|
|
|
Editör'den : Alçaklığın farkına varın!.. |
İyi haftalar,
Seyrettiniz değil mi? Bir yolunu bulup görmüşsünüzdür mutlaka. Peki, ne düşündünüz? Kızdınız mı? Kızdıysanız, kime? Çekene mi, çekilene mi? Kiminiz öyle kiminiz böyle cevaplar vermiştir bu sorulara. Ama gelin, soru sormayı, önyargıları bir kenara bırakıp işin özüne dönelim birlikte.
İki farklı algılayış durumu söz konusu. Birincisi, "Aman hiç yakışıyor mu?" kolaycılığı, ikincisi, "Yatak odalarımıza kadar girdiler." duyarlılığı. Bizim gibi, güdümlü, kaderci, "benden gayri herkes ahlaksız" deyici toplumlarda birinci kolaycılık açık ara galip gelir kuşkunuz olmasın. Bunun doğal sonucu olarak ta, "özür dilesin", "derhal istifa etsin", "yuh yakışır mı bu yaşta adama" diyenler çoğunluktadır. Çok iyi kotarılmış bir belgesel gibi, hayatın doğal bir kesitini izlemiş birer namus kumkumasına dönüşülmesi kaçınılmazdır. Amma velakin kazın ayağının öyle olmadığını bilenler için durum ve algılama farklıdır. Evrensel hakların bilincine varmışlar ya da henüz varamayıp ama attıkları imza ile bu haklara layık olduklarını belgeleyenler için bu bir alçaklıktır. İki yetişkin insanın, böyle bir alçaklık olmasaydı, asla ortaya çıkmayacak bir birlikteliğini yargılamak hiç kimsenin haddi değildir. Evet, göz önünde olanların, siyasi sorumluluk taşıyanların özel alanları daha sınırlıdır diğerlerine göre ama bu sınır, her halükarda, yatak odası, banyo gibi mekanları mutlaka kapsar herhalde. Yapmasaydı, gerekli önlemi alsaydı demek başka, bu alçaklığı yapanların değirmenine su taşımak başkadır. İki olayı birbirinden ayıramadığımız sürece, haklarımızdan konuşmak, dinlenip görüntülendiğimizden yakınmak, fişlendiğimizden şikayetçi olmak imkansızdır.
Sekiz saniyede bir seks düşünebilen erkek yaratıklar olarak bir hemcinsimizi nefsine hakim olamamakla suçlamak komiktir. Bu olay karşında, yapılan izlemenin alçaklığını konuşmak yerine Baykal'ı yargılamak ayıptır. Yapılan bu pisliğin ceremesini ailecek fazlasıyla çeken taraflara ahlaki öğütler vererek, onları istifaya zorlamak, zaten istenileni gerçekleştirmekten başka birşey değildir. Ve, bir kere buna göz yumarsanız, yarın başınıza gelebileceklerden şikayet etme hakkınız kalmayacaktır.
Yapılması gereken, derhal bu alçaklığı yapanları bulmak ve adalete teslim etmektir. Günde iki kez doğru zamanı gösteren saati kullanmaya devam etmek yerine, bozuk olduğunu kabul edip tamir etmenin yollarını arayıp bulmak gerektir.
Baykal'ın CHP'nin başından ayrılmasının hayırlı olacağını, bu sayfada pekçok kereler dile getirdik ama böylesine bir alçaklıkla gidecekse, gitmemesi toplumun geleceği için en doğru olandır. Bunun ayırdına vardığımız gün de, insan hakkının ne olduğunu anladığımız gün olacaktır. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
ANNELER GÜNÜ
İlk gündü…
Gözgöze geldiğimiz an;yaşamımın ilk günü.
