|
|
|
Editör'den : Birileri bedel ödeyecek, ama kim?!.. |
Merhabalar,
İçinde Allah korkusunun herkesten fazla olduğunu iddia ederek bu memleketin başına musallat olanların son gelişmelerdeki tavırlarını hangi vicdanla açıklamak mümkündür? Gizli niyet bile demeye insan utanıyor artık. Bilinen, aşikar, cesur ataklarla devleti işgal etmeye çalışanların, günlük hayatta yaşanan kepazeliklere çare bulacak yerde tahammülsüzlük sergilemeleri, içinde bulundukları aczin tezahürü. Yerli uzmanlara kulağını tıkayanlara en güzel cevabı veren Dünyanın en saygın Anayasa hukukçularından Prof. Dr. Andrew Arato, 2 gündür Milliyet'te soruları yanıtlıyor. Okuma özürlü kaldır-indir vekillerin ilgi göstereceklerini hiç sanmıyorum ama vatandaş olarak hepimizin çıkaracağı dersler en objektif haliyle bir yabancı tarafından dile getiriliyor. En can alıcı tespitlerinden birinde, %10 barajı ile oluşan bir meclisin Anayasa yapma muktedirliği yoktur diyor. Oysa biat etmiş takım, sayısal çoğunluğun herşeyin üstünde olduğuna dair inançla yüklüler. Bu inancı onlara aşılayan da ağzının içine baktıkları Recep Bey. Bir diğer tespit, Anayasa mahkemesinden mutlaka dönmesi gerektiği. kaldır indirciler bunun da çok iyi farkındalar. Sırf bu nedenle, üç gün evvel "Şark kurnazlığı" diyerek ellerinin tersiyle ittiği CHP teklifine, Anayasa mahkemesine girmeme taahhüdü vermesi halinde "Evet" diyebileceğini söyletiyor kuzucuklarına Recep Bey.
Memleketi, toz duman halinde, günlük dertlerden soyutlayıp, Meclise kilitleyen AKP'nin başı, Siirt'te meydana gelen olayları açık etti diye medyayı hedef alıyor. Kızarken de asıl niyetini açığa vuruyor aslında, "Biz hallediyorduk size ne oluyor?" diyor aklınca. Çocukları bebeklere tecavüz eder hale getiren sistemi sorgulayıp özür dileyeceğine, pişkin antrenör gibi oyuncularını suçluyor. Yemezler ağam, artık yemeyiz paşam. Söylediklerine kendisinin de inandığını sanmıyorum ama etrafına kümelenen şakşakçılarının ondan fazla inançlı oldukları alenen farkediliyor.
Bir dengesizlik örneği de bedelli askerlik konusundaki zamansız, yersiz çıkışı. Ne umdu, ne buldu? Ya da umduğu zaten bu muydu? diye biz birbirimizi yerken, padişahından cesaret bulan asker düşmanları da edepsizliği ele aldılar. İşi Ergenekon'a kadar bağlayan dangalaklar var aralarında. Evet askerlik insanı en verimli çağında bambaşka hesapların içine sokuyor, bu doğru ama aynı asker ocağında bambaşka bir Dünya ile karşılaşan ve hayatı olumlu yönde değişen pek çok insan da var bu memlekette. Kimsenin aklına getirmediği bir başka noktası daha var bu bedelli hikayesinin. Zannediliyor ki, bedelli çıksa hep parası olanlar bu işin peşinden gidecekler. Hayır hiç te öyle olmuyor. Parası olmayan borç alıyor, bankalar kredi dağıtıyor. Parası olan olmayan bedellinin peşine düşüyor. Sosyal bir çalkantı yaratılıyor o birkaç ay boyunca.
