|
|
|
Editör'den : Saatleri ileri aldık değil mi?!.. |
İyi haftalar,
Bu saatleri ayarlama dönemlerinde ciddi şekilde travma yaşıyorum. Gece kuşu olanlar bilir, eğer olağanüstü bir durum yoksa uyku bedene saatli gelir. Mesela, genelde üçte esnemeye başlıyorsanız, otomatik saat ayarı yapan bilgisayar gibi metebolizma da kendini yeni saate uydurup üçte esneme sinyallerini göndermeye başlar. Oysa beyin farklı çalışıyordur. O, "dünkü bu vakit"te takılıp kalmıştır. Yani üçü dörde devirmeye pek meyillidir. Ama karşı koyabilir mi, orasını birazdan göreceğiz. İşte bu açıklamadan da anlaşılacağıı üzere, esniyor ama uykuya yenik düşmemekte direnmeyi sürdürüyorum.
Ayıptır söylemesi, iyi bir gece oldu. Hani şüphemiz yoktu da gene de temkinli davranmayı seçmiştik. Bir olsun bizim olsun derken, dediğimiz oldu, biz de bahtiyar olduk. Hasta Cimbomlu oğlumla birlikte seyrettiğim için maç esnasında pek nümayiş yapamadım. İzin verin şurada nefsimi körelteyim. Her zaman her yerde en büyük Fenerrrr:-)
Az önce haber sitelerine şöye bir göz gezdirdim, en önemli haber galiba Aytaç Durak'a işten el çektirilmesi. Pek güzel, harika. Suçlu ya da suçsuz olduğu belli olana kadar görevden uzaklaştırılması pek yerinde bir davranış şekli. Amma velâkin bunu yapanın AKP iktidarı olduğunu düşününce insanın sevinci kursağında kalıyor. Öyle ya, böyle hızlı bir el çektirmenin geçen dönemin AKP'lisi bu dönemin MHP'lisi Durak'a uygulanmasınnı, bir başka deyişle, muhalifin cezalandırılmasını, oysa yıllardır yolsuzluk yaftasını boynunda taşıyan partili belediye başkanı Gökçek'in, deniz fenerini yaka yaka bir hâl olan Zahid Akman'ın halen görev başında olmalarını yalın bir dille açıklamak mümkün mü? Bu durum aslında hükümet edenlerin iç Dünyasının dışa vurumu olarak özetlenebilir. Kendine demokrat, hep bana adalet, tukaka muhalefet üçlemesini kartvizit olarak cebinde taşımak ancak bu hükümete yakışır. Gel gelelim, zenginin malı da ancak züğürdün çenesini yorar. Mühür onlarda olduğu sürece bu şaklabanlık ta böyle sürer gider. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran KÜBA'DA DEVRİM VE PRENSA LATİNA |
|
Geçen akşam Küba Dostluk Derneği'nin önemli bir konuğu vardı: Latin Basın Ajansı'nın (Prensa Latina'nın) başkanı Frank Gonzalez. Dinlemeye gelenlere, Yiğit Günay'ın aracılığıyla, Küba'da Devrim'in kendini hiç bitmeyen ABD ve Avrupa saldırılarına karşı nasıl ve neyle savunduğunu anlattı.
Ocak 1959'da anamalcı soygun ve talanın maşası Batista'nın alaşağı edilmesinden kısa bir süre sonra, toplumsal olayların mantığı gereği, halkı kolayca soyma olanakları ellerinden alınanlar denetimleri altındaki sözlü ya da görsel-işitsel yayın araçlarıyla karşı saldırıya geçmişler; Fidel Castro ile Che Guevera giriştikleri Devrim'i bu alanda da korumak, geliştirmek, beslemek üzere Prensa Latina'yı kurmuşlar. Kaçınılmaz, asal bir önlemdi elbet bu: düzen, dizge değişikliği önce insanların beyinlerindeki, belleklerindeki çağdışı, çürümüş yapıların değiştirilmesini, yerlerine yeni düzeni ayakta tutacak bilgi ve davranışların geçirilmesini gerektirir.
