|
|
|
Editör'den : 51 değil 41'miş, pardon, pardon!.. |
Merhabalar,
Bir duayeni daha sessiz sedasız yitirdik. Cumhuriyetin yetiştirdiği ender yetenekli bir ustaydı Turhan Selçuk. Benzersiz yalın çizgileriyle gündemin nabzını en iyi tutanlardan biriydi. Karikatürcüden öte, Yaşar Kemal'in dediği gibi, onlarca cümleyi birkaç çizgi ile anlatabilen bir şair, romancı ve hikayeciydi. Ölmeyecek eserler bıraktı ardında ve gitti. Tanrıdan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Turhan Selçuk'un ardından neler söylenecek bilmiyorum ileride ama vefanın semt olarak bilindiği bir memlekette umutlu olmak kolay değil arkadaş. Mesela, örümcek kafaların, kara vicdanlıların, Atatürk'e küfretmelerini anlamak mümkün. At oynattıkları devri kapatmış, Türkiye'yi çağdaş medeniyetle tanıştırmış, Cumhuriyeti kurmuş, Dünyanın takdirine mazhar olmuş bir lideri sevmemelerini anlamak kolay. Ama, hayatlarını "Aydın" kisvesi altında, şakşakçılıkla geçirmiş terbiyesizlerin bu cüretini açıklamak hiç kolay değil benim için. Siyasi ortamdan aldıkları cesaretin büyük payı var elbette. Bunlardan biri, hani şu karısına kavanoz içine doldurduğu b.ku atan adem, kendi etnik kökeni ile ilgili bir programda laf dönüp dolaşıp Livaneli'nin filmi "Veda"'ya gelince aynen şunları söyledi; "çağını kapatmış, yalan ve efsaneyle örülmüş bir hikâyeyi canlandırma çabası”. Liberalliği kavanozda b.k atmak olarak yorumlayan bu edepsizle aynı havayı soluduğum için bile utanıyorum. Ne yazıktır ki, kendisi yalnız değil. Bu güzel memleketi devşirmeye çalışan binlercesi var sırasını bekleyen. Yazıklar olsun sana nişanyan.
Gizli tanıklığı, ihbarcılığı soytarılığa çeviren düzenbazların yeni numarasına gülsem mi ağlasam mı şaşırdım. Flaş haber olarak geçilen "Bomba yüklü kamyon" haberinin hükümetin çiftliği TRT'de "seri numaraları silinmiş el bombaları" olarak yer alması ise başlı başına bir densizlik ve çok düşündürücü. Herkesin haberi olduğu halde, yollanan bir epostaya itibar edip askere ait bir mühimmatı yakalayan(!?) kahraman Türk polisine de helal olsun. Bu işlerin sonu nereye varacak kestiremiyorum ama depremdeki ölü sayısını bile doğru vermeyi beeceremeyen bu yönetim başta olduğu sürece bir halt yiyemeyeceğimiz kesin, onu gayet iyi biliyorum. İyi hafta sonları, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KIRLANGIÇLAR -4 |
|
Mevlüt Abi'nin asık yüzlü karısı bir saat sonra sobası gürül gürül yanan odaya geldi. Ortaya bir sofra bezi yaydı. Mevlüt abi sanki bir manyeli almış gibi hemen yerinden fırladı.Eşinin arkasından oturduğumuz odadan çıkıp gitti. Onlar odadan çıkınca bu kadın benim gelmemden hiç hoşlanmadı. Akşamın karanlığında kapısında bulduğu bu misafir onu mutsuz etti diye düşünmeden edemedim. Çünkü bu insanlar yoksuldular. Ve belki bana ikram edecek yiyecekleri yoktu. Bu kadın belki misafire mahcup olacaktı. Erkekleri bilirsiniz, böyle ayrıntıları düşünmezler. Ve eşlerinden her zaman mucizeler yaratmayı beklerler. Ama ya elde avuçta yoksa ne yapsınlar? Güzel akşam yemeği sunamamak bir kadını üzebilir. Hatta tahminimizden de çok. Bu kadını yoksulluğundan dolayı veya güzel bir sofra kuramadığı için kınamayacak kadar köylüydüm ben. Ama bu kadın benim köylü olduğumu nereden bilsin. Şehir insanları her şeyi beğenmez. Kendilerine sunulanlara burun kıvırabilirler.
