Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.766

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 5 Mayıs 2010 - Fincanın İçindekiler


  • NİSAN MAYIS AYLARI ... Erhan Tığlı
  • "ACI BİR KUŞ" ... Bertan Onaran
  • SUS... ... Ceyda Gamzeli
  • Varoluşçuluk Bir Anti-Hümanizmdir II ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Galibi penaltılar belirleyecek!..


    Merhabalar,

    Bir gün önce 327 ile yedikleri gole 337 ile cevap verince nasıl sevindi vekiller. Vekiller sevindi de asıllar ne hissetti bir sormak lazım. Memleketin kurucularından birine sövmekten medet uman başbakanlara mı üzülsün, yoksa aklıselim birkaç akepeli oyunu esirgedi diye "akepenin içine Ergenekon karıştı" manşeti atan yalaka medyaya mı gülsün? Yarın ne diyecekler merak ediyorum. "Ergenekon akepeyi teğet geçti!" deseler de katıla katıla bir gülsek.

    Bir insan, yeri gelir, basitleşir, şaşan şakülünü yerine oturtabilmek için türlü dolaplar çevirebilir, hatta ihanet bile edebilir, ama memleketin başbakanı olarak o koltuğu taht eyleyen zat-ı muhterem, beyni ile ağzının koordinasyonunu sağlamakla mükelleftir. Öleli kırk yıl olmuş bir kahramanı diline dolama cüretini gösterirse, kendisine daha onbeş yıl önce yediği herzeler hatırlatıldığında, "Değiştim." deme şansını kaybeder. İkinci Dünya savaşına girmeyelim diye çırpınan, yedi düvelin kırıldığı bir dönemde, eldekileri eşit kullanalım diye karneye bağlayan bir adamı Meclis kürsüsünde "Karneci" diye ağzına almak yakışıyor mu sana ey Tayyip Efendi? Bir meczubun dizinin dibinde oturup, bu memleketin temeline kibrit suyu dökmeyi planladığın dönemlerden bahsedildiğinde nevrin dönüyor, feleğini şaşırıyorsun ama bu memleketi Lozan'da çizdiği sınırlarla belirleyen bir büyük adamdan "Hitler" diye bahsetmekte bir behis görmüyorsun. Ayıp olmuyor mu Tayyip Bey? Sandığın gibi, ayıp sadece yorgan altında olmuyor, bazen Meclis kürsüsüne de çıkıyor işte. Allah, başta sana, metin yazarlarına, akıl hocalarına, izan versin, yetti be artık.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      NİSAN MAYIS AYLARI

    GEVŞER GÖNÜL YAYLARI

    Nisan mayıs ayları: Doludizgin koşar doğaya mutluluğun doru tayları
    Nisan mayıs ayları: Coşar ırmaklar, taşar duygular, çiçeklerin kokuları
               Kendilerinden geçirir bayanları bayları
    Nisan mayıs ayları: Unutulur mu hiç balkonda sevgiliyle içilen
               Akşam çayları
    Nisan mayıs ayları: Aman bozulmasın, dikkat! Mutluluk treninin rayları
    Nisan mayıs ayları: Erdemli kişilerin niye hep dert, çile oluyor payları
    Nisan mayıs ayları: Ateş bacayı sarar, daha da çoğalır gönül olayları
    Nisan mayıs ayları: İki gönlün bir olduğu kulübeyi şenlendirir
               Harabeye çevirir aşksız meşksiz sarayları
    Nisan mayıs ayları: Sıcaklığı uyuşturur kafaları, zorlaştırır kolaylıkları
    Nisan mayıs ayları: Zevk meclisine kadeh eder doğada gezip dolaşanları

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      "ACI BİR KUŞ"

    Ozan Zeynep Uzunbay'ı tanıdığınızı sanmam, çünkü yurdumuz, dünya o kadar karıştırıldı ki, oturup yürek erinciyle şiir okumaya hiçbirimizin vakti yok; Zeynep'se bu toprağın yetiştirdiği en duyarlı, en soylu ozanlardan biri. Ama artık sesi soluğu kesik.

    KİM?

    Otu çektim köküne baktım
    Eğilip toprağa baktım
    Dönüp anneme baktım
    Benim büyükbüyükbüyük
    En büyükanmem?


    Bu yalın, akılcı dizeler onun; daha hiçbir yerde okur önüne çıkmadı, çıkamadı.

    Birkaç yıl önce kendi yaşamından yola çıkıp evrensel düş dünyasında özgürce dolaştığı bir roman yazmıştı: Acı Bir Kuş.