Kurtuluş Savaşı tarihimizi Batılı sömürgecilerin yazdırmak istedikleri gibi değil, asıl yapısıyla okuyanlar, sevgili Mustafa Kemâl'in de, giriştiği yeni bir devlet, yeni bir toplumsal düzen kurma savaşımında, çoğu kez kendi kesesinden yatırım yaparak, hiç değilse bir tane gazete çıkarmayı bir an bile savsaklamadığını çok iyi bilirler.
Bütün evrim ve devrimlerde böyle olmuştur, böyle olmak zorundadır: yüzlerce, kimi zaman binlerce yıl sürmüş beyinsel yapılanmaları kırmadan, yerlerine yenilerini oluşturmadan bir adım bile atamazsınız.
Fidel'le Guevera da öyle yapmışlar; bir yandan ilk iş olarak yediden yetmişe bütün halka okuma yazma öğretme atılımını başlatırken, öte yandan okuyup yazmayı öğrenecek insanların doğruyu, gerçekleri okuyup dinlemeleri, görmeleri için gerekli altyapıyı oluşturmuşlar.
Şimdi dünyanın 27 ülkesinde 7 dilden seslenme olanağına kavuşmuş Prensa Latina; ama düşünün ki Küba yalnızca 11 milyoncuk; karşısındaki saldıranların başını çeken ABD ise 200 milyon; gönüllü soygun ortaklarıyla birlikte toplam nüfusları neredeyse 6 milyar. Ve en az 500 yıldır soyup soğana çevirdikleri dünyanın sırtından kazandıklarının sınırı yok.
Buna karşın, 50 yıldır, Küba halkının sağlam, ışıl ışıl bilinci karşısında sürekli yenilgiye uğramışlar, uğramaktalar.
ABD, 1959'dan başlayarak, birbirini izleyen başkanlarıyla, üstelik bütün dünyaya sürekli yalan söyleyerek; bir yandan demokrasi, insan hakkı, hak hukuk söylevleri çekerken, bir yandan da insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir azgınlıkla Küba'da girişilmiş gerçekten eşitlikçi, zorbalığa, zorlamaya değil, sevgiye, bilgiye, gönüllü katılıma dayanan Devrim'i ve önderlerini yok etmek üzere 365 gün, 24 saat tuzak kurmaya, baltalama yapmaya, kısacası elindeki bütün olanak ve araçlarla boğmaya koyulmuş.
Sevgili Frank Gonzalez'in dediği gibi, hani şu 11 Eylül'de kendi eliyle yıktığı İkiz Kuleler'den çokkk önce, daha 1959'da, Küba'ya ve önderlerine karşı yıldırma, yok etme denemelerine girişmiş. Başka bir deyişle, anamalcılığın kendisi gibi, en azgın sözcüsü de, yeryüzündeki bütün alçakça oyunların, tuzakların yaratıcı ve uygulayıcısı.
Sevgili Frank Gonzalez, Güney Amerika'da ve Küba'da 500 yıllık amansız sömürüden sonra köklü toplumsal dönüşümlerin nasıl başlayıp geliştiğini anlatırken, çok önem verdiği bir olguya parmak bastı: Bolivya'da Evo Morales gibi gerçek bir yerlinin, ya da başka ülkelerde, üstelik kimi zaman Amerikan okullarında en kusursuz anamalcı eğitimi almış insanların işbaşına gelmesi ve toplumsal dönüşüme öncülük, önderlik etmesi.
Bunu da evren kuruldu kurulalı işleyen etkiye tepki yasası yaratmış kuşkusuz: ABD azıp azıttıkça, baskıyı çoğalttıkça, yüzyıllardır köle olarak yaşattığı toplulukların yetenekli insanları öne çıkmış, soydaşlarının ve ülkelerinin yazgısına el koymuş.
Venezüella gibi ülkelerde anamalcı soygun-talan çarkının en temel vurucu gücü ordu de bu evrimin dışında kalamamış elbet; özellikle genç subaylar, kökenlerini anımsamış, sömürücü efendilerini yüzüstü bırakmış, halkının yanında yer almış.