Saygınlığını yitirsin diye üstüne gidilen askerin bir de bedelliye hedef tahtası haline getirilmesinin mimarı Recep Bey'e göre hava hoş. Onunkiler öyle de böyle de zaten gitmiyor. Ama, "Ben elimden geleni yaptım." demeyi marifet saydığından ve gerçek niyetlerini örtme gayretlerinden aldığı ilahi kuvvetle, hergün yeni bir vecize ile gündem yaratmaya devam ediyor. Nereye kadar? Sanduğa kadar, sanduğaaa!.. Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı AŞK BU MU? |
|
Zengin adam pastaneden içeri girdi. Oturacak bir yer aradı. Garsonlar koşuştular, "Hoş geldiniz efendim. Şöyle buyurun!" diye karşıladılar, oturacak yer gösterdiler. Adam onları eliyle selamlayıp, "Ne emredersiniz? " diye garsona, "Bana küçük bir dilim pasta getir, yeter. Biliyorsunuz perhizdeyim. Yanında da meyveli soda istiyorum" dedi ve bir sandalyeye oturdu. O sırada pastaneye genç bir çift girdi. Garsonlar oralı bile olmadılar. Gözleri zengin adamdaydı. Biri pastasını, öbürü meyveli sodasını getiriverdi. "Başka bir emriniz var mı efendim?" diye sordular. Adam gülümseyerek hayır anlamında başını salladı. Pastasını yerken bir kenarda oturan genç çifte baktı, "Birbirlerine ne kadar da yakışmışlar" diye mırıldandı.
"Burası lüks bir yer. Keşke daha ucuz bir yere gitseydik" dedi genç erkek.
"Beni öyle yerlere mi layık görüyorsun?" diye somurttu kız.
Erkek boynunu büktü, kızın saçlarını okşadı:
"Sen aslında saraylara layıksın ama hani ay sonu geldiği için öyle dedim. Cepteki paralar azaldı da. Yoksa senin için can feda!" diye konuştu.
Garson geldi, ne istediklerini sordu.
"Önce iki limonata getir. Sonra belki bir şeyler yeriz" dedi erkek.
Limonatalarını içerlerken kız ağzını erkeğin kulağına yaklaştırdı:
"Bir frambuazlı pasta bununla iyi giderdi" diye fısıldadı.
Erkek, kızın ellerini okşadı:
"Onu da aybaşında yeriz canım. Biraz sabret" dedi.
Kız, erkeğin gözlerine işveyle baktı:
"Benim canım şimdi istiyor ama" dedi.
Tartışmaya başladılar.
"Senin bu dar gelirlilikten kurtulacağın yok! Bu gidişle asla evlenemeyiz biz."
"Niye evlenemeyecekmişiz canım?"
"Görünen köy kılavuz istemez. Patronundan zam istesen ne olur sanki?"
"Tam da zam istenecek zaman ya. İşten çıkarılıyor çoğu kişi. Hepimiz patronu kızdırmaya korkuyoruz. Maaşa zam, işe son denilirse yanarız o zaman."
Kız umutsuzca başını salladı, zengin adamın pastasını yiyişine baktı, gülümsedi:
"Şu adama bak. Yediği pasta çok pahalı olmalı ki, hem az getirtmiş, hem çok yavaş yiyor. Tadını çıkarmaya çalışıyor herhalde" diye başını salladı.
"Yok canım, dedi erkek. Giyinişine baksana. Zengin birine benziyor. Pahalılık umurunda değildir onun. Pastayı zevkini çıkarmak için öyle yiyordur."
Zengin adam, gençlerin kendisiyle ilgilendiklerini görünce gülümsedi, garsonu çağırıp ona bir şeyler söyledi. Biraz sonra genç çiftin masasına iki pastayla iki meyve suyu geldi. Erkek yüzünü buruşturdu, "Biz bir şey istemedik. Götür bunları" dedi garsona.
Garson, zengin adamı gösterdi:
"Yan masadan gönderdiler" dedi.
Zengin adam gülerek konuştu:
"Kusura bakmayın Demin konuştuklarınızı duydum. Lütfen beni yanlış anlamayın. Aklınıza başka bir şey gelmesin. Hatırımı kırmayın. İkramımı geri çevirmeyin."
Kız gülerek teşekkür etti ve pastadan bir dilim aldı. Erkek, "Hiç gereği yoktu" diye homurdandı, "Pastayı yemekle yememek arasında kararsız kaldı.
Zengin adam, ona eliyle, pastayı yemesini işaret etti:
"Beni amcanız olarak kabul edin" diye söze başladı, "Midem hasta. Böyle şeyleri pek yiyemiyorum. Ondan az getirttim. Para kazanma hırsıyla gıdama, sağlığıma pek dikkat etmedim, midemi bozdum. Gençliğimde parasızlıktan yiyemiyordum, şimdi de param olduğu halde, hastalıktan yiyemiyorum. Perhiz yapmak zorundayım ne yazık ki. Benim yerime siz yiyiverin artık. Size bakmak beni mutlu edecek. İnanın ki kendim yemiş gibi olacağım."
