Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.757

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 14 Nisan 2010 - Fincanın İçindekiler


  • Birşeyleri doğru yapmak kesinlikle doğru şeyleri yapmaktan farklıdır ... Kemal Beşgül
  • İçimdeki Serkeş ve Zerdüşt ... H.Tugay Madanoğlu
  • SIRR-I RÜYA ... Hilal Bayram
  • Kimsenin Dokunmadığı Bir Yer Olsa… ... Pınar Akkuzu


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Neymiş o inanıp söyleyemediğin?!..


    Merhabalar,

    Hafta başında durulan siyaset kavgasının tek kahramanı var, o da Baykal. Hani şu kimselerin beğenmediği yetmişlik adam. Onca kavga gürültünün içinde en akılcı teklifi vererek Tayyip Bey'in ABD gezisi sırasında rahat uyumasına neden oldu. Her ne kadar "Şark kurnazlığı" diyerek asıl kurnazın kendi olduğunu gösterse de, reddemeyecekleri bu teklif karşısında savunmaları düştü. Pazartesi günü canlı canlı dinledim Baykal'ı. Üç netameli değişikliği paket dışında bırakmak kaydıyla kalan tüm maddeleri, katkıda da bulunarak, referanduma gerek kalmaksızın geçirmeyi taahhüt etti. Bir de ardından yeni bir öneri daha sundu. Kavgayı seçim sonrasına bırakalım dedi, dedi ama ilk teklifiyle bunun ilgisi olmadığını da üstüne basa basa tekrar etti. Sanki başına gelecekleri tahmin eder gibiydi. Zira dün yayınlanan gazetelerin büyük bölümü, köşe kapanların sıkı bir bölümü, alışık olduğumuz üzere, haberi ardından yorumlayarak, "Yok daha neler." demeye kadar vardırdılar işi. Baykal'ı dinlememiş ya da dinlediğini anlamamış adamlar yangına gazyağı dökmeye devam ettiler bütün gün. Belli ki amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.

    AKP sıralarında, abisi Arınç'ın izinde yürüyen, monoton ama düzgün konuşmasıyla ünlü genç bir vekil var. Asli görevi, sıkışılan anlarda konuya farklı cenahtan yaklaşıp işi provoke etmekten ibaret olan bu genç adam işinde Arınç'tan daha becerikli. Baykal'ın ardından kendine uzatılan mikrofonlara "Baykal bindiği dalı kesiyor, şart koyması yakışık almadı." gibi boş lafları rahatlıkla edebildiği gibi pişkin pişkin de sırıtabildi. Varsın sırıtsın. Kim ne derse desin, iktidar köşeye sıkışmış samimiyet sınavından geçmektedir. Eğer amaç o üç maddeyi süslemek değilse Baykal'ın önerisini derhal kabul edip uygulamaya geçmelidirler. Aksi takdirde, o çok güvendiği halkı, değişiklik konusunda fikirlerini açıklayan yüksek hakimlere "Biz inandıklarımızı açıkça söyleyemiyoruz, onlar da söylememeliler." diyen Tayyip Bey'in söyleyemediği inançlarını sorgulamaya başlar. O zaman da yatacak yer değil, tek ayak üstünde duracak bile yer bulamaz bu memlekette.

    32 yıl sonra 1 Mayıs yeniden Taksim'de kutlanacak. Vali'nin politikacılara taş çıkartan üslupla mikrofonlara söylediklerini dinleyince insanın ağlayası geliyor. İnşallah herşey onun hayal ettiği gibi olur ve orantısı tartışılır gücün kavgası yapılmaz 2 Mayıs günü. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Kemal Beşgül

     Kahveci : Kemal Beşgül

      Birşeyleri doğru yapmak kesinlikle doğru şeyleri yapmaktan farklıdır

    Herkes gibi sevilmeyi hak ediyordu o da..
    Lakin çok sevilmeyi değil….