Burada, Mustafa Kemâl'in büyüklüğünün kanıtı bir daha çıkıyor karşımıza; ülkemizdeki uşaklarının ve bizi yeniden amansızca, acımasızca sömürmek isteyenlerin, aslında harakiri yaparak alaya aldıkları "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünün bu ülkelerdeki doğrulamalarına bakın: Güney Amerika halklarının kölelikten kurtulup bağımsızlığa kavuşması için öne düşenlerden Simon Bolivar da, Küba devriminin düşünsel atası José Marti de, Fidel Castro da, isteseler doğdukları egemen-ezen toplumsal sınıfın birer üyesi olarak her türlü ayrıcalığın keyfini (?) sürerek yaşayabilecekken, Mustafa Kemâl'in doğru tanımına uygun olarak: "Hayır, biz sömürgeci İspanyolların bir uzantısı değiliz,Güney Amerikalıyız, Kübalıyız!" diyebilmişler; böylece önce kendilerine, sonra halklarına armağan vermişler.
Duygusal vebaya yakalanmış, anamalcılıktan kurtulmadıkça iyileşmeleri olanaksız insanlar, yüzyıllardır yapageldikleri gibi, kendi alçakça oyunlarını çıkar size yakıştırırlar, biliyorsunuz; bunun son örneği, Gonzalez'in anımsattığı rakamlara göre, ABD bütçesinden yılda 24 milyon dolar ayırıp besledikleri, birer melek gibi tepeden tırnağa beyaz giydirdikleri, ellerine de birer çiçek tutuşturdukları 30 kadının efsunlu nefesleriyle kandırılmış azılı bir suçlunun cezaevinde açlık grevi yapıp can vermesi oldu.
Tıpkı insan dolu Küba uçağını düşürttükleri Kübalı sapık hekim gibi, kandırıp canına kıydıkları bu zavallı oğlanı da Küba'nın onurlu, soylu, güzelim halkına karşı kullanmak için hemen eyleme geçtiler; yardakçıları, suçortakları AB durur mu? o da hemen avaz avaz bağırmaya, düzmece meclislerinden kınama kararları çıkartmaya koyuldu.
Sözümüzün başında söylediğim gibi, Küba topu topu 11 milyoncuk; ona doğru yolu benimsemeye çalışan öbür Güney Amerika ülkelerini de ekleyin; olsa olsa birkaç yüz milyon eder. Gerisi, 6 milyardan fazla insan, hâlâ yanılsamanın en büyüğü içinde yaşatılıyor: özgür girişim, özgür alışveriş!
Dolayısıyla, kapışma, şu güzelim mavi gezegeni sülüklerin elinden kurtarıp tarihte ilk kez evrenin, doğanın temel yapısına uygun, barışçı, mutlu bir yaşama kavuşturmak isteyenler ile küresel harakiri'yi ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmeyi tasarlayanlar arasında.
Hangisinin ağır basacağını birlikte yaşayıp göreceğiz.
*
Çalışkan dostum Kaan Turhan yeni bir kitap hazırlamış; Asya/Şafak yayınlarının bastığı kitabın adı, "Ergenekon ve Fethullah/ Yeni Osmanlı Misyonu'yla Kürdistan İnşası."
Adından anlaşılacağı üzere, ABD'nin, daha doğrusu anamalcı yalan-talanı ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen, dünyanın bütün artıdeğerinin büyük kesimini elinde bulunduran uluslar arası, uluslar üstü bir çete, Türkiye'deki Atatürkçü ulusal yapıyı çökertmek; Anadolu topraklarını ve çalışkan, üretken insanlarını yeniden paylaşıp köleleştirme tasarısının önündeki son engelleri de, Türk ordusunun devrimci kesimini, bağımsız yargıyı dize getirmek üzere, dinler, uygarlıklar arasında kimi zaman çatışma, kimi zaman uzlaşma adı altında, iki etkili alanda, hem din, hem siyaset alanında Truva atlarının nasıl kullanıldığını birçok güzel insan ele alıp inceledi biliyorsunuz.
Kaan Turhan da katılmış onlara bu son çalışmasıyla.