Delikanlı pastadan bir lokma alıp ağzına attı:
"Kendinizi bu kadar harap etmenize değer miydi be bey amca?" diye dudak büktü. "Öyle deme" diye içini çekti adam, "Senin yaşlarındayken bir kızı sevmiştim ama yoksul olduğum için vermediler. Ben de zengin olmaya ant içtim. Kızın babasına yaptığına pişman etmek için gece gündüz çalıştım. Zengin oldum ama iş işten geçmişti artık. Kızı bir başkasına vermişlerdi..."
"Çok yazık! Türk filmlerinde olduğu gibi, paraları kızın babasının yüzüne çarpamadınız demek."
"Evet, öyle oldu ne yazık ki. Kızla hep bu pastanede buluşurduk. Param az olduğu için pasta yiyemezdik de limonatayla geçiştirirdik. Sizi görünce gençliğim aklıma geldi."
Kız, pastasını bitirirken, "Daha sonra başka birini sevemediniz mi?" diye sordu.
Adam üzüntüyle başını salladı:
"Onu unutmak için kendimi çalışmaya verdim" diye konuştu. "Para hırsından sevmeye, âşık olmaya fırsat bulamadım bir türlü. Şimdi çok pişmanım."
Kız adama süzgün süzgün bakarak:
"Sevgiliniz, sizin gibi yakışıklı biriyle evlenemediği için üzülmüştür" diye güldü.
"Sonradan zengin olacağımı bilemezdi tabii. Onun için, eline geçen fırsatı kaçırmak istemedi. Evlendiği adam zengindi ama baba parası yiyen bir tipti. Beni yakışıklı bulduğunuz için teşekkür ederim. Yaşım ilerledi. Bu yaştan sonra yakışıklı olsam neye yarar ki?"
"Öyle demeyin" diye göz kırptı kız, "Nice gençleri cebinizden çıkarırsınız siz."
Zengin adamın hoşuna gitti bu söz:
"Sağ ol kızım" diye gülümsedi, "Senin gibi, pardon, onun gibi güzel, gönül çelen bir dilberle karşılaşmadım ki. Kadınlara da güvenemedim artık."
Delikanlı sevgilisiyle zengin adamın yakınlaştıklarını, sohbeti koyulaştırdıklarını görünce kuşkulandı, gitmeye davrandı. Zaten pastaları, meyve suları da bitmişti.
"Hadi gidelim artık" diye kızı kolundan tuttu, ayağa kalktı. "Geç kalmayalım. Evden merak ederler sonra. Annen baban beni suçlar." Diye onu gitmeye zorladı.
Zengin adam, "İsterseniz şoförüm sizi gideceğiniz yere kadar götürüversin de anneniz babanız merak etmesin" diyecek oldu ama delikanlı kızgın bir tavırla, "İstemez. Biz kendimiz gideriz" deyip kızı kapıya doğru sürükledi. Giderken adama bir daha teşekkür ettiler.
"Rica ederim, dedi adam. Ben çoğu zaman buraya gelirim. Sizi de beklerim"
Delikanlı bir şey demedi ama kız, "Geliriz" diye gülümsedi, el salladı.
Adam, delikanlıya, "Yanındaki bu cici kızın değerini bil. Pişman olacağın şeyler yapıp da gönlünü kırma. Böylesini bulamazsın. Benden ders al" diye bağırdı.
Kapıdan çıktılar. Yolda genç kız, delikanlıya:
"Pastanede bir şey unutmuşum. Bir dakika bekle de alıp geleyim" diyerek pastaneye geri döndü, zengin adamın avucuna bir kâğıt sıkıştırdı, koşar adım delikanlının yanına gitti.
Adam merakla kâğıdı açtı. İçinde, "İsterseniz aradığınız aşkı size sağlayabilirim" yazılıydı. Altında da kızın adresi, telefon numarası vardı...
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Gökcan Hacıoğlu |
DEĞİL MİYDİ?
Görecek, Göreceksin kendini o kırılan aynada…
Sigarasından bir nefes daha çekti kadın. Bitmeyecek gibi geldi elindeki sigara. Hayat da öyle değil miydi zaten? Zaman ve mekân şekil değiştirse de hayat hep "h" harfiyle başlayan ebediyetin "t" sine kadar süren uzun bir yolculuk değil miydi?
