|
|
|
Editör'den : Değiştir Anayassoyu Babooo!.. |
Merhabalar,
Laf ebeliğini bırakıp rakamlarla, belgelerle konuşanlara gıpta ediyorum. İşine öyle geldiği için hikaye anlatanlara da sadece gülüyorum. Teğet geçti, IMF'siz idare ettik, bankalar batmadı, işsizlik makul ölçülerde gibi masallarla halkı uyutan yöneticilerimizi de ayakta alkışlıyorum tabi. Hani araya yanlışlıkla "Burnumuz uzamadı, biz pinokyo değiliz." lafını da sokuştursalar gülmekten helâk olacağız ama akıllılar, demiyorlar. Onların muhatabı yutucular, onlar zaten kanmaya meyilli, kurtuluşları yok. Ama Allahtan, aydınlanmak, işin gerçek yüzünü öğrenebilmek için çabalayanlar onlardan çok. Doğruyu söyleyenler de az değil elbette.
Mesela evvelki akşam Kesici çıktı, birkaç cümleyle durumu özetledi. Bilmediğimiz birşey değil ama böyle özetlenince daha çarpıcı oluyor. Global Krizin etkisini tek rakamla açıkla deseler, bakılacak yer "Büyüme Hızı" oluyormuş örneğin. Bizi teğet(!?) geçen krizde, tüm Dünya ortalaması -1.1, krizin merkezi ABD'de -2.7, Türkiye'de ise, sıkı durun, -6.5. Demek ki neymiş? Teğet geçen kriz Dünyayı bir vurmuş bizi altı. Yani Dünya bir küçülürken biz altı küçülmüşüz. Gelirimiz o ölçüde düşmüş, işsizimiz o oranda artmış. Boru değil, bunlar Devlet İstatistik Enstitüsünün rakamları. Sen anlat masalları Tayyip Bey, siz de dinleyin Küçükbaş Beyler...
Bir başka rakamla dans daha; 1923-2002 arası tüm dış borç toplamı 148 milyar dolar, 2009'da varılan nokta 261 milyar dolar. Yani son yedi yılda, seksen yıllık borcun üstüne eklenen bir yüzde seksen daha. Bu rakamda, dağı taşı, telekomu, elektriği, petrokimya tesislerini, arsayı, hanı hamamı satıp elde edilen 31 milyar dolar da yok. Yani o para olmasa borç 290-300 milyar dolar. Büyüme hızı eksi altı buçuk. Yani, elde ne varsa satmışız, üstüne 120 milyar daha borç yapmışız gelin görün ki yüzde altı buçuk gerilemişiz. Bu arada, dolar milyarderlerimiz bir elin parmakları kadar iken olmuş otuziki. Ne kadar manidar değil mi? Sen anlat masalları Tayyip Bey, siz de dinleyin Küçükbaş Beyler...
Değiştir Anayassoyu Babooo
Daha önce söyledik ama belli ki daha çok konuşacağız. Bir kere, önümüze gelecek Anayasa referandumunda nasıl bir manzara ile karşılacağımızı iyi anlamak lazım. Onun için de tarafları iyi dinlemeli. Ben dinliyorum, anladıklarımı da sizinle paylaşıyorum. Umarım işe yarar, dimağımız daha da açılır.
Önümüze "Al da onayla" diye uzatılacak pakette değişmesinde hayır olan bir sürü madde var. Ayrı ayrı oylasak hepsi tulum çıkarır. Ama yargıda yapılmak istenenleri onaylamak için kaz olmak gerekir. Konunun uzmanları durumu gayet iyi anlatıyorlar. İlginç bulduğum birkaç noktayı buraya almakta yarar görüyorum. Örneğin HSYK için seçilecek üyelerden Yargıtay'a üç üye düşüyor. Yargıtay üyeleri aralarında toplanıp üç üye belirliyor. Ama herkesin 1 oy hakkı var. 3 kişi seçilecek ama sen sadece 1 kişi seçebiliyorsun. Böylece bir üyenin oyu bile seçilmek için yeterli olabiliyor. Bu da bir yöntem deyip geçebilirsiniz oysa Meclis'in seçeceği üyelerde böyle bir kısıtlama yok. Cumhurbaşkanı da istediği yerden seçimini yapabiliyor. Aslına bakarsanız her ayrıntı ince ince düşünülmüş ama herkesi salak yerine koymak gibi bir yanlışa da düşmüşler, hayret. Bir de "AKP'yi kapatamazsınız ulan" maddesi var. Kapatma için dava açma iznini Meclis'te grubu bulunan partilerin oluşturacağı bir komisyona havale ediyorlar. Burada da karar için üçte iki çoğunluk olsun diyorlar. Ölme eşeğim ölme.
