Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 8 Sayı: 1.760

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 21 Nisan 2010 - Fincanın İçindekiler


  • ÖLÜ YIKAYICI ... Gökcan Hacıoğlu
  • Çekirdek… ... Temirağa Demir
  • Biz Yozlaşıyor muyuz? ... Fatoş Huy
  • Prokroistisizm Üzerine II ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Sana "Başkan" olamazsın demedik ki!..


    Merhabalar,

    İşi gücü bırakın ve ibret için Anayasa değişikliği görüşmelerini izleyin. Yanınızda çekirdek, patlamış mısır bulundurmayı unutmayın. Bir yandan çitleyin bir yandan onca adamın ne yaptığını izleyin. Ard kurtarmak adına değiştirilmesi planlanan maddelerin kenar süsleriyle nasıl bezendiğine şahit olun. 335 güdümlü mermi ile patriotların güreşini ibretle izleyin. Kaçırmayın, sonra başkalarından duyar üzülürsünüz.

    Kasımpaşalı delikanlı Tayyip Bey'imiz, yarattığı küçük dağlar yetmemiş olacak ki bir de imparatorluğa talip olmuş. Padişah diyenlerin bir bildiği varmış demek ki. Kısa süren başarısız ABD ziyaretinin hemen ardından, reddettiği uzlaşma çağrısını unutturmak adına ortaya attığı "Başkanlık" tartışması tam bir ibret vesikasıdır. Sekiz yıldır yürüttüğü vekil başkanlığa asil olarak atanarak hesap verme süresini öteleme hesabında olduğu aşikar olan Tayyip Bey'in planlarına el kaldırıp indirerek destek olan tüm AKP'li vekiller bu suça yataklık etmektedir. Suç olan başkanlık sisteminin tartışılması değil, gündem çarpıtarak milleti uyutma kurnazlığıdır. Daha, demokrasiyi, insan haklarını, demokratik mücadeleyi içine sindirememiş memleketin başına başkan olmayı istemek, "ali kıran baş kesen" hayat anlayışının bu güzel memlekete hakim olmasını istemek demektir.

    Ben asıl neyi merak ediyorum biliyor musunuz? Derbi maçında Bilica penaltı noktasını eşelemeseydi, o penaltı gol olur muydu ya da halamın bıyıkları olsaydı ona enişte diyebilir miydim? Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


     Kahveci : Gökcan Hacıoğlu


    ÖLÜ YIKAYICI
    …çünkü ölüm soğuktur.


    Yeni aldığı sivri burunlu ayakkabısının topuklarına söylene söylene Toprakselviler durağında indi kadın. Saatine baktı, sekiz buçuğa geliyordu. Dört yıldır hiç geç gelmediği işine belki de bu aptal ayakkabılar yüzünden geç kalacaktı ilk kez. Ne diye uymuştu ki Naciye'nin aklına. Nesi vardı sanki düz rugan ayakkabılarının. Hem kendine hem de ayakkabılarına söylenmeye devam ederek taşlı yolda ilerlemeye devam etti. Şehrin tenha yerlerinden biriydi, küçük bir ilçeydi burası. Mezarlığı da öyle…

    Taşlı yolda ilerlerken buraya ilk gelişini hatırladı.

    İki haftalık temel eğitim seminerlerinden sonra sınavdan yüksek not alarak, mülakata girmeye hak kazanmıştı. Buraya kadarı formalite işlerdi. Alışıktı formalitelere. Ama bu sefer ki farklıydı. Çoğu için son olan bir yerde o yeni bir başlangıç yapacaktı çünkü.

    Bir an ilk durduğu yerde durup başını yukarı kaldırdı. Ve uçsuz bucaksız mavi gökyüzüne baktı. O günde böyle maviydi gökyüzü. Halbuki küçüklüğünden beri mezarlık deyince ürperir, içine düşen karanlık, gözbebeklerini de kaplardı. Mezarlık kapısı ise karanlık bir tünel girişi olmalıydı, mezarlığın içi de… Ama hayır, öyle değildi işte. Şimdiki gibi alabildiğine mavi ve beyazdı.