Şimdi dilini, dinini bilmediği bir şehirde nefes almaya çalışıyordu. Dolan bir kuyu misali kaçtığı şehirden dolmaya aday bir şehre kaçıştı bu. Kaçmayı başarabilmişti ama kaçtığı şeylerin gölgelerinden kurtulamamıştı halbuki..Her gece kahramanım dediği babasının annesini dövdüğü onun da babasına yapma etme babacığım diyen haykırışları… Ya da kocasının yavrusunu kollarından zorla aldığı zaman bebeğinden gelen anne sesleri… Kocasının onu en yakın arkadaşıyla aldatırken zevkten attığı kahkahalar… Hepsi bu gölgelere örnek değil miydi?
Bu sesleri bastırsın diye almamış mıydı o küçük kuşu. Sabahları onun sesiyle uyanmaktı tüm isteği. Ama o da terk edip gitmişti onu. Kırık camdaki küçük boşluktan kaçmış kendini büyük dünyanın rüzgârına bırakmıştı. Oysa o da bir kuştu. Uçamayan, kanadı kırılmış… Ya da okyanusta yolunu kaybetmiş küçük şaşkın bir balık... çaresiz bir varlıktı ya neye benzediği yada benzetildiği önemsiz değil miydi?
Birazdan gün ağaracaktı. Önce alt komşunun kapı sesi duyulacaktı sonra yan komşunun. Ezberlemişti bu sesleri. Her ne kadar tanımasa da bilmese de onları. Ardından bir geçit seremonisi başlayacaktı sabahın yedisinde. Bir başkentti burası, bürokrasinin atar damarı… Sevmezdi bürokrasileri ama bilirdi her yerde olduğunu… Kaçamadığı şeylerden birisi de bu değil miydi?
Evden çıkacaktı bir saate. Kapıyı açtığında yeni gün karşılayacaktı onu hafif bir rüzgârla. O da bildiği tek yabancı kelimeyle karşılı verecekti. Sonra beyaza bakacaktı. Taş binaların kara gölgelerinin düştüğü kar beyaza… Beyaz yakışmaktaydı bu şehre. Pislikleri, kötülükleri örttüğü için belki de… Elinde bavulu ile geldiği o beyaz günü anımsayacaktı ve o beyaz gelinliğindeki kırmızı lekeleri... Telli duvaklı bir düğün değildi onunki. Komşunun kızından alınan eski bir gelinlikle kıyılan bir nikâh… Sıkıştırılmış zamanların küçük bir ânı değil miydi?
Yıllar sonra bugün geriye dönüp baktığında çok şey gelip geçmişti hayatından. Gidenler kadar kalanlar da olmuştu elbet. Giden koca bir çocukluk yada gençlikti; kalansa ağır bir olgunluk… Giden saçların siyahlığıydı, kalan beyaz ama güçlü saçlardı.. Ya da arkadaşlarının zoruyla girdiği bir sınav, kazandığı küçük bir okuldu. Ve sanırım en büyük kalan parça da buydu. Çünkü o artık bir öğretmendi. Çocuğunu kaybetmiş, onun yüzünü kokusunu hatırlamayan bir anneydi belki ama şimdi yüzlercesinin hem annesi hem de öğretmeniydi. Dilleri, renkleri, kokuları başkaydı ama gözlerindeki pırıltı aynıydı. Her sabah baktığı aynada görmeseydi aynı pırıltıyı nesi vardı ki bu hayatta? Zaten onu ayakta tutan da bu pırıltı değil miydi?
Gökcan Hacıoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Umut Etmek de Zor, Veda Etmek de….
Hep iki noktaydı kelimelerimiz..
Hep bir şeyler vardı devamında..
Ağlasam da üzülsem de o iki nokta hep gülümsedi kalbime..
Bitmeyecek dedi..
Devamı gelecek..
Tükenmeyecek..
Kelimeler bitse, ben yetişeceğim imdadına..
En zor gecelerinde üstünü ben örteceğim..
Yılların yok edemediği aşka ben şahit olacağım..
Tarih yazmayacak belki,
Ama ben yazacağım..
Nefesimi çekilen çileden alacağım..