Kitapta, Ergenekon adı verilen düzmece yargılamayla küresel soyguncuların neler yapmaya çalıştıkları ayrıntılarıyla bir kez daha anımsatılıyor okura.
*
24 Mart tarihli Cumhuriyet'in arka sayfasında küçük bir haber:
"1 milyon dolarlık ödül geri çevirdi: Matematikçilerin yaklaşık 100 yıldır çözemedikleri 'Poincaré Varsayımı'nı çözen Dr. Grigory Perelman'a ABD'deki Clay Matematics İnstitute vermek istemiş 1 milyon dolarlık ödülü.
Petersburg'da küçük bir dairede yaşayan Perelman, kapı aralığından, parayı istemediğini söylemiş; 'ben istediğimi aldım zaten' demiş. 'Para ya da ün beni ilgilendirmez. Hayvan gibi sergilenmek istemem. Matematik kahramanı değilim. Herkesin gözün bana dikmesini hiç istemem.' diye eklemiş."
Ee, herkes 1 milyon dolar karşılığında Türkler 1,5 milyon Ermeniyi kıtır kıtır kesti diyecek değil ya!
İnsanın insanı, yeryüzündeki canlı cansız bütün kaynakları sömürmesine yol açan şu para denen vebalı oyuncak olmasaydı, bütün insanlar Grigory Perelman gibi olacaktı: çözülemeyen bir sorunu çözmenin; renkler, sesler arasında yeni bir uyum bulmanın vereceği haz ve doyum onlara yetecekti.
Nitekim, yozlaşmanın doruğundaki Amerikalılarla Avrupalıların bir türlü anlayamadıkları, kavrayamadıkları benzer bir hazzı Kübalılar 50 yıldır yaşıyor, yaşatıyor: dünyanın dört bir yanına eğitim ya da sağlık yardımı koşturuyorlar, hem de beş para almadan!
*
Sevgili dostum Mehmet Kıyat¸aralıksız sürdürdüğü sergilerin yanında, şiire de hiç ara vermiyor; kendi bastığı iki yeni kitabını daha gönderdi: Dünde Kalan ve Şiirse Bekler Beni.
Gelin, aynı adlı şiirini paylaşalım:
ŞİİRSE BEKLER BENİ
Şiirse bekler beni
gecemi aydınlatıp
Güneşine sarılarak sonsuzluğun
umutla
Bin yıllık özlemini ısıtarak yüreğimin
Sözcükler
tümceler ormanı
içime sığmayan güzelliğin
Birdenbire
ses gibi dikilince karşıma
İpek böceği tutsaklığında tansıklar yaratıp
Bağ bozumları
ipi çürük bencillikten kaçarak
Kısır döngülerde bekletmeden geleceği
Mısır'a sağır sultan
kasırga olmadan Burma'lara
Kırpıntı kırpıntı ortalıkta dolaşmadan
Kaşıkla yedirip
sapıyla gözünü çıkarmadan çocukların
Oflayıp puflayarak tüketmeden yaşamı
Örümcek kafalı duyarsızlıktan uzak
Soyludan soylu
şiirse bekler beni.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TÜRKÇE "OFF" - Feyza Hepçilingirler
"Türkçe Off "gerçekten de off dedirten bir kitap. Okudukça gülüyor, bir taraftan da düşünüyorsunuz. Kimler yok ki kitapta. Siyasetten tutun, medyasına, Savaş Ay'dan Tansu Çiller'ine kadar herkes burada. Çok türlü bir çeşni, sanki kitap. Okudukça okuyasınız geliyor. Acı ile tatlının karışımı biraz muzipçe, biraz matrak. Okudum, okudum güldüm.
Kaç zamandır bekletiyordum başucumda, ah ne zaman okuyacağım ben bunu, üç yüz sayfadan da fazla diye hayıflanıyordum. Ama yaptım, başardım, bu hafta sonu aldım ve su gibi okudum, bir solukta. Hiç bu kadar seri kitap okuyabileceğimi de bilmiyordum. Onu da öğrenmiş oldum.