    Müdürün odasından içeri girdiğinde gözleri yerdeydi. İçleri terden sırılsıklam olan ellerini koyacak yer bulmakla meşguldü zihni. Tam yer buldum derken müdürün ilk sorusuyla irkilmişti:

    "Ölülerden korkar mısınız?"

    Düşünmeden cevap vermişti:

    " Ölü biri size zarar veremez ki nesinden korkayım."

    Cevap karşısında oldukça etkilenen müdür sorularına devam etmişti; abdestti, kefendi derken yaklaşık yarım saat sonra işe alındığı dökülmüştü müdürün sarı dişli, koca ağzından. Ardından da şu sözler:

    "…eksik bırakmayacaksın, kaba olmayacaksın ölüye karşı. Öldüğünde nasıl yıkanmak, temizlenmek istiyorsan, başkalarını da kendin gibi düşünüp yıkayacaksın."

    Dışarıya çıktığında derin bir "oh" çekmişti. Etrafına bakınmış ve mezarlık sakinlerine selam vermişti usulca.

    Ertesi gün saat sekiz buçukta mezarlığın kapısından içeriye girdiğinde küçük bir yel karşılamıştı önce onu, daha sonra da gasilhane arkadaşı Naciye. Kısa bir tanışmadan sonra Naciye'yle birlikte soğuk gasilhaneye girmişlerdi.

    Gasilhane… Ne kadar soğuk bir sözcük. En az ölüm kadar soğuk. Daha önce hiç bu kadar yakından görmemişti gasilhane. Bir filmde görmüştü bir de yedi yaşlarında hayal meyal hatırladığı anneannesini yıkadıkları köy camisinin bodrum katında.

    " Bu pamuk bilirsin, bu kefen, bu kafûr…"

    "Ölünün önce sağ tarafını, sonra da sol tarafını…"

    "Kadınların saçlarını örmeyi ihmal etme! "

    …gibi kesik kesik cümleler duymaktaydı gözleri teneşirdeyken.

    Yaklaşık bir buçuk saat sonra gerekli bilgileri aldığı arkadaşıyla birlikte yemekhanede bulmuştu kendini. Günün yemeği tavuktu. Çok da severdi ama değil onu yemek, kokusuna bile tahammül edememişti. Tam kendini dışarı atacakken telefon çalmış, 1'nolu gasilhaneden beklendikleri söylenmişti. Apar topar Naciye'yle gasilhaneye inmişlerdi. Teneşirde on dokuz yaşlarında kendini asmış genç bir kızın cansız bedeni yatmaktaydı. Zordu ama besmele çekip işe koyulmuşlardı. On dakika sonra ikinci bir telefon… Naciye'yi müdür çağırıyordu. Derken ölü ile tek başına kalmıştı kadın. Ne yapacağını bilememişti. O an teneşirde yatan kızdan farksız olduğunu anlamış, eli kolu tutmaz olmuştu. Korkuyordu. Birden küçük pencereden gelen küçük bir yel ona şu sözleri anımsatmıştı:

    "Ölü biri size zarar veremez ki nesinden korkayım."

    Kendine gelmiş, derin bir nefes aldıktan sonra yarım bıraktığı işini tamamlamak için ölünün sol tarafına geçmişti.

    Kırk beş dakika sonra cenazeyi almaya gelenlerin ardından dışarı çıkmıştı yüzünde tebessüm, alnında boncuk boncuk terle.

    ***

    O akşam kocasıyla hiç konuşmamış, yeni işinde, ilk gününü anlatmamıştı. Yatağında sağa sola dönerek huzursuzluğunu zaten belli etmişti kocasına.

    ***

    Üç ay süren suskunluk… Hayat ile ölüm arasındaki çizgileri her gün yeniden yaşamak… Sonrası gündelik hayata dönüş…

    "Nerde kaldın?! Bugün üç cenaze var!"

