|
|
|
Editör'den : İstersem vurup kırabilir miyim?!.. |
İyi haftalar,
Huyum kurusun, resmi bayram törenlerini ekrandan izlemeye bayılırım. Bizzat içinde bulunduğum dönemleri saymazsak, canlı canlı hipodromdan izlediğim dönemler de mebzul miktardadır. Hele 23 Nisan'lardaki devir teslim törenlerine ayrı ilgi duyarım. En bilmişlerinden seçilmiş çocukların koltuklara gömülüp vatan kurtarmaya talip olmalarını hep takdir etmişimdir. Koltuklarını devraldıklar devlet büyükleriyle sohbetleri de ilginçtir. Hatırlıyorum, bir keresinde koltuğun asıl sahibi, geçici minik sahibine "Yoksa koltuğumda gözün mü var?" demişti de gözlüklü bilmiş "N'apim senin koltuğunu, benim evdeki koltuğum daha güzel." diye lafı yapıştırmıştı, hep beraber gülmüştük. Ama Cuma günü duyup ta afalladığım gibi bir diyaloga hiç şahit olmamıştım doğrusu. Herhalde sadece ben değil sizler de şahit hiç olmadınız. Otuz yılı aşkın süredir politikanın içinde olduğunu her fırsatta dile getiren, geldiği çevre ve Dünya görüşü nedeniyle Hak'ka hukuka saygılı olması gereken, politikanın içinde olduğu yılların büyük bölümünü en üst makamlarda geçirdiği için protokol nedir bilir herhalde dediğimiz, sekiz yıldır yönettiği memlekete demokrasi getirmekle övündüğünden insan haklarına mutlak riayet eden, ağzından çıkanı kulağı duyan, izan sahibi bir adam olması gereken başbakan Recep Bey'den söz ediyorum, anlamışsınızdır. Geçici meslekdaşının "Konuşmama başlayabilir miyim?" diye kibarca sormasına "Tabi, makam senin, ister asar, istersen kesersin." diye cevap veren yetmişüç milyonluk bir koca memleketin başbakanı Recep Bey. Dervişin fikri neyse zikri odur diyeceğim, belki ağır kaçacak ama bu lafı da ancak durumu böyle algılayan biri edebilir, var mı ötesi? Şu tek adamlık sevdasını artık bu lafları da düşünerek değerlendirin derim de başka birşey demem.
...
Merakla beklenen 24 Nisan konuşması ABD'den işitildi, korkulan olmadı. Obama "Soykırım" demedi de "Büyük Felaket" dedi diye gene moral bulduk. Bunca yabancı olduğumuz bir konuya bu denli önem vermemizi oldum olası anlayamadım. İnsana özgü değer yargılarımla bir Ermeni sorunu olduğunu aklıma bile getirmiyorum örneğin. Bunun nedeni belki de resmi tarihimizin kaka sayfalarının bizlere zamanında öğretilmemiş olması. Ama bunun neresi kötü? Tarihi öğrenmek isteyenlere lafım yok ama gazete okumaktan başkaca bir okuma eğilimi içinde olmayanlara 95 yıl öncesini anlatmak hiç kolay değil. Bu sadece bizim için değil, her iki toplum için de aynı. Yüzyıllarca beraber yaşamayı becermiş iki toplum bir gün gelip birbirini kesmeye başladıysa bunu tarafsız anlatmak imkansız. Taraf olduğunuz anda da ipin ucunu kaçırmanız, bayrak yakmanız, diplomatları öldürmeniz, düşman olmanız kaçınılmaz. Bu konuda bir tuhafım. Örneğin cumartesi günü Taksim meydanında toplaşıp 1915 kayıplarını anma törenine gözüm kapalı katılmam mümkündü. Ama gözlerim açık olduğu için bu toplantıyı düzenleyenlerin, bu işin aktörlerince provoke edildiğini gördüm ve şüpheyle yaklaştım. Haklı olduğumu bizzat Ermenistan Cumhurbaşkanından öğrendim. Bir yandan olayları lanetlerken bir yandan da Türkiye'deki destekçilerine teşekkür etti zat-ı muhterem. Bunun adı, oyuna gelmek, bunun adı cahillik belki ama aydın duruşu hiç değil maalesef. Ben asıl Anayasa değiştirmekten kafasını kaldıramayan hükümetin, özellikle dış işlerinin konu hakkındaki yorumlarını merak ediyorum. Yakında öğreniriz herhalde. Hepinize güzel bir çalışma haftası dilerim, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir İstanbul |
