|
|
|
Editör'den : Siirt açılımı?!.. |
Merhabalar,
Anayasa değişikliği, kavga dövüş, demokrasi, Tayyip, muhalefet, başkanlık, hepsi hava civa. Değilmi ki bu memleket, çocuklara bayram olsun diye armağan edilen bir günde, Siirt'te iki yıl boyunca tecavüze uğrayan yedi çocuğu konuşuyor, işte asıl mesele de, rezillik te burada. Evet, adam olmayı becerememiş, diğerlerine kıyasla geri kalmış, bulunduğu coğrafya nedeniyle büyüyememiş ama bu memleketin toprakları içinde kendine yer bulmuş bir kentin eli uçkur tutabilen erkekleri, iki yıl boyunca küçücük bebelerden yararlanmış. Bir stajyer öğretmen çıkıp, ortada dönen dolabı anlamasaymış bir o kadar daha sürecekmiş bu sapıklık. Esnafından memuruna, cahilinden okumuşuna bir sürü kıllı it karışmış olaya.
O okulda bugün 23 Nisan kutlanacak, 23 Nisan'a vesile olan Meclis'te bugün çocuklar oturacak. Ama o yedi küçük bebenin içinde sadece fırtınalar kopacak. Bu insan müsveddeleriyle aynı havayı solumaktan utanıyorum ama nafile. Onlar da bu memleketin yetiştirdiği insan adaylarından. Tıpkı sizin, benim ve evrimini tamamlayamamış pekçok benzerleri gibi. Ne yazıktır ki, kimi Meclis'te vekil, kimi Siirt'te hoca olmuş.
Affet bizi Atam, yüzünü kara çıkardık, topyekûn tırlatmış durumdayız. Üzülecek, utanacak bile yüzümüz kalmadı artık.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan NİSANDA AYRILIK ZOR |
|
Gözlerimize deniz doldurmuştuk önce. Sonra iskeleye oturmuştuk usulca. Sen ayaklarını sallandırınca halkalanıvermişti suyun yüzü. Kayalar yosun ve tuz kokuyordu. Arkamızda koskocaman bir orman… Kış uykusundan yeni uyanıyordu gerinerek. Eğer fotoğraf çekebilseydim o an. Adım gibi eminim. Her karede, sonsuz maviyi içiyor gibi çıkacaktı orman. Senin ayaklarının da yarısı mavi, yarısı yeşil… Gülme, çok ciddiyim bak.
Tam artık yeter, gidelim diye kalkmıştık ki birden güneşte kayboluvermişti. Ve birden o güzelim yeşil, o canımın içi mavi koyulaşıvermişti. Yağmura yakalanmayı çoktan göze almıştık gerçi. Varsın yağsın, Nisan yağmuru bu, içinde inci taneleri saklı damlalar var demişti şairin biri. Eğer öyleyse saçlarım binlerce inci yakalasın varsın.
Akliman Feneri'nden ayrıldığımızda saatler öğleyi azıcık geçmişti. Saatlerimi saymaya ilk o anda başladım. Yarın ben bu zamanlar şurada olacağım. Artık gitmeleri yazmak içimi kanatıyor. Yolculukları anlatmak buruşturulup atılmış kâğıt peçeteleri yerden alıp yeniden düzeltmeye çalışmak kadar sonuçsuz bir uğraş. Kocaman bir bahar, uçsuz bucaksız deniz, yol kenarlarını süsleyen papatyaları görmezden gelip kederlenmeyeceğim. Köprü kenarındaki betona dizilmiş su kaplumbağaları güneşlenirken gel de ayrılıkları yaz bakalım.
Sizi bilmem ama ben istemedik düşünceleri beynimde ötelemekten kurtulamam. Ne kadar uğraştıysam da saatleri saymaktan kurtulamadım. Yemek yedim, uzanıp biraz kestirdim, televizyona baktım. Ama yarın bu saatlerde şurada olacağım düşüncesi arada sarıda uğrayıp keyfimi kaçırmayı sürdürdü. Yolculuklarda bir de şuna kızarım. Mola yerlerindeki çay, tuvalet ve bütün yiyecekler piyasa fiyatlarının çok ötesindedir. Otobüs mademki burada durdu, kızaklanmaya katlanmalısınız gibi bir anlayış vardır. İnsanların bu fırsatçılığı sinirlerimi rayından çıkarır. Sanki mola yerlerinde fırsatçı olmak yasal bir hak gibidir. Örneğin otobüs saat gecenin üçünde Tekir'de durur. Yarım saat kahvaltı molası verilir. Ve bu sanki kimseye tuhaf gelmez. En azından hiç kimsenin itiraz ettiğine tanık olmadım. Bu ülkede sabahın üçünde kalkıp kahvaltı eden tek bir tanıdığım yoktur benim. Herkes uykusundan uyandırılır ve otobüslerin bütün ışıkları, kapıları açılır. "Hadi bakalım çıkın otobüsten. Fırsatçı işletme sahibi, otobüs şoförünün değerli katkılarıyla şimdi sizi söğüşleyecek. Hala ne duruyorsunuz?"