Bitmeyen hüzünden..
Ayrılıktan..
Ayrılık arttıkça ben uzayıp gideceğim..
Ben sizin için çabalayacağım..
O yanında olmasa da ben yanında olacağım..
Onun aklına seni sokacağım..
Siz bir araya gelene kadar ben ortadan kalkmayacağım..
Sizin için var olacağım..
Teşekkür ederim..Teşekkür ederim…
Tüm mutluluğumun 2 noktaya bağlı kaldığı bu günde sen yine yoktun.. artık o kadar acizim ki sensizliğin içinde, iki noktadan medet umar hale geldim.. belki getirildim.. ama çok sevdim..
Güçlüydüm belki de hayatında tanıdığın en güçlü insan..
Mutluydum, belki hayatında tanıdığın en sorunsuz insan..
Seviliyordum insanlar etrafımdaydı hep..
Konuşacak biri aradıklarında akıllarına ilk gelen insanlardandım..
Hep çare olurdum hep bir yol vardı bende..
Hep yüzlerini güldürürdüm insanların..
Şimdiyse…
Yanıma yaklaşmaktan korkar oldular…
Ağlayan gözler görmekten bıktılar..
Benim sorunumu diğer sorunların arasına attılar..
Bağıramadım,
BU BAŞKA!! APTALLAR BİLDİĞİNİZ GİBİ BİŞEY DEĞİL!! O TANIDIĞINIZ İNSANLARDAN FARKLI YORUM YAPMAYIN!!!
Diyemedim !!!!!
Desem ne değişecekti..
Herkes mi iyi gün dostuymuş?
Şimdi bir elin parmaklarını geçmiyor anlayanlar..
Aslında anlayan değil ama hiç değilse anlamaya çalışanlar..
Şimdi kendi yüzüm gülmezken ben yine başkalarını mutlu etmeye çalışıyorum..
Belki mutluluktan bana da pay eder diye..
Küçücük bir sevgi kırıntısına muhtaç bi insan oldum sayende..
Bu muydu benim sonum böyle mi yok olacaktım bu fani dünyada?
Senin acın, aşkın, sevgin, özlemin,umudun,hatıran,kokun,bakışın,sözlerin,şiirlerin…
Ve daha da sen dolu kalbim..
Bu kalple öleceksem hiç değilse elimi tut ölürken..
Son kez de olsa sen uğurla beni..
Gerçekten elveda diyemedin hiçbir zaman..
Belki elveda demeyi öğrenirsin bu kez..
Elveda ilk tek ve son aşkım… Hatıramla kal e mi??
Cansu Şahin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Şükrü Erbaş ile Şiir Üzerine Söyleşi |
|
Aydın ŞİMŞEK: İnsan sevmezse ölür, diyen bir şair Şükrü ERBAŞ, Sevgi onun hümanizmasında, toplumsal duyarlığında ve insanî vicdanında olan bir kavrayış. "Gelişme Gerilimi" de çok yüksek. Yazılarında, şiirlerinde ve konuşmalarında, o gerilim son derece zengin, akışkan ve bol ritüelli biçimlerle karşımıza çıkıyor. Böyle olmasının nedeni yüksek bir mizah duygusuna ve kendi içinde çok geniş bir dünyaya sahip olmasıdır.
12 şiir kitabı, 6 deneme kitabı ve kendisiyle yapılan söyleşilerden oluşan bir söyleşi kitabı var. Böylesine geniş çevrendeki bir şair bakalım kendini nasıl tanımlayacak, nasıl dillendirecek; buyurunuz, söz sizde...
Şükrü ERBAŞ: Aydıncığım, sen de bunca övgüyle büyük bir konuşma gerilimi yarattın bende! Yazdığım şiir üzerine konuşma beni zaten tedirgin eder. Bir düşünürün dediği gibi, "Bilgi, kitaplarda kendi malımdır." Şiirlerim kitaplarda, herkesin malıdır, açar okurlar...
Şiir aslında üzerinde fazla konuşulmaması gereken bir sanat dalıdır; ama şiir üzerinde hep çok fazla konuşulmuştur. Belki de bu yanılsama, şiirin kolay yazıldığını sanmaktan, biçiminden kaynaklanmıştır. Oysa şiir edebiyatın en billurlaşmış, en zor, en belâlı alanlarından biridir. O bakımdan, belki şiirin ve şairin gerçeklik dediğimiz bu dünyayla ilişkisi üzerinden konuşmak daha doğru olacaktır.