Toptan onaylatmayı arzu ettikleri pakette, sembolik te olsa, 12 Eylül'ün dokunulmazlığının kaldırılması da var. Şimdi mesela ben, yargıyı ele geçirme planlarına hayır demek için tüm pakete hayır dersem adım darbeciye çıkacak iyi mi? Belli ki küçük insanların hayalleri de çapları kadar oluyor. Yazık bu memlekete gerçekten yazık. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Buket Çetin ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU 1: "ÇİRKİN" |
|
Gözlerini dünyaya açtığında bir fark vardı kardeşleriyle arasında. Çiftlikteki tüm canlılar kardeşleriyle oyun oynarken kendisi sürekli dışarıda kalıyordu. Bir türlü diğerlerinin yaptıklarına kabul ettiremiyordu kendini. Aslında oyunlarda yer aldığı tüm zamanlarda, ki bunlar 1-2 oyunu geçmez, diğerleri gibi başarılıydı o da. Ama içinden hep üzüldüğü ve üzüldüğü kadar da diğerlerine kızdığı bir başka gerçekti onu öbürlerinden ayıran. Yumurtasının kırıldığı ve gün yüzüne çıktığı andan itibaren annesi dahil olmak üzere şaşkın bakışlarını toplamıştı herkesin. Tüyleri, boyu, yürüyüşü, kanatları, ayakları, hatta gagası bile bambaşkaydı kardeşlerinden. Önceleri içinde büyümüş olduğu yumurtasının birkaç gün geç kırılmış olmasına bağladılar durumunu. "zaten" demişti annesi "yumurta bile büyüktü diğerlerinden ". Ve yumurta yavaş yavaş çatlayarak kırılmaya başladığında tüm çiftlik, annesi, kardeşleri bu geç gelen kardeşin etrafına toplanmıştı. Bekledikleri tıpkı diğer kardeşler gibi bir ördek yavrusuydu. Yumurtanın içinden şaşkın bakışlarını etrafta gezdirmeye başladığında diğerlerinin de şaşkın bakışlarıyla karşılaşıverdi. Yavaş yavaş yumurtanın kabukları aralandıkça dışarı çıkıverdi ördek yavrusu. İşte ilk o gün duydu adının başına eklenen sıfatı. Ördek yavrusunun başındaki "çirkin" sözcüğünü…
Önceleri ilk duyduğunda ne anlama geldiğini anlamadığı gibi güzel bir şey zannetti bu sözcüğü. Herkesin ona bakması ve etrafında dolaşıp onu incelemeleri hoşuna gitmişti. Ne zaman ki kardeşlerinden birisi onu itekleyerek "benden uzak dur çirkin şey" deyip paytak paytak önünde yürümeye başladı ve ardından diğer kardeşlerinin katıldığı şeylere katılmak istediğinde hep bu sözcüğü duydu, anladı ki sandığı gibi değil aslında. Bu sözcük hiç de güzel bir şey değildi.
"Çirkin" dedi kendi kendine. Annesi ve kardeşleriyle göle yüzmeye gittiklerinde sudaki yansısına baktı uzun uzun. Bir yansısına, bir kardeşlerine… Kardeşlerinin hepsi birbirlerine benziyordu. Ufacık bir gövdeleri, kısa biçimli boyunları, küçücük bir kuyrukları vardı. Kendisi ise çok farklıydı onlardan. Bedeninin iriliği ve tüylerinin garip rengi ilk bakışta dikkat çekenlerdendi. Sonra boynu bir tuhaftı, uzun ve yamuk yumuk.
"Çirkin" dedi tekrar. Bulunduğu çiftlikte kendisine benzeyen hiç kimse yoktu. Tavuklar, inekler, koyunlar… Hepsi "-ler" di, ama o "tek" di. Tek ve bir başına. Eşi, benzeri olmayan, yalnız ve çirkin…
Çirkin, sözcüğünü ilk kendinde öğrenmişti. Çirkin, o büyük varlığıyla kendindeydi ve kendi o büyük varlığıyla çirkindeydi. Kendi çirkindi ve çirkin olan kendiydi.