Seninle ne kadar acayip bir yaşamımız oldu bizim. Ben her zaman bir yerlere gidip geldim ve sen onlarca kez sabırla dönüşümü bekledin. Bu yüzden belki hep birbirimizi özleyip durduk. Bu yüzden belki birbirimizden sıkılacak kadar uzun ve kesintisiz bir birlikteliğimiz olmadı bizim. Bunun adı kaderse eğer, yazımız özlemek üzerine kurulmuş bir öykü olmalı bizim. Çoğu zaman geçmişe ilişkin bir şeyler anımsadığımızda olayın tam zamanını etiketleyen bir yolculuk anımız da vardır bizim. "Haaa o mu? Sen Mardin'den döndükten sonra olmuştu. Çok iyi anımsıyorum. Elbistan'dan döneli birkaç ay olmuştu." Ya da "Sen o zaman Ankara'dan henüz dönmemiştin…"
Şunu da koyalım mı valizine denilmesin bana. İçimdeki yolculuk hemen su yüzüne çıkıverir. Sapından tuttuğum gibi valizin otobüs terminallerine uçasım gelir. Mademki gidilecek çok yolum var. Bir an önce bitip tükensin isterim. Kaçınılmazı beklemenin gerginliği gitmelerden daha da zordur çünkü.
Biz seninle o gün denizi doldurmuştuk gözlerimize. Azıcık da erguvan morunu, yeni yapraklanan gürgenlerin cam yeşilini, papatyaların süt beyazını… Kolumu omzuna taşıyan ellerin bu kez razı değildi sanki beni yeni yolcuklara göndermeye. Biz seninle o gün önce dalgaların sesini doldurmuştuk kulaklarımıza. Ardından biraz martı, teknelerinkini, hatta kumsalda çocukların peşinden bin bir oyun içinde koşturan küçük köpeğinkini… Başını çevirip bana baktığında dargın gibiydi gözlerin. "Sen yine beni bırakıp gidiyorsun…"
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu DERE BOYLARI |
|
Bazı türkülerimizin öyle sözleri var ki bilmeyenler, söylenenleri gerçek sanır. Balıkesir yöresinin, "Dere Boyu" türküsü de bunlardan biri:
"Dere boyu düz gider
Al yanaklı kız gider
Bu kız yolu şaşırmış
İnşallah bize gider."
Bu türküyü ne zaman dinlesem; "Ah be kardeşim, düz yolda yolunu şaşıran size gitse ne olur, gitmese ne olur?" derim. Diyelim ki al yanaklı kız, düz yolda yolunu şaşıranlardan; ama Anadolu'da dere boyları düz olmaz ki!
Bizim derelerimiz yüce dağların aralarında büklüm büklümdür. Suları kayadan kayaya, seke seke, türkü çağırarak akar. Bu yüzden, ben dere boylarına su türküleri dinlemeye giderim. Suyun türküsüne, eşlik eden kuş ve dal ezgileriyle coşarım. Bu, doğa senfonisidir. Bu senfoninin, insanoğlunun bestelediği eserlerden farkı şudur ki, asla tekrarı olmaz. Çünkü o, hayatın ta kendisidir.
Atalarımız kimi derelere yaşananlara ilişkin adlar vermiş: Kanlıdere, Haramidere… Bazen hayvanlar, bitkiler onlara ad olmuş: Sırtlanderesi, Narlıdere… Kimi de sularının rengine bakıp ad vermişler onlara: Akdere, Kızıldere…
" Oy dere Kızıldere
Böyle akışın nere
Bizde hal mi bıraktır
Sana can vere vere."
- Ali Elverdi ölmüş.
- O da kim?
- Deniz Gezmişlerin idam kararını veren general...
Üç genç, onu orada nasıl karşıladı acaba?
- Merhaba! Ben Deniz Gezmiş…
- Hüseyin İnan, hatırladınız mı?
- Ben de Yusuf…
- …
Şimdi, Marçalı Dağları' nda reçine kokulu sulardan baharı içmenin tam zamanı. Bütün mesele Milas'tan Ören'e giderken Çamköy girişinde aracın dümenini sola kırmak ve yoksulluğun beratı mahallelerden geçerek dağlara ulaşmak.
Sonrası mı?
Birden çam denizinde bulursunuz kendinizi. Çok geçmeden döne dolaşa inmeye başlarsınız. Her dönemeçte gökyüzü daha yükseğe kaçarken kurşuni kayalar size ayna tutar. Kimi mikadan der, kimi başka minerallerden. Dikkatli gözlerle bakınca her birinin ağlayan kaya olduğunu anlayıverirsiniz.
Burası Kayaderesi … Artık durup ruhunuzu huzura kavuşturacak su bir şıkırtılarını dinlemeye başlayabilirsiniz.
