ararsak arayalım olmadı. Birkaç şaşkının dışında istavrit cemaati bize küstü. Hele o fişek gibi kolyozlar hiç görünmedi sen gittikten sonra.
Hani gece hava patlardı. Biz duymazdık, sen duyardın. Sabah kalktığımızda sandalları kumsalda, güvende bulurduk. Sen de kayıkhanenin önünde oturuyor olurdun da, kızardın bize, hatta küfür bile ederdin. "Ulan bi daha herkes kendi sandalına mukayyet olsun, bi daha çekerim kendi kayığımı başkasına karışmam" derdin.. Sonra da eklerdin; "Aslında bırakacaksın parçalansın ama ah şu kayıklara acımasam…"
Hava patlayınca yine sen koşardın ilk önce denize. Eğer yataklarımızdan kalkabilmişsek gecenin karanlığında, sandalların arasında beyaz uzun bir don görürdük önce, başka da hiçbir zaman pantolonsuz görünmezdin. Bütün kayıklar denizden toplandıktan sonra küfürlerle eve giderdin. Yataklarından kalkabilmiş olanlar için taktir yerine geçerdi bu küfürler.
Sonra kayıkları kuma çektiğimiz geceyi takip eden birkaç gün yağmur yağardı. Ağlarını elden geçirirdin yağmurlu günlerde kayıkhanenin önünde. Ara sıra da gökyüzüne doğru bakıp ayıp ve günah şeyler söylerdin, "dibi delindi" falan derdin. Kızardın çok yağan yağmura.
Biz çocuktuk o zaman, sen emekli balıkçı. Ramazanlar, bayramlar yaza rastlardı. Elini öpmek istemiştik bir bayram. Vermemiştin elini. "Kim oruç tuttuysa onun elini öpün" demiştin. Bir daha yaklaşmadık bayram sabahlarında yanına. Zaten sen ne kadar izin verirsen o kadar yaklaşabilirdik sana.
Yine bulutların aralanmadığı, yine yağmurun kumdaki kayıklarımızı yıkadığı günlerden birinde elinde bir çifteyle belirdin kayıkhanenin önünde. Yanında da bizim Zühtü vardı; sitenin köpeği. Bizi bir türlü balıkçı yapamadın ama çomar Zühtü'yü av köpeği yapmışsın.
Ne zaman fırsat buldun, ne ara konuştun onunla, nasıl ders verdin anlamadık. Alçaktan uçan bir martıya ateş ettiğinde Zühtü'nün koşup yaralı kuşu denizden almasına şaştık kaldık. Cebinden keskin çakını çıkarıp ruhunu teslim etmesine yardımcı oldun martının. Ve Zühtü'nün başını okşadın. O martının tüyleri de sırf senin değil hepimizin çaparilerine yetti o yaz.
Poyraz erken başlamıştı o gün. Öğleyi bile beklememişti. Kanaldan dönüşte küreğin birini havaya dikip üstüne kayığın brandasını bağlamıştım. Öbür küreği de dümen yaptım. Acayip bir yelkenim olmuştu, poyrazla beraber akıp gidiyordum kıyıya. Kayığınla yanımdan geçerken "ne oldu" diye sormadan ip atmıştın bana. "Motor bozuk değil, ben yelken yapıyorum" diyemedim sana. Anlatamayacağımı düşündüm yelkeni balıkçıya. Yedeğinde çekmiştin o gün beni kıyıya kadar. Daha sonra sen öğle uykusundayken açmıştım hep brandadan yelkenimi. Aslında anlatsam anlardın mutlaka ama kulakların ağır işitiyordu. Çok bağırmak, herkese duyurmak gerekiyordu sana anlatılmak istenen şeyleri.
70 yaşında mıydın o zaman sen Bedri Reis? 5 sene mi 10 sene mi oldun hayatımızda? Ben şimdi senin balıkçılıktan emekli olduğun yere yakın oturuyorum. Arnavutköy'de hala tanıyanlar var seni. Berber Adil mesela. Emekliliğinde yazlarını geçirdiğin yerde, Zühtü'nün senden avcılığı, bizim de öğrenebildiğimiz kadar balıkçılığı öğrendiğimiz yerde Yalova'da artık ne o zamanki kayıklar kalmış, ne kıyıda kızaklar, ne denizde tonozlar.
Hani ayrılığımızın yaklaştığı senelerden birinde doktor akşamcılığı yasaklamıştı da, sen de iki kadeh akşam rakısını öğle yemeğine kaydırmıştın, öğle şekerlemesi uzadığı için kayıkhaneye uğramadan akşamüstü doğru gazinoya giderdin, hiç oyun oynamazdın, oynayanlara da kızardın ya. Onlar hala orda oynuyorlar. Kayıkhanenin kapısı bazı yazlar bir kere bile açılmıyor. Kime sorsam, "balık mı kaldı denizde" diyor. Keşke bir gün çıkıp geliversen Bedri Reis, açsan kayıkhanenin kapısını, teker teker atıversen kayıkları denize. Balığın şimdi nerde olduğunu göstersen bize. Keşke geliversen.