Hayatla tanıştığın ilk dakikalarda, hayatta tanıştığın ilk yüze bakarken, o masum ifadenle,benim bu ana kadar aciz yaşamış vücudum; var etmenin kudretiyle ve varlığımın devamının hürriyetiyle sarılıyorken…
Daha o an ifadeler, şekiller,hayata çizelen tüm tablolar siliniyordu bir yerlerde,
Anlamıştım;
Hiç birşey bir daha bu tabiat üstü anın ardında aynı olmayacaktı…
Sen öyle bayağılıktan,sıradanlıktan uzak, yaşama aciz ve bir o kadar aç,ve en önemlisi öyle benimdin ki
Biliyordum;
Bir gün yitirsem de bu içi bu dünya işi dolup taşmış belleğimi,yüreğim bu anı bulup çıkartır getirirdi seni…
Tuhaftı;
Yaradılışta hamuruna katılan o her hormonun uyumlu oynaşımda bir kadın,bir sıfata bürünüp kaybolabiliyordu,bir an da sorgusuz sualsiz anne olabiliyordu….
Şimdileri hala yediğimi merak eden annemin anlamsız gelen telaşelerini ,o gece sabaha dek damlasını dualarla çağırdığım kutsal süt ile seni beslerken anımsadım,durdum düşündüm duraksadım…
Bu güdü ile ben de kırk yaşına vardığında bile boğazından geçeni sorgulayacaktım…
Şimdi gerçekten bana tutunacak bir dal uzatıyordu kainat,
Al diyordu egolarından arın,işte anne diyordu iki çift gözbebeği,artık göğsünün her iki yanında sıcacık başımla ben varım….
Belirginleşiyor muydu yoksa belirsizleşiyor muydu bilemiyorum çizgiler ömrün rootunda, ne şimdi daha önce ne şimdi daha sonra…
Daha da önemlisi ne manalıydı senden önce ve senden sonra ?
Ve açılıyordu ruhumun tüm hücreleri akşamı bekleyemeyen sefalar gibi, dökülüyordu dişiliğimin tüm çiçekleri.
Çoğalıyordu gözyaşlarım, derinleşiyordu inanışlarım, çabuklaşıyordu uyanışlarım,azalan dargınlıklarım,çok daha uzağı görüyordu bakışlarım.
Dahası ,dahası ve dahası ile değişiyordum.
Zaman alıp başını gidiyordu önden, ardında sen ve en arkada ben …
Sen güneşlere gülen, başı daima gökyüzüne dönen bir gündöndü tarlası gibiydin…
Boy veriyor,serpilip dökülüyordun her yeni güne
Küçücük ellerinle kocaman zamanları avuçluyor, minicik gözlerine büyük manzaraları sığdırıyordun…
Ve en hassas hücrelerime dokunuyordun dört başı mahmur hallerinle…
Bir gün baharlar ,bir gün sabaha uyanan ilk ışıklar, bir başka gün koynumda cennetten kokular oluyordun…
Ben teslimiyetin keyfinde, ama tuhaf bir özgürlüğün kanatları üzerinde, melek oluyordum bulutların ardında bi yerde…
Tüm bunları yapabilecek ve aynı zamanda bu ahir zamanda var olabilecek tek şeydin…
Sen benim en dünya üstü hayallerimin verdiği sarhoşlukla daldığım uykumda,görülen gerçekleşmesi imkansız rüyaların hazzı idin…
Her şeyin özü,yaşamımın son sözüydün…
Hiç kimseye lüzum yok kutlamak için kendimi,önce sen gibi bir muazzamlığın annesi olduğum için yine kendimden başka…
Bugün Anneler Günü ….
Kutlum olsun….İyiki benim oğlumsun….
Annen…
Ebru Başköylü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Sağlam Evrim-Bilim-Siyaset İlişkisi |
|
Öncelikle şunun altını çizmekte büyük yarar var; bu ülkede hiç kimsenin halkın inançları ile bir alacağı-vereceği yoktur. Herkes inançlarının gereğini yapmada özgürdür ve bu özgürlük Anayasa ile güvence altındadır. Halkımızın sıradan inançları ile egemenlerin inançlarını birbirinden özenle ayırarak konuşmak, düşünmek zorunluluğu vardır.