    "Şu topukluları görmüyor musun, Allah aşkına bir baksana?!"

    "Neyse… neyse "

    "Cenazelerden biri yaşlı bir teyze, kimsesiz galiba. Bir hafta olmuş öleli, sobadan diyorlar, komşuları kokudan anlamış. Biri on yaşında bir kız çocuğu sokakta top oynarken… Biri de genç bir kadın doğum yaparken…"

    Kısa bir sessizlik…

    "Hadi acele et! Önlüğünü giy!"

    " Aa, sormayı unutuyordum ne yaptın ev işini? Kiraya zam yaptı mı ev sahibi?"

    Oysa ki;

    Görünmez bir mezarlıktır zaman.
    Atilla İLHAN


    Gökcan Hacıoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Temirağa Demir

     Kahveci : Temirağa Demir


      Çekirdek…

    Bu anlık değişim rüzgarları hangi mevsimin bilmiyorum, bildiklerimi bildirmekten geliyorum…
    Ses susuyor, söz diyorlar çok sesteş bir kelimedir hal bu ki "söz" dedikleri…
    Benim aklıma türlü şeyler geliyor…
    Söz…
    Verilen söz, kelimenin eş anlamlısı, parmağa takılan söz, verilipte tutulmayan söz…
    Yok, olmayacak bu hikaye… ama yokolmayacakta…
    Ya girişi, ya gelişmesi, ya da sonucu eksik kalacak biliyorum…
    Bu hikaye diğerlerine benzemeyecek…
    Hasta insanlar artık…
    Okuduklarını anlamıyorlar, ağızlarından çıkanları ulaşmıyor kulaklarına, duymuyorlar, söylediklerine anlık inanıp anlık vazgeçiyorlar…
    Öyleydi, bir öğle vaktinde…
    Üstümüzden uçaklar geçiyordu…
    Ben kelimeleri betimlerken o gözlerine çektikleriyle bana derin bakıyordu…
    Güzeldi kirpikleri, geç kalmıştı biraz, soluk soluğaydı…
    Düşünceliydi…
    Sıkı tutuyordu, yüz binlercesi bahane üretip gider dese inanmayacağınız kadar sıkı…
    Büyük laflar ediyordu…
    Saçlarını eliyle düzeltiyordu…
    Eliyle besliyordu…
    Yahu işte samimiydi kısaca…
    Her şey olurdu…
    Adımları kaskatı…
    Emin basıyordu ayaklarını yere…
    Ama değildi…
    Ya da anında vazgeçiyordu…
    Ben kafamdaki deklanşöre on yedi kere bastım o gün…
    Bir çok anı pozladım kafamda…
    Kendide fark etmedi, İstanbul'da…
    Söylemedim kimseye…
    Şimdi kareleri tek tek aktarıyorum teknoloji aygıtlarına…
    Bu ara sıkça üff lüyorum…
    Neyin üfff ü bu anlamadım…
    Yanan şeyleri mi soğutacak, yoksa sıkılganlığın ifadesi mi henüz çözemedim…
    Güvertede güzel oluyordu üşümek ve denizanaları köpüklerin arasından daha şefkatli görünüyordu…
    Biz tatil günlerinde yoğun mesailer tüketirdik…
    Hem de tek kuruş almadan…
    Aşk'a bedava çalışırdık…
    Düş işçileri olarak…
    Ama çabuk yorulurdu…
    Yürüyüşleri sendelerdi…
    Dudaklarını öpecekmiş gibi yaptığında gözleri bir noktaya baktığında sevimsiz biri olurdu…
    Yine de kısa sürerdi bu anlatılması dahi keyifli olmayan sıkılgan halleri…
    Çünkü anlamsız sıkılırdı sıkıştırılmış zaman aralıklarında…
    Saat ilerlerdi…
    Az yemek yerdi…
    Ben kabuğunu avcuma alıp içini tırnaklarımla çıkardığım çekirdekleri uzatırdım…
    Küçük bir papağan yavrusu gibi yerdi…
    Ama tekrarı yoktu hayatın…
    Yani tekrarlanması da…
    Ne mutluluğun, ne mutsuzluğun…
    Kim söylerse, kim yaşarsa onun ağzında ve yaşamında kalacaktı…
    Kimse bir diğerinin yaptıklarını yaşadıklarını taklit edebilecek kadar papağan olamayacaktı…
    Özenli yerdi çekirdek tanelerini…
    Bayat çay gelirdi…
    Ağzı buruşurdu…
    Şimdi bilmiyorum nerede olduğunu…
    Belki yine geçen uçakları sayıyordur…
    Ya da kabuğu ile birlikte çekirdek yiyordur…
    Tekrarı yok yaşananların…
    Yaşanacaklarında öyle…
    Hayat böyle bir şafakta başlayıp bir ikindi vaktinde son bulacak işte…
    Sen bazen aynı sanacaksın…
    "Bu anı ve zamanı hatta bu olanları daha önce yaşamıştım" diyeceksin, kendi içgüdüsel metabolizman içersinde…
    Kendini kandıracaksın…
    Kimseyi tekrar edemeyeceksin…
    Ne bir tinerciyi, ne de aristokrat bir kimliği…
    Kendinsin hayatta…
    Hayatta sensin aslında…
    Verilen çekirdeklerin kıymetini bilmek önemlidir çerezsiz zamanlarda…
    Ama asla boş vakti değerlendirmek değildir umarsız çitlemeler…
    Çekirdek ciddiyetle yenir…
    O kadar emek sonrası en kıymetli yeri yani içindeki o küçük tanede sadece değeceğini düşündüğün insanlarla paylaşılır…
    Onlarda tekrar beklemezsin…
    Papağan olmalarını da istemezsin…
    Ama tecrübe edinmelidirler…
    Kıymet bilmelidirler…
    İşte böyle bir uçak uğultusu daha var gökyüzünde ama bakarak anlaşan iki insanda var…
    Birinin gözü diğerine göre küçükse de…
    Çıt diye bir çekirdek daha kırdım simetrik bir şekilde…
    İçindeki taneye elimin terini bulaştırdım…
    Daha lezzetli olsun diye…
    Tekrarı yoksa bu hayatın ve kimse tekrar edemeyecekse diğerinin dediğini…
    Gelin özenle yiyelim uzatılan çekirdek içlerini…