Ben kendi düşüncelerin deryasında boğulurken Mevlüt abi üzeri tabaklar, tavalar dolusu kocaman bir tahta sofrayı örtünün ortasına yerleştirdi. Etrafına minderler attı. "Hadi bakalım hocam, Allah ne verdiyse buyur bakalım,"dedi. Ben sofranın başındaki minderlerden kapı önüne en uzaktaki minderi seçip oturdum. Aslında tam oturamadan kapı çalındı. Ev sahipleri telaşla merdivenlere kokuştular, dışarının lambasını yaktılar. " Arnavut gelmiş," dediler. Arnavut Ahmet içeri girdi. "Hocam hoş gelmişsin," diye sarıldı. İki yanağımdan oğluymuşum gibi beni öptü. Ve Mevlüt Abiye "Kapıyı köslemeyin," dedi. Arkamdan Şevki Hoca gelecekti." O sözlerini bitirmeden merdivenlerde ayak sesleri duyuldu. Upuzun sarı sakallarıyla elli yaşını biraz aşkın bir adam kapıdan girdi. Kalktım, elimi uzattım. Hoş gelmişsin diyerek bana sarıldı.
Anlayamadığım bir şeyler oluyor gibiydi. İlk kez karşılaştığım bu insanlar nasılsa benim Mevlüt Abinin misafiri olduğumu duymuşlar, özellikle köylerinin yeni öğretmeni ile tanışmak için çıkıp gelmişlerdi. Bunun yanında sanki ilk kez karşılaşmıyor yıllarca tanışıyor gibiydik. Fazlasıyla sıcak ve cana yakın davranıyorlardı. Arnavut Ahmet ile Şevki Hoca divana iliştiler. Ev sahibimin ısrarlı davetine rağmen sofraya oturmadılar. "Siz yemeğinizi yiyin, biz sonra çayı katılırız," dediler. O akşam taze fasulye, çoban salata, pilav ve yağda pişirilmiş yumurta yedik. Yemek oldukça lezzetliydi. Ev sahibi kadının mahcup olmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu.
Yemeğin ardından çaylar içildi. Derin bir sohbete olaylar, insanlar ve memleketler dolaşıldı. Konuşulanlar bazen fındık, inek ve köydeki tanımadığım kişilere ulaşsa bile genelde güzeldi. Arnavut Ahmet gülmesiyle konuşmasıyla ve ansızın ciddileşmesiyle alışık olmadığım renkte biriydi. Şevki Hoca'da bir imamdan daha çok dünya adamıydı. Söylediği her cümleyi ağzından çıkmadan önce tartan ağırbaşlı biriydi. O gece dini mevzuların kıyısına bile yaklaşmadı. Arnavut Ahmet'in şişe dibi kalın camlı gözlükleri vardı. Saymadım ama çay ile birlikte sohbet sırasında birkaç tane novalgin içti. (Bu insanlar o köyde çalıştığım yedi yıl boyunca beni sürekli arayıp soran en yakınlarım oldular. Arnavut Ahmet acayip çalışkan bir adamdı. Ama panalgin veya novalin kutusunu kesinlikle yanandan ayırmazdı. Şevki Hoca aslında din görevlisi değildi. Sadece imam olmadığı için Cuma günleri ve ramazanda mahallelerindeki mescitti beş kuruş kazanç kazanmadan, sadece hayır için namaz kıldıran sade bir köylüydü. Ama her ikisi de özü sözü bir adamlardı.)
O gece saat on bire kadar lafladık. Sonra misafirler bana iyi geceler deyip kalktılar. İkisinin de ellerinde pilli fenerleri vardı. Karanlığı delen ışıktan çizgilerle fenerleriyle gecenin içinde kaybolup gittiler. Minibüsten indiğim andan itibaren karşılaştığım her şey alışılmışın ötesindeydi. Bir alaca karanlık kuşağı içinde yürüyor gibiydim. Yemek yediğimiz, çay içip sohbet ettiğimiz oda benim yatmam için hazırlandı. Tahta divanın üzerine temiz ve yumuşacık yorganlar serildi. Ben daha dün gece sıcak olduğu için üzerime bir çarşaf alarak uyumuştum. Şimdi yorganla yatıyordum. Son bir sigara içip yattım. Zaten çok yorgundum. Uykumun bir yarısında sesi benimle aynı odadan geliyormuşçasına bütün heybetiyle bir eşek anırdı. Resmen yatağımdan sıçrayıp kalktım. Uykum bölündü. Saatime baktım sabahın beşini gösteriyordu. Odanın zemin döşemelerinin altı ahırdı. Ve densiz eşekle aramızda sadece birkaç santim kalınlığında tahtalar vardı. Yaklaşık bir saat kadar kaçan uykumu geri getirmeye çalıştım. Yeniden uyandığımda güneş çoktan yükselmiş, hatta ev sakinleri mutfakta kahvaltılarını bile bitirmişlerdi. Sanırım benim rahatımı bozmamak için mümkün olduğunce sessiz kalmaya çabalamışlardı. Benim için yeniden sofra kurdular. "Abi ne biçim eşeğin var. Beni uyutmadı," dedim. Mevlüt Abi acayip bir kahkaha patlattı. "Hocam ne yapalım bizimki böyledir. Kurulmuş saat gibi her sabah beşte anırır. Samanını, arpasını ister," dediler.