Sudaki yansısına baktıkça omuzları yere düştü, kardeşlerini gördükçe adımları ağırlaştı, sanki annesi bile kardeşlerinden farklı davranıyordu ona. Çirkin sözcüğünün gerçek anlamına varabilmişti sonunda. Tüm gerçekliği ve ağırlığıyla, çirkin, işte böyle bir şeydi.
Herkes oyun oynarken dışarıda kalmaktı; onlar oynadıklarına keyifle dalarken onların arasındaymış gibi hayallere dalmaktı. Yanından geçen kardeşlerinin ve diğerlerinin "çirkin, kenara çekil" diye terslemeleriydi. Gölde herkes yüzerken durmadan görünüşüne bakmaktı. Yalnız kalmaktı. Diğerleriyle birlikte olmak için hep peşlerinden gitmek ve zor zamanlarında onlara yardım etmekti. Tavuklara yem taşımaktı mesela, inek yavrularına ot taşımak, ayağı takılanı kurtarmak, yere düşeni kaldırmak… Her seferinde dudak kenarlarındaki yarı alaycı, yarı isteksiz gülümsemelerine göz yummaktı. Dudaklarından dökülen belli belirsiz teşekkürlerin ardından kimse birlikte görmesin diye hızlıca uzaklaşmalarını izlemekti. Oysa çirkin olmak başkalarına yardım ederken yalnızlığı unutmaya çalışmaktı. Belki bir ümit bir arkadaş bulabilmekti, oyunlarda birlikte oynayabileceği, kendinden bir başkasını görebilmekti yanında. Bir anlıkta olsa gözlerine değen bir göz, kulağına gelen bir ses, bir anlıkta olsa o anı birlikte yaşamaktı. Çirkin olmak bazen kendisine benzer birini aramaktı. Aramak ve bulamamaktı. Durmadan hayal kurmaktı ve en çok oyunlara katılmak istediği zamanlarda bir kenara çekilip usulca ağlamaktı. Başının önüne dökülüveren incileri saymaktı ağlarken. Oyunlarda koştururken vermek yerine ağlarken iç çekişlerde verilen soluklarla rahatlamaktı.
Çirkin olmak, koca bir ağırlık, koca bir yük ve öteki olmaktı. Diğerlerinin ötekisi olmak… Onların hep dışında, kenarında olmak… Yapılan, edilen her işin uzağında olmak… Üzülmek, ağlamak çoğu zaman ve zaman ilerledikçe öfkelenmek, öfke dolu olmaktı…
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; İskoçya-1 |
|
Tarih 30 Aralık 2009. Atatürk Hava Limanındayız. Saat sabahın dördü. Havaalanı, saat çok erken olduğu için fazla kalabalık değil. Arkadaşımızın davetini değerlendirerek yılbaşını geçirmek üzere eşimle İskoçya'ya gidiyoruz. İlk önce Hollanda'nın Amsterdam şehrine gidip oradan İngiltere Glasgow Havaalanına uçacağız. Glasgow'da arkadaşımız Edi bizi karşılayacak. Heyecanlıyız ama bir o kadar da şaşkın. Rüya görüyoruz sanki. Aylar önce alınan biletin ardından günlerin çabucak geçmesi ile gitme zamanımızın gelmesi ve şu anda da uçakta olmamız bizde ciddi şaşkınlık yaratmış durumda. "Şaka gibi" diyoruz içimizden. Ama çok mutluyuz. Hayatı iyi değerlendirebilmek ve imkanlarımızı yettiği ölçüde kullanabilmek çok güzel bir duygu. Sıradan yaşamın kalıplarından çıkarak, farklı yaşamların varlığını hissedebilmek, görebilmek önemli. "Evet!" diyorsunuz. "Bu ülkede, bu şehirde de insanlar var. Onlar da bizim gibi iş peşinde, hayatın koşuşturmasına dalmış, bilmediğimiz sorunların pençesinde, mutlulukların izinde yaşıyorlar!" Alışılmışın dışında, çevremizden çok farklı olarak çeşitli kültürlerde insanlar, farklı şehirler, farklı mekanlar… Yiyeceklerden içeceklere, yollarından ulaşım araçlarına, binalarından tarihi mekanlarına kadar her şey ama her şey farklı. Havası bile… Bu çeşitliliklere şahit olmak insanın hayata bakış açısını değiştiriyor bence.