Hayatla ilişkinin bende yol açtığı tüm sorunların, acıların, gerginliklerin, öfkenin yüreğime ve aklıma yığdığı yükten kurtulmak için bula bula en zararsız şeyi, yazmayı bulmuşum ben (Tabii yazmanın da zararları var; ama onlar bende saklı...).
Beni yazmaya kışkırtan hem ustalarım ve büyüklerim vardı, hem de okuduklarım ve yazdıklarım beni bir yerlere, bir söz söylemeye, bir tutum almaya götürdü... NECATİGİL'in bir sözü vardır: "İlham bilinç ve bilinçaltındaki algılar birikimidir." der. Beş duyu ile algıladığımız her şey ve o bilinç denen karanlık bölgede ışıl ışıl bekleyen ne varsa, bir gün canınızı yakmaya başlar ve onları hem yazarak kendinize ait kılarsınız, hem yazarak kendi dışınıza çıkarmak istersiniz. Sarkaç gibi bir içeriye, bir dışarıya gider gelirsiniz.
Benim kültürel ana rahmim çocukluğumdan ve gençliğimden ta bugüne kadar duyup okuduğum türküler, şiirler, halk hikâyeleri, masallar, fıkralar ve beşiğinde büyüdüğüm değerlerdir. Sözlü gelenekle başlayan tüm bu birikimler giderek okumalara ve kitaplara yöneldi ve dünya klasiklerine kadar gitti.
Bütün bu süreçlerden sonra, yazılan şeylerin sizin çektiğiniz sıkıntıları veya hissettiğiniz acıları yansıtmadığını düşündüğünüz anlar oluşuyor. Bu bir yanılsama da olabilir; ama iyi ve yararlı bir yanılsamadır, diye düşünürüm ben. Bu süreç sizi olmazsa-olmaz bir yere doğru taşıyor; sonra parmak izi gibi biricik olan, sadece size ait olan acıları/duyumsamaları yazmaya başlıyorsunuz şiirler, denemeler olarak...
Hasan Ali TOPTAŞ denemelerin, romanların yazılması zor olan ilk cümleleri ile ilgili olarak şöyle der: "Birinci cümleyi ben yazarım; ikinci cümleyi benimle birlikte birinci cümle yazar; üçüncü cümleyi benimle birlikte ilk iki cümle yazar." Ve işte bu süreç sizi ilmek ilmek bir yerlere götürür.
Albert CAMUS'nün sevdiğim bir sözü vardır: "Ağaç vardır, insansa var olur; var olmak kendini yeniden yaratmaktır." İnsan okumalarıyla, yazmalarıyla, kendi düşünceleriyle, yarattıklarıyla ve kendi işiyle, kendi yaptıklarıyla kendini var eder. Bu var ediş bir örgü gibi bir yerden başlar, sizi bir yerlere taşır.
RODİN'e sorarlar, "Bu kadar capcanlı heykelleri nasıl yapıyorsunuz?" diye. "Hiiç", der, "Taşın içindeki heykeli görür, etrafındaki fazlalıkları yontarım!" Siz başlarsınız bir şeyleri yapmaya, fazlalıkları atarak bir yerlere doğru götürürsünüz o şeyi. Yazıda da ikinci ve üçüncü dizeyi yazmaksızın sonrasını yazamaz, belki sadece az çok tahmin edebilirsiniz yazacaklarınızı.
Özdemir ASAF'ın bir sözü vardır çok sevdiğim: "Okulda anladıkça başaracaksın, hayatta başardıkça anlayacaksın!" der. Bir şeyi tamamladıkça ne yaptığınızı anlıyorsunuz ve bu macera böyle sürüp gidiyor.
Şiire kuma getirmeyeceğim, düz yazı, roman, öykü yazmayacağım, diye başlamıştım şiire; ama hayat öyle değilmiş, sözümü yedirdi bana, denemeler yazmak zorunda kaldım. Romansa bambaşka bir şey! Roman yazanlar beni hayrete düşürürler hep!