    Kurak düşmüş bir kalbin sahibiydi kendisi,
    Ara sıra ahmak ıslatan yağmurlarıyla hayata tutunmaya çalışan…
    Üstüne fırtınalar kopardım,
    'beni çok sev 'diyen dilleri sadece eşlik edebildi bu sevgiye
    KALBİ değil…

    Kemal Beşgül


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,579,579,579,579,579,579,579,579,579,57
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    H.Tugay Madanoğlu

     Kahveci : H.Tugay Madanoğlu


      İçimdeki Serkeş ve Zerdüşt

    kaç gündür
    yorgunum,bitkin
    üşüyorum bir de
    anlamıyorum neden?
    ürperiyorum sadece

    üstelik küstüm ben
    galiba bu düzene
    istemiyorum artık
    istememizi isteyen düzenden birşey
    ve oturtamıyorum
    tek tip kalıplarına ruhumu..

    içimde susturulamaz bir serkeşlik
    serkeşin ağzında tek bir söz
    'boşver'
    serkeşi dinlemek istiyorum
    zerdüştü dinlemek istiyorum
    ve varabilmek istiyorum
    insanlığın üstüne

    kurtulmak istiyorum
    yarattıkları değerler dizisinden
    boynuma vurulan prangaları
    yakıştıramıyorum bir insana
    düşünüyorum
    ve acıyorum
    insanlığın sonsuz tarihinde
    gelinen son noktanın prangalarla
    sınırlı kalmasına acıyorum
    ve acıyorum
    hala kurtulamadığımız prangaları
    söken ruhu nietzschenin aslanı haline gelen
    sayısız önderlere acıyorum

    acımanın erdemsizliğini düşündükçe
    korkuyorum kendimden
    acıyanın kibrini düşünüyorum
    ve sıyrılıyorum kibirden
    şimdi aslan olanlara ne acıyorum
    ne üzülüyorum
    hatalardan ders almayan insanoğluna
    tepeden bakma hakkımı kullanıyorum ..

    H.Tugay Madanoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,639,639,639,639,639,639,639,639,639,63
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hilal Bayram


    SIRR-I RÜYA

    Rahatsız edici bir duyguyla uyandığımı hatırlıyorum. Uzaklardan çok uzaklardan kulakları sağır edici bir ses… O tarafa yöneliyorum. Her yer simsiyah. Ağaçlar, kuşlar bir tuhaf. Birden bir bahçe çıkıyor önüme. Ses hala çağırıyor beni. Çiçeklerin arasından geçiyorum, çıplak ayaklarımda hissediyorum toprağın serinliğini. Büyük bir haz duyuyorum bundan. Bir ağaç tünelden geçiyorum. Ses hala uzaklardan geliyor. Ben ona ulaşmaya çabaladıkça, o uzaklaşıyor.

    Attığım bir adımla dağlarla çevriliyor etrafım. Ses yankılanıyor dağların arkasından. Seslenmeye çalışıyorum sesim çıkmıyor. Her yerde çalılar, dikenler: Bacağıma, elime, koluma batıyor. Bağırmaya çalışıyorum tekrar, sesim çıkmıyor. Vazgeçiyorum bağırmaktan ve bir adım daha atıyorum, bir adada buluyorum kendimi. Gözümün alabildiğince uzanan, mavi ve yeşilin tüm tonlarını içinde barındıran, ucu bucağı olmayan denizle burun buruna geliyorum. Birden bir sevinç kaplıyor içimi, martılar uçuşuyor, gözümü alamıyorum. Seslenmek istiyorum onlara, sesimin çıkmadığını hatırlayınca tüm sevincim martı olup uçuyor. Gözlerimden iki damla yaş akıyor, sonra o da kuruyup gidiyor.

    Ses tekrar çınlıyor kulaklarımda ve neden burada olduğumu anımsamama sebep oluyor. Yoluma devam ediyor, gidiyor, gidiyor, gidiyorum. Son yok! "Ada sonsuz galiba." diye düşünürken bir mağaranın önünde buluyorum kendimi. Zifiri karanlık düşüncesine alıştırarak kendimi korkusuzca giriyorum içeriye ve şaşkınlıktan donakalıyorum: Aydınlık! İmkânı var mı? Duvarlarda çeşit çeşit resimler: hayvanlar, aslan avlayan insanlar, filler… Eski bir barınakta olduğumu anlıyorum ve mağaraya kaçak girmenin sıkıntısını yaşıyorum. Resimlere dalmış, o insanların hayatlarını merak ederken sesi yine duyuyorum. Mağaradan çıkıp yoluma devam ediyorum ve şu soru yankılanmaya başlıyor beynimde: "Ben burada ne arıyorum?"