Fakat... Nasıl devlet denilen şey yönetimin tekelleşmesi ise; nasıl ordu denilen şey silahın tekelleşmesi ise; din denilen şey de inancın tekelleşmesi oldu!!! Devletler kurulmadan önce binlerce din vardı, herkes farklı bir şeye inanıyor, tapınıyordu; fakat devlet denen şey ortaya çıkınca, dediler ki bundan sonra din artık budur ve herkes de ritüelleri ve kuralları bizce oluşturulan bu dine inanacaktır. Böylece din de tekelleşip devletlerin istediği biçime sokuldu.
Tekelleşmiş dinin dayatmaları her devirde her coğrafyada halka büyük eziyetler çektirdi; Avrupa Engizisyonu döneminde ise işkencelere ve katliamlara kadar götürüldü o baskılar.
Fakat bizim halkımız bilgedir, inançlarında rasyonel davranmayı doğal olarak bilir. Çocuğunu sınava yollarken "Allah zihin açıklığı versin!" der; ama işi yine de Allah'a bırakmadan, çocuğunun karnını doyurur, cebine üzümünü, çantasına suyunu, elmasını koyar, öylece sınava yollar. Yani bilimsel akılcılık ne gerektiriyorsa yapar. "İşimiz Allah'a kaldı!" derken de zaten, işini kendisinin yapıp kotarması gerektiğini söyler.
Bizim halkımız kendisine bilimi, akılcılığı, aydınlık düşünceyi verdiğiniz zaman, onları alır, kabul eder. Bazen geçici olarak safsatalara eğilim gösterse de, uzun erimde gerçeği görünce gerçekliğe döner, ona inanır. Örneğin, Gölcük depreminde dendi ki, işte bu deprem mini etek giyildiği için filan oldu!.. Bu konuşuldu, tartışıldı; fakat ne zaman bilim insanları çıkıp depremin sebeplerini, fay hatlarının kırılmasını vs. anlattılar, herkes safsatayı bırakıp deprem uzmanı kesildi, değil mi?!
Öyleyse, halkımız nasıl ki aydınlık bir rejimi 87 sene önce aldı, kabul etti; şimdi de kendisine bilimin ışığı gösterilince kabul edecek, onu benimseyecektir. Çünkü halkımız az okuyor olsa da, bu toprakların onlara kazandırdığı bir bilgeliğe sahiptir. Biz de karınca kararınca, gücümüz yettiğince "Bilim ve Gelecek Dergisi"nde bunu yapmaya çalışıyoruz. Ama bu çalışma çok daha büyük bir hareket hâline dönüşmelidir.
Evrim Kuramı'na karşı çıkıp Yaradılış Efsanesi'ni öne sürenler dahi savlarını bilim üzerinden geliştiriyorlar. Fakat çok büyük bir hataya düştüklerinin farkında değiller. Örneğin, "Büyük Patlama "Big-Bang" teorisi Kuranıkerim'de var diyorlar. Peki ya bu teori kanıtlanmaz ve çürütülürse, yerine evrenin başka bir oluşumla ortaya çıktığı kanıtlanırsa ne olacak? Kuran yalancı mı olacak?..
Halkı hurafelerle baskılayan öylesine yanlış propagandalar yapılıyor ki, bunların karşısına artık evrim kuramı ile çıkmak yetmiyor, devrimi de anlatmak lazım. Çünkü artık bu toplumun bir toplumsal aydınlanma atağına gereksinimi var. Savunmada kalmanın vakti geçmiştir. Dinamik bir aydınlanma çizgisi yakalamak gerekiyor. Bu da insanların toplumsal hareketlere katılımı ve teker teker aydınlanması ile mümkün olabilir.
Bilimin saygınlığı son derece yüksektir. Evrime inanmayan bilim insanı neredeyse kalmadı, biz hâlâ tersini kanıtlamaya çalışıyoruz. Evrimi bugün dahi görmek mümkün... Sars hastalığı Kuş Gribi'ne, Kuş Gribi ise Domuz Gribi'ne evriliyor; çünkü virüslerin ömrü çok kısa ve kendini çoğaltmadan önce bir aşıya karşı evrimleşerek yeni bir türe dönüşüyor. Hücre, canlılar, doğa, dünya, evren... her şey bir değişim-dönüşüm ve evrim içindedir.