AŞ: Şükrü ERBAŞ'ın şiiri esinleyen bir şiirdir. Türk şiirinde böyle şairler azdır. Esinleyen şiire yönelmek için şairin giderek kendine özgü dilinin kelâmlarını kurma gibi çok sezgisel bir dünyaya gereksinimi vardır. O da Tanrı vergisi/Doğa vergisidir.
Şiirlerinde hem geleneksel söz dizimi, hem de modernizm son derece iç içedir. Çocukluk döneminden gelen içselleşmiş bir yapı ile modernizmin tüm kavrayışlarını "insanın yalnızlığı, içe kapanışı, giderek ben-merkezli davranışı, her şeyden koparılmış ve geçmişi-geleceği yokmuş gibi bu dünyanın ân denen şeye hapsedilişi gibi duygu ve düşünce örgülerini" şiirlerinde görmek mümkün... Bütün bunlar hakkında Şükrü ERBAŞ neler söylemek ister?
ŞE: Melih Cevdet ANDAY şöyle demişti bir söyleşisinde: "Bugün Homeros gibi destan yazmaya kalkarsanız gülünç olursunuz!" Homeros her zaman büyük kalacaktır, Karacaoğlan da; fakat bugün Karacaoğlan gibi şiir yazarsanız, siz de gülünç duruma düşersiniz. Öyleyse, eski ustalardan esin alabilir, hatta onların duran metinlerini havalandırabilirsiniz... Karacaoğlan der ki: "Ucu yar zülfünde yol gerek bana." O ne yaman deyiştir öyle! İşte bu sözü alır koskoca bir kitap yapabilir insan...
"Yaşadığın hayatı sünger gibi emeceksin!" Ahmet ERHAN bir şiirinde kullanmıştı bunu. KAZANCAKİS de kullanır bu sözü. Niye emeceksin, diyebilir birileri; ama o süngeri sıktığınızda bambaşka şeyler süzülüp inecektir. Süngerin içinde değişip dönüşen o şeyleri sıkıp çıkarırsanız; onlar sizi besler ve önünüzü açar.
Beslenmek için çok okuma ve iyi okuma gerekir. Ve okuduğunuz kitaplara ara ara geri dönmekte ve altını çizdiğiniz yerleri tekrar hatırlamakta fayda vardır. André Maurois şöyle der: "Kendinizi büyük kitaplara lâyık hâle getirin; çünkü onların okunması tıpkı İspanyol hanları ve aşk gibidir; insan oralarda ancak kendi getirdiğini bulabilir."
Bu tür sözleri öylesine içselleştiriyorum ki, bazen kendiminmiş gibi kullanıyorum farkında olmadan. Tagore da der ki: "Senin dilin taşa hapsedilmiştir ey hareketsiz güzellik!" Demek ki insan iki kanaldan besleniyor; biri hayatın kendisi, diğeri kitaplar. Buralardan beslenerek, insan bir kitap, bir şiir, bir heykel, bir resim çıkarabiliyorsa, gelecek hayatlarda da yerini alabiliyor, başka hayatlarda da yaşayabiliyor.
Ben de yazdıklarımla eğer bir insanın hayatında bir dize, bir harf olarak kalıyorsam; bu benim için yeterlidir. Kalmak da şu; onun hayatında bir yeni kanal açacak, bir dönüşüm sağlayacak kadar etkide bulunmak... Evet, Aydıncığım söz yine sende.
AŞ: Bence şiirle sürdürelim söyleşiyi. Bir de dinleyici sorusu var: "Şiirin size ve bize zararı var mı?" diye soruyor. Hatırlatayım; "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?" ( http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp?sair=1480&siir=28409 ) şiiri yayımlandıktan sonra, S. DEMİREL Cumhurbaşkanı iken, sizi çağırıp, "Memlekette şöyle ayrım var, böyle ayrım var, bir de siz köylü-şehirli ayrımı yapmayın!" demişti galiba. Buyurun...
ŞE: Zararı var var, hem de nasıl var... Birkaç kez "Sizin şiirleriniz vasıtasıyla tanıştık ve evlendik!" diyenlere rastladım. Eyvaah, dedim içimden, size böylesine büyük bir kötülük mü ettim ben!
Demirel de şöyle demişti bana: "Şükrüü, köylülere dokunma, sanatını başka alanlarda icra et!"