***
Selçuk Bey; "Yön duygumu yitirdim." diyor. Oysa dört çekerinin ekranında yönler de denizden ne kadar yüksekte olduğumuz da yazıyor. Bir güneye, bir güneydoğuya derken, birden kuzeye dönüyor arabanın burnu. Yükseklik göstergesi 350- 650 metre arasında gidip geliyor. Nereye dönsek, ne denli yükselsek, her dönemeçte dağlar, bizde, üstümüze yıkılıverecekmiş duygusu uyandırıyor.
Kimi yerlerde yollar çatallaşıyor. Hangisi bizim yolumuz? Aklımızda yolda karşılaştığımız çobanın sözü var:
"Lastik izleri hangisinde daha çoksa o yolu izleyin."
İkide bir durup fotoğraflar çekiyoruz. İçimden, "Sarıyla yeşilin harmanlandığı bu kıstakları görseydi Wincent van Gogh'un düşlerinde ne gibi değişiklikler olurdu?" diye geçiriyorum. Hangi çiçeğe el atsam, arılar,"Dokunma!" diyor. Sanırım onlar da biliyor, koparacağım çiçeğin vazo gurbetinde öleceğini.
- Fı fiyyyt!
Bu bir domuz ıslığı… Bu dağlarda yamaçtan yamaca iletişimin tek yolu. Eğilip yan aynadan bakıyorum. Bir kadın sırtında bebesi, keçilerini çağırıyor karşı yamaçtan.
- Ah bu keçiler, ormanları mahvediyor, diyor dostlardan biri.
- Yanlış, diyorum alelacele. Sen bahçendeki bitkileri budamıyor musun? Onlar çalıları köklemiyor,
filizleri yiyor. Önemli olan ormanın kendini yenileyebilmesine olanak sağlayan sayıda keçinin olması.
Sular berrak, kuş sesleri yalın, koyak yelleri kostak… Ya bu suyun üstünde seksek oynadığı kayalar niye sarı?
- Derenin adı sarı olduğundan…
- Meclisten Anayasa geçirme mantığı oldu bu, diyor arkadaşlardan biri.
- Yani?
- Adını ana koymakla yasa analık niteliği kazanır mı sence?
- Boyarız…
Sus, diyor kalbim. Buraya, beni arıtmaya geldin.
***
Toprağın üstü de altı da zengin burada; ama insanlar yoksul… "Yel üfürse uçar" türünden tahta köprülerle ulaşıyorlar evlerine. Bu ev oğlun, şu emminin, arkadaki babanın… Taş duvarlı, çoğu toprak damlı; ama hepsinin yönü güneye dönük. Çocuklar: Ayaklar çorapsız, pabuçlar cızlavet; ama yanakları çıra. Kimi keçi otlatıyor, kimi oyun derdinde. Bahçelerin köşesinde bir iki mezar. Demek ki buralarda herkes sonsuz uykusunu da kendi bahçesinde uyuyor.
- Yeni Anayasa hakkında ne düşünüyorsun, diye soruyorum delikanlıya.
- Tayyib'in anayasası mı diyor?
Gülüşüyoruz. Cahit Külebi' nin dizeleri dökülüyor dilimden:
"Orda, derenin içinde
İki üç çırılçıplak
Alçacık damı düşündükçe
Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak."
Orman görevlilerinin yaşadığı boğazı geçip yönümüzü tamamen güneye dönüyoruz. Dere solumuzda. Sellerin taşıdığı çalı çırpı ve kütükler orman işçilerinin toplamasını bekliyor.
Bu kış yağmurlar çok oldu. Ya bu su niye az? Yamaçlardaki kara hortumlar yanıtlıyor sorumuzu. Çevredeki evlerin her biri Sarıdere'nin gözesine kendi hortumunu salmış. Biliyorum, bu sayede evlerin bahçelerinde su hep akacak; ama dere kuruyacak.
Orman görevlisi:
- Eskiden, kiloluk balıklar yakalardık derede. Şimdi yavru bile yok, diyor.
İlk insan, subaşlarını yurt edinerek yerleşik yaşama geçmiş. Onun tarıma elverişli yer araması çok daha sonra. Burası dağlar arasında bir yer. Bu yüzden derenin yamacındaki dört kaya mezarı sorulara boğuyor bizi.
Arkeolog Aykut Özet Hoca: "Bu kaya mezarlarının M.Ö. IV. YY'dan beri kullanıldığını sanıyoruz. Karialıların da kaya mezarları olduğunu biliyoruz." sözleriyle değerlendiriyor konuyu.
Ya Sarıdere'nin gözesindeki bu duvar hangi çağ insanın emeği?
Aykut Hoca'nın bu konuyla ilgili ön değerlendirmesi de " Duvar erken bir duvara benziyor. Tam tarih verebilecek karakteristik bir özelliği yok. Harçsız yapılmış olması erken bir tarihi işaret ediyor. Günümüzde de kuru duvar var ama bu duvarın taşları büyük ve yuvarlak. " şeklinde oluyor.
İyi; ama buralarda bildiğimiz antik bir yerleşim yeri yok ki!
Bu dere boyları hem güzel, hem gizemli. Doğa anayasası birilerinin çıkarları üzerine kurulu değil.