Nasıl ki futbol elle oynanmazsa, bilim de dogmalarla yapılmaz. Bilimsel kuramlara vahiyle, hadisle yanıt verilemez. Tartışmalarda bunu yapanlara hemen kırmızı kart gösterip oyun dışına çıkarmak gerekir. Bilim dünya işi, inanç vicdan işidir... Mustafa Kemal Atatürk de "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." dedi ve bilimle aydınlanmış bir Cumhuriyet emanet etti bizlere.
Siyasetçiler ve burjuva halkın dini duygularını her zaman kullanmışlardır. Napolyon dahi barış zamanında devleti yönetirken "Para para para!" diyor; savaşırken "Allah Allah Allah!" diyordu. Bugüne baktığımızda ise o dönem daha ilerici görünüyor; çünkü dünyadaki hâkim sistem laikliği değiştirip halkları din üzerinden baskılamaya çalışıyor. Öyleyse bilimsel düşünce toplumsallaşmak zorundadır. Karpuz satana ve kerpiç evlere kadar bilimsel gerçekleri anlatmalıyız. İşte Köy Enstitüleri bunu gerçekleştirecekti; ama önünü kestiler.
Cumhuriyetin kurulduğu dönemde Hilafet kaldırıldı; ama cami kapanmadı, çünkü laiklik halkın inançlarına saygılıydı ve aslında egemenlerin dinini kaldırıp halkın dinini özgürce yaşamasını sağlamıştı. Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin; Tekel İşçilerinin Allah'ı ile Tayyip Erdoğan'ın Allah'ı aynı mıdır? Egemenlerin Allah'ı savaşır ve savaştırır, halk ise huzur, esenlik ve barış ister. Toplumcu insanların da halkın dini inançları ile hiçbir sorunu olmaz, olamaz. Fakat halkı egemenlerin din sömürüsünden kurtarmak için onlara bilimsel gerçekleri anlatmalıyız. Bizim de yapmakta olduğumuz budur ve aldığımız mesafe de az değildir.
Dip not: Bu yazıyı 24 Nisan 2010 tarihinde TÜYAP - 15. İzmir Kitap Fuarı'nda "Bilim ve Gelecek Dergisi"nin ( http://www.bilimvegelecek.com.tr/ ) düzenlediği konferansta -Ender HELVACIOĞLU'nun bir saatlik konuşması sırasında- tuttuğum notlardan derledim.
Günün Sözü: Elle futbol oynanmayacağı gibi, Evrim Kuramı ile Yaradılış Efsanesi de karşılıklı tartıştırılamaz; çünkü taraflardan biri bilimsel akılcılık, diğeri dogmatik inançtır.
Mehmet Sağlam mehmetttsaglam@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Sahipli Sahipsiz Türkiye |
|
PKK cesaretlendi,
Şehit haberlerine ülke alıştırıldı,
Şehit düşen asker sayıları maç skoru olarak algılatıldı,
Sözde demokratik Kürt açılımı ile bölge dünden daha karmaşık hale getirildi,
Ve bugün gelinen noktada ülke sahipsiz gibi, her benim diyenin babasının çiftliği gibi at koşturduğu, hırsızın, tecavüzcünün, iftiracının, dincinin, şeyhlerin, dervişlerin, Osmanlı Padişahı sevdalılarının cenneti oldu.
10 Kasım 2009 tarihinde Kürt açılımına ilişkin ön görüşme yapılmıştı. Ne yurtseverlerin tepkileri dikkate alınmış ne de Ulu Önder'in ölüm yıldönümü durdurmuştu. TBMM çatısı altında bulunmayı borçlu olduğu kişiye sırf bu nedenden dolayı dahi saygı gösterilmemişti.
PKK o gün bugün muhatap alınmasının verdiği güçle açıkça meydan okumaya devam ediyor. Bugün Dağlıca'da şehit düşen asker sayımız "3"… Nisan sonundan bugüne kadar ise 13 asker şehit düştü, 12 asker yaralandı. Yine yüreklere ateş düştü, yine öksüz evlatlar geride kaldı.
