|
|
|
Editör'den : Basketbol bu kapağın altındadır!.. |
Merhabalar,
İnsanın aklı duruyor, iç organları dumura uğruyor. Bıyıklı doğma, sonradan olma AKP'li döngel bakan Günay içinden çıktığı yumurtaya bir yağdırmış ki öyle olur hani. "Siz insanların demokratik yollarını tıkamışsanız başka yollardan sizden bunun öcünü alırlar" buyurmuş. Yanlış anlaşılmasın, yolları tıkayan Baykal, öc alanlar da CHP teşkilatı. Ardından da eklemiş; "CHP kapatılsın, Vakıf olsun". Olur paşam, sen sola sağa dönüp gerdan kırmaya devam et, CHP de kapansın, seni de cumhurbaşkanı yapsınlar, millet kültürlü sanatkar cumhurbaşkanı da görsün. Yalakalığın bu kadarına da pes doğrusu.
Ortalık çalkalanmaya devam ediyor. Durumdan vazife çıkaranlar, bölünmüş fikirlerini zırt pırt ortalığa saçıyorlar. "Baykal dönsün" "Yok dönmesin Antalya!ya yerleşsin." Hani utanmasalar; "Karısını boşasın Nesrin Hanım'la evlensin." bile diyecekler. Kasetin sanallığı gün geçtikçe artsa da, içeriğe takılmışların beyin kıvrımlarında hâlâ aldatılmış kadın sendromu hüküm sürüyor. Kendilerini Olcay Hanım'ın yerine koyuyorlar zahir.
Herkesin gözden kaçırdığı ya da kaçırmanın işine geldiği bir durum mevcut ortada. Beğenirsiniz beğenmezsiniz ama onurlu, şerefli, sorumlu bir devlet adamı, kendisi üzerinden bir koca partiyi yaralamamak için gerekeni yaptı işte. Şimdi durumu değerlendiriyor ve kararında ısrarlı olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Ne, deniz feneri davasında baş zanlı olan kişi gibi koltuğuna yapıştı, ne fener yolsuzu hakkında soruşturma açtırmayan siyasetçi gibi "duvardan taş söktürmem." dedi, ne de simit satarak geldiği yerde, çocuklarına gemi, damadına gazete aldığı hatırlatıldığında "size ne, tasası size mi kaldı?" diye pişkinlik yaptı. Kısa bir değerlendirmenin ardından istifasını vererek aslında cumhuriyet değerlerini ayaklar altına almakta behis görmeyenlere en güzel dersi verdi. Bundan sonra olacaklar ise tamamen onun tasarrufu. Bekara karı boşamak kolaydır, unutulmamalı.
Kasete daldık Anayasa'yı savsakladık ama ne Cumhurbaşkanı ne YSK dalgaya düşmedi. Her ikisi de görevlerini layıkıyla yerine getirdi. Gül 5 günde okeyi verdi. YSK da tartışmaya mahal vermeden 120 gün sonraya randevu verdi. Gelin görün ki bakan Çelik hukuki kavgasına YSK'yı da sokmaktan geri kalmadı. "YSK kararı zorlamayla almıştır." buyurmuş beyefendi. Bir de kimin zorladığını söyleseydi de aptala yatmasaydık. İster misiniz bir kaset te YSK toplantısından çıksın. "32 kısım tekmili birden, zorlayan zortlayan hepsi biraradaaa." Bu arada referandumun 12 Eylül'e denk gelmesi hakikaten hoş bir tesadüf. Acaba bunda dış güçlerin parmağı olabilir mi?