|
(Divan edebiyatının 15. yüzyıl temsilcileri, edebiyatın gelişim sürecine en önemli katkıları sağlamış şairleri içinde barındırır. Bunun iki nedeni var bana kalırsa; biri dönem hükümdarlarının şair oluşu ve dolayısıyla şiiri edebiyatı desteklemeleri, ikincisi de bu dönem şairlerinin Divan Edebiyatı anlamında hem biçim hem içerik yönüyle kusursuza yakın eserler vermeleri…)
Bugünlerde başımı yastıkla buluşturduktan sonra ötesini hatırlamıyorum. Böyle yorgun yatağa girmek aslında bir yanıyla fazlasıyla güzel bir durum. Çünkü böyle zamanlarda baş yastıkta, günün muhasebesi işkencesine açlaşırsın bir süre. Ve bu açlık hali yoğunluk devam ettikçe bitmez. Küçüklükten bu yana "Allah'ın açlıkla terbiye etmemesi" biçiminde dualarla büyütülmüş bir neslin çocukları olsak da bazen gerçek doyuma ulaşabilmek için aç kalınması gerektiğine dair bir inanç büyüttüm içimde ben. Açlıkla terbiye olmalı insan. Doymanın ne demek olduğunu sindirsin diye…
Yüklemsiz yaşanmış günlerden birinde zaman geceydi yine. Yorgundum. Aslında sabah güzel başlamıştı gün. Havada güneş vardı. Kısa kollu ince giyinmeleri özleyen bedenler, havanın kendisini aldatacağını bile bile yazlıklarla bezedi çıplaklığını. Bazıları aylardır kendisine yaren ceketlerini hırkalarını hemen bir köşeye fırlattı. Ben de bunlardan biriydim.
Eve dönerken yağmura yakalandım derken. Bahar yağmurundan sonra toprağı ıslatan o nemli damla kokusu benim için hep çok tanrısal bir şeydir. İçime çekmesini bir gıda mahiyetiyle sever, bu işlemi sindire sindire gerçekleştirmeyi yeğlerim. Yağan yağmur giderek hızlanıyordu. Caddenin diğer yanı benim yürüdüğüm tarafa oranla biraz daha kalabalıktı. Önümde, yağmur ıslattıkça sevdiğine sokulan bir kadın, kadını kollarıyla dolarken onu yağmurdan sakınmak isteyen bir adam yürüyorlardı. Yağmur hızlandıkça çiftin adımları da hızlanıyordu. Ülkem insanları daha çok ıska konularda orantının doğru olanını seviyordu. Ben, yağmur hızlandıkça adımlarımı yavaşlatıyordum. Bilerek isteyerek hissederek ıslanıyordum…
Eve dönüş için durağa vardı çift. Benim durağa varmama biraz vardı daha. Ama yine de çift görüş mesafemdeydi. Birazdan durağa vardım. Saate baktım. Takriben bineceğim otobüsün gelmesine 15 dakika gibi bir süre vardı. Yağmurdan korunmak için birbirine sokulmuş insanlara, caddede koşuşturanlara durmak ve bakmak iyi geldi. Derken gelen iki otobüs, durağı tenhalaştırdı. Benim otobüsüm ve çiftin bineceği otobüs hala gelmesi için tarafımızdan bekleniyordu. Birazdan çiftin otobüsü de geldi.. Estetik bir suskunlukla anlaştığına karar verdiğim çift, elele otobüse binip uzaklaştılar…
İzsiz zamanlardan geçmeyi dilemedim hiç. Birinin şimdiki zamanı, benim geçmiş zamanımdı. Benim şimdiki zamanım gün geldi birilerinin gelecek zamanına bulandı. Bundan hiç şikâyet etmedim. Edilmemesi gerektiğini bildim. Çünkü birkaç zaman vardı evrende ve hepimiz bu sirküler döngünün birer parçasıydık. Parçası olmak da zorundaydık.