Kitap baştan sona mükemmel. Hele sonu ayrı bir mükemmel, eleştirileri koymuş hiç gocunmadan. Ben olsam bırak kitabımın arkasına eklemeyi, okumaya bile tahammül edemezdim bu eleştirileri. Hele bir tanesi var ki. Neyse onu ben söylemeyeyim siz okuyun!!
Bu eleştirileri okurken, Orhan Pamuk geldi aklıma "Bir Yudum İnsan" programında kendisi hakkında yazıla kötü yazıları kesip sakladığını ve bunlarda beraber resim çektireceğini söylemişti, gayet olgunca. Ben de çok şaşırmıştım. Ne kadar rahat diye. Gerek bu, gerekse eleştirilerin kitabın ardına eklenmesi, bu yazarların ne kadar da kendilerini aşmış olduklarını anlamamız için çok iyi birer örnek…
Kitabın bitiminde, bir de sitesine bakayım dedim. Feyza Hepçilingirler kimmiş? Aaaa! bir de ne göreyim öğretmen kökenli, bol ödüllü gerçek bir yazar…
Bu arada Attila Şenkon'la olan röportajını dinlemenizi de şiddetle tavsiye ederim…
Neslihan Minel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : H.Tugay Madanoğlu |
Korku Bataklığı
herkes bir korku içinde
ve korku gittikçe derinleşen bir bataklık misali
çekiyor insanı içine
bataklıkta batan bir canlı gibi
tutunmak istercesine bir yerlere
atıyoruz ellerimizi herhangi bir yere
boş her yer bomboş
sanki bu boşlukta yaşamak kolaymış gibi
kurtulmanın yolunu arıyor herkes
ama 'susacaksın' dercesine bir inatla çekiyor bataklık içine
ve elimiz bir ağaca gidiyor
tutunuyoruz bir dalına
ama fizik kanunlarına inat edercesine
tutunduğumuz dalda bizi itiyor derinlere
ve batarken görebiliyoruz anca
ağacın kökü bataklıktadır.
ve üşüşüyor başımıza
bataklığın tek dostu olan sinekler
biz bir vurdukça
on olup geliyorlar
biraz önce yoktunuz nereden geldiniz
diye sövmeye başlayınca ise
hep bir ağızdan cevap geliyor sanki
-biz hep buradaydık ama sen hep görmemezlikten geldin-
ve uyanmak istiyordum rüyadan.
bunlar diyordum bir rüya olmalı
uyanınca söz sinekleri bulacağım önce
bataklık batar kendi derinliklerinde...
tahayyül gücümün genişliğini kullanmak zorunda kalmamıştım bu sefer
ve her şey bir 'Bursa Nutku' kadar gerçekti.
ya bekleyecektik bir yüz yıl daha gelmesi için bir Mustafa'nın
ya izleyecektik yolunu yüz yıl önceki Mustafa'nın
H.Tugay Madanoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Tayyip Bey Hükümeti ve Millî İrâde Üzerine I |
|
Güncel siyasî tartışmalar arasında "millî irâde" kavramı, hemen her kesim tarafından sıklıkla dile getirilmekte. Fakat, işin ilginç tarafı şu ki, iktidâr ile çeşitli muhalefet kesimleri arasındaki bu tartışmalar içinde, "millî irâde" kavramının kendisi tartışılmamakta, bu kavram "verili" olarak kabul edilerek, buna dayalı temellendirmeler ve çözümlemelere gidilmekte.
Örneğin, Tayyip Bey Hükümeti, ne zaman başı sıkışsa, topu "millî irâde"ye atmakta ve kendilerine yönelik "darbe girişimleri", "bürokratik baskılar", "idâredeki engellemeler", vb. hakkında dile getirdikleri söylemleri bu kavramla temellendirmeye çalışmakta. Buna karşılık, toplumun çeşitli kesimleri tarafından da Tayyip Bey Hükümeti, "tek parti diktatörlüğü" kurmaya çalışmakla ve "millî irâde"yi kendi siyasî amaç ve hedefleri doğrultusunda kullanmakla suçlanmakta.