Gülüştük. Ben iyi değildim. Boğazım dolmuş, nefes almakta zorlanıyordum. Yediğim içtiğim her şeyin tadı saman gibiydi. Üşütmüş olmalıydım ama ne zaman, nerede hiçbir fikrim yoktu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu DÜŞÜNDÜM KALDIM |
|
Onu pazarın bir köşesinde kenger satarken tanımıştım. Kenger boyalı; ama temiz mi temizdi elleri. Başörtüsü de entarisi de top donu da öyle. Yıllardır, bu mevsimlerde dağlardan kazdığı kenger dikenini pazarda satarmış. Beni ona götüren arkadaşım:
"Emeğiyle geçinmenin erdemini bilir" dedi.
"Ben, dedi, öyle pis yerlerden diken kazmam. Pis sularda ayıklamam kengeri. Kızlarımı bunun parasıyla okuttum, meslek sahibi yaptım. İşini yavuz tutan da, işine hile hurda karıştıran da karşılığını alır."
O, kengeri tartarken, onu tütün, pamukta; ekinde, harmanda binlerce kez gördüğümü fark ettim.
Dünya, neden böylesine yaşanası diye düşündüm kaldım?
***
Bütün gün, bir daireden ötekine koşturmaktan yorulmuştum. Dolmuşa bindim kendimi en arka sol koltuğa bıraktım. Dolmuşun bir köy kavşağında durduğunu bile hissetmemiştim:
- Cümleten hayırlı yolculuk dedi bir kadın.
Kafamı kaldırdım. Otuzlu yaşlarda başı bizim ora işi kar beyazı örtülü bir köylü kadınıydı. Teşekkür ettim, yalnız kendimin duyabileceği bir sesle. Doğrusu başka bir ses de duymadım.
Bir sonraki köy kavşağında dolmuş, yine durdu. Kadın bu kez inerken:
- Uğurlar ola, dedi. Yolunuz açık olsun
Başbakanın elini havada bırakan kadın aklıma geldi, düşündüm kaldım.
***
O, Alsancak'ta tekel işçisiydi. Sabahın er vaktinde kalkar, iki oğlunun kahvaltısını hazırlar, onları kaldırır, kahvaltılarını yaptırır, okula gönderir göndermez işe koşardı.
Akşam yine koşa koşa gelir sofrayı kurardı. Bir taraftan bulaşıkları yıkarken bir taraftan da yarının yemeklerini yapar ve oğullarının derslerine yardım ederdi. Yılmazdı hiçbir işten. "Dinçliğimi çalışmama borçluyum" derdi.
Onu televizyon haberlerinde, direnen işçiler arasında gördüm. On yıl birden yaşlanıvermişti sanki. Bu kadar kısa sürede onu böyle yıpratan ne olabilir diye düşündüm kaldım.
***
O, bu kez çadırlar içinde yarı Türkçe yarı Kürtçe ağıtlar yakıyordu. 6 şiddetindeki depremde kaybetmişti sevdiklerini.
Daha birkaç gün önce uzaklarda 8.8 şiddetinde bir depremde bile insanlar, sevdiklerini bu denli çok yitirmemişti. Oysa kendi evi, bir anda nasıl da toprak yığınına dönüşüvermişti?
Farkında mıydı acaba yoksulluğunun, 60 yıldır iktidarda olanların yalanlarının, talanlarının? Yoksa tevekkülün ve çaresizliğin dışavurumu muydu bu ağıtlar, düşündüm kaldım
***
Çığlıkları beynimin içinden çıkmamıştı kaç zamandır. Acımı yeni yeni bastırıyordum ki yeni bir grizu patlamasından sonra gördüm onu. Elleri böğründe, ağıtlar yaka yaka derelerden maden ocağına doğru koşuyordu. Belki kardeşi vardı içerde, belki oğlu, belki kocası… Vardiyalara uğurlarken onu, yüreğinin bir köşesine ilişiveren bir daha görememe korkusu gerçeğe dönüşmüştü işte. İnsan, sevdiğini bile bile ölüme gönderir mi hiç?
Başka ülkelerin maden ocaklarında, bu kadar sık kaza olmaz da neden benim ülkemde olur diye sorgulamış mıydı? Yoksa büyüklerimiz bilir deyip yazgısına boyun mu eğmişti; düşündüm kaldım.