    Ortak dostumuz, Papirüs yayınlarının yaratıcısı Oktay Şimşek basacaktı, ama küresel saldırı aman vermedi, parasızlıktan, okursuzluktan basamadı. O arada birkaç başka yayınevi aday oldu kitabı gün ışığına çıkarmaya; sonunda Demokritos bu güzel işi yerine getirmeyi İzmir'li İlya Yayınevi'ne bıraktı.

    Az önce kargodan çıkageldi kitap;Sevim Korkmaz Dinç'in genel yayın yönetmenliğini yaptığı kitabevinin 220. kitabı olarak basılmış.

    Kitabın başına Thomas Bernhard'tan şu alıntıyı koymuş Zeynep:

    "Çocukluk hâlâ bir köpek gibi eşlik ediyor bana; hani bir zamanlar neşeli bir yol arkadaşı olan, elinizde ölmesin diye, şimdi bakmak, kırıklarını sarmak, binlerce ilâç vermek zorunda kaldığınız bir köpek gibi."

    Zeyneyçim de, paranın ve sözünoma ona yön veren, hem de sahip olan (?) erkeklerin egemen olduklarını sandıkları dünyamızda, duyarlı bir kız olarak, daha küçük yaşta tanımış başkaldırıyı; ama sevgili Ruhi Su'nun şu dizelerinde dediği gibi:

    Bir sesim vardı benim
    Bin sesim olsa n'olacak?
    Çocukların sesiyle adam asılmaz


    dı; dolayısıyla Zeynep'e kalan, suskun, acı gülmeceydi; öznesi hem kendisi, hem bütün dünya olan bir gülmece.

    Bir vuruşta bu amansız, acımasız erkek egemen yapıyı yıkamazdı elbet, ancak bir makasta uzun kara saçlarını kesip hamam sobasının yanındaki kovaya atabilirdi; o da öyle yapmış.

    Şimdi de romandan kısa bir alıntı size:

    "Sarkık bıyıklı karartı:
    - Senin adın ne?
    - Turna gül.
    - Suçun ne?
    - Benim suçum yok.
    - Niye buradasın?!
    - Bilmiyorum.
    - Seni camiden mi getirdiler ..mın kızı!"

    Gürültüyle kapandı pencere.

    Bomboşum. Kollarım, bacaklarım, parmaklarımın içi bomboş. Tenim inceldi, kurudu, gerildi. Sadece "..mın kızı,..mın kızı!" yankılanıyor içimde. Annem sözcüğünün içini deşti, geriye "..m"bıraktı sarkık bıyıklı karartı. Savrulan n'leri, e'yi boşluktan alıp dudaklarımın arasındaki a ile m'nin arasına koydum: Annem! Cami'yi de karşı duvara astım bir güzel. C'si, i'si düşüp duruyor. İşaret parmaklarımla bastırıp başımı duvara dayadım. Titreyen bacaklarımın arasından doğuşumu, sıfır yaşımı izlerken kardeş yaşlarımı sayıp durdum: Sıfır,Üç, Altı, Dokuz, On iki, Sıfır, Üç, Altı, Dokuz, On iki…

    Şiirle düzyazının iç içe geçtiği bu güzelim yapıtı armağan edin kendinize, sevdiklerinize.

    Onu basma bilgeliğini gösterenlere yürekten alkış.

    Bertan Onaran
    bertanonaran@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ceyda Gamzeli


    SUS...

    yüzüm yitik benim sevdiğim... sana gelene kadar rastladığım hastalıklı sevdalarda yitirdim ben yüzümü... milim milim kaybettim... günden güne...

    aynalara her bakışımda biraz daha eksiktim... biraz daha yitik ve biraz daha suskun...

    benim ki de böyle bir hikaye işte... insanı çıldırtacak kadar sessiz... çığlıklarım kulağı sağır edecek kadar suskun... sükunetime kızma, zamanında çok haykırdım aslında.. ama biri beni duyana kadar, sesimi de yitirdim hesapsız susmalarda....

    biraz dilsiz, biraz kayıp yürüyorum şimdi, yalpalaya yalpalaya...
    hiç bir adımım iz bırakmıyor ardımda.... ve hiç bir yol ayrımı benim değil... ya da bütün yollar benim.. bilmiyorum...
    bu pervasız yolculuk beni nereye götürür bilmiyorum... bu kimliksiz susmalar nereye varır bilmiyorum...