(…) Acı Bilanço
8 Mayıs / Hakkâri Yüksekova'da 1 Çavuş şehit
8 Mayıs / Irak sınırında 1 Er şehit
7 Mayıs / Hakkâri Dağlıca'da 2 Komanda Uzman Erbaş şehit
4 Mayıs / Mardin Dargeçit'te 1 Er yaralandı
3 Mayıs / Şırnak Cizre'de Uzman Çavuş, eşi, 2 çocuğu ve yoldan geçen 1 vatandaş yaralandı
1 Mayıs / Diyarbakır Lice'de 1 Subay şehit
30 Nisan / Tunceli Nazimiye Sarıyayla Karakolu'nda 1 Astsubay, 1 Uzman Jandarma Çavuş, 2 Er şehit, 1 Astsubay ve 6 er yaralı
30 Nisan / Hakkâri Çukurca'da 1 Er şehit
27 Nisan / Hakkâri Şemdinli'de 1 Uzman Çavuş şehit, 1 Er şehit, 2 Er yaralı…
Hürriyet (…)
Madem PKK Terör Örgütü ile uzlaşıldı, bu saldırılar niye?
Yok, uzlaşma olmadı ise Mecliste neden konu edildi?
Tüm bunlar teröre çözüm bulmak için ise ordunun eli kolu neden bağlandı?
Tüm bu soruları yine cevabını alamayacağımızı bilerek soruyoruz, umut işte.
Bu ülkenin gündemi şimdilerde CHP Lideri Deniz Baykal'ın özel hayatına yapılan tecavüzle çalkalanıyor.
Sanki dört koldan "kuşatma" altına alınmış bir halde Türkiye. Deniz Baykal nezdinde CHP'ye açıkça saldırılmaktadır. Bu şimdilik ayağa sıkılan kurşun akıllı ol mesajı ile sindirme politikasıdır. Deniz Baykal'a yapılan çirkin saldırılar gibi benzeri olaylar birçok siyasetçi ve işadamına yapılıyor. İşi artık bel altına indiren, ahlakı bir yana bırakıp siyaseti bırakın insanlığa sığmayan bir üslupla servis ediyorlar. Telefonlar, kapılar dinleniyor, insanlar yatak odalarına kadar gözetleniyor bunun adına da rekabet veya siyaset deniyor.
Seçeneğin olmadığı yerde seçimden söz edilemeyeceği kimsenin umurunda değil anlaşılan.
Yapılan bu ahlaksız savaş ile kazanılması planlan zafer kime kimlere ait bilinmez. Ama masaya yumruğunu vuracak bu gidişata dur diyecek siyasetçi arasak da bulamayacağımızı biliyoruz.
***
Bu ülkenin huzurunu, refahını, güvenliğini sağlamakla sorumlu İktidar sahipleri açılımı öncelikle kendi aralarında yapıp bu ülkenin sorunlarını köklü olarak çözmeye çalışsalar çok daha yararlı olacaktır.
Sahipli Sahipsiz bir Ülke konumundan da böylece kurtulmuş oluruz dosta düşmana karşı.
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Emperyalizmin Târihsel Kabuk Değişimi Üzerine I |
|
İkinci Dünyâ Savaşı'ndan sonra Batı emperyalizmi, kendisine "insan haklarına dayalı"(!) yeni bir ekonomik ve siyasî sistem inşâ etti. Bu sistem, "insan hak ve özgürlükleri" söylemi üzerinden tanımlı özel bir dille kurulmuştu ve bu dil, bugün de demokratik siyasî yaşamın merkezinde yer almaktadır. Değişik toplumsal kesimlerden kim, ne zaman, ne söyleyecek olursa, "insan hakları" nosyonuna atıf yapmadan konuşamaz hâle gelmiştir.