Akşamüstü Bencik'e doğru inerken çam kese böceklerinin boğmak üzere olduğu çamlar arasından mermercilerin delik deşik ettiği dağları seyrediyorum. Aklımda, anayasanın a'sı yok; ama orman görevlisinin: " Çam kese böceğinin istilasından yakınanlar, onu yiyen kuşlara ne yaptıklarını hatırlasınlar." sözü var.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; İskoçya-6 |
|
Yılbaşından sonraki gün her yer kapalı, gitmek istesek de gidemeyiz. Ama iyi bir fikir Katya'dan geliyor. Dundee yakınlarında olan bir şatoya gideceğiz. İnternetten bakıyoruz, Mart ayına kadar kapalı ama bahçelerinde dolaşılabilir. Şatoyu biraz inceliyorum ve şaşırıp kalıyorum. Birkaç yıl önce Discovery Channel'de izlediğim şatolarla ilgili belgeselde bu şato da vardı: Glamis. İnanamıyorum, hem şaşkınım hem de çok mutluyum. Çünkü sırlarla dolu tarihi beni çok etkilemişti ve hala aklımdaydı. Şimdi de onu yakından görme fırsatım olacaktı. Kahvaltıdan sonra atlıyoruz arabaya ve şatoya doğru yol alıyoruz. Uçsuz bucaksız beyaz topraklarda, karı eşeleyerek ot arayan kabarık yünlü koyunlar beyazlığın içinde birer nokta gibi duruyorlar. Edi parmağıyla işaret ettiği bir bölgeyi gösterip burada "Cesur Yürek" filminin savaş sahnelerinin çekildiğini söylüyor. Sinemanın savaş sahneleri canlanıyor birden gözümde. Savaşçıların mavi beyaz boyalı yüzleri ve ellerinde kalın kılıçlarla eteklerini savurarak düşmana doğru koşturmaları… Yol kenarında ölmüş bir ceylan görüyoruz, belli ki araba çarpmış. Oysaki sık araç geçmeyen tenha bir yol. Kaderiymiş hayvancağızın… Kırk dakikalık yolculuğumuzdan sonra küçük bir köye geliyoruz. Alacakaranlık bir hava var. Tek katlı taş evlerin pencerelerindeki noel süslerinin renkli ışıkları yanıp sönüyor. Bahçeler, kırmızı külahlı cüceler, taş ördekler, tavşanlarla süslenmiş. Cansız olmalarına rağmen sanki onlar da yılbaşını kutluyor ve evlerin bekçiliğini yapıyorlar. Köyün ortasındaki köprüden geçip yol ayrımına geldiğimizde önümüze parmaklı büyük demir kapı çıkıyor. Üst kısmında aslanlı kraliyet arması var. Edi, arabayı park ettikten sonra büyük demir kapının sağ ve sol tarafında bulunan ziyaretçi giriş kapılarını kontrol ediyor; ikisi de kilitli. Üzülüyorum. En azından uzaktan görebilseydim. Ama şato bulunduğumuz yerden görünmüyor. Bir hatıra fotoğrafım olsun diyorum ve demir kapının ortasında duruyorum. Parmaklıklara kolumu dayadığımda kapı kıpırdıyor. Biraz ittiriyorum ve görkemli kapı yavaşça açılıyor. Sanki şato bizi içeriye davet ediyor. Hepimiz çok mutlu oluyoruz. İçimdeki heyecanı anlatmak imkansız. Tarihini bildiğim bu şatoya geleceğim, kırk yıl düşünsem de aklıma gelmezdi. Önümüzde sanki hiç sonu olmayan beyaz bir yol… Yol kenarında ise kuru dallarına kar birikmiş ulu ağaçlar dizilmiş. Dallar, birbirlerine tutunmuş gibi duruyor. Yaz vakti gelip buraların yeşilliğini görmek ve hissetmek lazım. İnsan ayrılmak istemez. Çok büyük bir arazi şatoya ait, etrafa bakarken gözlerim kamaşıyor. İki çocuk görüyoruz kartopu oynuyorlar. Yol bitmeden şato görünmeye başlıyor. Muhteşem bir yapı. Yaklaştıkça büyüyor önümüzde ve yol sonunda, sağda ve solda duran iki insan heykeli sessizce ziyaretçileri karşılıyor. Biri askeri kıyafetli, diğeri elinde kitap tutuyor, "alim" görünümünde. Ve karşımızda Glamis Şatosu… Rengi koyu kızıl, vişne çürüğü, yüksekliği bizim gökdelenler kadar. Her cephesinde küçük büyük pencereler var. Göğe doğru yükselen sivri burçları ile masallardaki şatolara benziyor.