Siz yukarıdaki soruyu düşünedurun, TAPDK isimli sarı bandrol yetkilisi kurum bir koca takımı kapatmaya karar verdi bile. Yeniden düzenlenen yasakların içine, "alkollü içeceklerin takımlara sponsor olması" da eklenince, adrese teslim yasaktan tek etkilenen Efes Pilsen Basketbol Takımı ne yapacağını şaşırdı. Onca yıldır spora yatırım yapmış, başarılara imza atmış, taraftar edinmiş bir basketbol markasını birayı çağrıştırıyor diye ortadan kaldıracaklar. İşte Cumhuriyetimizi yönetmekte olanların öncelik anlayışı. Baravo aslanlarıma. Haydi kalın sağlıcakla, kalabilirseniz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -2 |
|
Bakkal dükkânının önündeki gazoz ve meyve kasalarını örten soluk yeşil brandanın altına her gece çiçek bırakıyordum. Nasıl çiçekler mi? Elbette buketler değil, demet demet pahallı çiçekler de… Komşu bahçelerden ve mevsimin sunduğu olanaklardan elimden geldiğince yararlanıyordum. Erguvandan başladım, akasya, atkestanesi, papatya, hanımeli ve güller. Gündüz keşif yapıyor eylemimi gece gerçekleştiriyordum. Parklardan da yararlanmayı ihmal etmiyordum. Çünkü adını bilmediğim birçok çiçek açan ağaç vardı. Rengârenk dallar her kızın aklını başından alabilirdi.
Sonucu mu merak ediyorsunuz. Elbette hiçbir işe yaramadı. Sadece bir iki kez bıraktığım çiçeklerle karşılaştım. Birinde bakkal raflarının üzerinde birkaç dal hanımeli vardı. Bir de komşu bahçeden arakladığım narçiçekleri. Adı bende saklı kız belki de o çiçekleri koyan kişiyi çok merak ediyordu. Ama ben filmdeki Fransız erkek gibi aylar sonra elimde bir buket beyaz karanfille dükkândan içeri girip ona kimliğimi açıklayamazdım. Çünkü her zaman yanında babası vardı. Böyle bir davranışın karşılığı hiç kuşkusuz temiz bir dayak yemek olacaktır. Filmlerin gerçek yaşamla bir ilgisinin olmadığını, Fransız reçetesi ile bize özgü bir platonik aşkın gerçeğe dönüşemeyeceğini öğrenmiş oldum.
Tası tarağı toplayıp bu yarım yamalak gönül ilişkisinden uzaklaşmadan önce son bir hamle daha yapmaya karar verdim. Henüz içmeye bile başlamamış olmama rağmen dükkâna gidip bir paket sigara alıyordum. Karşıki kaldırımda uygun bir uzaklığa çekilip ısrarla dükkânı ve kızı kesiyordum. Dudağımda biçimsizce duran sigarayla… İnsan uzun süre ayakta heykel gibi durunca yoruluyor. Bunun da bir çözümünü buldum. Dükkânı zar zor görebilen ve hayli uzakta bulunan elektrik direği bana gerekli desteği vermekten kaçınmadı. Bir hafta boyunca kızı ve dükkânı uzaktan kesme stratejini kesintisiz sürdürdüm. Ama bu klark vaziyetleri de bir fayda sağlamadı. Bir yerde mutlaka bir yanlış vardı. Heykel figürü gibi durmak ve kızı göz hapsine alma saatlerimi en sonunda bakkalın kapatılmasına yakın zamanlara çektim. Çünkü o zaman kız dışarı çıkıyor ve etrafı toplamak, kepenkleri kapatmak için bir hayli zaman harcıyordu.
Azimle işeyen mermeri delermiş. En sonunda sokak lambası altında heykel gibi saatlerce beklemek işe yaradı. Beni birkaç akşam sonra fark etti. Hatta arada sırada o da bana bakıyordu. Mesafe uzaktı ama kesinlikle öfkeyle bakıyordu. Ve ben bu bakışları bir yerlerden tanıyordum. Öfkesine falan aldırmayacaktım. Bu son seçeneğimdi. Eğer bu da bir sonuç getirmezse zaten adı bende saklı bakkalın kızını eski platonik aşklar mezarlığıma gömmekten başka çarem kalmayacaktı.
Zulaya çekilip kızları uzaktan kesmek çok geçerli bir stratejidir. Şimdiki gençler bunu pek bilmezler. Ben de ağabeylerimden öğrendim. Kızlar ısrarcı erkeklerden hoşlanır. Yoluna kul köle olayım mesajı ancak böyle gönderilir. Köşe başında beklersin. Onlarca akşam ve sabah inatla beklersin. Kız bir süre sonra salak duruşuna gülmeye başlar. Mutlaka sinirleri boşalıp bir şey söyler. Kızın çenesi açıldı mı gerisi fasarya artık. Bunu niye mi anlatıyorum? Elbette bizim de gençlere küçük bir hizmetimiz dokunsun icabında… Neyse konumuza dönelim.