    yüzüm gibi aklımı da yitirsem diyorum... hem belki aklımı yitirince dilim çözülür yeniden... "delidir" der geçer birileri... öylesi daha mı iyi ne? deli mi olmalı şu dünyada?
    sükuneti marifet bilmemek için deli mi olmak lazım? ne varsa dilinin ucunda söylemek, yıllardır onca kahpeliğe biriktirdiğin irini akıtmak için deli mi olmak lazım?
    hem o irinle yaşıyoruz da ne oluyoki sevgili? "asalet bizde kalsın"larla geçen bir ömrün asaleti yetiyor mu yitip giden yüzümüzü, kaybolan ömrümüzü geri vermeye?

    hani senin yüzün sevgili? hani benim yüzüm? bize ne yapmışlar böyle?

    sen hangi dünyalık sevdada yitirdin yüzünü bana gelene kadar?
    söyle, tam yeniden bulmuşken, hangi şuursuz sevda uğruna harcadın sen de benim yüzümü?
    hangi hesaplaşmalarda harcadık yoktan yere sesimizi? bu suskunluk hangi kavgadan kalma? hangi günahlarda yitirdik masumiyetimizi?
    ve nasıl kirlendik biz bu kadar sevgili?

    ya da en iyisimi, hiç bir şey söyleme, sen de sus alabildiğine...
    gün olur da kaybettiğin yüzünü bulursan, ve kurtulursan o dipsiz karanlığından, yolumu aydınlat benim de..
    ama şimdi sus...
    sahipsiz bırakılmış cümlelerden ve içi boş hayallerden öyle yorgunum ki... ne olur sus...

    Ceyda Gamzeli
    cydgmzli@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Kahveci : Alkım Saygın


      Varoluşçuluk Bir Anti-Hümanizmdir II

    Önceki bölümde ana hatlarıyla serimlemeye çalıştığımız görüşleriyle Sartre, insanın "varoluşsal yalnızlık"a mahkûm, kendi başına karar vermek ve sorumluluklarının gereğini yine kendi başına yerine getirmek zorunda olan, "değişmez" bir kimlik ve kişilikten uzak, davranışları bütünüyle olumsal olan, "olması gerekenler"i kendisi belirleyen ve bu nedenle hiçbir zaman neyin doğru, neyin yanlış olduğuna tam karar veremeyen, bu belirsizlik durumunu "bunaltı yaşantısı" içinde yine kendi başına yaşamak zorunda olan bir varlık olduğunu savunur.

    Ve böyle bir insan görüşü, insan ilişkilerini de kaçınılmaz olarak "güvensizlik", "vefâsızlık", "öngörülemezlik", vb. duygu ve durumlara mahkûm eder. Nitekim, varoluşçu öznenin bu mahkûmiyeti, başkalarıyla bir araya gelme ve ortak bir irâde sergileme, dünyâyı daha yaşanılabilir bir her hâline getirme çabalarını bütünüyle sekteye uğratır. Ancak, bu çaba ortaya konmadıkça özgürlüğün de bir anlamı yoktur; özgürlük, bir yönüyle kişinin kendi "varoluşsal zorunluluğu" olduğu gibi, aynı zamanda da "toplumsal varoluş"un genel çerçevesini belirler. Özgürlüğe, yalnızca kişinin kendi varoluşundan hareketle yaklaşmak, özgürlüğü "parçalanmış kimlikler" içinde duyumsanan psikolojik bir mefhum hâline getirir.

    Oysa, Sartre'ın "varoluşsal zorunluluk" olarak konumlandırdığı özgürlük, aynı zamanda da etik ve siyasî bir irâdedir ve insan, özgürlüğünü dâimâ maddî-toplumsal ilişkileri içinde; yâni kendisiyle, doğayla ve toplumla olan ilişkileri içinde duyumsar. Ve özgürlük, kendimizle olan ilişkimizden çok, başkalarıyla ilişkilerimizde açığa çıkar. Fakat özgürlük, varoluşçu özne için paranoik ve şizofrenik bir duygu ve durumdur ve bu özne, başkalarıyla ortak bir etik ve siyasî irâde ortaya koymayı başaramaz.

    Bu bakımdan, Sartre'ın şu sözleri, üzerinde dikkatle düşünmeyi gerektirmektedir: "Bir partinin birliğine ve buyrultusuna güvenmek, tıpkı trenin raydan çıkmayacağına ya da tramvayın tam vaktinde geleceğine güvenmek gibidir. Tanımadığım kimselere güvenemem elbette; topluma esenliği uğrunda onların gösterdiği insancıl iyilik ve yararlığa inanamam.