Şatonun tarihi, sırlarla ve kanlı efsanelerle dolu. Binli yılların başına dayanan tarihi ile bu şato değişik asırlarda hep karanlık günler geçirmiş. Tanrı, şatoyu ilk sahiplerinin işledikleri günahlardan dolayı lanetlemiş. İlk bilinen efsane, İskoç kralı II.Malcom'un şatoya gelen öfkeli bir grup tarafından kılıçtan geçirilmesiymiş. Akan kanlar, odasının yer tahtaları arasına sızmış ve lekeler bırakmış ve böylece şatodaki ölümler artarda başlamış. Kralı öldüren grup buz tutan su kanalını geçerken buzun kırılmasıyla boğularak ölmüşler. 1400'lü yıllarda kral 5.James, karısı Janet'i büyücülükle suçlamış ve kazığa bağlatarak karısını diri diri yaktırmış. Ama daha sonra karısının büyücü olmadığı ortaya çıkmış. Suçsuz kraliçe Janet'in ruhu, bir rivayete göre o zamandan beri şatonun koridorlarında dolaşıyormuş. Yirminci yüzyılın başında şatoda konuk olan York Başpiskoposunun karısı bayan Maclagan, saatli kulede beyazlara bürünmüş bir soylu hanımı gördüğünü iddia etmiş. Efsanelerin en ünlüsü 17.yüzyılda yaşayan kont Patrik hakkındadır. Uçarılıklarıyla ünlü olan bu kontun hikayesi de tüyler ürpertici. Bir Cumartesi gecesi arkadaşıyla iskambil oynayan kontun yanına hizmetçisi gelerek, Hıristiyanlar için kutsal sayılan Pazar gününe girdiklerini söyler. Kont sinirlenir, oyununu bozmaz ve pazarın kendisine vız geldiğini, eğer isterse şeytan ile de bir el oyun oynayabilecekleri söyler. Gece yarısı olunca gök gürler ve ortaya çıkan şeytan, oyun oynamakta olan her iki konta ceza olarak ruhlarının kendisine satıldığını ve kıyamet gününe kadar bu odada kağıt oynamaya mahkum edildiklerini bildirir. Kont öldükten sonra bu hikaye daha çok yaygınlaşır. Çünkü bazı tuhaf olaylarla karşılaşılır. 1957 yılında şatoda hizmetçi olan Florence Foster adlı kadın, gazeteye gönderdiği bir yazıda şunları anlatmış; Gece yatağına yattığında zar tıkırtılarını, yere ayak vuruşları ve küfürleri duyuyormuş. Her gece korkudan titreyen bu kadın kısa zamanda işten ayrılmış. İskambil oynanan bu gizli odanın şatonun hangi odası olduğu hiçbir zaman öğrenilememiş. Glamis şatosunun başka bir söylentisi de burada doğan bir çocuğun özürlü olmasıyla, şato sahiplerinin bunu sır gibi saklamalarıymış. Çocuk, çok fazla yaşamakla birlikte şatonun gizinin onun etrafında döndüğüne inanılıyormuş.
Bu şatonun sırları herkesten hatta ev halkından bile saklanırmış. Şatoda yaşayan kızlara ancak 21 yaşına geldiklerinde anlatılırmış. 18.yüzyılda şatoda çalışan işçilerden biri gizli odalardan birini tesadüfen bulmuş ve gördükleri karşısında dehşete düşmüş. 13.Kont Claude, durumu fark edince bu işçiyi sorguya çekmiş ve gördüklerini kimseye anlatmaması için ona para vererek, işçiyi ailesi ile birlikte Avustralya'ya göndermiş. Bu kont 1904 yılında 80 yaşında ölürken kendisini sıkıntıya sokan şatonun gizini avukatına anlatmış ve avukat korkusundan bir daha şatoda yatılı olarak kalmamış. 13.Kont Claude, ölürken oğlu 14.Kont'a bütün gizliliğin korumalığını bırakmış.
1920 yılında şatoda kalan bir grup genç, şatonun gizli odalarını bulabilmek için bütün pencerelerine birer kumaş parçası asmışlar. Daha sonra şatonun dışından baktıklarında kumaş asılmamış pencereler olduğunu görmüşler. Tekrar o odaları aramışlar ama bulamamışlar. Bu durum da gerçekten bu şatoda tuhaf şeylerin olduğunu gösteriyormuş. Şatonun daha bir çok efsanesi, olayı var. Şatonun gizleri, ölen kontlarla birlikte toprağa gömülmüş. Zaten kontların gizi öğrenmek isteyen ev halklarına da önemli uyarıları hep olmuş: "Eğer gizi bir gün öğrenirlerse, bundan çok pişman olacaklarını ve hayatları boyunca mutsuz olup, bu gizin altında kabuslarla yaşayacaklarını" söylemişler.