Hâl böyleyken, Tayyip Bey Hükümeti'nin icraatlarına ve AKP'nin (Anti-Kemalist Parti) üst düzey kadrolarının verdikleri demeçlere baktığımızda, kafalarındaki "millî irâde" kavramının aslında "oy çokluğu" sağlamak ve "iktidâr olmak"la sınırlı kaldığı; iktidârdaki bir siyasî partinin tüm devlet aygıtını kullanmakta "özgür"(!) olduğuna inandıkları da anlaşılmakta.
Zîrâ, daha önce de pek çok örneğini gördüğümüz gibi -ki, cumhurbaşkanlığı seçimleri bunun en açık örneğiydi- Tayyip Bey Hükümeti, tüm yasama ve yürütme faaliyetlerini kendi kontrolleri altına almaya ve şu Ergenekon Soruşturması'nın yarattığı sis perdesinin altında şimdi de yargı organları üzerinde kendi baskı ve kontrollerini tesis etmeye, tüm bunları da "millî irâde" kavramıyla meşrûlaştırmaya çalışmakta.
Ne var ki, Aydınlanma'nın mîrâsı bu kavramı bizzat Aydınlanma değerleri içinde düşünmeden kullanmak -burada da görüldüğü gibi- berâberinde pek çok sofistik yanlışa da zemin hazırlamaktadır. Nitekim, felsefece aydınlatılmamış kavramlar, aslında siyâset alanında "tüm kötülüklerin anası"dır ve bu tartışmalarda gerçekten de bir sonuca ulaşılmak isteniyorsa, bu kavramların anlamlarını bulup çıkartmak bizlerin târihsel, kültürel ve entelektüel bir görevidir.
İmdi, şüphe yoktur ki "millî irâde" denince akla Aydınlanma; "Aydınlanma" denince de on sekizinci yüzyıl Batı felsefesi filozofları gelir. Her ne kadar, bazı konularda bu filozoflar birbirlerinden taban tabana zıt birtakım görüşler ileri sürmüşlerse de "millî irâde" söz konusu olduğunda bu filozoflar, yaklaşık olarak aynı görüşleri savunmuşlardır.
Fakat, içlerinde öyle biri var ki, Aydınlanma'ya yönelik pek çok kuşkunun doğmasında etkin olsa da "millî irâde" konusunda tipik bir Aydınlanmacı duruş sergiler ve bu kavram hakkında konuşulurken, kim ne söylerse söylesin, kendisine mutlakâ atıf yapılır.
Dahası, bizde de Kemalist Cumhuriyet'in inşâsı, "millî irâde" kavramına dâir bu filozofun çözümlemelerinden oldukça etkilenmiştir ve bu etkiler, 1921 ve 1924 Anayasalarında da açıkça tespit edilebilir. Dolayısıyla konu, yalnızca "kavramsal-felsefî" bir tartışma olmayıp, aslında şu ya da bu şekilde, Kemalist Cumhuriyet'in temelleri ve kurucu ilkeleriyle ilgili bir tartışmadır.
Nitekim bu filozof, Jean Jacques Rousseau'dan başkası değildir ve Mustafa Kemal Paşa'nın da sıkı bir Rousseau hayrânı olduğunu, "akşam Rousseau okuyup, sabah bunları gelip mecliste anlattığı"nı, gerek yakın çevresinin anılarından -Hâlide Edip'inkiler meselâ- gerekse de bizzat kendi demeçlerinden anlıyoruz.
Üstelik, Rousseau'nun konuyu tartıştığı zemini de dikkate aldığımızda, "millî irâde" kavramının aslında yalnızca siyâset felsefesine dâir bir konu olmadığını, bütününde bakıldığında "genel bir insanlık sorunu" olduğunu da görüyoruz. Bu o kadar öyledir ki, Rousseau'ya göre egemenlik, genel irâdenin icrâsıdır ve bu irâde, hiç kimseye devredilemez; erk, bir başkasına devredilebilir ama, genel irâde devredilemez, devredilemediği için de bölünemez; genel irâde, ancak ve ancak milletin irâdesidir ve millet, bu irâde yoluyla hem özgürlüğünü, hem de onur ve şerefini kazanır.