Onun bana öfkeli bakması ve benim sokak lambası altındaki salak heykel duruşum kaç gece sürdü bilmiyorum. Bir akşam bakkalı kapattıktan sonra bana doğru geldi. Ne yaparsa yapsın hiç aldırmayacaktım. O saatte zaten sokakta rezil olunacak kimse de kalmıyordu. En fazla tokat atabilirdi. Belki de çıkarıp sandaleti ile vururdu. Ama hiç umurumda değildi. Geldi, yaklaştı, yaklaştı ve;
- Ne bakıyorsun be salak, dedi.
- Bakmaya yazsak mı var? Bakarım bakmam sana ne, dedim.
Biraz yavaşladı. Bir şeyler daha söyleyecek gibi ağzı açılıp kapandı. Yutkundu ve yürüyüp
gecenin içine gitti. Bu davranışını kendi lehime yorumladım. Kız yavaş yavaş tava geliyor, dedim. Bunu mırıldanarak söyledim ama kendim de ciddiye almadım. Çünkü televizyonlarda doksan dakika sona ermeden maç bitmiş sayılmaz deniliyordu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KUVARSIN DANSI (2) |
|
GEYİK BARAJI
8 Ekim 2009 Perşembe, saat 17.30.
Güneş Mandalya Körfezi'ne alı al kilimini, halısını sermiş, akşam keyfine dalmıştı.
Yeni limanda yabancı bandıralı bazı gemiler yükünü alırken, bazıları da açıklarda sıra bekliyor. Gökte gürültü, suda uğultu… Dalyana yumurtlamak için gelen balık sürüleri bu gürültü ve uğultuyu duyunca ne yapıyordur acaba?
Liman işçilerinin derdi ekmek parası. Ne deniz, ne denizin öte yakası ne de dağların ardı umurlarında. Onlar, taş ve ak toprak dedikleri şeyleri gemilere yüklemenin telaşında.
Elimi uzattım, o taşlardan birini çektim aldım ve o hızla cebime attım. O an, iş makinesi geride kalanları kepçesine doldurdu, bir yay çizerek yüzünü gemiye döndü.
- Ne yaptın, diye sızlandı. Ben, yurdumdan ayrılmanın acısını yaşarken, sen bu acılarıma kader arkadaşlarımdan ayrılmanın acısını da ekliyorsun.
- Sus, dedim. Bazen, felaket sandığımız şeyler, önyargılarımızın yarattığı bir algı yanlışlığından başka bir şey değildir.
İnsan olsaydı anlar mıydı bilmiyorum; ama o kuvarstı. Beni anladı ve sustu.
Onu, annemin anlattığı masaldan tanıyordum:
"Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, şu koca Aldağ'ın arkasında büyük mü büyük, yüksek mi yüksek dağlar varmış. Aslında dağ değil cennetmiş orası. Bu dünyada olup da bu cennette yaşamayan hiçbir bitki ve hayvan yokmuş. Çekirgeler, geyikler; otlar, çınarlar… aklına ne gelirse hepsi barış içinde yaşayıp gidermiş."
O masal böyle başlıyor; ama onun sonu, ötekiler gibi mutlu bitmiyordu:
" İşte o felaketin sonunda o dağlarda yaşayan tüm varlıklar, taş olmuşlar."
Ne var ki annem hemen eklerdi:
"Ancak, iyi gören gözler, onların taş değil, türlü çeşitli yaratıklar olduğunu hemen anlarmış."
Ben hemen çıkarımlarda bulunurdum: "Taş, aslında taş olmayabilir. İnsan isterse taşla konuşabilir. Taşlar, derin uykularından bir gün ansızın uyanabilirler."
- Merhaba, ben mantar. Bu, annem balina. Bu, babam ayı… Bu da kardeşim çekirge...