    Temirağa Demir
    temiragademir@temiragademir.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Fatoş Huy


    Biz Yozlaşıyor muyuz?

    Şimdiye kadar okuduğum tüm kitaplar, topladığım bilgiler ve gözlemlerim.
    Bir çoğumuzda farklı anlamlar yüklü olan, sevgiye kısacası insana ve hayata dair...

    İnsan varoldukça olması gereken o yüce sevgi, bir an gelip nasıl oluyor da geri planda kalabiliyor? Akabinde paylaşım artı hoşgörü eşittir sevgi. Mutluluğun adı, insana duyulan sonsuz güven, riyasız, çıkarsız beslenen sevgi olmalıyken, her defasında egomuza yeniliyoruz. Sevmek, varolmak eksiklerimizle beraber...
    Gözlerdeki en ufak bir ışıltıyı görebilme mahareti taşırdı yaşam kokan her insan. Diriydi, canlıydı, masumiyet yansırdı yüzlerden. Saçlarda hayat rüzgarları eserdi. Anaforlarında yarışırdı insan. Hoş bir yarıştı bu, herkes bir ötekini kırmamak ve incitmemek için çaba gösterirdi. İncitse bile mutlaka gönlünü alırdı. Hayat kokuyordu nefesler...

    Anlamlar yüklediğimiz gerçekleri, nasıl oluyor da biran geliyor görmezden gelip sonlandırabiliyoruz?