İzlerimi sevdim ben. Ne kadar burkan izler de olsa bırakılanlar ya da benim açtıklarım; onları sahiplenmem gerektiğine inandım.
15. yüzyıl usta şairlerinden Şeyhi'nin o meşhur mesnevisi Harname'yi bilenler bilir. Hiciv edebiyatının usta örneklerinden biridir mesnevi. Ve asıl bölümünde olmayacak hayaller peşinde koşarken elindekileri de kaybeden bir eşeğin hikâyesidir anlatılan. Elimde neler kaldı hesabını yapmayı biraz geciktirmiş olsam da yitenleri yitirilenleri gidenleri kalanları herkesi sahiplendi yüreğim. Dedim ki benim yolumdan geçti hepsi. Bulutlu günler, yağmurlar, karlar, boranlar… Hepsi bişeylerin müjdecisi bitişi ya da başlangıcı için vesileydi ve evet hiçbiri tesadüf değildi.
Uğurladıklarımız buyur ettiklerimiz başımızın üzerine koyduklarımız yüreğimizi ezenler bizim bilerek ya da istemeyerek çiğnediklerimiz… Alışmak mı kabullenmek mi cevabı çok net verilemeyecek bişey var insanoğlu denilen mahlûkun fıtratında… Sindirebiliyoruz. Bu erdemi ya erken ya geç ya zamanlı ama bir şekilde hepimiz uygulayarak ayakta kalıyoruz. Şeyhi'nin dediği gibi olmaz hayallerle olacakları yitiriyoruz bazen. O zaman da başka yollar açılıyor önümüzde. Yürünmek için. Yeni öyküler biriktirmek için. Yaşarken bir kader çizgisinin olduğuna inanmak için…
Kaç yağmur ıslattı toprağı. Çift miydi düşen yağmur damlalarının topraktaki sayısı, yoksa tek mi bilemem. Neyi istiyorsa onu yaşamalı insan. İş işten geçti mi diye düşünmeden. İşin işten geçmesi değil ki mühim olan. İç geçmemişse can'dan, yaşanacaklar için hala umut vardır o zaman. Umudunuz bitmesin. Toprağın bereketiyle en verimli bu çağda döllensin doğacak olan. Döl tutmuşsa ne kork ne telaşa kapıl. Dokuz ay on gün beklemek zorunda değilsin. Belki çok daha erken. Ya da sabrın itaatiyle öğrenmen gereken, milyonlarca dokuz aylar geçer üstünden. Ama doğacaksa, hak etmişsen bir nur topunu kucaklamayı, o zaman her bir zorluğun onurla gelirsin üstesinden. Muhakkak kollarının arasında yerini alır doğması beklenen. Gözün ışıkla parlar. Gözlerinden öpersin. Göz aydınına gelirler. Kabul edersin.
Geçip giden sadece zaman değil. Zamanın geçirgen yapısının içinde olgunlaşan gelişen büyüyen yeşeren bişeyler var. Tava gelen koparılması beklenen tatlanan güzelleşen meyveye duran bereketli bişey…
Biraz evvel sımsıkı birbirine kenetli o iki eli ayıracak herhangi bir ayraç varsa, yine kendi bedenlerinde gizli kadınla erkeğin öyle ya.
Bugün sevdim İstanbul'u. Martılarla aynı dili olmasa da aynı dini bölüştüğümüzü hissettim.
Seven nefret eden unutan hatırlayan bu dünyada kalan ya da başka bir evrene yol almış olan… Ahmaklıkla gerçek iyiliğin ortasından bir çizgi çizip kavramları iki eşit parçaya ayırdım. İç geçmemişse can'dan, kesilmeyecek olanın adıdır ümit. Ben buradayım. Ahmaklıkla gerçek iyiliğin en orta noktasındayım. Hepinizi selamlarım…
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SİNEMA ŞENLİĞİ |
|
İKSV'nin bu yıl 29.uncusu yapılan şenliğine bilmem yakışıyor mu artık bu ad? Çünkü ortada sinema sanatı da, onun şenliği de kalmadı bence. Elbette binlerce film çekiliyor her yıl dünyanın dört yanında ve bunların yüzlercesi geliyor İstanbul'a, ama biz gittikçe daha az sayıda film bulabiliyoruz gidecek.