Benim insan dışındaki varlıklardan korkmamam, annemin masalları sayesinde olsa gerek…
***
Eve döner dönmez limandan apardığım dostumu hemen çalışma masamın başköşesine yerleştirdim.
- Sen nerelisin?
- Gökbelli…
- Yaa! Peki, Geyik Barajı'nı bilir misin?
Suyu suya kavuşturur
Buğusu dingin büyü
Aralar bir bulutu
Ve inciler pürçeğini çamların
Terdir zeytin tanesinde
Yavruağzında ilk süt.
- Dur, dur! Hızlı gitme. Ben insanoğluyum, böyle hızlı gidersen seni anlayamam.
O günden sonra masama onu selamlayarak oturuyordum. Artık, parmaklarım bilgisayar tuşlarında sevgiyle dolaşıyordu. Sanki çevremde beni öfkeden, kinden ve korkulardan koruyan bir hale vardı. İçimdeki huzur, duvarlarımda yeni pencereler mi açıyordu ne?
2 Mayıs 2010 Pazar, saat 8.00
Bugün bir grup arkadaşla Çomakdağ Kızılağaç'ı, Geyik Baraj Gölü'nü, Katrancı'yı, Lagina'yı, Bozüyük'ü, Girme Deresi'ni ve Stratonikeia'yı gezeceğiz. O da bizimle gelecek.
Beni yurduma götür, diye sızlanmaya daha ilk gün başlamıştı. Ben "taş yerinde ağır" sözünün anlamını bilmiyor muyum? Ama onca iş güç arasında onu dağlarına getirmek kolayca yapılacak bir iş değildi ki! Bir keresinde bütün gün sızlanınca dayanamamış;
- Bak seni son anda almasaydım, şimdi çoktan uzak ülkelerden birinde un ufak olmuştun. Kim bilir belki cam, belki kristal parçasıydın şimdi. Boğazdan girenlerin sunulduğu tabak olmak da, çıkanları karşılayan klozet olmak da çıkabilirdi şansına, diyerek acımasızca susturmuştum.
Bu sabah da Her zamanki gibi süt beyaz ve tertemizdi. Çantamı hazırlarken "Hadi çabuk ol!" der gibi baktı.
Bir milyar yıldır yaşayan bir taşın şunun şurasında 60 yıl yaşamış bir insanoğluna çabuk ol, demesi, ne garip?
"Tamam, tamam!" diye söylenirken onu bütün kış durduğu yerden aldım, yeleğimin iç cebine, tam kalbimin üstüne gelecek şekilde yerleştirdim. Çünkü onunla göz göze olsak bile kalp diliyle konuşuyorduk.
***
Zeytinler, Kızılağaç tepelerini tırmandıkça azaldı. Yükseklik göstergesi 650 metreyi gösterdiğinde çevremizde yalnızca ulu çamlar ve dev kayalar kalmıştı. Arkadaşlarla konuşmadığım zamanlarda onunla söyleşiyordum. Mutluydu, hem de pek çok.
Elinde üç taze kozalakla tek başına yürüyen köylüyü görünce durduk. Biliyordum; ama yine de sordum:
- Ne yapacaksın bu kozalakları?
- Yiyeceğim… Fıstık süt sakızdır şimdi.
Çam fıstığı, kozalağın içindeki odalarda olgunlaşır. O odaların her birinde bir çağla fıstık var:
Ergendir koynunda dağların
Uyur uyanır,
Sunar özünü baharla saçağa
Dala ve yaprağa
Bedenlenir yeniden
Kozalak odalarında sütsu…
Dağın arka yüzüne sarkar sarkmaz göz ufkumuzu madencilerin delik deşik ettiği tepeler kaplıyor. Maden kamyonlarının köstebek yuvasına çevirdiği yoldan hoplaya zıplaya ilerliyoruz.
- Geldik mi?
- Hayır, diyorum. Çünkü onun, bu delik deşik edilmiş tepeleri görmesini istemiyorum. Her çıplak tepe onun talan edilmiş bir parçası, bunu iyi biliyorum.
Yoksul evlerin arasından geçerken kendimi vebadan kırılan halkın arasında atıyla dolaşan bir şövalye gibi hissediyorum.