    Yaşam anlamsızlaştığında, o ana kadar yaşanmışlıkların, belki daha kısa yaşamın bizi beklediğini bile bile, kendimizi yeni fakat bir o kadar tanıdık bir yolculuğa hazır buluyoruz.
    Bunu neden yapıyoruz? Neden bir çok insan mutsuz ve sürekli yeni arayışlar peşinde, kalkıp başka yerlerde arar mutluluğu? Neden ilk adımları kendi başına attığını unutur?
    Her yeni başlangıcın, sonu olduğunu nasıl farkedemez bir ömür boyu?

    Sanırım bu şöyle bir şey olmalı: Henüz benlikler yitikken, iç dünyasını keşfetmemiş dönemlerinde, ne istediğini bilmeyen, hedefleri belirsiz, yaşama dair eksik yanlarının baskısı, bazı önemli anları ıskalaması, bilerek yada bilinçsiz görmeden bakmak hayata...
    Sanırım biz bakmayı unuttuk, bakıp da görmeyi ve hissetmeyi..
    Egomuz sevgiyi yendi..İnsanlar, gözlerindeki anlamlı ifadeleri yitirmiş durumda.

    Birgün kendimi de bu kervanın içinde gördüm. Ben de birçok insan gibi baktığımı ama görmediğimi farkettim.
    "Sen bu değildin, olamazsın birşeyler yapmalısın" diye telaşa kapıldım. Bunun değişmesi gerektiğini düşündüm ve içsel bir yolculuk düzenledim kendime.
    Çocukluğumda, binbir çeşit kır çiçekleriyle bezenmiş o bahçedeki incir ağacının gövdesine serdiğim kilimin üzerinde, gökkuşağın renklerini içime işlerken gördüm. Bulutlar benden uzaklara dağılmış ailemdi bir nevi. Onları birleştiriyor, istemediğim halde ayırmak zorunda kalıyordum.
    Bir elimde pekmezli ekmeğim, sevdiklerimden uzak, fakat mutlu gördüm kendimi. Huzur vardı içimde. Yaşadıklarımı, hislerim ve duygularımla paylaşma coşkusu vardı. Öldürmemiştim o zamanlar henüz onları. Ve bunun çok kısa sürdüğünü gördüm, mesuliyet alma zamanı gelmişti bunun çok erken olduğunu farketmemiştim bile, kendimle övünüyordum, artık büyümüştüm...

    Olumsuzluk kavramı, sevmemek gibi bir şey var şimdilerde. Moda sanki, üstümüze attığımız urba gibi...
    Taklitçisi olduk herşeyin, halbuki o kadar üretken olabiliyorken..
    Aslında olumsuz yönlerimizi sevmeli, sevgiyi anlamlaştırmalı. Sorunlaştırmadan, sarılmalı dört elle, çember içine alıp pamuklara sarmalı, sevgi yeniden filizlensin diye.
    Asıl, olumsuzluk ve negatiflik değilmidir bizim sevgiyle buluşmamızı sağlayan?

    Mesele kötü yönleriyle sevebilmek insanı, ki eğer sevemiyorsak anlamaya çalışmak. Yüzeysellikten kurtulup ne kadar iyi anlarsak, bir o kadar da çıkarımıza olur sevgi ve paylaşımlarımız. Varolurken de böyle değil miydi? Masum ve eldeğmemiş...

    Kendi içimize bakıp, artı ve eksilerimizi tartıp, biz ne kadar iyiyiz, bir yanımızdakine ne kadar tahammül edebiliyoruz, olaylar karşısında sinirlerimize nasıl ve ne kadar hakim olabiliyoruz "diye sorgulamalıyız".

    Eleştirmek en kolay ve basit seçenek. Hayatımızı kolaylaştırıyor sanıyoruz, gerçekten öyle mi? Öğrenmek, araştırmak hatta irdelemek gibi bir çabamız yok. Bunu kayıp zaman biliyoruz. Hani insandık, hani sevgi beslerdi yüreğimiz, hani hoşgörüde üstümüze yoktu, biz farkında olmadan yozlaşıyor muyuz?...