Bu yıl da öyle oldu, o kalınca kitapçıktan ancak üç film işaretleyebildik Nilgün'le: bunlardan ilki, yıllarca önce gördüğümüz, Joseph Losey'in Mr. Klein'ı idi; unutmuşum, filmin parasını Mösyö Klein'ı canladıran Alain Delon vermiş: böylece Visconti'yle attığı ilk başarılı adımlardan sonra yüzüne çakılıp kalan kalıbı görmezden gelmemi sağladı doğrusu. Ama aynı hoşgörüyü, Losey'in de, daha başka birçok ünlü yönetmenin de gözdesi Jeanne Moreau için gösteremeyeceğim; bizim Yeşilçam dilberlerininki aratmayan bir cansızlıkla gezindi durdu filmde kendisine düşen sahnelerde.
Ancak, çekimöyküsünü Franco Solanas'la birlikte yazmış olan Losey, bunca yıl aradan sonra , sınavdan alnının akıyla çıktı: öykü sağlam, çekim sıra dışı, kurgu, müzik her şey kusursuz. Üstelik, Ettore Scola'nın unutulmaz Özel Bir gün'ü gibi, insanlığın en büyük ayıbı savaşın ortasında olağan yaşamını sürdüren Paris'ten günlük görüntülerle inanılmaz derecede çarpıcı hâle gelmiş.
Böylece, şimdi yirmili yaşlarını sürdüren sinemaseverlere gerçek bir armağandı film.
Solanas'ın Don Juan'ını da seçmiştik, ama bilet bulamadık.
İkinci gözdemiz, elbette İtalyan sinemasının tutarlı, onurlu ustası Marco Bellochio idi; onda da Atlas'a yer bulamadık, Kadıköy Sineması için bilet almayı da geç akıl etkim, dolayısıyla Amarcord'daki unutulmaz izleyiciler gibi, filmi perdenin hemen dibinden, başlarımız havada izledik; olsun: başyapıt değerinden şu kadarcık yitirmedi.
Bellochio da haklı olarak, ülkesindeki, dünyamızdaki acımasız buyurgan yönetimi ele alır filmlerinde; bu kez 1. Dünya Savaşı öncesi toplumcu-demokrat kesimde yer alan Mussolini'nin, dürüst, meraklı bir gazeteci araştırıp ortaya çıkarana dek yığınlardan özenle gizlenin bir sevda öyküsünü işlemiş Yenmek'te. Dünyamızın acı yazgısı, yalnız Mussolini değil toplumcu söylemlerle ortaya atılıp sonra insanların başına bela kesilen; zaten Atatürk'ün ya da Fidel'inki gibi gerçek eşitlikçi, paylaşmacı toplumcu ülküyü ömür boyu sürdürebilen kaç kişi olmuş yeryüzünde? Öbürlerinin hepsi, ister sağ ister sol kesimde, kendi zavallı ben'lerini doyurmak için şu güzelim mavi küreyi kana bulamışlar - ama bunu da sakın tek başlarına yaptıklarını, çok üstünyetenekli deliler olduklarını sanmayın; arkalarında hep o dönemin para babaları, büyük bankaları, çokuluslu kuruluşları vardı, vardır.
Filmin öyküsünde Wilhelm Reich bir kez daha, en acıklı biçimde doğrulanıyor: Benito'nun dirimsel enerjisi sıra dışı besbelli, filmin başındaki sahnede onu dinleyen güzel hanım daha ilk anda çarpılıyor; ve onu atlı polislerden kurtardığı karanlık kuytuda başlayan sarılışma tutkuyla sürüyor; öyle ki, gözü yüklerde sapığın evli ve çocuklu olduğu ortaya çıkınca, varını yoğunu gözünü kırpmadan ona sunan dilberde en küçük bir değişim olmuyor. Sonra adam adım adım bildiğiniz yerlere yükseliyor, dilber artık destek değil, köstek olmaya başlıyor; o zaman Rodin'in üstünyetenekli sevgilisine yaptığı yineleniyor, kızcağız delilerevine kapatılıyor, çocuğu elinden alınıyor, tek başına bir papaz okuluna veriliyor.