Oysa, bu dilin bizzat kendisi Batı emperyalizminin ürünü olduğu için, bu dili bilerek ya da bilmeden kim konuşursa konuşsun, Batı emperyalizminin dümenine su taşımaktadır. Bu dili bir baskı aracı olarak kullanan uluslararası oligarşi ise Batı emperyalizminin lehine olacak şekilde hedef ülkelerin iç işlerine ve özellikle de ekonomisine müdahale etmek, tüm pazarın kontrolünü savaşa gerek kalmaksızın ele geçirmek amacındadır.
Hâl böyleyken, özellikle de şu son zamanlarda "insan hakları" nosyonu, bu uluslararası oligarşinin alt-yapı ile üst-yapı arasındaki diyalektik rolünden bağımsız olarak ele alınmak istenmekte ve bu oligarşinin emperyalist nitelikli tasarruflarına değişik birtakım kılıflar uydurulmaktadır. Ve Üçüncü Dünyâ Ülkeleri'ni sarıp sarmalayan bu fanustan; yarattıkları bu dilden kurtulmanın olanaklı tek yolu vardır ki, bu da fanusun bütünüyle kırılmasıdır ve bunun için devrimci bir örgütlenme, devrimci bir iktidâr gerekmektedir.
İmdi, İkinci Dünyâ Savaşı'ndan sonra emperyalizm, önemli bir yol ayrımına gelmiş ve klasik emperyalizmden farklı bir olgu ortaya çıkmıştır. Nitekim emperyalizm, kapitalizm aşamasını tamamlamış bir devletin yeni pazarlar ve daha ucuz hammadde ve işgücü ihtiyâcının sonucu olarak, bir başka devleti ekonomik, siyasî, kültürel ve askerî bakımdan tahakküm altına almasıdır ve klasik emperyalizmin son aşamasını savaş olgusu oluşturur.
Bu bakımdan, Birinci Dünyâ Savaşı, ekonomik gelişmesini tamamlayamamış devletlerin sömürgeler elde etmek sûretiyle bu gelişmeyi tamamlamak için, diğer devletlerin sömürgelerine el uzatması sonucu çıkmıştı ve bu savaşta özellikle de sömürgeler çok ağır kayıplar vermiş, sömürgeciler ise umduklarını bulamadıkları gibi, ellerindeki sömürgeleri de kaybetmişlerdi. Fakat, İkinci Dünyâ Savaşı ise özellikle de savaş sanâyisinde büyük gelişmeler gösteren emperyalist devletlerin, bu gelişmelerin "doğal bir sonucu"(!) olarak eski sömürgeleri ekonomik ve siyasî tahakküm altına almak istemeleri sonucu çıkmış, ama bu kez en ağır bedel ödeyen taraf bizzat kendileri olmuştu.
Hâl böyle olunca, birincisinden farklı olarak bu savaşta emperyalistler, bu kez kendi coğrafyaları üzerinde ve daha önce hiç tanık olmadıkları derecede büyük bir insanlık felâketi yaşadılar. Savaş bittikten sonra ise bundan böyle Avrupa'da emperyalizme fırsat tanımamak ve savaşa izin vermemek, bunun yerine tek yumruk hâlinde örgütlenip Asya ve Afrika'da ekonomik ve siyasî tahakküm kurmak ve Avrupa'nın yeniden inşâsını bu yolla sağlamak konularında ortak bir irâde oluşturdular.
İşte, bu ortak irâdenin ürünü olarak Batı emperyalizmi, emperyalizme yeni bir kılıf uydurmuştur; "insan hakları". Bu amaçlar doğrultusunda uluslararası birtakım bildirgeler, sözleşmeler, vb. hazırladılar ve "oyunun kuralları"nı belirlediler. Zîrâ, bunlar aracılığıyla hem kendi aralarında ortak kültürel bağlar geliştirecekler, hem barış ve kardeşlik ortamını yine kendileri için tesis edecekler, hem de geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler üzerindeki emperyalist faaliyetlere "demokratik meşrûiyet" kazandıracaklardı. (Saygın, 2009: 7-9)
Yarattıkları bu dille, hedef ülkelerde siyasî iktidârlar üzerinde birtakım baskılar kuracaklar; bireylerin demokratik hak ve özgürlüklerini korumak, gerçekleştirmek ve geliştirmek "amacıyla"(!), bu ülkeleri emperyalizmin bataklığına çekeceklerdi. Üstelik bu dil, öylesine güçlü bir aptallık hipnozu yaratacaktı ki, bu faaliyetlere karşı çıkma iddiâsında olan birtakım çevreler bile bu dili kullanmak zorunda kalacaklardı.