    Çünkü özgürdür kişioğlu ve üzerine yaslanabileceği bir insan doğası da yoktur. Sözgelimi, Rus devriminin ileride nereye varacağını bilemem. Bu devrim ille de işçilerin zaferini sağlayacaktır, diyemem. Ancak gördüklerimle sınırlandırmak zorundayım kendimi. Ben öldükten sonra, kavga arkadaşlarımın işimi ele alıp en yüksek noktasına ulaştıracaklarını kestiremem, onlara bu konuda şimdiden bel bağlayamam.

    İnsanlar özgürdür, çünkü yarın ne yapacaklarına özgürce kendileri karar verirler. Olur ya, bakarsınız, ben göçüp gittikten sonra faşizmi kurmaya bile kalkışırlar. Üstelik, birtakım ödlek ve gevşek kimseler de buna göz yumarlar. Bizim için bunca iğrenç olan faşizm, o zaman insancıl bir gerçeklik hâline gelir." (syf: 44-5)

    İmdi, Sartre'ın bu sözleri, özgürlüğü paranoik ve şizofrenik biçimde konumlandırışından dolayı, insanlık ideallerinden ve insanlık târihine yön vermiş "özgürlük mücâdeleleri"nin zemininden bütünüyle uzaktır. Varoluşçu özne, büyük bir güvensizlik ve teslîmiyet içindedir ve daha da korkunç olanı şu ki Sartre, "birtakım ödlek ve gevşek kimselerin göz yumması hâlinde", faşizmin bile "insancıl gerçeklik"(!) hâline gelebileceğini söylemekten çekinmemiştir.

    Kezâ, Sartre ve varoluşçu özne, kendisini ve başkalarını var eden maddî-toplumsal ilişkilerden bütünüyle kopmuşlardır. Olgu ve olayları bu bağlamlar içinde düşünmek yerine, "sonsuzluk sarhoşu" bu görüş ve eleştirileriyle, insanın, ayaklarını sağlam bir biçimde yere basabilecekleri tüm koşulları ortadan kaldırırlar. Hâliyle, "özgürlük" ile "olumsallık", çoğu zaman ve özensizce birbirinin yerine kullanılır ve insanın toplumsal varoluşu içinde başkalarıyla birlikte sergilemesi gereken etik ve siyasî bir irâde olarak özgürlüğü değerden düşürürler, bunu da "insanın varoluşsal özgürlüğü" olarak ambalajlarlar.

    Nitekim, Sartre ve varoluşçu özne, insan eylemlerine yön verme iddiâsında olan tüm değerlendirme ölçütlerine karşı aynı tutum ve mesâfe içindedir. Zîrâ irâde, bilinç, akıl, vb. yetilerin "sonsuz"(!) olması karşısında insan eylemlerinin sonlu ve sınırlı olması, insan özgürlüğüne her ne kadar yer açıyormuş gibi görünse de aslında bu, özgürlüğün maddî-toplumsal ilişkilerle bağının kopartılmasıyla eş anlamlıdır ve bu kopuş, tüm değerlendirme ölçütlerini de bir ve aynı değerde konumlandırmaya götürür.

    Hâlbuki, insan irâdesi, bilinci, aklı, vb. bilme yetileri, varolan maddî-toplumsal ilişkilerin kuşatımı altındadır. Ancak bu yetiler, dış dünyânın bir "ayna tasarımı" değil, aynı zamanda da onu biçimlendiren bir "çekiç" görevi görürler. İnsanın bu yetilerine ilişkin olarak "sonsuzluk" biçiminde duyumsadığı şey ise bu iki temel özellik bakımından ayrı ayrı düşünülmelidir. Çünkü bu yetilerimiz, bir yönüyle, bir "ayna tasarımı" olmak bakımından "olanlar"la ilgilenirken, öbür yönüyle, onları biçimlendiren bir "çekiç" olmak bakımından "olması gerekenler"le ilgilenir. Hâliyle, "olanlar"ın sonsuzluğu ile "olması gerekenler"in sonsuzluğu birbirinden farklıdır.