Bunca itilip kakılmadan, aşağılanmadan sonra kızımız uyanıyor mu dersiniz? Ne gezerrrr: tutkusu saplantıya dönüşüp sürüyor. Kimi zaman avaz avaz, kimi zaman ağlayıp sızlayarak, ben onun karısıyım, çocuğum da onun oğlu demeyi sürdürüyor.
Zavallı Exupéry, "sevgi iki insanın aynı yöne bakmasıdır" demişti; ne kadar yanılmış: o belki sağlıklı, mantıklı insanlar arasında öyle; ama burada, sevişme sahnelerinde tanık olduğumuz kadının büyük dirimsel gücü inanılmaz bir karabasana dönüşüyor. (Sırası gelmişken, Reich'ın Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı'nı merak edenlere yeniden duyurayım; alın okuyun, bütün öbür memelilerden daha akıllı, daha üstün olduğunu söyleyip övünen insanın bu hâle nasıl geldiğini öğrenin.)
Sözün kısası, Bellochio'nun filmi her yönüyle tam bir başyapıt; dvd'sini bulmaya çalışın.
Seçtiğimiz üçüncü film, 60-70'li yıllarda bütün dünyanın tanıdığı başkaldırı şarkılarının toplumsal öyküsüydü: Devrim Şarkıları. Karaların Martin Luther King önderliğinde giriştikleri insan hakları savaşında söylenmiş eski Zenci şarkılarının, yeni bestelenenlerin olaylar içinde izini sürmek hem çarpıcı, hem çok acıydı: Karalara yüzlerce yıldır ellerinden alınmış hakları kazandırmak için verilen kurbanları anımsadık; sonra Beyazların o hakları biçimsel olarak verir gibi gözükürken çevirdikleri yeni akılalmaz dolapları düşündük; ve Truva hançeri olarak Barak Obama'yı hem Zencilerin, hem bütün insanlığın sırtına sapladıklarını gördük.
Ne yazık hepimize!
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu |
MARACANA'dan bildiriyorum.
Brezilya'da futbol her şeyin üstünde. Hani fıkralar, skeçler vardır ya, kadın adamı tercih yapmak zorunda bırakır, futbol maçı esnasında cilveleşir falan.. Heyhat!. Brezilyada hiçbir kadın evliliğini, ilişkisini hatta hayatını böyle riske atmak istemez. Zaten kendisi de en az eşi kadar futbol hastasıdır. Maracana stadında Lamengo & Vascos maçını izlemeye gittim. Stada gelmeyen arkadaşlar anlatıyor, maç oynanırken sokakta yürüyen tek bir Brezilyalı yokmuş.
Stada 3 saat önce geldim. Amacım turist gözüyle stadı tavaf etmek. Bir saat sürdü etrafını dolaşmam. (bakınız resim). Türk'üz ya, maça 1,5 saat önce de stada girdim. Dedim, herhalde tek başıma seyredeceğim. Bir ben bir de animatör kızlar, satıcılar var içeride. Onlar da hazırlıklarını yapıyorlar. Maça 20 dakika kala stad dolmaya başladı. En az 150.000 kişi 20 dakikada kargaşasız yerlerine oturdu. Maçı, hakemin verdiği haksız bir penaltı ile Flamengo 2-1 kazandı. Maçtan sonra çıkan olaylarda onlarca kişi ağır yaralandı. Yapılan aramalarda çok sayıda kesici alet, taş ve sopalar ele geçirildi. Hiç yabancı gelmedi değil mi bu haber? Bir döner bıçağı yok, çünkü orada döner yok. Ama bir de benzeşmeyenler var.
Onlara da bakalım;
• Maçta hiçbir tezahürat karşı takımının aleyhine değildi.
• Kimse "oraya geliriz …." deyip onun bunun anasına bir şey yapmaya yeltenmedi. "Sahaya ineriz ………" de demedi. Maçtan sonra n'aparlarsa yaptılar
• Seyirciler zaten sahaya inemezlerdi. Tribün ile saha arasında eskiden arena'larda veya kale surlarının önünde bulunan içi su dolu hendekler var. Acep içine timsah da atıyorlar mıdır?