Gerçi, daha da derine inersek aslında, emperyalist sistemin uluslararası oligarşi tarafından "insan hakları" diliyle kodlanması tam olarak İkinci Dünyâ Savaşı'ndan sonra da değil, henüz daha savaşın en ağır biçimde sürmekte olduğu dönemde başlamış ve bu konuda genel bir irâde oluşturmak için ABD ile İngiltere tarafından düğmeye basılmıştır. Nitekim, 14 Ağustos 1941'de imzalanan Atlantik Bildirisi'nde şu konularda uzlaşılmıştır:
a) Savaş sonrası dönemde ABD ve İngiltere, ülke topraklarını genişletmek ve yeni sömürgeler elde etmek konusunda hiçbir irâde sergilemeyeceklerdir.
b) Ülkelerin sınırları ancak ve ancak halkların irâdeleriyle değiştirilebilir ve millî irâde konusunda iki devlet de hiçbir "dış baskı" geliştirme yoluna gitmeyecektir.
c) Eski sömürgelerden irâdeleri dışında alınan egemenlik hakları kendilerine geri verilmeli, sömürgelerin siyasî bağımsızlığı tanınmalı ve her ulus, kendi hükümet biçimini bizzat kendisi belirlemelidir.
d) ABD ve İngiltere, dünyâ ekonomik sisteminin geleceği ve güvenliğini sağlamak konusunda iki başat güçtür ve bu konularda tüm dünyâ devletleriyle birlikte hareket edilmeli, doğal kaynakların nasıl ve ne amaçla kullanılacağı ABD ve İngiltere'nin öncülüğünde kurulacak uluslararası sistem tarafından ve tüm dünyâ halklarının eşit katılımıyla karara bağlanmalıdır.
e) Uluslararası sistemde ekonomik hakların ve sosyal güvenliğin geliştirilmesinde bu iki devletin öncü görevleri vardır ve tüm dünyâ devletleri, bu konuda işbirliğine açık olmalıdır.
f) Tüm bunların sağlanabilmesi içinse dünyâ halkları savaşlardan ve her türlü şiddet kullanımından vazgeçmeli, ekonomik ve siyasî işbirlikleri kurmak sûretiyle barış ve güvenlik ortamı tesis edilmelidir.
g) Bu bakımdan, her türlü despotik ve totaliter yönetimler iktidârdan uzaklaştırılmalı ve milletler arasında en geniş ittifakların kurulmasını sağlayacak demokratik yönetimler bizzat uluslararası yardımlarla işbaşına getirilmelidir.
h) Savaş sonrası dönemde insan haklarına dayalı demokrasi, özgürlük, barış ve güvenlik ortamı, yeni dünyânın temel sac ayaklarını oluşturmalıdır. (Rönnefarth / Euler, 1979: 199)
İmdi, Atlantik Bildirisi'nde dile getirilen bu sekiz unsur, şu "Yeni Dünyâ Düzeni"nin de erken bir ilânı gibidir. Nitekim, 1945 sonrası dönemde değişen güç dengeleri ve hemen ardından patlak veren Soğuk Savaş, "özgür dünyânın" bu "Yeni Dünyâ Düzeni"ne tam olarak geçmesini uzunca bir süre ertelemiştir. Fakat, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla başlayan süreçte ise bu sekiz unsur, sürece Batı Avrupa Devletleri'nin de katılmasıyla özellikle de eski Sovyet coğrafyasında adım adım gerçekleştirilmeye çalışılmıştır, çalışılmaktadır da.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|