    Sesi düşünmeye başlıyorum. Kimin sesi, kime ait? Merak etmekten alamıyorum kendimi, merakım arttıkça adımlarım hızlanıyor, kalbim daha şiddetli çarpmaya başlıyor. Bağırma isteğiyle doluyorum, avuçlarım terden ıslak! Ağzımı açıyorum, ses yok! Vücudum el verdiğince bağırmaya çalışıyorum, ses yok! Anlıyorum ki aradığım kendi sesim. Beni çağıran, ben gittikçe uzaklaşan ses benim sesim. Bunu keşfettiğim anda bir boşlukta buluyorum kendimi: Tutunacak tek yer yok! Etraf tekrar siyaha bürünüyor ve ben hızla düşüyorum. Birden korkuyla bağırmaya başlıyorum, sesimin çıktığını hatırlıyorum. Ve işte tam o anda yataktan fırlıyorum. Anlıyorum ki, ben sadece bir rüya görmüşüm, sadece bir rüya…

    Hilal Bayram


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,699,699,699,699,699,699,699,699,699,69
    13 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


      Kahveci : Pınar Akkuzu


    Kimsenin Dokunmadığı Bir Yer Olsa…

    ''kendi kendini aldatmak, başkalarını kandırmak
    kadar basit değildir ve insan kendi içindeki
    adaletten ürkmeye başlar''
    Fatih Harbiye/Peyami Safa


    İçim çok acıyor. Onun dediklerini hayatımın hiçbir evresinde yapamadığım için, ağzından basit nasihatler gibi dökülen cümlelere aslında ağır anlamlar yüklemiş olduğunun farkına varamadığım için ve geriye dönüp baktığımda her şey için zamanın bittiğini birdenbire anladığım için canım yanıyor belki. Hayatıma giren ve hayatımdan çekiliveren insanları aslında kendim çağırdığım için ayrı bir mutsuz oluyorum. Çünkü her şey tesadüftü demek, su yudumlamak gibi hafif ve rahatlatıcı iken, hayatımdan gidiverenleri, tesadüflere yüklemeyi beceremiyorum bir türlü.

    Yolu bir yerlerde bana bulanmış herkese, belki de bu yüzden hep gaddarlık ettim. Bu yüzden fotoğraf karelerine hiç girmedim. Kalabalığın arkalarında kalmış, kısa boyundan ötürü uzun boyluların arasına sıkışmış, bir de üstüne üstlük, tam deklanşöre basılırken karşıdan suratına çarpan güneşe duyduğu rahatsızlıktan ötürü kafasını eğmek zorunda kaldığı için sadece saçının bir kısmı fotoğrafa yansımış biri bile olmadım. Kendimce ve kendime uygun çizdiğim sınırlarıma yakın dolaşanlarla konuşurken sarf ettiğim cümlelerin sayısını hemen yarısına, belki de çeyreğine indirdim. İsmimi bilmelerine bile izin vermedim. Bildiklerinde ise, ismim diye bildikleri kelimelerin sahte olmasına dikkat ettim. İçlerinde biriktirdikleri ve durmadan arttırdıkları, ama çoğu zaman değeri olmayan dertlerini, bana kusar gibi anlatmak istediklerinde vazgeçmelerini sağladım. İnsanlarla aramdaki ilişkilerimi, dişe kaçmış yemek artıklarının karşılıklı itiraf edilememesine dayandırdım hep. Ya da gözdeki çapakların söylenememesi, ya da açık kalan fermuarların dillendirilememesi. Ama bundan memnundum her zaman. Çünkü o konuşan, düşünen ve çoğu zaman çözümü birbirlerinin kol ve bacaklarını bedenlerinden ayırabilecek makineleri icat etmekte bulan yaratıklar benim hayatıma adımlarını atamadılar. Böylelikle benden vazgeçip canımı yakmadılar aynı zamanda. Bir gün mutlaka koparacakları ve koparırken sanki bir taraflarımı acıtmak zorunda olacakları bağlar kuramadılar benimle. İzin vermedim.

    Zaten o yüzden okula sadece aklımın ermeye başladığı yaşlarıma kadar gittim. Anne ve babamla olan bağımı da her zaman soğuk tuttum. Şımarıklığımı ve onları sevmeyişimi tek çocuk olmama verdiler. Zeki sayılırdım. En azından gittiğim sınıflardaki çocukların toplamından daha çok şey okuduğum ve bildiğim kesindi. Ama okula gitmemekte direndikten sonra anne ve babam da çok üstelemedi. Fakat yaşım ilerledikçe kuşkusuz; para denilen şeyin sürekli kazanılması gerektiğinin farkında olduğum için çalışmam gerekti. Baba mesleğini seçtim ben de. Tam istediğim gibi bir hayatı yaşayacağımı, mesleğimi yapmaya başladıktan bir iki saat sonra anlayabildim üstelik. İnsansız, birilerine duyulacak minnet duygusu olmayan, para kazanılan ve tek başına zamansızca bir hangarda geçen hayat.