Amsterdam uçağında birinci sınıf dışında boş koltuk yok. Yaş ortalaması 35-40 civarı olan gök mavisi kıyafetli hostesler, bize çok saygılı. Yaşlarının böyle olmasını konuşuyoruz sessizce, karar verdik ki havayolu şirketi özellikle deneyimli hostesleri çalıştırıyor. Üç saat süren yarı uykulu yarı ayık hava yolculuğumuzdan sonra nihayet Amsterdam'a indik. Havadan baktığımda bu şehrin ne kadar da sulak bir bölge olduğunu gördüm. Sanki toprak parçalanmış, köprülerle birbirine bağlanmıştı. "Zaman olsaydı burayı da gezip görseydik" desem, "gözün doysun" denilebilir bana.
Amsterdam havaalanında tam bir bayram havası vardı. Sanki diğer hayata geldik de mahşerde toplanan çeşitli insan kalabalığı bizi karşıladı. Ülkemde pek görmediğim zencilerin burada ne kadar fazla olduklarını gördüm; yolcu, görevli, polis, kaptan, hostes olarak… Sonra Çinliler vardı, kısa boylu minyon tipli, çekik gözlü yetişkinler ve yanlarında küçücük yuvarlak kafalı sanki bir fabrikadan çıkmış gibi küçük çekik gözleri ile kalabalığı seyreden minik Çinli çocukları. Hintli bir adam gördüm, başında kafasından büyük beyaz sarık vardı. Teni, zencilerin tenlerine yakın renkteydi. "Aladdin'in sihirli lambası" masalındaki karakterlerden birine benzettiğim bu Hintli adamı pür dikkat incelerken birden bire göz göze geldik. Ben hemen bakışlarımı diğer insanlara kaydırdım. İnce uzun bacaklı genç kızlar, beyaza yakın sarı saçlı hippi çocuklar, kollarında ve boyunlarında süslü takılar olan rengarenk kumaşlara kat kat sarınmış Hindu, Malezyalı kadınlar ve erkekler. En ilginç olanı ise bekleme salonundaki bir koltuğa oturan, siyah şapkasının altından çıkan uzun saç favorileri ve kıyafeti ile nereli olduğu çok kolay anlaşılan Musevi gençti. Eline aldığı kara kaplı bir kitabı dudaklarını iyice büzerek yüksek sesle okuyor, okurken öne arkaya doğru sallanıyor, gözlerini kapatmış bir vaziyette okuduğu dualarla kendinden geçiyordu. Benimle birlikte herkesin dikkatini çekiyordu. Zaman kısıtlı olduğundan hemen tuvalet ihtiyacı için koridora çıktım. Gözüm tabelalarda, kulağım önümde ağır adımlarla yürüyen iki şişman kadındaydı. Hızlı ve kavga eder gibi duyulan konuşmalarından anladığım kadarıyla onlar Rus'tu. Dudak uçuklatan Rus kızlarının yaşlanınca ne hale geldiklerine bin şahit bu iki kadının yanından hızlıca geçtim. Tuvalete girdiğimde komik bir tablo ile karşılaştım. Lavaboların yanında iki genç kız karınlarını tutarak gülmekten kırılıyorlardı. Dilleri farklıydı. Neden güldüklerine dair hiçbir fikrim yoktu ama öyle komik bir şey olmalıydı ki gülmelerini durdurmak şöyle dursun, çantalarını ellerine zor alarak kahkahalarla tuvaletten çıktılar. Koridordan gelen seslerini hala duyabiliyordum.
Bu yolculuğumuza çıkmadan önce İngilizce lisanı için uyarılmıştık. Çünkü İngiltere'deki İngilizce'nin çok kolay anlaşılmadığı söylenilmişti. Amsterdam havaalanı bize antrenman olmuştu; çünkü ikide bir yapılan anonslar o kadar hızlı söyleniyordu ki ancak birazını anlayabiliyorduk. Glasgow'a bineceğimiz uçağın giriş kapısına gittiğimizde bir de baktık ki kapıda kimse yok. Uçağı kaçırmış mıydık? Birden bire telaşlansak da elektronik tabelada kapı numaramızın değiştiği yazıyordu. Hemen o kapıya yöneldik, yolcuların uçağa binmek için büyük bir kuyruk oluşturduğunu görünce rahatladık. Son bir el bagajı kontrolünden sonra Glasgow uçağına bindik. Bir saat sonra ordaydık. Glasgow şehrini gezmek için sabırsızlanıyordum.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
TÜLÜCÜLER İLKOKULU
Muallim Naci'nin "Ömer'in çocukluğu" adlı eserinde anlattığı gibi okul çağı geldiğinde babası onu kucağına alarak okula götürüp okuyup yazmayı öğretmesi için öğretmene teslim etmemişti. Mektebi babasıyla birlikte tanımamıştı. Onlar Muallim Naci ve babası gibi ülkenin payitahtında dünyanın en gözde ve güzel şehrinde oturmuyorlardı. Onlar, önceleri bataklıklarıyla meşhur sinek yuvası sıtma merkezi Çukurova'nın bir kenarında, Ceyhan nehir yatağının bataklığından kaçarcasına amonoslara yaslanmış ücra bir köyde yaşıyorlardı.