AŞ: Bir de çok komik; bilmediğin bir dili konuşmaktan dava açılmıştı sana, 9 ay ceza verildi, dava şu anda Yargıtay aşamasında galiba... Ayrıca, Niğde'deki CHP ve DSP'li iki belediye başkan adayının Şükrü ERBAŞ'ın bir şiiri üzerinden birbirini karalamaları var. Anlatır mısın onu?
ŞE: Anlatayım. Adam, A5 kâğıdına benim "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?" adlı şiirimi yazdırmış, altına da rakibi olan SHP'li Belediye Başkanı'nın adını koymuş şairin adı olarak. Ve 10 bin adet fotokopi çıkarıp "Bakın Mehmet Yıldız böyle diyor!" diyerek, varoşlarda, kentin kenar semtlerinde dağıtmış hepsini. Meğer adam biraz deliymiş ve zaten seçimi de kaybetmiş!
(Salondan gelen övgü dolu bir konuşmaya tepki olarak da şunları söyledi Ş.E...) Şiir -benim için- insanlarla aramda kurduğum en yüce bir eşitlik denklemidir. Ve yazdığım her harfin bana bir tek gül kadar ayrıcalık sağlamasını anlayamam, kabul edemem. Bunda Yunus'un da, tüm büyük yaratıcıların da payı vardır... Yazmanın bana öğrettiği en önemli şeylerden biridir tevazu.
Hani, Edip CANSEVER diyor ya: "Ne gelir elimizden insan olmaktan başka..." Öyle işte... 17'inci yüzyıl Alman şairlerinden biri de şöyle diyor: "Gülün nedeni yoktur; gül çiçek açtığı için çiçektir." O nedenle, yazan birisine bir üstünlük, bir büyük özellik, bir ayrıcalık atfetmek o kişiye yapılmış en büyük hakarettir, eser sahibini eserinin önüne geçirmektir. Dostoyevski, Cervantes, Van Gogh, Sa'di Şirazî, Hâfız-ı Şirazî gibi büyük yaratıcıların böbürlenmelerini benim havsalam almaz!
Salondan bir izleyici isteği: Aşk şiirlerinizden bir ikisini okur musunuz?
ŞE: Oscar WILDE, "Aşkın iki büyük trajedisi vardır; ilki kavuşamamak, ikincisi ise kavuşmaktır." demiş. Ama aşk konusunda en gerçekçi kişi Nasrettin Hoca'dır, şöyle der: "Bir keresinde tam âşık oluyordum, üstümüze geldiler!" Şimdi bir şiir okuyalım artık.
KALEM
Gümüş sularda yıkadım ayağını. Ağzımla taşıdım bahçenin kuyusundan. Öğlen uykusundan uyanmışsın. Kirpiklerinde binlerce güneş boncuğu. Kirpiklerin arzu sürmesi. Oda dünyadan arınmış. Yatak ay bedir. Boynun bütün günahların göç yolu. Bir Karacaoğlan gelmiş bir daha gitmemiş. Bir köpük denizine akıyor bacakların. Göğsün deylim bahçeleri. Bütün cümlelerin dışındayız. Zamana iki nokta kulak memelerin. Dilin beden kalemi. Ben okudukça sen yazıyorsun. Tanrı bizden doğuruyor kendini.
Bir doğa masalıyız ikimiz de. Sevgilim... ilk öptüğüm gün öldürdüm seni.
Dip not: Bu e-günceyi 24 Nisan 2010, Cumartesi günü, TÜYAP-15. İzmir Kitap Fuarı'ndaki Aydın ŞİMŞEK'in kolaylaştırıcı/yönetmen olarak bulunduğu söyleşide şair Şükrü ERBAŞ'ın konuşmaları sırasında tuttuğum kendi notlarımdan derledim.
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
AY ÇİÇEKLERİ
Yatağımı pencereye getirdim
Ay çiçekleri güneşe dönecek
Bahçelerden geldiğin için
Saksıdaki karanfil sallansa da
Ben üşümeyeceğim
İlkokul çocuklarının söylediği şarkı
Kırlara doğru uzaklaşıyor
O zaman annem izin vermezdi
Şimdi doktor kızıyor.
Delik delik ciğerim
Bu sabah ilk defadır
Kayısı ağaçlarına minnettar
Kayısı kokusunu bilecek
Ben sevineceğim
Ay çiçekleri sevinecek.
BERİN TAŞAN
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|