    Fatoş Huy


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Kahveci : Alkım Saygın


      Prokroistisizm Üzerine II

    Jürgen Habermas, bu soruya olumlu cevap veren ve bunun yolunu göstermeye çalışan filozoflardan birisidir. Nitekim Habermas bize, doğru bir theoria etkinliğinde, amacına uygun bir teori-praksis ilişkisini nasıl kuracağımızı, bu yolla bilme ediminde "nesnellik"e nasıl ulaşacağımızı; aklımızı kimseye emânet etmeden nasıl özgür bir biçimde düşünebileceğimizi ve böylelikle prokroistisizmi nasıl aşacağımızı göstermeye çalışmıştır.

    Tabiî bunları dikkate almak, sonuçta yine kişinin kendi "özgür irâde"sine(!) kalmış. Eğer kendi Prokroistislerinin büyüsüne, maharetine kapılmış, onlardan büyük bir haz alan ve bu hazzın sürmesini isteyen birileri varsa şâyet, onların böyle bir olanağı gerçekleştirmeye dönük herhangi bir kaygıları da olmayacaktır. Fakat, kendi aklımızı kullanma cesâreti göstermemizi engelleyen koşulları ortadan kaldırmak ve Prokroistislerden yakamızı sıyırmak istiyorsak, Habermas'a kulak vermemiz faydalı olabilir.

    Kezâ, Habermas'a göre Aydınlanma, akıl ve düşüncenin tam bir bileşimi, bu bileşimin insan türünün en güçlü yetisi olarak ortaya çıkması, insan eylemlerinin ve toplumsal düzenin metafiziksel kurguların güdümünden çıkması/kurtulması, dînî dünyâ görüşüne meydan okunması demektir ve aynı zamanda da yarım kalmış bir projedir. Aydınlanma, geleneksel metafizik dizgeleri içinde aklın "ontolojik bir kategori" olarak konumlandırılmasının sona ermesi, onun yerine "işlevsel bir özne" olarak doğması demektir; daha iyi, daha estetize edilmiş bir yaşam tarzı için yapılması gerekenlerin rasyonel temellere dayalı bir biçimde belirlenmesi konusunda bir olanaktır.

    Bu bakımdan Aydınlanma, Habermas'a göre, "ebedî güçler" karşısında "boyun eğen insan"ın tam kurtuluşu, kendi "kader"ini(!) kendisinin belirlemesi arzusudur. Aklın, dışsal bir belirlenim ya da zorunluluk olmaksızın kişilerin kendi irâdeleri tarafından özgür bir biçimde kullanılabileceğine dâir bir umuttur. Kişinin kendi otoritesini kendisinin üzerine kurması demektir ki, tüm bunlar yalnızca prokroistisizm sorunu bağlamında değil, hayâtın her alanında hepimizin ortak hedefleri olmalıdır.

    Greklerin theoria etkinliği de zâten bundan başkası değildi. Grekler theoria'yı, "kosmosa bakış", "kosmosu seyretme" ve "kendinden geçiş" olarak görürler, bu "geçiş" sırasında "doksalar"dan arındıklarına inanırlardı. Bu arınmayla kişi, kendisini kosmosla bütünleşmiş biçimde duyumsayacaktı. Burada "anlam", kişiye dışarıdan gelmiyordu; kişi "anlam"ı bizzat kendi gözleriyle görüyordu. Bu yolla kişi, kendi öz hakîkatine ulaşıyor, bu yolla kendi özgür eylemlerini açığa çıkartıyordu. Praksis, kişinin kendi özgür eyleminin zorunluluğuna dayandığı için özgürlük ile zorunluluk arasında aşılmaz bir uçurum da ortaya çıkmıyordu.