• Haksız penaltıya rağmen kimse hakemin cinsel tercihini sorgulamadı.
• Hata yapan futbolcusunu, bırakın yuhalamayı, cesaret vermek için alkışladılar. Adına tezahürat yaptılar.
• "Seninle ağlarım, seninle gülerim, söyle senden başka kimim var benim" gibi arabesk, boğucu, itici tempo düşürücü, bunalım kelimeler içeren gıcırtılar yerine takımları adına yapılan 4-5 şarkıyı, marşı yine taraftarların kurduğu bando takımı eşliğinde söylediler.
Rio'lu taraftarlar öyle, "bilmem kaç desibel bağırıyoruz" diye öğünmek yerine top rakipte iken ıslıkladılar, kendilerinde iken oyunun gidişatına göre artan veya azalan ivmelerle ya alkışladılar ya "uğuldadılar". Yani iyi bir harekette veya şutta hep birlikte kurşun sıyırma sesi gibi "Vouvv" sesi çıkartıp ardından alkışladılar. İyi bir kontra atakta ise topun her metre ileri gidişinde artan tonlamalar ve haykırışlarla ile futbolcuyu, takımlarını coşturdular. Hele bir de atak gol olduysa… inanın o keyfi yaşamak lazım. Gol sevincini "bonus"lu yaşamak isteyenlere stadyumda Rio'lu kızların yanında oturmalarını dostane! tavsiye ederim.
Kısaca, Brezilyaya gidip de Maracana stadyumunu görmemek İstanbul'a gelip de Sultanahmet'i görmemek gibi bir şeydir. Turistik Rio şehir turlarında Maracana Stadyumu mutlaka tura dahildir.
1965 senesinde 17 sene süren inşaat sonrası tamamlanan stadda ilk golü atan futbolcu da Fenerbahçe'nin eski antrenörü Didi. 180.000 kişi kapasiteli stadyuma, büyük maçlarda 200.000 kişi alınabiliyor.
Copacabana plajının brezilya futboluna katkısından bahsetmek gerekir. Burada sürekli olarak futbol okullarının katıldığı turnuvalar düzenleniyor. Her ünlü Brezilyalı futbolcu da bu plajdan çıkmış. Nedenini Fenerbahçe'nin eski çalıştırıcısı Zico'nun kardeşi Edu'ya kendi futbol okulunda* sordum. Dediği şu; yürümenin bile zor olduğu kum plajda hem koşacaksın, depar atacaksın, hem zamanlaman iyi olacak, hem çıplak ayağını da raket gibi kullanacaksın. Öyle bir hız, öyle bir falso, ivme vereceksin ki top pat diye istediğin yere otursun. (Dikkat! Top istediğin yere gitsin demiyor otursun diyor) Öyle topa istediğin yöne vur, yuvarlana, seke gitsin hedefi bulsun mümkün değil. Tık. Nokta atışı ayağa atman gerek. Birde bu çocukların senelerce kum sahada oynadıktan sonra çim sahada oynadığını ve çıplak ayak yerine krampon giydiğini düşünün. Olsun size Didi, Zico, Alex, Roberto Carlos, Bebeto, Cafu, Romario, Robinho, Ronaldinho, Kaka, Rivaldo ve yüzlercesi.
Zico Futbol Okulu
Zico'nun Rio'nun dışında kendi adını taşıyan bir futbol okulu var. 6 katagoride, 8 sınıf ve 300'ün üzerinde öğrenciye sahip bu okul aynı zamanda Brezilya Milli Eğitim Bakanlığından normal tedrisat (eğitim) için izinli. Yani ilkokul statüsünde. Sabah 09:00 da ders başlıyor. Normal derslerinin yanı sıra ana ağırlıklı ders Futbol. Okul, özel kolej yani paralı. Ancak öğrencilerinin hepsi burslu. Bu yetenekli ama fakir öğrenciler ya Zico ve öğretmenleri tarafından veya Futbol simsarları tarafından ülkenin her yerinden seçilip getiriliyor. Aynı zamanda yatılı kısmı da olan bu okuldan mezun olan öğrenci, bir futbol klübüne transfer olduğunda sponsorunu da ihya ediyor. Okula gittiğimde, okul henüz kapalı ve sel felaketinin yaralarını sarıyordu. Zico ise Sao Paulo'daki evinde idi. Tüm bu bilgileri kardeşi Edu'dan alabildim.