- Efendimiz, kurtarın bizi!
Oysa bu kırımda benim de payım var. Onların kendilerinden başka kurtarıcılarının olmadığını ve olmayacağını çok iyi biliyorum.
- İsyan!
Kalbimi yumrukluyor sanki;
- Bu olanaksız! Ne isyan kültürünüz var sizin, ne de isyan edecek gücünüz.
Aşağılarda yeşiller giyinmiş mavi kostak, işmarcı…
Ah sen alageyiklerin
ve yaban asmalarının suyu
Ah sen dizginlenmiş kısrak
Sende yanmış
Kardeş sürgünlerinin alazı
Senden öğrenmiş
Kaya kovuklarında filizlenmeyi hayat.
O, hâlâ iç cebimde. Şimdi çıkarsam; "Anlat bana milyon yıllar öncesini! Sürgün yollarını anlat Kraliçe Ada'nın!" desem, "Böyle nasıl donup kaldınız? Nasıl bir yazgıdır ki uyanamadan bir kez daha ölüm yollarına düşersiniz?" diye sorsam ve anlatsa uzun uzun. Neye yarar, yarınları kurmayı beceremiyorsak.
Göl uykuda,
Yosunlar uyanık,
Dağlar gizleyemiyor mahremi.
Tozuyor ak ak
Toprak
Ve kuvars ayrışıyor
Et kemikten kopar gibi
Yeni bir yarın peşinde
Bugününü de yitiren çoban.
Kimseler görmesin diye bir tepeciği aştım. Onu, avucuma aldım.
- Aç, dedi, dağlarımı göreyim.
Nice yalvarsa da açmadım, açamadım avucumu.
O, insanı ilk kutsayandı. Suyu akıtan oluk, buğdayı un edendi. Tapınaklarda alnımızı koyup yüz sürdüğümüz, saraylarımızdaki ihtişam ve ölülerimizin künyesiydi…
Galiba avucumu neden açmadığımı anladı. Mağaralar kadar derin inledi:
- Beni göle at! Görmesin beni hiç kimse. Değmesin tenime bir insan eli. Beni saklarsa bu sular saklar.
Açtım avucumu, onu öptüm, öptüm; götürüp gölün sularına bıraktım.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SARTRE'IN KÜBA GEZİSİ |
|
Sartre'la Beauvoir'ın Küba'ya gidişleriyse şöyle:
Castro 12 yoldaşıyla Sierra Madre' çıkmış, çarpışıyor, bir yandan da ilkin köylülerin, sonra bütün ülkenin ilgisini, desteğini kazanmaya uğraşıyor; ama bütün dünya, o arada Avrupa basını konuya ilgisiz; Fidel ne kadar iyi bir satranç oyuncusu olduğunu hemen gösteriyor: ünlü koşuculardan Fangio'yu kaçırtıyor; gazeteler Küba'nın Batista'dan kurtulma savaşına değil, bu kaçırılmanın üstüne atlıyor; hele Fangio özgür bırakıldığında, kılıma dokunmadılar, paşalar gibi ağırladılar deyince, Küba Devrimi bileğinin hakkıyla küçük bir yer kazanıyor iletişim dünyasında.
Fransızların bu konuya yaklaşımı iki yönlü, bir bölümü Castro'nun yengiye ulaşmasını tam bir rezalet sayıyor; ılımlılar girişilen eylemi çılgınlık diye nitelendiriyor; solcu geçinenler destekliyor, ama daha başından gözyaşı döküyor başlamadan ezileceğine emin. "İyi ama zavallı dostum, diyor birinci küme, Latin Amerika'da her yıl bir Devrim yapılır; onların oy verme biçimi de bu." Solcularsa, gözleri yaşlı yanıtlıyor: "İyi ama sevgili dostum, nasılsa yenilecekler; yenilmeleri gerektiğini siz de biliyorsunuz. Bir tek Latin Amerika Devletleri'nin birliği kurtarabilir onları: buysa, bildiğiniz gibi, hemen yarın olacak şey değil."