    Dolayısıyla, burada bütün mesele, böyle bir theoria etkinliğini, bu tür bir arınmanın eşliğinde yapabilmek ve bilgiyi, öznenin çeşitli türden çıkarlarından bağımsız bir biçimde kurmak; yâni, Habermas'ın "gereksinimsizlik gereksinimi"ni yakalayabilmektir. Habermas'ın da belirttiği gibi, "eylemi hakîkaten yönlendirebilen biricik bilgi, kendini sırf insansal gereksinimlerden özgürleştiren ve idelere dayanan bilgidir; başka deyişle, teorik bir tutum almış olan bilgi"dir; fakat, bunu sağlayabilmek için öncelikle bilgi-ilgi bağını doğru bir biçimde analiz etmek gerekecektir. (1997:365)

    Prokroistislerle hesaplaşmaktan kaçışsa mümkün değildir. Susmak çünkü, kabul etmektir. Ve felsefede eğer "görelilik sorunu"ndan bahsediliyorsa, felsefe eğer "herkesin lâf söyleyebileceği bir alan" olarak görülüyorsa ve felsefî bilgi değerden düşü(rülü)yorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri, felsefenin aslında "bilgelik sevgisi" olduğunun unutulmasıdır. Daha da kötüsü ise bu "bilgelik sevgisi"nin yerine "ben sevgisi"nin geçmesidir ve hâl böyle olunca felsefe, "sipariş üzerine" ısmarlama tezler, kavramlar, ilkeler, vb. üreten bir alan hâline gelmektedir.

    Ne var ki felsefe, aslında tam aksine, bu "ben sevgisi"nden kurtulmanın olanaklı koşullarını sunar. Kişi eğer, karşılaştığı her tek durumda, eylemlerinin nedenlerini ve niçinlerini haklı kılmaya çalışırken, her defasında başa dönüp tekrar tekrar farkı gerekçeler üretiyorsa, burada "bilgelik sevgisi"nden değil, "ben sevgisi"nden bahsetmek gerekir. Hâliyle felsefe, kendisini ancak her türlü çıkar bağlamından arındırmış, kendi "ben sevgisi"ni yenmeyi başarmış ve gerçek bir "bilgelik sevgisi"ne ulaşmış kişilerin harcıdır.

    Bu bakımdan, prokroistisizm sorunu yalnızca felsefenin bir "iç meselesi" değildir, insan türünün ortak bir sorunudur. Kezâ, çeşitli târihlerde ve çeşitli toplumlarda, nerede ve ne zaman ben sevgisi yükselmişse, orada bilgelik sevgisi değerden düşmüştür. Bunun sonucunda ise insanlar, hem kendilerine, hem de doğaya yabancılaşmışlardır. Yabancılaşan insan içinse en hakîki "kurtarıcı", bir Prokroistis'ten başkası değildir ve prokroistisizm, daha genel bir düşünüşle, yabancılaşmanın bir formu olarak da konumlandırılabilir.

    İşte, ancak olgularla barışık bir felsefe etkinliğinde gerek prokroistisizm, gerekse de yabancılaşma sorunu aşılabilir. Ve belki o zaman, Greklerin Prokroistis'ten niçin bu kadar korktuklarını, Prokroistis'in onları korkutmak için niçin bu kadar yoğun bir çaba sarf ettiğini, niçin kendisini bu kadar gaddarca eşkıyâlık yapmak zorunda hissettiğini, Greklerin "özgür düşünce"ye niçin bu kadar önem verdiklerini de anlayabiliriz.

    Nitekim, ayakları kendisine âit olmayan bir insanın yürüyeceği yol, elleri kendisine âit olmayan birinin yapacağı bir iş, vb. Grekler için kâbustan da beter olmalıydı. Ve elbette ki, Prokroistis'ten korkuyorlardı; çünkü, Grek Aydınlanması'nı gerçekleştirmişler ve kendi gözlerinin, kendi kulaklarının önemini görüp anlamışlardı. Bunun içindir ki Grekler, Prokroistis hakkında türlü halk efsâneleri yaratmışlardı.