***
Mart ayının sağı solu belli olmaz. Bunu bilirdi bilmesine de yine de gönlü bahara aldanırdı. Bir lale, bir papatya, zamanı hayra yormasına yeterdi.
Az kaldı derdi içinden. Oğlu bir şafak sayıyorsa, o kimselere belli etmeden bin şafak sayardı. Diyarbakır mı demişlerdi haberlerde, Şırnak mı, Hakkari mi yoksa? Mayın mı, PKK, eşkıya, terörist, gerilla…Ne önemi vardı bu sözcüklerin?
Yanan onun yüreğiydi. Kalan ömrünün yükünü sırtlamıştı işte.
Acaba o da "Vatan sağ olsun!" deyip köşesine mi çekilecek miydi? Yoksa ona bu acıları yaşatanlar, sınırlarda kahramanlar olarak karşılanırken, bu vatan uğruna savaşanların, bir bir göz altına alınmasının nedenini bir kez olsun sorgulayacak mıydı; düşündüm kaldım.
***
Bodrum Belediyesi meclis salonunda bir avuç aydın kadınımızın hazırladığı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliklerini izlerken aklımda kenger dikeni parasıyla kızlarını okutan; tütünden, pamuktan, harmandan; atölyelerden, fabrikalardan; okullardan, hastanelerden tanıdığım, ekmeklerini kazandıkları için mutlu olan kadınlar vardı.
Etkinliklerden sonra bir genç dostla rıhtıma çıktık. Lodos, denizin yüzeyinden topladığı tuzlu suları evlere sokaklara serpiyor, yat serenlerinin uğultusunu tepelerden tepelere aşırıyordu. Tam bir cadı düğününün içinden geçiyorduk.
Genç dostum "Sıkı tutun bana. Nice yıkıcı olursa olsun, tüm fırtınalar yatışır. Hele bahar böylesine yakınken" dedi. Düşündüm kaldım.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Bir Tutam Lise Günleri - 6 |
|
Çok uzun zaman önceydi. Beyoğlu Ticaret Meslek Lisesinde okurken zaman bazen çabucak geçer bazen de hiç geçmezdi. Gönülsüzce gittiğim bu okula alışma devrem biraz uzun sürmüştü. Zamanla alışsam da başıma gelen tatsız küçük belalar, okula karşı daha da sevgisiz olmama neden olmuştu. Şu dertsiz başım, suçsuz olduğum halde ufacık tefecik dertlere girmişti. Hepsini anlatmam için ne zaman var, ne bol sayfalar, ne de sıkılmayacak canlar; ama birkaçını daha önce anlattığım gibi şu son sayfada da bir iki tane anlatayım ve noktayı koyayım dedim.
Okul çıkışlarında bazen Şişhanedeki okulumuza yakın olan Kasımpaşa parkına giderdik. Askeri kışlanın tam karşısındaydı. Orada biraz virane de olsa küçük bir çay bahçesi vardı. Güneşli havalarda sıkıcı derslerden sonra orda oturup bir çay içmek, parkın yüksek yeşil ağaçlarının altında sohbet etmek ve en önemlisi Haliç denizinin karşıdan bakınca mavi görünen sularını seyretmek oldukça keyifliydi. Cezayirli Hasan Paşa'nın aslanlı heykeli parkın tam ortasında, yüksek mermer taşın üzerinde bütün görkemiyle durur, paşa sanki bizim konuştuklarımızı pür dikkat dinlerdi. Martılar, tepesini pisletmese güneş bu heykeli parlatırdı belki de. Paşa, 1700'lü yıllarda yaşayan büyük bir devlet adamıymış. Batı Anadolu kıyılarından başlayarak, Çanakkale, İstanbul'dan Edirne'ye kadar sahil bölgelerinde görev yapan kalyoncuların başında dururmuş. Kalyoncular da eskiden korsan olup sonradan paralı askere dönüşen Osmanlı denizcileriymiş. İşte bu denizciler, Kasımpaşa'daki deniz kışlasında konaklarmış. Cezayirli Hasan Paşa da onları denetlermiş. "Heykeldeki aslanın işi ne?" dedim ve öğrendim ki paşa evcilleştirdiği bir aslan yavrusunu hep yanında gezdirirmiş. Şimdi aslanı ile birlikte denize doğru bakıyor, önünden geçen teknelere ve gemilere selam veriyor.