Köylerine ilkokul 40'lı yıllarda yapılmıştı. Abdulhamit'in Anadolu'da şehir merkezlerine yaptırdığı okullar sonrasında bu ülkede cumhuriyetle ilk defa köylere okul yapılmıştı. Köyleri aslında üç ayrı köy sayılırdı. Okul öbür mahalleye yapılmıştı. Mahallelerinden iki-üç kilometre kadar uzaktaydı. Her tarafın tamamen ekin alanı olarak açılmadığı o günler çalılıklar içerisinden patika yolda çocuklar okula bir mücadele ile giderlerdi. Bu gidiş-geliş güçlüklerini ağabey ve ablaları yaşamıştı. Dahası yalnızca ağabeyleri yaşamıştı. Çünkü ilk zamanlar kız çocukları okula gönderilmedi. Kız çocuğu okuyup ta nolacaktı?! Yağmurda çamurda patika yoldan düşe kalka devam edilen zorluklar içinde okul yolculuğu ve nerdeyse ömür boyu anlatılan yüzlerce okul anıları. Bunları çok dinlemiş dahası dinleyerek büyümüştü. Bunun için okul ulaşılması güç bir hedefti onun için.
Okul çağına geldiğinde kendi mahallelerine çoktan okul yapılmıştı. İkinci küçük ablası ve üçüncü küçük ağabeyi bu yeni okula gitmişlerdi. Ablasının kitap, defter ve kalemlerine çok meraklıydı. Okula başlayacağı yılın yazında ablasının birkaç defa anlatmasıyla bir çok harfi tanıyıp öğrenmişti. İlginçti harfleri düzgünce de yazıyordu. Ablası buna şaşırmış; büyüklerinde dikkatini çekmişti.
Karşılıklı birbirine bakan iki küçük yamaca kurulan mahallelerine okul, iki yamacın aşağı ortasında baharları akan derenin hemen kenarına yapılmıştı. Okul, yukardan aşağı doğru genişleyerek açılan hoş görünümlü kiremit çatısı, çizgi çizgi tahtalarla kaplı büyük pembe kapısı, yine pembe boyalı pencere kepenkleri, ve yeşilimsi alt kısmı pütürlü sıvasıyla yaşam boyu göreceği en güzel yapılardan biriydi. Yan yana sıralanmış iki derslik ve bir idari odadan ibaret bu şirin binaya tam ortaya yapılmış kapıdan, beton basamaklardan çıkılarak giriliyordu. Pembe boyalı, yivli büyük tahta kapı, önündeki küçük beton platform ve kurşuni renkli sade temiz basamaklar önünde her gün itiş kalkışla platformdaki öğretmenin big brader bakışı altında her sıra oluşlarını; kollarını vücuduna yapıştırıp omuzlarını kaldırdığı oranda boynunu içine çeken göğüs kafesi ileri fırlayan, gözleri yarı açık yarı kapalı tüm kuvvetini ağzına vererek andımızı okutan çocuğu; saat geldiğinde zil çalma meraklısı çocuğun diğer meraklılarla itişip kakışması sonucu kocaman tunç zili tüm gücüyle yukarı kaldırırken pantolonu aşağı inmiş yakası bir tarafa fırlamış halini; okulun en temiz ve düzgün giyimli kız öğrencisinin basmakların hemen yanında bayrak direğinde istiklal marşı okunurken bayrağı indirip çekmesini; büyük kapı önünde 29 Ekim ve 23 Nisan kutlamalarını; Kasım güneşinin altında mucuk adı verilen sinek grubunun gözlerine girercesine yüzlerine çökmelerine karşılık hiç kıpırdamadan Atatürk için iki dakikalık saygı duruşlarını; tüm kış boyu her gün evlerinden getirdikleri odunların platformun yan tarafında yığılmış halini ve her gün öğretmenin önce odun getirmeyenleri tespit etme gayretini; birde pembe büyük ağaç kapının hemen sağ tarafında yaklaşık 100x70 ebadında "T.C Milli Eğitim Bakanlığı Kırmacılı Köyü Tülücüler İlkokulu kuruluş:1967" altın sarısı harflerle yazılmış aynı renkle etrafı çerçeveye alınmış siyah levhayı hiç unutamayacaktı.