    "Olanlar"ın sonsuzluğu, onları var eden maddî-toplumsal ilişkilerin bütününde karşılığını bulur. "Olması gerekenler"in sonsuzluğu ise bu ilişkileri düzeltme ve geliştirme yollarına ilişkin bir sonsuzluktur. Ve bu her iki sonsuzluk da yine bilme yetilerinin sınırlarına içkindir; her insan, bu iki sonsuzluk karşısında, kendi olanaklı sınırları içinde, tüm gerçekliğin ancak belirli bir kısmına ulaşabilir. Dolayısıyla, benim kendi bilincimde kurduğum "sonsuz" ile başkasının kendi bilincinde kurduğu "sonsuz" birbirini tamamlar.

    İmdi, kişi "yalnız başına bırakıldığında", aslında kendi kaderine ve kendi bilinç ve diğer bilme yetilerinin eline terk edilmiş olur ve tüm yaşamı, kendisinin görüp dokunabildikleriyle sınırlı kalır. Zâten, Sartre da böyle söylemiyor muydu: "Ancak gördüklerimle sınırlandırmak zorundayım kendimi." (syf: 44) Hâlbuki, bilme yetilerimizin "sonsuzluk"uyla ilgili olarak yaptığımız bu çözümleme, bizi bu sonuçların bütünüyle tersine ulaştırmaktadır. Varoluşçu öznenin bu yalnızlık duygusu ise bu etik ve siyasî irâdenin ortadan kaybolmasına ve sonuç olarak insanın, egemen güçlerin baskı ve tahakkümünü kabul etmek zorunda bırakılmasına yol açar.

    Oysa Sartre, yine de şöyle söylemekten çekinmez: "Çıkış yerimiz, bireyin öznelliğidir gerçi; ama bunun nedenleri baştan aşağı felsefedir. Burjuva olduğumuz için değil, gerçeğe yaslanan bir öğreti istediğimiz için böyle düşünüyoruz. Güzel, umutlu, ama temelsiz kuramları sevdiğimiz için değil, gerçeğe dayanan bir öğreti istediğimiz için böyle düşünüyoruz." (syf: 49) Fakat Sartre, "gerçeklik" konusunda ikircimlidir. Ve hem "gerçeklik"in ne olduğunun bilinemeyeceğini; çünkü gerçekliğin "olumsal" olduğunu, ona ilişkin hiçbir "kesin" hükme varılamayacağını söylemek, hem de "gerçeklik temelli" bir "felsefe" geliştirmeye çalışmak ise kişiyi, gerek kendisine, gerekse de başkalarına karşı bütünüyle "güvenilmez" hâle getirmektedir.

    Kaldı ki, Sartre'ın yaşamında da bu güvenilmezliği gösteren yığınla örnek vardır. Hayâtının bir dönemini Amerikan hayranlığıyla, bir dönemini Sovyet hayranlığıyla, bir dönemini Üçüncü Dünyâcılıkla geçirmiştir. Bir taraftan siyasî mücâdeleleri reddetmiş, bir taraftan da Che'yle görüşmekten, ona destek veriyor görünmekten çekinmemiştir. Tüm insanlık değerlerini yadsıdığı hâlde, Russell'la birlikte "insanlık mahkemesi"nde ABD'yi, Vietnam Savaşı sırasında işlediği "insanlık suçları"ndan dolayı mahkûm etmiştir. Ve daha nice tutarsızlıklar…

    Görünen o ki, Sartre ve varoluşçular, gerek kendi şahıslarında, gerekse de öğretilerinde öznelliklerini, bir tür "rüzgârgülü" olarak değerlendirmişler; rüzgâr nereden esiyorsa oraya yönelmişlerdir. Rüzgârın nereden, niçin estiğine, estirildiğine bakmaksızın, bu rüzgâr karşısında fırıldak çevirmişlerdir. Çünkü öğretilerindeki tutarsızlık ve boşluklar, bundan başkasına izin vermezdi. Nitekim, iki dünyâ savaşı arasındaki dönemde insanlığa yönelik büyük "hayâl kırıklıkları" sırasında, Varlık ve Hiçlik'le Sartre, başkalarıyla ortak bir etik ve siyasî bir irâde sergilemekten uzak durmuş, İkinci Dünyâ Savaşı'ndan sonra Üçüncü Dünyâcılık güçlenmeye başlayınca, Che'ye ve diğer birtakım "özgürlük mücâdeleleri"ne "uzaktan" destek vermiş, Vietnam Savaşı nedeniyle tüm dünyâda anti-Amerikanizm güçlenince "insanlık mahkemesi" işine girişmiştir.