Sınavlarımızın olduğu sıkıcı bir günde hava almak için Kasımpaşa parkına gittiğimizde okulun bütün erkek öğrencilerinin parkta toplandığını gördük. Aralarında birkaç kız da vardı. Ne olduğunu merak ettiğimiz için onlara yaklaştığımızda sınıflar arası kavga olduğunu öğrendik. Meselenin ne olduğunu hatırlamıyorum ama kavga başlamadan oradan hemen uzaklaştık. Sonraki gün okula gittiğimizde ilk dersimizin yarısında görevli bir öğrenci geldi. Elindeki listeden dün kavgaya karışan sınıftaki erkek öğrencilerin isimlerini okudu. Nafile ki birkaç kız arkadaşım ve benim ismimi de okumaz mı, "Haydaaa" dedim içimden, al buyur başına belayı. Bendeki de eşek şansı. Söylene söylene büyük tören odasına gittik ki ne görelim, dün parkta toplanan kalabalık oradaydı. Kalabalığı seyreden biz talihsiz seyirciler de bir kenara dizildik. "Kurunun yanında yaş da yanar" atasözünün canlı kanıtlarıydık. Sadece bir iki dakika kalabalığa bakmam yeterli olmuştu ki müdüre olayı ispiyonlayan öğrencinin gözünden kaçmamıştım. Bu işe şaşmıştım doğrusu. Görevli öğretmen hepimizi sorguladı, "Orda ne işiniz vardı?". Gel buyur anlat derdini, "Oradan geçiyordum, sadece durup baktım" dediğim halde yanıma yaklaşan sevdiğim edebiyat öğretmenim, bana bakarak yüzünü buruşturmuştu. Diyecektim ki onlara "Gidin sorun Cezayirli Hasan Paşaya ve aslanına da size gerçeği söylesinler." Tövbe, tövbe… Bu okul benim canımı iyice sıkıyordu artık. Ben okula ilk günden gıcık, okul da bana gıcıktı.
***
Sınıfımdaki eskimiş panoya bazen gözüm takılırdı. Panodaki birkaç eski şiir, sararmış Atatürk resimleri, düşecek gibi duran iğnesi çıkmış bir yazı, benden başka hiç kimseyi rahatsız etmiyordu. Sınıf öğretmenimiz de olmadığından duruma el koydum ve panoyu baştan yarattım. Bana yardımcı olabilecek arkadaşlarımdan önemli günlere dair 19 Mayıs, Cumhuriyet Bayramı vs. yazı ve şiir istedim. Verilen sözler bazen tutulmuyordu ama ben panoyu bir şekilde düzenliyordum. Yılbaşı zamanı şenlik olsun diye bir şeyler toplamayı düşündüm. Okuduğum gençlik dergisinden faydalanarak çok eğlenceli bir pano hazırladım. Sınıf arkadaşlarımın ilgisini çektiğini ve gülerek yazıları okuduklarını hatırlıyorum. Tabii bazı muhafazakar arkadaşlarımdan eleştiriler almadım değil ama beni en çok şaşırtan edebiyat öğretmenimin yorumuydu. Derste panoyu görünce kimin yaptığını sordu, ben de bir iş başarmanın sevinciyle "ben" dedim. Öğretmenim herkesin içinde "Bu yazıları teneffüste çıkart!" deyince kendi kendime sinirlendim ve bir daha da panoya hiçbir şey hazırlamadım. O yıllarda yılbaşının Hıristiyan bayramı olduğunu düşünen bizim insanımız, dini unsurların çerçevesinde bu günü kutlamaz, kutlayanları da hor görürdü. Peki şimdi ne oldu? Günümüzde muhafazakar ailelerin bile evlerinde yapma çam ağaçları var ve marketlerde yılbaşı öncesi satılan süsler kapış kapış satın alınıyor. O zaman Hıristiyan bayramıydı da şimdi bu bayrama ortak mı olundu? Şaşılacak iş doğrusu. Çağ değişiyor dostlar, çağ değişiyor…
***
Son olarak bu okulun bende açtığı bir yara var ki bugün bile aklıma geldikçe hala üzülürüm. Bir gün okullar arası kompozisyon yarışması olduğunu öğrendim. Denizlerin kirlenmesi ile ilgiliydi. Bu kompozisyon yarışmasına katılmak, kendimi yazılarımda kanıtlamak adına büyük bir başlangıç olacaktı. Her gün yanından geçtiğim, bir zamanlar Altın Boynuz ismiyle anılan Haliç'i düşünerek güzel bir kompozisyon yazdım. Öğretmenimin dilbilgisi düzeltmeleri ile kompozisyonu tamamladık. Adı: "Artık sularım mavi değil" di. Okulda yazısı çok güzel olan bir kız öğrenciye kompozisyonu yazdırdık. Bizim zamanımızda bilgisayar yoktu ama arkadaşım kompozisyonu özenle yazarken harfler inci gibi beyaz kağıdın üzerinde diziliyordu. Çok heyecanlıydım, çünkü bu benim için büyük bir başarı