    Bu hangarın her şeyini kendimi tanır gibi tanıyorum o yüzden. Bu yere duyduğum sevgiden olsa gerek, en küçük ayrıntılar bile devasa lüzumlara dönüşüyor beynimde. Ana kapısının demiri ağır gibi görünse de ince saçtan bir levha mesela. O yüzden kapı kalın görünsün diye her yıl iki kez siyaha boyarım. Balyozu geçtim, sağlam bir tornavida sapıyla yılmadan çalışılsa delinmek için iki saat yeter insana. Ama siyah olunca ulu bir çınar gibi görünüyor göze. Görkemli, erişilmez, hayret verici ve en önemlisi uğraşılmaya değilmezmiş gibi geliveriyor kapı. Kapıyı açınca önüme çıkan bu geniş alandaki mermerlerin ise biri gelir, biri gider hep. Her ay, adımı Mahmut diye bilen gür bıyıklı bir adamdan alırım mermerleri.

    'Mahmut abi, bence bu sefer alacalı olanlarından al. Bak siyah damarlılarından var elimde.'

    Der. Kemeri pantolonunun her zaman dört beş parmak üzerinde kalan incecik bedeniyle mermer çeşitlerinden parçalar bırakır önüme.

    'Mahmut abim, bak şunun güzelliğine be. Bunun üstünde ne güzel görünür isimler. Cafcaflı cafcaflı yazarsın sen de şöyle en güzel harflerinle.'

    Der. Sonra da, ya öbür dünyanın gazabını aklına getirip asar suratını, ya da kendi adını mermerin üzerinde gören karısının, kızının hallerini düşünüp bozar moralini. Utanır. Pişman olur dediklerinden.

    'Tövbe Allahım'a. Neler diyorum ben be Mahmut abi? Bu insan soyu var ya Mahmut abi, bir boka yaramaz şerefsizim. İki kuruş para için sana dediklerime bak. Bir gün benim de adımı kazırsın diye düşünmüyorum da, damarlı mamarlı bir şeyler sayıklıyorum. Allahım sen affet. E hadi söyle. Hangisini bırakayım.'

    Der. Susarım ben de. Alt tarafı bembeyaz bir parça mermer derim içimden. Sonsuza kadar kaybolanların ismini yazacak olduğum basit bir tablet işte. Niye önemliyse gidenlerin isimleri de? Merhum şu. Ölüm yılı bu. Ruhuna Fatiha. Adından öte; neden ölüm tarihleri yazılır, bu da muammadır içimde. ''Bu kişi gerçekten yaşadı bak bu yazılı tarihe kadar. Ben uydurmadım burada yatan adamı. Geçen yaz o deniz kıyısında kendi kendime içmedim bir otuz beşliği. Kadınlar hakkında kendi kendime konuşmadım. O vardı hep yanımda. Ben deli değilim'' mi acaba anlatılmak istenen diye düşünürüm. Gür bıyıklı sabırsızlanır.

    'Güzel abim. Daldın yine bir yerlere. Mahmut abi be. Hadi abim seçiver istediğini. Bak daha gideceğim yerler var. Vakit kaybetmeyeyim ben.'

    Der. Ben de elimi birkaç mermer parçası üstünde öylesine dolaştırıveririm. Ne kesin bir mermeri işaret ederim, ne de istediğim mermerin ölçüsünü söylerim. Çünkü gür bıyıklı benim hangi mermeri almak zorunda olduğum bal gibi bilir aslında. Yaptığı o kadar yaygaradan sonra sadece beyaz mermer plakalarını bırakıp gider hangarımdan. Örnek diye gösterdiği mermerleri sırf canı sıkıldığı için çıkarır ortalığa. 'İş olsun, muhabbet açılsın' yatar her davranışının altında. Ama benim buz kesmiş gözlerime bakıp giderayak cümlesini de söyler ortaya. Hep aynı anlama gelen, sadece kelimeleri değişen cümlesini.

    'Aman be Mahmut abi. Sen ne ketum, ne insafsız adamsın ya. Şuraya mal verdiğimden beri ne bir çayını gördüm, ne bir muhabbetini. Sesinin nasıl çıktığını bile tam bilmiyorum güzel abim be. Ne derdin var senin bu dünyayla anlamam ki?'

    Anlatamam ki, benim derdim kendimle. Benim olmuş kimseyi, bir daha bırakmak istemememle.