Ve Rousseau'nun gerek insan, gerek özgürlük, gerek eğitim, gerek toplum, gerekse de başka hemen her görüşü, siyâset felsefesi açısından baktığımızda "millî irâde", daha geniş olarak düşündüğümüzde ise "genel irâde" hakkındaki görüşlerine geri götürülebilir. Ve "millî irâde" kavramını bu tür bir zeminde ele almak; "genel bir insanlık sorunu" içinde düşünmek, bizleri de güncel siyasî tartışmalar içinde bitimsiz bir kürekçi kavgasına tutuşmaktan alıkoyar/alıkoymalıdır da.
Kezâ, bu tür bir zeminden hareketle, bu tartışmalarla ilgili olarak çok daha gerçekçi ve yüksek bir felsefî bilincin ürünü olan birtakım çözümlemeler yapmak, varacağımız sonuçlar hakkında da kamuoyunun bilinçlenmesini sağlamak, bu sorunların çözümüne ne kadar katkı sağlar bunu bilemeyiz ama, yine de bunu yapmak, bizler için târihsel, kültürel ve entelektüel bir görev olsa gerektir.
İmdi, Rousseau'ya göre insanlar, toplumsal yaşama geçmeden önce, doğal durumda, henüz birbirlerinden habersiz ve yalnız başınadırlar. Doğal durumda insanlar arasında etkileşim, son derece sınırlıdır; hattâ, dil bile henüz gelişmemiştir. Yalnızca cinsel ilişki için bir araya gelirler ve ilişki bittikten sonra da kendi yaşam alanlarına çekilirler.
Zîrâ, doğal durumda insanlar, kendilerini bütünüyle özgür hissederler. Bu özgürlük hissi ise onlarda huzur ve mutluluk olarak açığa çıkar. Ve insanlar, birbirleri üzerinde baskı ve tahakküm kurmaya çalışmadıkları için, kendi doğal yetenekleri özgürce gelişir ve kendi ihtiyaçlarını doğadan en doygun biçimde karşılayabilecekleri olanakları etkin bir biçimde kullanırlar.
Rousseau'ya göre doğal durumda insanlar, doğadan kopmamışlardır ve doğada diğer canlıları gözleyerek, onları taklit ederek kendi doğal yeteneklerini geliştirirler. Nitekim insanda, diğer canlılardan farklı olarak içgüdüler sınırlıdır ve insan bu boşluğu, bu gözlemleri ve aklı aracılığıyla doldurur, hayatta kalmayı başarır.
Dolayısıyla insanlar, doğal durumda, kendi akılları ve doğal yetenekleri aracılığıyla özgürlüklerini korurlar ve başkalarının özgürlüklerine zarar vermeksizin, barış içinde yaşarlar. Birbirleriyle çatışmaları için hiçbir neden yoktur; çünkü doğa, kendisiyle barışık yaşayan insanlara cömert davranır. (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, syf: 90-3)
Ne var ki, insanlar çoğaldıkça ve aralarındaki etkileşimler artmaya başladıkça, doğal durumda hissettikleri özgürlük duygusu ve bu özgürlüğün paylaşılmasından gelen "doğal eşitlik" hâli de giderek kaybolmaya başladı ve insan ilişkilerinde belirli birtakım değerlendirme ölçütleri geliştirildi. Böylelikle insanlar, başkalarının üzerinde baskı ve tahakküm kurmaya kalkıştılar.
Rousseau'ya göre, ilk olarak mülkiyetin açığa çıkmasıyla insanlar, toprağın ve üretim araçlarının özel mülkiyeti bağlamında "sâhiplenme", "hırs", "gelecek kaygısı", vb. yönelimler içine girdiler ve insan ilişkileri de bundan olumsuz yönde etkilendi. Ve bu etkileşimler arttıkça, insanlar arasında belirli birtakım iş bölümleri ortaya çıktı, mülkiyet ilişkilerinin yarattığı eşitsizlikler de bu iş bölümlerine yansıdı ve kurumsallaşmaya başladı.