    İmdi, varoluşçu öznenin gerek kendisine, gerekse de doğaya ve topluma yabancılaşmasının ifâdesi olan "varoluşsal zorunluluk olarak özgürlük" görüşü, aslında insanlık ideallerine yönelik bir güvensizliği ve bunun sonucunda da egemen güçlere karşı korkunç bir teslîmiyeti yansıtmaktadır. Oysa, Sartre ve varoluşçular, bu güvensizlik ve teslîmiyet içinde öznenin öznelliğinden, tüm insanlığa karşı sorumlu bir öznelilik türetmeye çalışırlar. Fakat, başkalarıyla ortak bir etik ve siyasî irâde sergilemeye sıra gelince, bu güvensizlik ve teslîmiyet apaçık biçimde açığa çıkar. "Tüm değerlendirme ölçütleri" konusunda sergiledikleri bu tutum nedeniyle boşluğa; hiçlik/değersizlik yaşantısına çakılı kalırlar.

    Dahası, bu "tüm insanlık" vurgusu da varoluşçuluğu kendi içinde bir kısırdöngüye mahkûm bırakır. İnsan, hem "gördükleriyle kendisini sınırlar", hem de göremediği bu "tüm insanlık"a karşı sorumluluk duyar ki, burada "sorumluluk" kavramı da mâsumiyetini yitirmektedir. Sartre'a göre, "İnsan kurulu bir durum içinde bulunur. Bu durum içinde hem kendisi bağlanır, hem de seçimiyle bütün insanlığı bağlar. Üstelik, seçmekten de kaçınamaz bir türlü. Ya hiç evlenmeyecektir; ya evlenecek, çocukları olmayacaktır; ya da hem evlenecek, hem de çocukları olacaktır. Kısacası, her ne yaparsa yapsın, bu sorun karşısında tümel bir sorumluluk yüklenmeden edemeyecektir." (syf: 55)

    Peki, bu "tümel sorumluluk", gerçekliğin bilinemezliği, ön görülemezliği, olumsallığı karşısında, kendi kendisini niçin ortadan kaldırmıyor? Nitekim varoluşçu özne, ancak kendi yaşamında, kendi başına, kendi yalnızlığı ve kendi biricikliliği içinde eylemlerini belirleme zorunluluğu içindeyse ve ancak kendi yaşamını ve sınırlı bir biçimde bilebiliyor ve yönlendirebiliyorsa, bu durumda, kendisi için seçtiği birşeyi, bütününde bakıldığında insanlık için seçmesi zâten mümkün değildir ki.

    Kezâ, varoluşçu özne için iyi ya da doğru olan birşeyin, başka bir özne için de iyi ya da doğru olması tamâmen olumsalsa, bu olumsallık, berâberinde bu sorumluluğu da ortadan kaldırmaktadır. Ve Sartre'ın bu cilâlı sözlerinin altını kazıdığımızda karşımıza çıkan güvensiz, kötümser, kimliksiz, kişiliksiz, vb. öznesi de tam olarak bu hâldedir. Varoluşçu özne, sorumluluklarını "bilir"(!) ama bu olumsallık nedeniyle bunları yerine getirmek için ne yapacağını "bilemezse", yaptıklarından da "emin olamazsa", sorumlulukları da zâten kendi kendisini ortadan kaldırır; geriye yalnızca bir "iyilik budalalılığı" kalır.

    Ne var ki, amaçsız ve hedefsiz bir biçimde, her önünde gelene "iyilik" yapan bir kimse, bütününde bakıldığında, varolan yapının olumlanmasını sağlar. Bu yapının sürdürülmesini, egemen güçler karşısında yenilginin "katlanılabilir hâle getirilmesi"ni, bu baskı ve tahakküm ilişkilerinin devâm ettirilebilmesini sağlar. Ve dahası, yaptığı şeyin "iyilik" olup olmadığını bile bilemez ki, varoluşçu özne, "saçmanın döngüsü"ne çakılı kalır. Aynaya bakar ama, aynada hiçbir şey görmez. Gördüklerinin ne olduğunu da bilemez, bildiklerini de anlatamaz ki varoluşçu özne, "nihilizmin bataklığı"nda debelenir durur.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    9 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BİZE GÖRE

    Aşk bize göre değil miydi
    Sen yoktun
    Yoktun gecede
    Doğan günde
    Anlatılan ve yaşananda
    Sen yoktun
    Aşk bize göre değil miydi

    Ahmet Yılmaz Tuncer

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Unutama Beni
    Esmeray









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100505.asp
    ISSN: 1303-8923
    5 Mayıs 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com