    Diğer taraftan, Prokroistis de "işini biliyormuş" hani; kendisine Grek Aydınlanması'nın başkentini, Atina'yı yurt edinmişti. Demek o da biliyordu ki en sağlam uzuvlar, onların kıymetini bilenlerde saklıdır! Ve dolayısıyla, Prokroistisler de gâyet iyi biliyordur ki bir "devrimci"yi, bir "aydın"ı, bir "entelektüel"i kendi saflarına çekmek, toplumdaki kalabalıklardan birini kazanmaktan daha iyidir!

    Kezâ, Edward Said'in de belirttiği gibi "entelektüel bilinç", "direniş bilinci"yle bir ve aynıdır ve entelektüel bilinç arttıkça, direniş bilinci de artar. Hâliyle, prokroistisizm bakımından en "zararlı tip", kuşkusuz en dirençli entelektüeldir ve "yok etme"ye de öncelikle onlardan başlamak gerekir. Ne de olsa, "entelektüel faaliyetin amacı, insan özgürlüğünü ve bilgisini arttırmaktır" (1995:32) ve artan "özgürlük ve bilgi", önünde sonunda bu Prokroistislerin köküne kibrit çakacaktır!

    Ve işte o zaman özne, dogmatizm ile pragmatizm arasında sıkışıp kalmaktan da kurtulacaktır. Fakat, bu Prokroistislere kalsa, ortada özne bile kalmayacaktır. Zîrâ, yakın zamanlarda özellikle, bu Prokroistislerden bir kısmı, "özne" kavramının yerine "varolmanın kipi" gibi uydurma bir kavram kullanıyorlar. Dolayısıyla, Prokroistisizmin varıp geldiği nokta, nesnenin kaybı olduğu kadar, aynı zamanda da öznenin kaybıdır.

    İmdi, insan aklının tam bir özgürleşimi için tüm Prokroistislerden ivedilikle kurtulmak zorundayız. Bu Prokroistisler varolduğu sürece; aslında biz onlara güvendiğimiz sürece, "özgür bir dünyâ" ancak bir şiir, belki kulağa hoş gelen bir beste, belki de Romantiklerin kaleminden çıkma bir çift slogan olarak kalacak; ancak sırası geldiğinde, bu Prokroistisler kulaklarımızı da keseceği için, bunları bile duyamayacağız.

    Oysa, bu Prokroistislerden bağımsız olarak gerçekleştireceğimiz theoria etkinlikleri ve bu yolla ulaşacağımız idelerin bilgisi -ki, kelime anlamı itibâriyle "ideoloji", aslında bu demektir- olguları oldukları gibi anlamamızı sağlayacak ve onları nasıl değiştireceğimizi; bu dünyâ görüşleri, ideolojiler, siyâset teorileri, vb. ile zamânın gerçekleri arasındaki uyumu nasıl kuracağımızı gösterecektir.

    Kaynakça
    (der.) Cemal Güzel; Sağduyu Filozofu: Popper, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1998
    Edward Said; Entelektüel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995
    Herbert Marcuse; Karşı-devrim ve İsyan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998
    Jürgen Habermas, Bilgi ve İnsansal İlgiler, Küreyel Yayınları, İstanbul 1997
    Jürgen Habermas; Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1998


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Denizin Kuşuna

    denizin kuşu
    mavi suların özgür dalgası
    gökyüzünün değişmez yolcusu

    tanıdım seni
    tanımalıydım
    ama sen
    bilmemeliydin bunu
    ne seni bildiğimi
    ne seni sevdiğimi

    yaşatmak gibiydi
    seni gönlümde
    tanrı olma isteği
    dolaşıyordu beynimde

    ve bir gün seninle
    martıları beslerken
    ait olduğun denizlerin makinesinde
    elim belinde yüzün güneşte

    fikret diyor ya ömr-i muhayyel
    bu da işte hayal-i muhayyel
    insan ne yaparki
    hüdavermeyince ...

    H.Tugay Madanoğlu

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Olmasa mektubun
    Yeni Türkü









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100421.asp
    ISSN: 1303-8923
    21 Nisan 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com