    Mermerleri kestiğim bu makine ise, bu sene tamı tamına seksen yaşına bastı. Bisiklet tekerliğine benzeyen bu bıçak, mermere her değdiğinde verdiği incecik sesinden dolayı ürkütür beni. Öyle görüntüsü, büyüklüğü değil de, sesi korkutur. Küçücük çocukların çığlıkları gibi ses çıkarır mermer de bıçağı yediğinde. Mermerle bıçak, sözleşmiş gibi beni korkutmak için oyun oynarlar sanki.

    Bu küçük tek göz odayı da annemle babam öldükten sonra ben yaptırdım hangara. Özellikle cam olsun her tarafı istedim. En mutlu olduğum yeri, her gün dokundukça iyi ki buradalar dediğim mermerlerimi geceleri de göreyim istedim. Bu odadaki yatak da çocukluğumun karyolası nerdeyse. Hangi ağaçtan yaptırdılarsa artık, hala sağlam duruyor. Ömür boyu yatmamı istediklerinden midir nedir hala sığıyorum. Çocukluğumdan beri tam anlamıyla dolduramadımdı zaten yatağı.

    Bu makineler de, mermerlere isimleri kazıdığım kalemlerim. Bunlar boyalarım. Kırmızı ve siyah. Bir de koyu yeşil. Mezarlıklar bu üç rengi ister hep. Siyah adları için, kırmızı belki çizmemi istedikleri bir gül veya lale için, yeşil de lalelerin ve güllerin sapları.

    Gerçi birkaç yıl oldu hemen hemen. Gavur olduğu anlaşılan ve annesinin taşını yaptıracak olan bir adam gelip yarım yamalak bir şeyler sormuştu renklerle ilgili.

    'Renkten ne var?'

    Demişti. Üç rengi göstermiştim sessizce.

    'Mavi ve sarı yok?'

    Demişti. Kafamı sağa sola salmıştım. Sonra da üzülmüştü.

    'Ama annem sarı sever, mavi sever, mor sever. Şimdi yoksa mavi, sarı, mor; nasıl mutlu olur yerin altında?'

    Demişti. Toprak nasıl mutlu olduysa annenin gelmesine, işte annen de öyle mutlu olmuştur, merak etmeyesin diyememiştim.

    Şu arka taraftaki küçük oda da tuvaletle banyo. Küçük lavabomdaki açık sarı renkli sabunlarım da…

    İçimin acıları. Yıllarca biriktirdiğim korkularımın bir vücutta birleşip karşıma çıkışı. Bir anlık zaafımın bunca yıllık irademe açtığı kocaman delik. Zeytinyağlı bu sabunlar; hayatıma girmesine izin verdiğim tek insan. Ve ardından acı çektiğim tek canlı.

    Hiç unutmuyorum, kışa yaklaşmaya başlanılan zamanlardı. Eğer kaybedersem, üzerinde başkalarının anıları yüklü olduğu için üzülmeyeyim diye kendi kendime ördüğüm kalın yün beremi takmaya başladığım günlerdi. Mezar taşlarının siparişlerinin artmaya başladığı mevsimdi. Benim kırk bir yaşıma bastığım gündü. Renklerime, içimden geldiği için maviyi de eklemeye karar verdiğim saatti. Tarçın ekleyerek yaptığım çayımı yudumlamaya başladığım dakikalar, ince sac levhadan kapının açılarak, hayatımın değişmeye başladığını hissettiğim saniyelerdi.

    Gözlerini hatırlıyorum en çok. Bir de güzel, küçücük ağzını. Bir kere bakıp, başıma neler geleceğini anladığımda hemen mermerlerime yönlendirdiğim gözlerimle epey mücadele ettiğimi hatırlıyorum bir de. Ona bakmak isteyen gözlerim, bakmaması gerektiğini düşünen beynim, ikisinin ortasında kalmış, ne yapacağını bilemeyen bir yüreğim. Ama beynim bütün despotluğuyla koydu ağırlığını. Gözlerim mermerlerin üzerinde kaldı. Ufacık temenniler geçirdim içimden, gitsin ve bir daha gelmesin diye. Çünkü bir kez daha derinden baksam yıllarca insanlarla kurmaktan kaçtığım bağlarla sarmalanıverecektim. Sonra gidiverecekti o. Sonra bir sürü gereksiz acı, sızı, gözyaşı...

    Ama gitmedi. Orada bekledi. Suratını benden ayırmadan sessizce durdu. Sonra suratımı ısrarla kaldırmayınca mermerlerimden, çaresizce sordu.