Her gün önünde toplandıkları alanın hemen sağ tarafında okulun ön köşesi hizasında okul binası kadar güzel kareyi andırır şekilde lojman vardı. Okula ne kadar yakın, ne kadar içli dışlıysa bu binaya da o kadar uzak ve soğuktu. Bu bir anlamda öğretmenin mahremi olması açısındandı. Zira kendi evleri dışında hiçbir eve rahat bir şekilde girip çıkmamıştı. Evlerin aidiyetine şahsa ait oluşlarına saygı gösterirdi. Lojmana girip içini görmeyi çok merak etmişti. Biliyordu ki bu lojman kendi kalın taş duvarlı kiremit çatılı basitçe üç oda evlerine göre saray gibiydi. Yaz tatillerinde bile bu lojmana çok yanaşamamışlar, en fazla etrafında saçak genişliğinde yapılan beton blokta oynayabilmişlerdi. Merdiven basamaklarından yukarı kapıya hiç çıkmamıştı. Bu ilk defa beşinci sınıftayken o yaz bir süre lojmanda kalan öğretmenine her sabah süt götürmesi gerektiğinde gerçekleşmişti. İlk gittiğinde elinde süt kovası uzun süre merdivenlerin önünde beklemiş neden sonra bulduğu bir cesaretle basamakları çıkıp kapıyı çalmıştı. Çoğu zaman kapalı olan okul kapısı benzeri pembe boyalı tahta kapıyı küçük elleriyle ürkekçe çalar, kapıyı açan okulda gördüğünün aksine pijama giysili öğretmenine süt dolu kovayı uzatır, boşalttığı süt kabını verirken öğretmenin gülümsemesi ve teşekkür etmesi sonrası dönüp giderdi. Lojmanın içini hep merak emişti. Bazen yarı aralık olan kapıdan gizlicesine içeriyi incelemeye çalışırdı. Öğretmenin anlattığı hırsız ve ev sahibi hikayesini bu lojmanı hayal ederek dinlemişti.
Lojmanın hemen ön sol tarafında büyük bir dut ağacı, bunun ilerisinde de beton bloktan yapılmış öğrencilerin su içtikleri çeşme vardı. Bu çeşmenin biraz daha ilerisinde adeta bir maket evi andırır öğrenci tuvaleti vardı. Bahçeye bakan tarafı erkek öğrenciler kullanıyor ve iki kabinliydi. Tek kabinli öbür tarafı ise kız öğrenciler kullanıyordu. Merak ettiği yerlerden biriydi burası. Kız öğrencilerin kullandığı tuvaleti, kendi kullandıkları tuvaletten oldukça farklı bir yer olarak düşünüyordu. Ulaşıp göremediği her yer onun her zaman ilgisini çekmişti. Böyle yerleri zihninde gizemli hale getirirdi. Yıllar sonra yetişkin biri olarak okula götürdüğü kız kardeşi için günahtan korkarcasına kızların tuvaletine girmek zorunda kaldığında kendi kullandıkları tuvaletin daha güzel olduğu gerçeğini görmüş ve uzun bir süre şaşırıp kalmıştı.
Okul, lojman, çeşme ve tuvalet binası ortadaki oyun alanının iki kenarını oluşturuyordu. Bu alanın dereye doğru genişleyen öbür kenarı ise çam ağaçları dikilmiş haliyle küçük bir ormanı andırıyordu. Sonrası dereydi ki hemen kenarından taş duvarla örülüp okul bahçesi çevrelenmişti.
Okulları doğumundan bir yıl sonra yapılmıştı. Üç yada dört yaşlarındayken okul etrafının duvarla çevrelenmesini okulun yapılışı olarak hatırlıyordu. Tüm köy halkı öğretmenin yönlendirmesiyle el ele verip römorklarla dağlardan taş taşımışlar; birliktelik sonrası okul ve bahçesi korumaya alınmıştı.