Hâl böyle olunca, doğal durumdakinden farklı olarak bu iş bölümlerinde kişilerin doğal yetenekleri, kendi ihtiyaçlarını karşılama ve bu yolla hayatlarını sürdürme yönünde kullanılmak yerine, başkalarının kendi ihtiyaçlarını karşılamak yönünde baskılanmaya başlandı ve insanlar arasında belirli birtakım çatışmalar ortaya çıktı. (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, syf: 124-8)
Dahası, doğal durumdaki doğal eşitlikten farklı olarak burada "eşitlik", insanlar arasındaki eşitlik değil, belirli bir iş kolundaki kişiler arasında "eşitlik" olarak düşünülmeye başlandı ve farklı iş kollarındakilere âit ayrıcalıkların içselleştirilmesi, berâberinde tüm insan ilişkilerinin de bundan yara almasıyla sonuçlandı. Doğal durumdaki sınırsız özgürlük içinde duyumsanan huzur ve mutluluk, yerini giderek kaos ve çatışma ortamına bıraktı. (Toplum Sözleşmesi, syf: 35-38)
İmdi, Rousseau'ya göre bu kaos ve çatışma ortamı, insanları bir tür "sözleşme" etrâfında birleşmeye itmiştir. Nitekim insanlar, mülkiyetin ortaya çıkmasıyla bozulan ilişkilerinin yarattığı bu güvensizlik ortamını yeniden sağlamak ve huzur ve mutluluk ortamını yeniden kurmak için ortak bir gereksinim içinde olmuşlardır.
Gerek mülk sâhipleri, gerekse de mülksüzler bu kaos ve çatışma ortamı içinde birbirlerinin hak ve özgürlüklerine karşı hoşgörülü değillerdir ve toplumsal eşitsizlikler, tüm toplum kesimlerini, "eşitliklerin korunabileceği bir güç birliği"ne yönelik ortak bir çaba etrâfında bir araya getirmiştir ki, Rousseau buna "toplumsal sözleşme" der.
Kezâ, toplumsal sözleşme uyarınca tüm insanlar, kendi hak ve özgürlüklerini topluma devretmişler ve doğal durumdaki doğal eşitlikten farklı olarak, tüm insanlar, toplumsal yaşamda, bu devretmenin sonucu olarak "toplumsal eşitlik"lerini kazanmışlardır. Toplumsal sözleşme, tüm insanları kânunlar karşısında eşit yapmış ve her biri, toplumsal düzenin eşit bir parçası hâline gelmiştir.
Dolayısıyla, bu tür bir toplumsal sözleşme sistemi, ancak cumhuriyet rejimiyle ve insanların yönetim mekanizmalarına doğrudan katılımıyla sağlanabilir. Aksi takdirde, bu tür bir devretme, tiranlık rejimlerine ve baskıcı iktidarlara kapı aralamakla sonuçlanır ki, bu da bütününde bakıldığında toplumsal sözleşmenin ihlâli demektir. Çünkü, toplumun belirli bir kesimi -yönetici elit- başka bir ya da birkaç kesimin hak ve özgürlüklerini ihlâl ediyorsa, sözleşmenin de meşrûiyeti kalmamıştır. (Toplum Sözleşmesi, syf: 25-35)
Başka deyişle, tüm bireylerin devlete eşit tâbî oluşu, birbirlerinin hak ve özgürlüklerine saygıyı da berâberinde getirir ve bu yolla toplumsal eşitlik sağlanır. Doğal durumdaki doğal özgürlükten farklı olarak toplumsal yaşamda toplumsal özgürlüğün temeli ve güvencesi, bu eşit tâbî oluşta gizlidir ve tüm bireyler, bu sözleşme sistemi içinde huzur ve mutluluklarını yeniden tesis ettikleri için, sistemin devâmı yönünde bir "genel irâde"nin oluşmasını ve bu irâdenin korunmasını da sağlarlar.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
|
YETİŞİR
Beni hatırladıkça,
Arasıra gönlümü al.
Sokakta görünce,gülümse,
Yanıma yaklaş,
Az elin elimde kal.
Evine misafir geleyim,
Kahvemi sen pişir.
Taze doldurulmuş sürahiden
Bir bardak su ver
Yetişir...
Ziya Osman SABA
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.3 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
|
|
|
|
|
|