Şatonun içine giremedik ama beyaz bahçelerinde biraz geziniyoruz. Bu güzel ağaçlı yollarda kim bilir bu gizlerden habersiz şato gelinleri ve çocukları şatafatlı elbiseleri ile yürümüşlerdi. En güzeli de labirent bahçeleri. Boyumuzu aşan biçimli ve düzenli çalılıkların yeşil zamanlarında gelen ziyaretçilerin hayran kaldığından eminim. Keşke biz de bu bahçelerin yeşilliğine şahit olsaydık. Kısmet belki başka zamana. Hava iyice kararmaya başlayınca bu lanetli şatodan biran önce uzaklaşma isteği ile eve gitmeye karar veriyoruz. Şatonun karanlık pencerelerine son bir kez bakıyorum. Kulelerden birinin camında suçsuz yakılan Juliet'in hayaleti sanki bana bakıyor. Ruhu bu şatoya hapsedilmiş ve özgür kalmak için kıyameti bekliyor. Ürpererek arkamı dönüyorum. Geldiğimiz ağaçlı beyaz yolu hızlı adımlarla yürüyoruz, karanlıktan yol gri mavi renge bürünmüş.
İskoçya maceramızın son gününde böyle güzel bir hatırayla ayrılmak çok hoşuma gidiyor. Çocuklarıma anlatacağım hikayelerime ekliyorum bu efsaneleri. Sonraki gün Edi ve Katya ile vedalaşıp, onların güler yüzlü misafirperverliğinden minnettar olarak İskoçya'dan ayrılıyoruz. Yabancı diyarlar her ne kadar güzel olsa da insan evini özlüyor, özellikle yatağını ve her gece üzerinde rüyalar gördüğü yastığını…
Son
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
GÜN GELİR DE BİR GÜN…
Huzur evindeki günleri oldukça sakin geçiyordu. Birkaç tane arkadaş edinmişti. Onların hayat hikayesini dinlemişti, ama kendi hayatı konusunda oldukça ketumdu. Ne gerek vardı ki zaten bilmelerine! Bütün ısrarlar sonuçsuz kalmıştı.
Onun hayatı yaşanmıştı ve bitmişti kendine göre. Bir defterdi; altmış yıl önce yazılmaya başlanan ve artık son yapraklardaydı. Hiçbir şeye takati kalmamış; kendini güçsüz, ezilmiş, yenilmiş hissediyordu. Bu savaşı hayat kazanmıştı.
Hayatının sonunun yaklaştığını hissediyor, son görevini yapmak için sabırsızlanıyordu. Saçları bembeyaz olmuş, gözleri ferini yitirmişti. Ve son görevini yerine getirmek, yaşamında gizli kalan yerleri ona sıcacık kalplerini açan buradaki arkadaşlarına anlatmak için kağıda kaleme sarıldı:
"Merhaba beni terk eden yaşam,
Sana merhaba diyorum. Ne olursa olsun yine de seni çok sevdim. Beni yensen de sana hep merhaba diyeceğim. Merhaba…
Altmış yıl önce yeşil ağaçları, rengarenk kuşları, sevgi dolu insanları olan küçük bir köyde dünyaya geldim. Yaşam, sana geldim. İtirazsız kabul ettin beni. Tatlıydı yüzün, merdivenlerini koşa koşa çıkmamı sağladın. Okul yaşamımı başarıyla bitirdikten sonra yavaş yavaş gerçek yüzünü görmeye başladım. Güçlüydüm, yenilmedim çirkinliklere, sen de yardımını hiç esirgemedin hani! İş hayatında başarılarım arttıkça kariyerimde de hız kazandım. Zamanla paralarla oynamaya başladım haliyle. Sıraylaydı her şey ve artık evlenme konusu gündemime oturmuştu. Sanki sihirli bir değnek değmişçesine ne istesem veriyordun bana. Eşimi ilk görüşte sevdim ve geciktirmeden yuvamı kurdum. Mutluluğum artıyor, param artıyor… Param arttıkça mutluluğumuz katlanıyor…
Bu mutluluğun meyveleri de gelmeye başladı. Üç çocuğumla artık kocaman bir aileydik. Okumaları için her şeyi yaptım, ancak üçü de nefret etti "okumak" kelimesinden. Başaramadım, okumadılar. İlk yenilgimi verdin bana. Ama güç hala benimdi; servetime güveniyor, okumasalar da ömürlerinin sonuna kadar rahatça yaşarlar diyordum. Ah! Bilmiyordum ki, okumak demek para kazanmak demek değil. Bunu da bana bir evladımın canını alarak öğrettin. Eşimin sesi hala kulaklarımda:
-Onlara babalık edemedin!
Haklıydı. Senin sınavlarında babalıkta başarısız olmuştum.
Eşim evladımızın acısına dayanamayarak intihar etti. Onu hiç affetmedim. Beni yalnız bırakmaya hakkı yoktu. Kısa bir süre sonra yaşadığım buhran etkilerini göstermeye başladı ve iflas ettim. Elde avuçta ne varsa gitti. Artık anlamamaya başladım. Tüm güzelliklerim, mutluluklarım türlü acılarla yer değiştiriyordu. Değiş tokuş o kadar hızlıydı ki, yetişemiyordum. Neden? Bu soruyu sormakta da geç kaldım sanırım…
İki çocuğumla bir başımıza kalmıştık. Umurlarında değildi hiçbir şey. Evlenip yuvalarını kurdular ve acılarımı bana bıraktılar. E, sıra değişmişti. Şimdi güçlü olan onlardı. Onların gözlerinde yanlarına sığdıramayacakları koca bir bebektim. Damadım, gelinim istemedi beni. Yüktüm ne de olsa. Oysa düşünüyorum da, evlatlarımı her yere sığdırdım ben, en başta da kalbime. Her istediklerini yapar, üzülmesinler kırılmasınlar diye çabalardım. Olsun… Huzurevine yerleştirmekte birleştiler beni. En iyisi oldu, kızgın değilim onlara.