Derya İzbul
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bademin Yurdu…
Marmaris'in yemyeşil dağlarından inerken turkuaz bir deniz size uzaklardan gülümsemeye başlar… Pembe zakkumların arasından görünen badem bahçeleri sizi kendisine doğru çeker. Hele bir de baharsa… Kilometrelerce uzaktan duyarsınız badem çiçeğinin büyülü kokusunu...
Uçurumların kenarındaki yollardan geçerken gözlerinizi kapatıp bu efsunu hayallerinize taşımamak için zor tutarsınız kendinizi. Hayallerinizi ertelemeniz gerekmektedir. Gözlerinizi kapattınızmı doğanın büyüsüne kanar, Palamutbükü'nün labirent gibi yollarında kendinizi kaybediverirsiniz.
O yolları aşıp, Bük'ün havasını içinizde çektiğinizde ise tüm hayalleriniz sizi kollarınızdan tutar, çakıl taşlarının kapladığı sahilde, ılgın ağaçlarının altına oturtuverir. Kendinizi dümdüz, tertemiz denizi izlerken buluverirsiniz.
Palamutbükü'ne gidip limanda dolaşmamak olmaz. Kendinizi limanın sarı ışıkları altına bıraktığınızda, ayaklarınız kendiliğinden ilerlemeye başlar. Lüks bir yat fuarından hiçbir farkı yoktur limanın… Oradan çıkıp Bük Kafe'de sade kahve, bir bardak ta soda içtinizmi keyfinize diyecek yoktur artık…
Akçamın ışıkları yavaş yavaş çökmeye başladığında, yemeğinizi yemek için evinize gidersiniz. Bir köyde olduğunuzu ancak evlerin arasına girdiğinizde anlarsınız. Yiyeceğiniz en lüks yemekler haşlanmış salyangoz, kırmızı sokkan balığı ya da Badem Motel'de bir akşam yemeğidir.
Yemek biter de evde oturulur mu hiç? Sahilde okey turnuvaları düzenlenir. Gençler barlara gitmezler orda. Yoktur çünkü… Onun yerine sahile uzanır, yıldızları izlerler. Gece yarısı denize girmenin tadı anlatılmazdır Bük'te…
Yolda yürürken yanınızdan geçen motorları saymaya kalkmayın, sayamazsınız… Genç, yaşlı herkesin motoru vardır orada.
Palamutbükü'ne kadar gidipte Knidos'a uğramadan geçmek olmaz. Knidos Şehri'nde ne ararsanız bulabilirsiniz: bilim, doğa, din, tarih, sanat…
Knidos şehri Akdeniz ve Ege Denizi'nin birleştiği noktada bir yarımadaya kurulmuştur. En uç noktasında sağınıza baktığınızda lacivertin asaletiyle Ege Denizi'ni, solunuza baktığınızda yeşilin dinlendiriciliğiyle Akdeniz'i görebilirsiniz.
Knidos; bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kenttir. Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi Eudoksus, Doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri'nin mimarı Sostratos burada yaşamıştır.
İlginç gezi noktalarından biri de mevsimleri ve zamanı gösteren güneş saatidir. En tepede Apollon tapınağı bulunur ve şehir oraya doğru bir tiyatro gibi yükselir.
Datça'nın güzelliği efsaneler dahi konu olmuştur!
"Eski zamanlarda Yunanistan'da bir cüzam salgını baş gösterir ve birçok kişi bu hastalığa yakalanır. Yunan yetkilileri b hastalığın daha fazla yayılmaması için cüzamlı gemilere doldurarak Yunanistan'dan uzaklaştırırlar ve Datça Yarımadası'nın ucundaki bu bölgeye bırakırlar. Aradan uzun bir zaman geçer ve Yunan yetkilileri bıraktıkları cüzamlılara bakmaya gelirler ve görürler ki bütün cüzamlılar iyileşmişler, aileler nüfuslarını arttırmışlar hatta bu bölgede bir şehir (Knidos) kurup yaşamaya başlamışlar."
Denir ki bu cüzamlıların iyileşmesinin sebebi, Datça'nın güzel, temiz havası, denizi, sağlık ve mutluluk veren atmosferidir…
İrem Köylü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Schelling'in Sanat Felsefesi Üzerine I |
|
"Alman İdealizmi'nin ikinci büyük filozofu" olarak anılagelen Friedrich Wilhelm Joseph Schelling (1775-1854)'e göre tüm felsefe araştırmalarının en yüksek amacı, "dünyanın varoluşu sorunu"nu çözmektir. Bilimler, en temelde bu amaca yönelmiş olsalar da bunu başaramazlar; çünkü, gerek kullandıkları empirik yöntemler nedeniyle, gerekse de inceleme alanlarının sınırlı olması bakımından yetersiz kalırlar.