    'Kolay gelsin.'
    Dedi. Kafamı salladım.
    'Ben size sipariş vermek için gelmiştim.'
    Dedi. Sözlerinin devamı için beklediğimi belli ettim. Boş kaldığımı anlamasın diye mermerlerle anlamsız bir şeyler yapmaya giriştim.
    'Ama fiyatları nasıl yapacağız bilmiyorum. Onu sorayım dedimdi.'
    Dedi. Elimi hangarın duvara benzer bir yerlerinde asılı ücretlendirme tablosuna uzattım. Belli belirsiz gösterir gibi yaptım.
    'Ama bu fiyat çok değil mi?'
    Dedi. Kımıldamadım.
    'Peki, bunun yarı fiyatına yapsanız?'
    Dedi. Yine kımıldamadım.
    'Bakın şöyle anlatayım. Ben merhumenin karşı komşusuyum. Hiçbir tanıdığı yoktu. Ölünce de her işi bize kaldı. Malum biz de öyle sağlam insanlar değiliz ki yardım edebilelim. Bir miktar para ayırmış zavallı. Belli ki öleceğini bilmiş. Bir parça kefen bulduk bir de sandığında. Sevabına yarısına yapıverin bu işi. Bütün parası ancak buna yetecek.'
    Dedi. Üzüldüm. Üzülmemem gerekirdi ama onun güzel ağzından çıktığı için üzüldüm. Olur diye salladım kafamı.
    'Siz dilsizmişsiniz öyle dediler doğru mu?'
    Dedi. Kımıldamadım. İnsanlarla konuşmak huyum değil diye geçirdim içimden.
    'Neyse, merhumenin adı falan yazılı bu kâğıtta. İki hafta sonra gelip alırız herhalde uygunsa?'
    Dedi. Kafamı salladım. Sonra da daha fazla dayanamadan kaldırdım kafamı. Uzun uzun gidişindeki güzelliğe daldım.

    İki haftayı nasıl geçirdim bilmiyorum. Düşünmemek için mermerlere yazdığım isimler, uyku sürelerime eklediğim yeni saatler, direnmen gerektiği yönünde kendi kendime verdiğim telkinler… Hiç biri işe yaramadı. İki hafta, on dört gün yani üç yüz otuz altı saat sürekli yerinde sayan ve içine beni aldıkça şiddetini arttıran bir hortum gibi hangarımda dolandı durdu. Ta ki ince demir kapım tekrar açılıncaya kadar…

    Bu sefer bedenimdeki hiçbir organa engel olamadım. Gözlerim, küçük ağızlının gözlerinin köklerine kadar indi. Kalbim kırk bir yıldan beri ilk defa çalıştığını hissetti. Kaslarım, oradan buradan aldığı iletileri almaktan vazgeçti. Beynim bütün bunları olmamış gibi kabul etmek için birkaç kere debelendi. Sonra o konuştu.

    'Kolay gelsin.'
    Dedi. Kafamı salladım.
    'Adınızı Ayhan diye duydum ama.'
    Dedi. Durdum, kımıldamadım.
    'Mahalleden birkaç abiyi getirdim. Taşı alıp götürmeye geldik. Nerde hani? Bitti mi? Alabilir miyiz?'
    Dedi. Kendimi zor tuttum. Dayanamamakla mücadele ettim ve kaybettim.
    'Orhan. Adım Orhan.'
    Dedim. Kafamı önüme eğdim.
    'Siz dilsiz değilsiniz o zaman.'
    Dedi. Şaşırdı.
    'Değilim.'
    Dedim. Üzüldüm.
    'Biz taşı alalım artık.'
    Dedi. Yerini gösterdim.
    'Yine gelin.'
    Dedim.
    'Geleceğim zaten.'
    Dedi ve gitti.

    Bana yine gidişini izlemek kaldı. İşte o zaman insanlığın giremediği hayatımın bakireliği bozuldu. Kendimi kat kat sarmaladığım kundağım açıldı. Ufacık bir sızı duydum. O kadar.

    Sonraları gelmez artık derken, bir gün yine çıkageldi. Uzun süredir görüşmediğimizi saçlarını kızıla boyamış olmasından anladım. Biraz da zayıflamasından. Utana sıkıla içeri girdi.