Sevgilerimle
Cem Polatoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Yasin Gölezlioğlu |
FASILLAR
Dün gece herkes uyurken
Bir masal anlattım geceye
Unutulmuş gökyüzünün beklide hiç var olmayan yerlerine
Dün gece herkes uyurken
Kalemle gezdim gölgeler diyarının kağıttan sokaklarında
Çizgiler çizerek yüzdüm köhne ve boş kayıklarında
Dün gece herkes uyurken
Bir masal anlattım geceye
Öyle bir huşuyla aktı ki masal kağıttan sokaklarda
Gerek kalmadı gölgeler diyarında en ufak bir heceye
"Bir varmış bir yokmuş" la başladı fasıl
Bilinenlerin bilinmeyeni, görülenlerin görülmeyeninde varmış bir diyar
Bir varmış bir yokmuş başlamış efsunlu bir masal
Ve kalmamış kimseye ne bir gül nede bir yar
Dikenli bir gül bitmiş herkesin narin göğsünde
Derman kalmamış aşıkların ne sazında ne sözünde
Bir varmış bir kaybolmuş gecenin bütün varlıkları
Varlık aleminde hayal olmuş mazinin bütün sakladıkları
Kimse çözememiş masalın efsununu
Kaybolmuş her şey
Yitip gitmişler nahoş kimsesizliklerin mayhoş izbelerinde
Tek bir çare kalmış çaresiz gönüllerinde
Ve başlamışlar masalı anlatmaya
Anlattıkça azalıyormuş güllerin dikenleri
Anlattıkça tesir buluyormuş aşıkların sözleri
Bir varmış bir yokmuş
Gölgeler diyarının kağıttan sokaklarında yazılmış efsunlu bir masal
Belki kalemler kırılmış yazarken
Ama kimse yılmamış yazmaktan
Yazdıkça artmış efsunu
Köhne bir kayığa rastlanmış en son
Son beyitte onun üzerinde kazılıymış
Bir varmış bir yokmuş
Dün gece herkes uyurken efsunlu bir hikaye peyda olmuş
Son bir beyit kalmış duyulmayan
Köhne bir karanlıkta son bulan
Herkesi kendinden ediyormuş
Ve masal şöyle bitiyormuş
"Unutulmuş gökyüzünün hiç var olmayan yerlerine
Efsunlu bir masal yetmiş mazinin son demine"
Yasin Gölezlioğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
AÇ KAPIYI BEN GELDİM
Korka korka değil, usul usul değil
Elim yüreğimde çarpa çarpa geldim
Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Bir senin ellerinden, bir senin gözlerinden
Dişlerinden dudaklarından
Nergisler Ocak ayında açtı
Kendimden bahsetmeyeceğim
Yediveren güllerden
Duvardan sarkan güllerden
Çocuklardan, sabah erken okula giderlerken
Atlardan bahsedeceğim
Kan ter içinde atlardan.
Aç kapıyı bak ne diyeceğim
Ne kadar küsülü çocuk varsa barıştırdım, oynuyorlar
Tam kırk çeşit sarmaşık gül buldum
Penceremin dibinde açacak.
Ekinleri dolu vurmadı,
Çekirge gelmedi,
Kurak olmadı.
Yorgunum demeyeceğim,
Bir evimiz olsa demeyeceğim,
Yüreğim daralıyor demeyeceğim.
Bir baksan gözlerime
Başını çevirmeyeceksin,
Yürüyüp gitmeyeceksin,
Elini çekmeyeceksin.
Bir baksan gözlerime
Dağda yakılmış ateşler göreceksin.
Aç kapıyı kim geldi bak
Bak nasıl havalandı güvercin.
Açmam diyemezsin artık,
Aç!
BERİN TAŞAN
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|