Nitekim, bu yöntemler muğlâk, yanıltıcı ve yanlışa sürükleyicidir; bunlar aracılığıyla kesin bilgiye ulaşmak mümkün değildir. İnceleme alanlarının sınırlı olması nedeniyle de belirli birtakım ayrımlar yaparlar ve sorunları bütünlüklü bir biçimde ortaya koyup değerlendiremezler. "Dünyanın varoluşu sorunu"nu çözmek ve aynı zamanda da kesin bilim olarak felsefeyi olanaklı kılmak ise belirli türden bir bütünsellik içinde ve empirik olmayan yöntemlerle olanaklı olabilir.
Schelling'e göre bu olanak, kendisini Ben'in koyulmasında Mutlak Ben'le olan dolayımsız ilişkisinde gerçekleştirir. Zîrâ, kesin bilim olarak felsefeyi olanaklı kılacak koşulsuz bilgi, başka bir bilgi aracılığıyla kendisine ulaşılamayan, ancak onun sâyesinde tüm diğer bilgilerin olanaklı olduğu bilgidir. Koşulsuz bilgi, mutlak bilgidir; Mutlak'ın bilgisidir. Başka her tür bilginin koşulu olan Mutlak, aynı zamanda Ben hakkındaki bilginin de koşuludur ve Ben'in Ben olarak koyulması, Mutlak Ben'in Mutlak Ben olarak koyulmuş olmasına bağlıdır.
Buna karşılık, Mutlak Ben'in Mutlak Ben olarak koyulması da Ben'in Ben olarak koyulmasını gerektirir ve Ben, Ben olarak kendi kendisini koyarken, kendisinin üzerine çıkar ve Mutlak Ben'i de koyar; Mutlak Ben'i Ben koyduğu için de bu ikisi arasında özsel bir fark yoktur. Oysa, Kartezyen paradigmada koşulsuz bilgi olarak "Ben isem, öyleyse Ben varım" önermesi kabûl edilmiş, Ben'in Mutlak Ben'le ilişkisi sorgulanmamıştır. Hâlbuki, tüm bilgimizin kaynağı Ben (ya da Mutlak Ben)'dir, "dünyanın varoluşu sorunu"nu çözmek için de Ben'den hareket etmek gerekecektir.
İmdi, Schelling'e göre Ben'in koyulması, aynı zamanda da Ben-Olmayan'ı belirler ve tüm bilgimiz, Ben ile Ben-Olmayan'ın karşılıklı konumlandırılmasıyla ortaya çıkar. Dahası, Ben'in koyulması, Ben-Olmayan'dan önce olduğu için Ben-Olmayan karşısında Ben koşulsuz olandır; Ben-Olmayan'ı, Ben koşullandırır ve tüm bilgimiz, bu koşullandırmanın ürünüdür. Üstelik, Ben ile Ben-Olmayan da aslında özsel bakımdan bir ve aynıdır ve kesin bilim olma amacında olan felsefenin de Ben ile Ben-Olmayan arasındaki tüm karşıtlıkları aşarak Mutlak'a, Mutlak'ın bilgisine; yâni, koşulsuz bilgiye ulaşması gerekecektir.
Böylelikle, Schelling'e göre felsefenin "dünyanın varoluşu sorunu"nu çözmesi, bu mutlak bilginin ortaya konulmasına bağlıdır ve bu bilgi, ancak tez-anti-tez-sentez ilişkilileri içinde; yâni diyalektikle ortaya konabilir. Dolayısıyla, Ben ile Ben-Olmayan arasındaki diyalektik sentez, son adımda Mutlak'ın Mutlak olarak; yâni, mutlak ayrımsızlık olarak ortaya konulmasını sağlayacaktır ki bunu yapmak, felsefenin en temel ödevidir.
Ne var ki, Schelling'e göre şimdiye kadarki felsefe, Ben ile Ben-Olmayan ve Mutlak Ben arasındaki bu özdeşliği doğru bir biçimde kurmayı başaramamış, kesin bilim olarak kendi olanağını ortadan kaldırmıştır. Nitekim, felsefede Ben, Kant'ın kritisizmiyle, Ben-Olmayan ise Spinoza'nın dogmatizmiyle temsil edilmiş ve asılında her ikisi de bu özdeşliği kuramamıştır. Hem, Spinoza Ben'i mutlak nesneye dönüştürürken, Fichte ise mutlak özneye indirgemiş; yâni Spinoza nesneyi, Fichte ise özneyi mutlaklaştırmış ve her ikisi de Ben ile Ben-Olmayan'ın Mutlak içinde "yutulmasına" yol açmıştır.