Aklıma Erdem'in trafik kazası geldi de, yaşadığım korkuyu bir sen biliyorsun bir ben. Hele eşim, hele eşim… Tam bir hafta başucunda bekledim, saçlarını okşadım, öptüm, kokladım. Evlat kokuyordu. Sanki misk-i amber! Kendine geldiğinde mutluluktan elim ayağım birbirine dolanmış, dizlerim titremeye başlamıştı. Defalarca ettiğim teşekkürlerim sanaydı! Kollarını boynuma dolayıp "Babam bırakma beni!" demesi… Şimdi o eşiyle beraber huzurevine bırakıyor beni. Olsun, kızgın değilim ona, kırgın hiç… Ne de olsa evli barklı, kendi çocuklarına sorumlulukları olan biri artık. Beni de yük edecek değil ya!
Emel… Kızım. Bebeği kırıldı diye iki gün gözyaşı döken kızım. Dayanamadım, baba yüreği işte. Altı üstü plastik bir bebekti, ama onun için değerliydi. Gittim en güzelinden aldım, uyurken başucuna koydum. Sabah evin içinde atılan sevinç çığlıklarıyla uyanmak paha biçilemez bir duyguydu haliyle. Koşa koşa odama gelip yatağıma zıpladı ve "Ben sana hep bakacağım babacığım!" dedi. Bir baba daha ne isterdi ki! Ama olmadı işte. O da eşinin tek lafıyla en iyisinin huzurevi olacağına karar verdi. Olsun yine de kızgın değilim ona, kırgın hiç… O zamanlar küçücük bebeklerle oynuyordu. Şimdi ben koca bir bebeğim, benimle oynayacak değil ya!
Yaşam! Tüm verdiklerini aynı hızla geri aldın benden. En acısı da evlatlarımdı, uçmayı öğretmedim onlara. Ama sana da kızgın değilim. Kızdığım tek insan yine benim, yine ben! İyi baba olamadık işte… Halbuki evlatlarıma hep doğruyu, iyiyi, güzel ahlakı öğretmeye çalıştım, örnek olmaya çaba sarf ettim. En büyük başarısızlığım…
Yaşam sana merhaba; evlatlarım, arkadaşlarım size elveda…"
Bu mektuptan bir gün sonra gözlerini evlatlarına ve arkadaşlarına kapadı, yaşama doğru nefes almaya başladı.
Hilal Bayram
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Her Büyüğü Örnek Almayın Çocuklar |
|
Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Bir günlük dahi olsa, çocuklar Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milletvekili olacaklar.
Son dönemlerde gerek iktidar gerekse muhalefet parti liderlerinin karşılıklı üslupları çocukların duymaması gereken cinsten. Söz düelloları ekranlarda, gazetelerde ve meclis kürsülerinde geniş yer buldu çoğu zaman.
Meydanlarda toplanan halkın karşısına çıkan liderler yine dilin kemiğinin olmadığını birçok kez göstermişlerdi ve yine her fırsatta devam ediyorlar.
Bunları biliyorsunuz…
Nereye varmak istiyorsun sözü nereye vardıracaksın diyorsunuz az sabır…
O topluluklarda çocuklar da vardı, ekranları başında olduğu gibi. Birçok çocuk hem ağız dalaşını gördü, hem de haberlerde atılan yumrukları.
Baykal'a yumurta saldırısı ile başladı içimizde ki öfke…
Takiben;
Ahmet Türk'e yumurta ve yumruk,
Enerji Bakanı Taner Yıldız'a yumruk,
Arda Turan ve Caner Erkin arasında tartışmada yumruk,
AKP Çankırı Belediye Başkanı İrfan Dinç'e yumruk ile devam etti öfke. Dilerim sondur.
"Heyt nasıl attım yumruğu, nasılda çaktım dağıttım" demiyordur, içinde ki öfkeye hakim olmayan kişi.
Yumruk haberlerinin altına yapılan çoğu yorumda yumruk haklı bulunuyor. O yumrukları halkın öfkesinin bir yansıması olarak değerlendirebiliriz. Kişileri, yumruk atmaya iten öfkeyi; gelecek kaygıları, ülke değerlerine yapılan taktik savaşlarının, ekonomik sorunların beraberinde getirdiği bunalımın dışa vurması olarak da değerlendirmek mümkün. Ancak ne yumruk atan haklı, ne de yumruğun atılmasını savunanlar haklı.
Bizler nasıl bir toplum haline geldik ki, derdimizi sorunlarımızı yumruk ile bir başka deyişle kaba kuvvet ile çözmeye çalışıyoruz?