olacaktı. Günlerce başka bir şey düşünemiyordum; kazanmak ve hiç olmazsa mansiyon ödülü alabilmek için dua ediyordum. Kompozisyonum gönderilmek üzere hazır olduğunda okul sekreterinden mühür almak için odasına gittim. Mühürleri yazının ilgili yerine bastıktan sonra, elimde zarf tam kapıdan çıkıyordum ki sekreter beni durdurdu ve zarfı kendisinin postalayabileceğini söyledi. Kadının yüzüne baktım, ondan pek emin değildim ama müdür yardımcısı sekreterin söylediğini tekrar etti ve elimdeki zarfı sekreterin masasına bıraktım. Okul kapısından çıkarken yüreğime inanılmaz septik hisler doldu. Neden ısrarla postalamak istemişlerdi? Ya sekreter işinin yoğunluğundan masasında zarfımı unutursa? Ya zamanında postaya vermezse? Beynimi dolduran bütün bu septik düşüncelerimde haklı da çıkmıştım. Sonuçlar gazetede ilan edildiğinde katılımcı okulların arasında okulumun ismi bile yoktu. Okulun ismi olmadığı için de benim adım da yoktu. Bu ne büyük bir ciddiyetsizlikti? Edebiyat öğretmenim bu duruma çok fazla şaşırmamış gözükmekle beraber hiçbir yorumda bulunmamıştı. Okulumun bu ciddiyetsizliği, hayatım boyunca bütün insanlara septik düşüncelerle bakmama sebep olmuştu. Büyük bir hayal kırıklığının ardından bu okula karşı duyduğum güvensizlikle birlikte mutsuzluğum, okul bitene kadar devam etmişti.
Okula erken gittiğim sabahlarda daha bir öğrenci bile yokken okul bahçesinde, ağaçların altındaki banka oturup defterimin boş sayfalarını açardım. Aşktan uzaktı yazılarım. Daha çok doğayı, okulun üzerinde beyaz kanatlarını açıp çığlık çığlığa uçan martıları, ergenliğin verdiği toylukla algılamaya çalıştığım hayatı karalıyordum. Şimdi düşünüyorum da bu okulun bana en güzel yararı, yazılarımda güçlü adım atmamı sağlamıştı. Yazdım ve yazdım içimdekilerini…
Çok uzun zaman önceydi, ben bir okula gittim. İyi kötü, dersten çok hayatı öğrendim. Önemli olan da bu değil midir?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Kadınlarımıza... |
|
İlginçtir ki, 1 Mayıs İşçi Bayramı geleneği gibi 8 Mart'ın da Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak hatırlanması ABD'de ortaya çıkmış. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar, ancak polis izin vermez, çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi can verir. 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Kopenhag'da ki 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında, (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) 8 Mart 1857'de ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılması oybirliğiyle kabul edilir. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. BM'in web sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York'ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır.
http://www.un.org/womenwatch/feature/iwd/history.html
Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında sokağa taşındı. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi herşeyin üstünden silindir gibi geçerken bu kutlamaları da ihmal etmedi ve 8 Mart dört yıl süreyle kutlanamadı.
- Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suçtur.
- Fuhuşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700.000 ila 4.000.000 arasındadır. Cinsel kölelik düzeninden elde edilen kazançlar yılda tahminen on iki milyar dolardır.
- Sistematik tecavüz yeryüzündeki birçok çatışmalarda bir terör silahı olarak kullanılmaktadır. 1994'deki Ruanda soykırımı sırasında 350,000 kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir.
8 Mart, 14 Şubat gibi, kadınlara bir çiçek veya bir biblo gibi davranılan, çiçek çikolata hediye edilen bir gün değildir! Bu gün, tüm dünyada sadece kadın olduğundan sömürülen, kadın işçi olmanın , emeğin ve alınterinin damla damla bir arada süzüldügü, annelerimizin, kardeşlerimizin, eşlerimizin günüdür.
Bu gün, dişiliğini şefkat ve emeğiyle yüceltmiş kadınlarımızın günüdür.