Schelling'e göre, bu özdeşlik kurulmak istendiğinde zorunlu olarak ya nesneden, ya da özneden hareket edilecektir ki, bunlardan ilki doğa felsefesinin, diğeri ise transendental felsefenin konusudur. Böylelikle, Ben'in Ben olarak kendi kendisini koymasının dolayımında Ben-Olmayan ve Mutlak Ben'le olan özdeşliği sağlanmaya çalışılacak; Mutlak'ın kendisini nesneleştirme süreci adım adım kurulacaktır. Ancak, bu iki felsefenin özdeşliğinin de kurulması gerekecektir ki, bu da sistemin doruk noktası demektir. Fakat felsefe, bu noktada yetersiz kalır ve bu karşıtlıkları aşmada felsefenin daha farklı türden bir "organon"a ihtiyacı vardır; hiçbir akılyürütme, hiçbir mantıksal işlem bu özdeşliği kuramaz.
Schelling'e göre sanat ise tüm karşıtlıkların içinde eridiği birliktir; dolayısıyla Schelling, sanat (felsefesi) aracılığıyla bu karşıtlıkları belirli birtakım özdeşliklere dönüştürerek sistemini tamamlamak ve mutlak bilgiyi; yâni hakîkati, bu yolla dile getirmek ve "dünyanın varoluşu sorunu"nu çözmek ister. Schelling için sanat (felsefesi), tüm çelişkilerin ortadan kalktığı, tüm bilmecelerin çözüldüğü yerdir; sanat, hakîkate ulaşma sürecinde kendisinin üzerine çıkar ve sanat felsefesine dönüşür ve bu özdeşliğin formunu verir. Sanat; Ben, Ben-Olmayan ve Mutlak Ben arasındaki mutlak ayrımlaşmamışlığın yeniden kurulmasını sağlar.
İmdi, sanat eserlerinde açığa çıkan güzellik, bu özdeşliğin ifâdesidir; zîrâ güzellik, mutlak ayrımlaşmamışlık içinde bu özdeşliğin mutlak bir biçimde görülmesidir. Güzellik, Ben ile Ben-Olmayan arasındaki tüm sınırların, ayrımların ortadan kalkması, Mutlak Ben içinde Mutlak olarak özdeşliğinin kurulmasıdır. Bu nedenle güzellik, mutlak güzelliktir de. Dolayısıyla, sanatın ve sanat eserlerinin kaynağı da bu güzelliktir. Sanatçı, eserinde bu güzelliği ortaya koyar ve şimdiye kadarki felsefede ortaya konamayan bu özdeşliğin kurulmasını sağlar. Bunun içindir ki sanat (eseri), olgusallığın doğası hakkında konuşmak için bir anahtardır.
Schelling, sisteminde sanat felsefesine bu denli özel bir konum verdiği için, sanat felsefesi tartışmalarını da büyük bir özenle inceler ve döneminin genel eğilimlerinden; sanatı empirik yöntemlerle incelemekten uzak durur. Bu eğilimler, sanatı duyusal imgelerin yansıması ya da belirli türden bir "yanılgı" olarak görmektir. Oysa, Schelling için sanat; "kutsal", "bozulmamış" olanın kendini ortaya çıkarması, bunun aracıdır ve bir yanılgı olamayacak kadar mutlaktır. Sanatçı, Mutlak'ın konulmasında vazgeçilmez bir önemdedir; buna "aracılık" eder.
Hâliyle, sanat konusunda belirli bir görüye sâhip olmayan kimselerin sanatın ne olduğu hakkında konuşması doğru değildir. Örneğin, sanatın etkilerinin "doğal etkiler" olduğuna inanan bir kimse, sanat eserinde yalnızca tek tek "güzel olanlar"la ilgilenir; "bütünün ideası"na (ya da mutlak ayrımlaşmamışlığa) yükselmeye çalışmaz. Oysa sanat, "doğadan kopma" için araçtır da ve bu yolla, "her türlü belirlenimden uzak salt varlık" kavranır ve aktarılır ki, sanatın uyandırdığı etkilerin kaynağında bunlar vardır. (Philosophy of Art, University of Minnesota Press, Minneapolis, 1989; syf: 4-12)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
KALANI
Hayatımızın bir kalanı olmalı seninle
Damdan sarkan buzlar gibi içimiz
Kağıt üstünde ki kırık
Peynir parçaları gibi hayallerimiz
Sevişmek nasıl bir şey
Ben hayallerimle hiç sevişmedim
Görüş günümde yok benim
Hayatımızın bir kalanı olmalı seninle
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|