Doğu taraf okul bahçe duvarının hemen gerisi yoldu. Pamuk toplamaya traktörle römorkta gidip gelirlerken bu yoldan geçtiklerinde ablası okulların yakında açılacağı bilgisini verir; heyecanlanır, -ki kendi de heyecanlanırdı- okul tarafına araştırırcasına iyice bakarak usanç tonuyla "çetiler yine çıkmış, her tarafı kaplamış!" derdi. Yaz tatili boyunca çocukların tamamen terk ettiği okul bahçesinde büyükçe otlar çıkardı. İnce yapraklı küçük ince dikenli "çeti" diye isimlendirilen ot bahçenin hemen her yerinde çıkar ve her tarafı kaplardı. Dikenli olduğu için mutlaka kesilip temizlenmeliydi. Bunun için okulun açıldığı ilk gün öğrenciler okula kazma kürekle giderler, öğretmen onlara bu otları temizletirdi.
Ablası onu kayıt için ilk defa okula götürdüğünde okulun açıldığı ikinci yada üçüncü gündü. Okulu, bahçeyi hatta lojmanı öğretmen öğrencilere tamamen temizletmişti. Bu ilk, okula gidişi ve öğretmenin karşısına çıkışı nedense tam olarak hatırlamıyordu. Yalnız heyecanlıydı ve birazda korkuyordu. Öğretmen eylülün henüz eksilmeyen sıcağında lojmanın önündeki dutun altına ev hanımı eşiyle birlikte oturmuştu. Ablası elinden tutarak orada öğretmenin karşısına çıkarıp kardeşini kayıt için getirdiğini söylemişti. Öğretmen ona adını ve hatırlamadığı birkaç soru daha sormuş; sonrada ablasına tamam anlamında başını eğmiş ve oradan ayrılmışlardı. İsmail isimli bu öğretmenin tepeden küçümser bir bakışı vardı. Bahçede sürekli birlikte göreceği eşi ise çocukları pis, kirli ve pejmürde gördüğünü her zaman yüzüne yansıtırdı.
İlk iki sınıfı birleştirilmiş sınıf şeklinde İsmail öğretmende okudu. Okul iki derslik olduğu için bir iki ve üçüncü sınıflar bir arada bir, dört ve beşinci sınıflar da bir arada diğer sınıfta okuyorlardı. İsmail öğretmeni okuttuğu dersi ve verdiği ödevi yapmayan öğrencileri acımasızca döven biri olarak hatırlıyordu. Öğrenci zeka ve kapasitesini hiç dikkate almazdı. Kışın o soğuk günlerinde parmaklarını birleştirip parmak uçlarına bazı öğrencilere getirttiği yaş nar çubuğuyla acımasızca vurması; buna maruz kalan öğrencinin ağlamak yasak olduğundan dayanamadığı acıdan dolayı sessizce gözlerinden akan yaşları hiç unutamayacaktı. Yeterince zeki ve gerektiğince çalıştığı için böyle bir acımasızlığa hiç maruz kalmamıştı ama bunun endişesi ona okulda ve okula gelişlerde kabuslar yaşatıyordu. Yıllar sonra üniversitede British Consil'e üye olup ödünç alıp okuduğu İngilizce kitaplardan Charles Dickens'in kitaplarını okurken eşiyle birlikte İsmail öğretmeni dolayısıyla hiç sevmediği o iki okul yılını hatırlayacaktı.
Babası ve diğer babalar soğuk kış günlerinde tarlada takımda yada hayvanlar peşinde dağlarda koştururken öğrenciler, her sabah çantanın ağırlığı yanında ellerinde taşıdıkları odun parçalarıyla geldikleri okulda, öğretmenin sınıftaki kocaman sobaya beşinci sınıf öğrencilerine getirdikleri odunlardan attırarak ısınan sınıfta dayak korkusundan ecel terleri dökerlerdi.
Üçüncü sınıfta İsmail öğretmenin okuldan gitmesine herkes sevinmekle birlikte en çok o sevinmişti. Yerine gelen Abdurrahman öğretmen dini anlatımlarıyla ilgisini çekmiş ve sevmişti. İsmail öğretmen gibi sert katı ve acımasız değildi. Zaman zaman şarkı ve ilahi söyler, bol bol dini hikayeler anlatırdı.