Çeviri : Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Schelling'in Sanat Felsefesi Üzerine II |
|
Schelling'e göre, sanat eserlerinde beliren güzelliğin olanaklı duygulanımları, herhangi bir güzel olan karşısında hissettiğimiz "empirik kaynaklı" bir his değildir; salt varlığın hakîkatine ilişkin bir farkındalıktır bu. Ve "sanatın neliği", "güzellik ideası", "salt varlık" empirik bir araştırmanın konusu olmadığı/olamayacağı gibi, Mutlak'ın kendini olumlaması da böyle bir yöntemle açıklanamaz. Sanat târihi ise mutlak ayrımlaşmamışlık içindeki Mutlak'ın betimlenmesidir; Mutlak'ın kendi özdeşliğinin, farklı sanatsal formlar içinde ve farklı sanat eserlerinde beliren özdeşliğinin ortaya konulmasıdır. (syf: 13-6)
İmdi, Schelling'e göre sanat eserleri, aslında aynı Mutlak'ın belirli bir târihsel süreç içinde farklı formlarla ortaya koyduğu kendi "şiir"leridir ve bu "şiir"ler, herkesin anlayabileceği türden değildir. Hattâ, sanatçı bile çoğu zaman kendi eserini anlayamaz. Aynı şekilde, sanat târihçisinin de bu konuda özel bir "perspektifi" olmalıdır; nitekim "dünya", zâten bu "şiir"den ibârettir, sanat târihçisi de bir yerde onu yeniden kurar. Ve "sanat eleştirisi" yaparken, eseri sanatçının "özel yaşantısı"yla, içinde yetiştiği toplumsal yapıyla, vb. ilişkilendirmek, bu "şiir"i aslında hiç okuyamamak demeye gelecektir.
Diğer taraftan sanat, devlet ya da toplum içersinde belirli türden bir "eğitim aracı" da değildir; kişileri "eğitmek", onları birtakım rolleri, ilişki biçimlerini kabule sürüklemek için bir araç da değildir. Sanat, "şimdiye kadar olmuş olanlar"la iş yapmaz; "geleneksel olan"ı yeni kuşaklara aktarmaya aracılık edemez. Ne var ki, tâ öteden beri sanat, genellikle böyle düşünülmüştür; oysa, şu ya da bu gereksinime hizmet eden, sanata bu tür bir işlevsellik yükleyen bir "sanatçı", gerçek anlamda sanatçı değildir. "Sanatçı", belirli türden bir dehâdır (Shakespeare, Cervantes, Dante örneğin); dehâlık ise özel bir yetinin kendini gerçekleştirmesidir ve bu, eğitimle veya taklitle olmaz, sonradan kazanılamaz. (syf: 12-4)
Schelling'e göre dehâlar, kendi özerkliklerine sâhip, kendi üzerlerinde hiçbir otorite kabul etmeyen kimselerdir; onları "ulaşılmaz", "tanrısal" kılan da bu özellikleridir. Nitekim hakîkat, bütününde Mutlak'ın kendi kendisini olumlamasıdır; mutlak ayrımlaşmamışlık içinde Mutlak'ın, mutlak güzellik olarak açığa çıkması, bunun bilgisidir. Mutlak hakîkat, mutlak güzelliktir de; dolayısıyla, bu güzelliğin ortaya konmasını sağlayacak sanat eseri, mutlak hakîkatin bilgisini de sunacaktır ki, sanatın ve hakîkatin kaynağının aynı Mutlak olması, sanatçıya da özel bir sorumluluk; yâni özerklik yükleyecektir. (syf: 13-5)
Başka deyişle, sanatçıyı harekete geçiren Mutlak, kendi hakîkatini sanat eserinde mutlak ayrımlaşmamışlık içinde açığa çıkartır. Sanatçı, eseriyle birlikte dünyanın kurulmasına hizmet eder. Sanat, dünyayı kuran temel etkinliktir. Buna aracılık eden sanatçının tüm doğa zorunluluğundan arınmış olması, kendini duyusal hazların üzerine çıkartması, kendisini Mutlak'a açması ve bu yolla kendisini mutlaklaştırması kaçınılmazdır. Dünya, bu tür bir "sanatsal yaratım"ın ifâdesidir; Mutlak'ın farklı sanatçılar aracılığıyla ortaya koyduğu kendi "şiir"lerinden ibârettir. (syf: 23)
Schelling'e göre sanatçılar ile filozoflar, aslında belirli türden bir ortak paydaya sâhiptirler; mutlak ayrımlaşmamışlık içinde Ben, Ben-Olmayan ve Mutlak Ben özdeşliğinin kurulmasına hizmet ederler. Ne var ki, felsefede idealar soyut, kavranılması güç biçimde serimlenir; idealar arasındaki ilişkiler hep anlaşılması güç, salt varlıkla ilişkisi içinde ideal zeminde kalır. Bunların anlaşılabilmesi içinse reel olanın da hesaba katılması; ideaların reel olanda nasıl açığa çıktığının gösterilmesi gerekir ki filozof, bunu yapmakta yetersiz kalır. Oysa hakîkat, ancak sistem içinde serimlenebilir ve bu serimlemenin tamamlanabilmesi için reel olan ile ideal olanın birliğini, uyumunu göstermek gerekir. (syf: 8)