Fransızlar, o arada Sartre bu ruh halindeyken Küba'nın en tanınmış gazetesi Devrim'in yöneticisi Franqui iki arkadaşıyla onu görmeye geliyor; ilk izlenim:
Franqui beni işte bu kararsızlık içinde buldu. Kırk yaşlarında, İspanyol asıllı bir Kübalı, zayıf, dökülmeye başlamış kara saçları var,dudağının altında bir bıyık, pırıl pırıl dişler. Peki esmer mi? Küba'daki pek çok insanınki gibi, yüzünün bana hafif dumanlı gözüktüğünü söyleyeceğim: beyaz, pembe tenine, yanaklarına hafif bir gölge düşüyor. Yanında iki dostu var.
Kısa bir heyecan yaşandı, ama kimse törenli davranmıyor. Karşıma oturup küt diye söze başladı: "- Küba Devrimi'ni görmezden gelmeye hakkınız yok? - Kimin yok? Fransızların, Sol'un mu? Avrupa'nın mı? - Hayır, sizin. Ben gazeteciyim, siz yazarsınız: ikimiz konuşuyoruz, ben de size diyorum ki: XIX., XX. Yüzyıl Devrimleri üstüne bir sürü yazı yazdınız, bu Devrimi görmezden gelmenize izin veremeyiz. - İyi ama, diyorum, buradan ne yapayım onu tanıtabilmek için? Görülmesi gereken insanlar, okunması gereken kitaplar, göz atılacak gazeteler var mı? " Hiç istiflerini bozmadan yanıtlıyorlar: " Ne gazete var, ne kitap; Kübalıları gelince, hepsini birden görmeniz gerekir. Ancak onlar Küba'da. Küba'ya gelin; gazetem sizi çağırıyor." Bu ince gözdağları beni biraz şaşırttı: " -İyi ama, görmek, birtakım talihsiz deneyimlerden geçmişseniz, en iyi bilgi edinme yolu değildir, diyorum. Size yol gösteren kılavuzlar dikkatinizi zararsız görünümlere çeker, doğrularsa, siz ayrımında değilken, ayaklarınızın arasından kaçar gider. - Bizim saklayacak, dolayısıyla gösterecek bir şeyimiz yok, diye karşılık veriyor. Gelin birkaç hafta aramızda yaşayın: sizden tek istediğimiz bu. " Çekimserliğim biraz canını sıkmış olmalı: dostça, ancak hafif bir saldırganlıkla ekledi: " Yirmi yıldır, ıssız çölde, işlerin yolunda gitmediğini haykırıyorsunuz. Bizdeyse, olması gerektiği gibi gidiyor: burada durur, yapmaya çalıştığımıza göz atmaya yanaşmazsanız, bu kaleminizi kırmak olur. Özgürlük, adalet konusunda yazılar yazdınız: öyleyse ya artık yazı yazmayı bırakın ya da gelip onları Küba'da arayın.
…
"1949'da geldim Küba'ya, gerçi pek az kişiyle görüştüm, ama hepsi bana güçsüzlüklerinin bilincinde gözüktü." Başını sallıyor. " O günlerde onlar gibi miydiniz?" diyorum. Başını azıcık öne eğip gülümseyerek yanıtlıyor: "Ben, diyor, derbederdim."
Sartre¸ Avrupalı benzerleri gibi, bu üç Kübalı devrimcinin söylediklerine bir türlü inanamıyor, ayak diretiyor, bin bir dereden su getiriyor, o güne kadar okuduklarını sayıp döküyor; Kübalılar susuyor; yalnız aralarından biri: "İyi ama Fransa'yı Amerikan basın ajansları besliyor", diyor. Franqui de, göğüs geçirerek: "Ülkemize gelin: kendiniz göreceksiniz", deyip bitiriyor.
Ve sonunda karar verip Küba'ya uçuyorlar Beauvoir'la; uçakta Devrim gazetesini karıştırıyor:
"Utanç bitmiş onlar için. Franqui'nin daha ilk sözleriyle çarpmıştı bu kalağıma: Devrim'deki bir yazıyı, sonra birini daha okuyorum, bu kez gözüme giriyor olgu. Yapılması gereken her şey onları bekliyor; çetin olacak bu iş; ama insanlar yürürken kendi yollarını açıyorlarsa, kimsenin yol göstermediği, kimsenin arkalarından gelemeyeceği yabancı topraklarda ilerliyorlarsa, bir halk yazgısına sahip çıkmışsa, onu eritir, yerine uygulaması'nı geçirir, sorunlarını dile getirdiği ve tek başına çözdüğü zaman, utanç övünce dönüşür."