    'Kolay gelsin.'
    Dedi. Yine bedenime giren felce benzer şeyle mücadele etmeye çalışarak konuştum.
    'Sağ ol.'
    Dedim.
    'Kötü haberlerim var yine.'
    Dedi. Güldüm.
    'Bu hangara girdiğimden beri iyi haberle gelen olmadı ki.'
    Dedim. Bozuldu.
    'Sus öyle deme. Allah'ın gücüne gider.'
    Dedi. Onu üzdüğüme üzüldüm.
    'Yok, hayır yani. Yanlış anlama. Hani lafın gelişi dedim.'
    Dedim. Pek aldırmadan lafa girdi.
    'Hanife teyzem vefat etti.'
    Dedi. Gözleri bir anda gölgelenivererek ağlamaya başladı.
    'Hayat işte. Kimseyi yerinde tutamıyor insan. Başın sağ olsun.'
    Dedim. Tezgâhın üzerindeki mendili uzattım.
    'O değil de. Para yok ki, nasıl gömeceğiz toprağa. Kefeni bile yok daha. Bir başına ihtiyar. Zaten bizim durumlar belli. Başta baba yok. Tek çalışan ben. Evde bir hasta anne, iki erkek kardeş. Bir de yok annemin teyzesi, yok babamın halası. Hepsi de yaşlı yaşlı. Benim çalışıp para kazandığımı duyunca hepsi de bizim mahalleye üşüştü mübareklerin. Birer birer ölüyorlar şimdi de. Sanki ben onları gömebileceğim de. Medet umdukları insana bak. Üç kuruşa avukat bürolarında sürünen bir sekreter.'
    Dedi. Mendili gözünden dökülenlere buladıkça buladı. Bir yandan da kelime aralarında göğsünden fırlayıveren hıçkırıkları sessizleştirmeye çalışarak, içini hiçbir şey kalmayıncaya kadar döktü. İlk defa bir insana bağlandığımı hissettirdi. Bakireliği bozulan hayatım, üç kuruşa sokaklarda pazarlanmaya çıktı.
    'Üzülme. Ben yaparım taşlarını.'
    Dedim. Ağlamasını durdurdu. Narince gülümsedi.
    'Sen çok iyisin. Bak dikkat et, birileri canını yakmasın.'
    Dedi. Usulca yanağımdan öptü. Kızıl saçlarının boya kokusu burnuma kadar geldi.
    'Merak etme. İzin vermem.'
    Dedim. Elimi ister istemez yanağıma götürüp başımı öne eğiverdim.
    'Kâğıtta merhumun adı soyadı var.'
    Dedi.
    'İki hafta sonra alırsın.'
    Dedim.
    'Sağ ol.'
    Dedi ve gitti.

    İki hafta bu sefer daha çabuk geçti. Saçlarındaki kimyasal koku, yanağımdaki öpücüğünü mühürledi sanki. Sol yanıma yatırmaz oldu beni. Öteki yanağıma da bir mühür konsa derken kapı açıldı. Saçları hala kızıl. Bedeni hala cılız. Yine ağlamaklı suratı.

    'Kolay gelsin.'
    Dedi. Yine ağlamaya başlayarak.
    'Ne oldu?'
    Dedim. Bu sefer ben dayanamayıp bir güzel sarıldım. Kalça kemikleri vücuduma battı.
    'Bu sefer de İbrahim amca. Babamın amcası.'
    Dedi. Ne diyeceğimi bilemedim.
    'Öldü mü?'
    Dedim. Kafasını salladı.
    'Lanet olsun böyle işe.'
    Dedi. Gülmemi zor tuttum.
    'Sıkılma. Ben senin gönüllü mezar taşçın oldum nasılsa.'
    Dedim. Daha da şiddetlendi ağlaması.
    'Zaten biliyordum ben. Bu kadar gebe kalınmaz ki bir insana. Tabi sen de bir yerden sonra bu ne canım demeye başladın değil mi? İşin gücün yok bana mı çalışacaksın. Yapma bence de. Yazma İbrahim amcanın taşını. Ben bunları gömdükçe ölmeye devam ediyorlar sanki. İbret olsun. Yazma sakın. Yazamam de. Git başımdan de. Hatta al tasını tarağını git buralardan. Bir daha da arkana bile bakma.'
    Dedi. Gülümsedim.
    'Üzülme artık. Şu teyzenin taşını al. Amcanın da adını ver. Karışma bana. Senin için yapmak istiyorum hepsi bu. Bir daha da hiç çekinmeden gel bana. Yeter ki ağlama.'
    Dedim. Gülümsedim.
    'Ben sana sakın yapma dedim sen neler diyorsun şimdi. Senin kadar iyisini hiç görmedim daha. Bak dikkat et kendine olur mu? Senin gibilerini yaşatmazlar bu dünyada. Başını eziverirler. Ben neden bu hallere düştüm zannediyorsun?'
    Dedi. İbrahim amcasının bilgilerini yazdığı kâğıdı uzattı ve gitti.