Hâliyle, felsefede sanata (ve sanat felsefesine) duyulan gereksinimin temel nedenlerinden biri, hakîkatin ortaya konulmasında filozofun başarısız olduğu yerde araya girmesidir. Sanat(çı) ideaları, somut olanda, belirli bir form içinde tasvir eder, anlaşılmalarını sağlar. Bu yönüyle, sanat eserinde güzellik, sonlu olandan sonsuz olana geçiş biçiminde belirmez; bu ikisinin birliği, bütünlüğünde açığa çıkar. İdealar, herşeyin ölçüsü olduğu için de ideaların reel olanda ortaya konması, sanat(çın)ın "dünyayı kurması" demektir ve sanat(çı), felsefenin (ya da filozofun) eksik bıraktığını tamamlar. (syf: 7-9)
İmdi, Schelling'e göre felsefenin hakîkati tek başına ortaya koymasındaki yetersizliğinin bir diğer kaynağı da felsefede kullanılan tanıtlama ve akılyürütme yöntemleridir. Hakîkat, mutlak ayrımlaşmamışlık içindeki Mutlak'ın bilgisi olmak bakımından tüm çelişkilerin aşıldığı, tüm karşıtlıkların olanaklı en yüksek özdeşlik formu içinde dile getirildiği yerde durur. Felsefede kullanılan tanıtlama ve akılyürütme yöntemleri ise bu özdeşliği sağlayamaz; bu yöntemler sınırlandırmacı, şekle sokucu bir özelliğe sâhiptir ve bilgiyi, olanaklı birtakım karşıtlık ilişkileri içinde dile getirirler, bunların nasıl aşılacağını gösteremezler.
Oysa sanat, estetik imgelem yardımıyla belirli türden bir "doğrudan görme"nin olanağını sunar. Bu olanakla birlikte, mevcut karşıtlıklar herhangi bir şekle sokulmaya çalışılmadan oldukları gibi görülür. Sanatın, yöntemsel bakımdan felsefeye üstünlüğü budur; başka hiçbir şey, hakîkatin sistem aracılığıyla dile gelmesinde sanat kadar yardımcı olamaz. Ve sanat aracılığıyla idealar sistem içinde ortaya konduğuna göre, bunların doğru anlaşılabilmesi için öncelikle âit olduğu bütünün doğru anlaşılması gerekir ki bu da sanatın, sanat felsefesi aracılığıyla yapılandırılması, ona özel bir içeriğin kazandırılması anlamına gelir.
Nitekim, Schelling'e göre felsefede ideaların bilgisiyle iş görülür; fakat bu, salt ideal düzlemde yapıldığı için reel olana müdahale edilemez. Sanat felsefesi ise sanatın yapılandırılmasıyla birlikte, olanaklı en yüksek özdeşlik formu içinde reel-ideal birliğini sağladığı için bu özdeşliği kurar. Bu bakımdan sanat felsefesi, filozofun ihtiyaç duyduğu bir tür "büyülü ve sembolik ayna"dır. Sanat felsefesi aracılığıyla sanatın yapılandırılması ise dünyanın birliğinin kurulmasına ve bu birliğin içindeki gizem ve büyünün ortaya konmasına, böylelikle dünyanın varoluşu sorununun çözülmesine hizmet eder. (syf: 9-12)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
HENGAME
Saçlarından iklimini çözüyorum sefaletin
açıldıkça ölü kuşlar düşüyor
hep dilenci çiçeklerin
kaldırım yüksekliğinde uykular bu şehirde
rüyalar buruş buruş dilekler kör kütük
kahkahalar var acıyan yüzlerinde piçlerin
kahkahalar kan arefesinde
kumuna itiyorum seni bir avuç uzayın
içinde kaybol dışında kıpkırmızı diye
ara kendini ara bul
tanrıyla arasındasın kalbindeki buharın
yıldızlara lal giydir ay'a illa hilal bu gece
kapsül içinde tek doz ölüm yaşamak
yavaş yavaş, görüntülere yaklaşarak
bir yandan sevmek seni, ne bileyim
dua gibi bir şey, boşlukta yere basmak
sesini sefaletini secdeni bekaretini
bir yandan bilmek öldüğünü var ya
işte ne bileyim
olduk olmadık şiir yazmak
Mustafa Gökhan Tosun
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|