En çok sevdiği okul yılları dört ve beşinci sınıf olmuştu. Abdurrahman öğretmenden daha çok beğendiği Ali öğretmen bu iki yıl onu okutmuştu. En iyi dil bilgisi ve tarih derslerini bu iki sınıfta öğrenmişti. Ders kitapları dışında ilk defa farklı kitapları bu sınıflarda okumuş ve okumanın tadını hissetmişti. Ve ilk defa bu yıllarda her teneffüs çam fidanları, oyun alanı ve çeşme etrafında kovalamaca oynadığı esmer güzel kıza aşık olmuştu.
Bu yıllar özellikle baharda sabah uyku doygunluğuna ulaşmasa da sevinçle kalkıp üzerini giyinir; annesinin her sabah kahvaltı olarak hazırladığı harika lezzet duyduğu "sütlü çorba"yı iştahla içer; yine annesinin plastik gübre torbasından eliyle diktiği çantasına gazete kağıtlarıyla kapladığı kitap ve defterlerini koyup sevinçle çıkardı evden. Yamaçtan aşağıdaki okula, "kilteli" adı verilen yırtılan bazı yerlerini babasının akşamları sobanın közünde maşayla yapıştırdığı lastik ayakkabısının toprak köy yollarında çıkardığı hoş tıpırtılarla ulaşırdı. Ali onlardan daha iri yapılı olduğu için doğal olarak ayakları da büyüktü. Toprak yolda pat pat diye daha şiddetli çıkardı ayak sesleri. Bu sesten Ali'nin okula gittiğini anlarlardı. En son Küçük Mehmet Ali'nin evini kıvrılıp okula ulaşırlardı.
Okul bahçesinin tek girişi olmakla birlikte okulun hemen yanındaki köy camiinin bahçe girişi de kullanılıyordu. Yukarıki oba diye isimlendirilen kendi oymaklarındaki çocuklar ilkönce ulaştıkları cami girişini kullanırlardı. Aşağıki oba diye isimlendirilen oymağın çocukları ise ilk önce ulaştıkları büyük bahçe kapısını kullanırlardı. Bu kapıdan eksiklik duymamak için zaman zaman girip çıkardı. Teneffüslerde ise en çok sevdiği iki şey olan akide şekeri ve çekirdeği bakkaldan almak için bu kapıyı kullanırdı.
Hayatında ilk ve son olarak kendi köylerinde okul ve camiyi bir arada görmüştü. Yer sorunu olduğu için okul bahçesinin bir bölümüne küçük, minaresiz, kiremit çatılı, sade bir cami yapılmıştı. Cami olduğu çatısına yerleştirilen aporlörlerden anlaşılıyordu. Bu şekilde köylerinde şirin okulları lojmanıyla birlikte camiyle yan yanaydılar. Ortabiri bitirdiği yaz tatilinden itibaren o güne kadar hep kapısı önünden geçip gittiği caminin yaz aylarında müdavimi olacaktı. Yetişkin cami cemaati içinde tek başına bir çocuk olarak bulunacak ve zaman zaman pencere önündeki mikrofondan ezan okuyacaktı.
Okul günlerinde kışın sınıfta ders esnasında Mustafa Amcanın duygulu hoş sesiyle okuduğu ikindi ezanı onu dersten alıp kendine çekerdi.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
DERYADA DERYALIKLAR
Başlangıçlar yakıştırılır hep bahara
Süsen
Sümbül
Kardelenler
Leylaklar, kokusu şehvete uyaklı
Birazcık herkesin olan kiraz dalları
Kırların yenilmez askeri papatyalar
Kanatlarında bilenmiş umutlarla
Güneyleri arayan kırlangıçlar
genç yüreklerde merasimsiz uç veren
taze aşkların mevsimidir ilkbahar
Baharda başlar şöleni Demeter'in.
Pıtrak gibi selamlar erguvanlar
Hades'in isteksiz gelini Persofene'yi.
Sunaklar gider tanrılara.
Yamaçlar sevincinden ağlar
Oysaki hilafsız, sonbahar
bitişler, serzenişler mevsimi
yaprak dökümü
bağ bozumu
hüzzam makamı, mor bulutlar
ne bu sevda olaydı ne de bu ayrılıklar
Dünya orbitine duralı beri
hep böyledir mevsimlerin düzeni
Kışın kar,
baharın sevda,
güzün hüzün.
Mevsimlerim mi şaşırdı nedir,
bu yıl takvimini?
Hale KORAY
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|