    Sonra…

    Sonra çok zaman geçti. Kim bilir kaç ay. O her ayın on dördünde geldi. Eski ısmarladığı taşları alıp, yeni ölen akrabalarının isimlerini verdi. Bir seferinde;

    'Senin işin de, şimdi var olmayanların aslında bir zamanlar var olduklarını kanıtlamak gibi sanki değil mi?'
    Dedi. Başka bir seferinde;
    'Sen sanki bu dünyada yok gibisin. Neden?'
    Diye sordu. Bir gün;
    'Bak beni dinle. Bu, parasını vermeden yaptırdığım onuncu taş. Bana kızmıyorsun değil mi? Ben olsam kızardım. Bir de merak ederdim bu kadar insan neden ölüyor acaba diye. Sorardım.'
    Dedi. Bir hafta sonu geldiğinde;
    'Bu sabunları annem yaptı. Has zeytinyağından. Al sana getirdim. Beni hatırlarsın. Tabi gerçekten hatırlamak istersen.'
    Dedi. Bir gelişinde;
    'Git buradan. İnsana karış. Sonradan bu hallerine bakıp daha çok acı çekeceksin.'
    Dedi. Son gelmelerine yakın;
    'Zorundasın Orhan. İnsanları anlamak zorundasın. Onlarla konuşmak zorundasın. Asıl o zaman sana acı vermezler. En azından sadece birine takılıp, kendini boşuna harcamazsın. Ah birazcık açıkgöz olsan ne vardı?'
    Dedi. Son geldiğinde de;
    'Bir daha gelmeyeceğim sana.'
    Dedi. Şaşırdım.
    'Neden?'
    Dedim. Öfkelendi.
    'Aç gözünü bak etrafa. Bunca zamandır kaç defa anlatmaya çalıştım. Şimdiye kadar anlamadıysan bir daha gelmeyeceğimin nedenini, ben sana daha ne diyeyim? Böyle olacağını, buraya kadar yürütebileceğimi bile düşünmemiştim hiç. Seninle bir daha oynayamam ben artık. Seni daha fazla kullanamam. Yazık. Ama bir yandan da merak ediyorum. Gerçekten sana kurduğumuz tuzağı anladın da rol mü yaptın bana, yoksa hiç aklının ucundan geçmedi mi dolandırıldığın? Aman neyse. Dediğim gibi gelmeyeceğim artık. '
    Dedi. Ağladım. İlk defa bir insan için ağladım üstelik.

    İşte şimdi içim çok acıyor. Onun dediklerini hayatımın hiçbir evresinde yapamadığım için, ağzından basit nasihatler gibi dökülen cümlelere aslında ağır anlamlar yüklemiş olduğunun farkına varamadığım için ve geriye dönüp baktığımda her şey için zamanın bittiğini birdenbire anladığım için canım yanıyor belki. Hayatıma giren ve hayatımdan çekiliveren insanları aslında kendim çağırdığım için ayrı bir mutsuz oluyorum. Çünkü her şey tesadüftü demek, su yudumlamak gibi hafif ve rahatlatıcı iken, hayatımdan gidiverenleri, tesadüflere yüklemeyi beceremiyorum bir türlü.

    Pınar Akkuzu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ

    Şimdi
    utançtır tanelenen
    sarışın çocukların başaklarında.

    Ovadan
    gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
    çeviriyor o küçücük güneşimizi.

    Taşarak evlerden taraçalardan
    gelip sesime yerleşiyor.

    Sesimin esnek baldıranı
    sesimin alaca baldıranı.

    Ve kuşlara doğru
    fildişi: rüzgarın tavrı.
    Dağ: güneş iskeleti.

    Tahta heykeller arasında
    denizin yavrusu kocaman.

    Kan görüyorum taş görüyorum
    bütün heykeller arasında
    karabasan ılık acemi
    - uykusuzluğun sütlü inciri -
    kovanlara sızmıyor.

    Annem çok küçükken öldü
    beni öp, sonra doğur beni.

    Cemal SÜREYA

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Scapricciatiello
    Nicos









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100414.asp
    ISSN: 1303-8923
    14 Nisan 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com