Bu kadarını görebilmiş olmak, bence, Sartre'ın bir Avrupalı olarak ömür boyu düştüğü bütün yanılgıları bağışlatır.
Bütün önyargılarını, kuşkularını yenerek görebildiklerini paylaşmayı sürdüreceğiz.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun 3 ÖKÜZGÖZÜ VE YASAK ELMA... |
|
Sonbahar, aylardan nisan. Bu şehirden beni kim götürüyor?
yaralı olmak ayrıcalığı mı ? ortada bırakılmış olma gerçeğiyle yüzleşirken kendi iç kimliğime duyduğum öfke mi ? tren mi, otobüs mü, ayaklarım mı, beni bu şehirden ne götürüyor? bardaklara şişelere akıttığım göz yaşlarım mı. bir söz söyleyecekken boğazıma oturan yumruklar mı, aşkımı haykırırken üstüme yıkılıp altında kaldığım kırgınlığım mı?
tutulmak isteyen bir el nasıl şekil değiştirip yumruk oluyor! anlatabilirmisin?
anlatabilirmisin ikimizin bir olabildiği bir hikayeyi?
geceleri büyük bir melankoliyle, camdan dışarıya her bakışımda , yağan yağmurun altında geçen arabaların far ışıklarına bakışımdaki uzunluğu. anlatabilirmisin "iyi oldu gelmediğin" dediğim çığlığımı.
Bir anın içinde terk ettik her şeyi biz. yaşanılan ne vardı ki zaten. ne limana yanaşabildik ne de limana bağlı kalabildik. Benim yüzüme bir kez bakabilseydin eğer gözlerini kaçırmadan, böyle yasa bürünmezdim belki, bu şehrin sokaklarında her yürüdüğümde senin söylediğin her bir sözü hatırladığım için kendime pişman ,kendime küs böyle lal olmazdım. Varken , elimdeyken , bana sunulmuşken sevgi denen şey, kendimi böyle ödüllendiremiyeceğimden emin bir gerçek aşk'ın içine atarak cezalandırmazdım.
şimdi sana , bana uzak bir şehirden gelen delikanlının gözlerindeki o endişe dolu aşkı anlat desem,
sonra ; titrek parmak uçlarında biriken acıyı?
yada bir kadının , aşkı benden aldılar , sevilecek adam bu dediler , ben de sevdim deyişini.
susup korkarsın ve oyalarsın değil mi? insanoğlu oyanlandıkça büyür!
sen anlat korkma, ben dinlerim. sen bana olur olmaz sevdiğin kişinin kamera arkasını anlat , çekim hatalarını anlat , sonra çok eski bir aşkın aslında bana benzediğini ve benzeşen şeylerin sıfıra karşılık geldiğini anlat.
sen kaç filme yarısından girdin , kaç filmin yarısından kaçarcasına kaçtın , kaç aşk hiç ummadığın bir anda buldu seni ve daha bakmadan bu oyunun sonu yok diyen bi ses kapladı içini onu anlat.
Sustun ; Sesinde başka bir yankı ve Sözlerinde katil bir kelimenin terki vardı.
sen aşk için korkarsın evet ; gidipte dönmemekten değil, dönüş yollarını ve "herşey" olanı kaybetmekten değil, bir kendini "BEN" de bulmaktan korkarsın. şimdi sen kork ve dilersen bendeki emanetini al.
dilersen kal orda.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BAŞKAYDIK
Tramvay geçen sokaklardan
Geçmezdik
Yürümezdik beraber
Görülür diye
Aşkımız
Geçmediğimiz sokaklara
Görülür diye
Asmazdık
Aşkımızın fotoğrafını
Bir başkaydık
Seninle biz
Çünkü
İkimiz de başka başka
Aşklarda idik
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|