O yumruğu atan hüküm giyip, hapiste yatacak. Yumruk yiyen ise şikâyetini yapıp iyileşmeye başlayacak.
Olan yine yalnız vatandaşa olacak. Hiç boşuna sevinmeyin, kimse özeleştiri yapmayacak. Şimdiye kadar yapmadığı gibi (Neden bu yumruğu yedim) veya (Ne yaptım ben sorunlar böyle mi çözülür) diye düşünmeyecek…
Yine "ananı da al git" diyecekler,
Yine "cibilliyetsiz, haysiyetsiz, şerefsiz" sözlerini kullanacaklar,
Yine "sokağa taşan olaylarda ön saflarda çocukları kullanacaklar kalkan olarak"
Neredeyse çık dışarı diyip; yumruk yumruğa, kafa göz patlayana kadar kavga edecekler.
Oysa çocuklar öyle mi, kavga da etseler tartışsalar da en nihayetinde yine misket oynuyorlar. Yine evcilik oynayıp zamanlarını geçiriyorlar. Birlikte hayal kurup, umutla bakıyorlar. Yalansız, dolansız… Olduğu gibi tüm masumiyetiyle çocuk kalabilmeyi herkesin başarabilmesi ne hoş olur.
Ülkemizde çözülmesi gereken en başta "işsizlik" gibi, ekonomik çöküşle birlikte "bağımsızlığımızı tehlikeye atacak kadar" önemli bir konu varken sokak kavgalarıyla yitirilen değerli zamanlarımız var ne yazık ki…
Çocuklara büyüklerinizi örnek almayın sorunlarınızı kavga ile değil konuşarak veya yetkili makamlarca çözüme ulaştırın diye yazmanın pek de bir anlamı kalmamış aslında.
"Kodum mu oturturum kültürünün" bu denli benimsendiği mi gösteriliyor yoksa ayna görevi mi yapılıyor bilemedim.
Siz siz olun çocuklar, asıl gücün yumrukta değil akılda olduğunu bilin.
Yedi çocuktan yedisi de kavgaya karşı olduğuna ve bu bilinçte olduğuna göre; o halde "gelinim sana söylüyorum kızım sen anla"…
Not: 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun çocuk olanlara ve içindeki çocuğu yitirmemişlere…
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
MUSTAFA KEMAL
- Dağ başını efkâr almış
Gümüş dere durmaz ağlar -
Gözyaşından kana kesmiş gözlerim;
Ben ağlarım. Çayır ağlar, çimen ağlar.
Ağlar-ağlar: Cihan ağlar
Mızıkalar iniler: Irlam-ırlam dövülür
Altmış üç ilimiz: Altmış üç yetim
Yıllar gelir-geçer: Kuşlar gelir-geçer
Her geçen seni bizden parça-parça götürür
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!
Diz dövdüm:
Gözlerimin şavkı gitti Sakarya'nın suyuna.
Sakarya'nın suları namım söyleşir.
Hemşehrim Sakarya! Öksüz Sakarya!
Ankara'dan uçan kuşlar -
"Kemal'im" der, günler-günü çağrışır.
Kahrolur. Bulutlara karışır.
Gök bulut, yaşmak bulut.
Uca dağlar, dev-boyunlu morca dağlar
Divan durmuş bekleşir
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!
Nasıl böyle varıp geldin? Hoş geldin!
Çıngı kaymış, yalazlanmış gözlerin
Şol yüzünde güneş-südü sıcaklık.
Ellerinden öperim Mustafa Kemal.
Senin dalın yağrağın, biz senin fidanların.
Biz, bunları yapmadık.
Sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal:
Elsiz-ayaksız bir yeşil yılan.
Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal!
Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler.
Çün buyurdun! Kesenleri astılar
Sen uyudun. Asılanlar dirildi.
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!
Karalar kuşanmış Karadeniz akmam diyor.
Dokunmayın! Ağlamaktan bıkmam diyor.
Bu gece kıyamet gecesi.
Bu vapur Bandırma vapuru.
Yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal
Ben ölümden korkmam diyor
Korkmam diyen dilleri: Toz oldu-toprak oldu.
Değirmen döndü dolandı: On yıl oldu.
Bir kusur işledik, bağışlar mı kimbilir;
O bize öğretmedi kazan kaldırmasını.
Günahı-vebali öğretenin boynuna
Erdirip-olduran'a ana-avrat sövmesini.
Yüreğim kırıldı, kanım kurudu.
Var git Karadeniz! Var git başımdan.
Mızıka çalındı: Düğün mü sandın
Bir yol koyup gideni gelir mi sandın?
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!
Ankara'nın taşına bak!
Tut ki baktım: Uzar gider efkârım:
Çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım.
Gözlerimin yaşına bak!
Ankara Kalesi'nde, Rasat-Tepe'de
Bir akça-şahan, gezer dolanır:
Yaşın-yaşın mezarını aranır
Şu dünyanın işine bak! -
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im!
ATTİLA İLHAN
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|