|
|
|
Editör'den : Teknik arıza!.. |
Merhabalar,
Teknik bir sorunun teşhis ve tedavisi uzadığından yazı yazmaya vakit kalmamıştır. Hepimize acı habersiz bir hafta sonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -5 |
|
Kıza söz verdiğim gibi akşamları direk dibinde onu beklemekten, evinin sokağına kadar izlemekten vazgeçtim. Erkeklik ve delikanlılık raconuna sıkı sıkı bağlı birisi böyle davranmalıydı. Öte yandan bir başka gerçek ise her geçen gün kızı azar azar kaybediyordum. Onca emek, onca taktik havaya uçmuş gibi görünüyordu. Elbette kızı görmeyi sürdürüyordum. Uydurmaca tesadüfler kurgulayarak bazen öylesine karşılaşmışız gibi davranıyordum. Sonuç hiç değişmiyordu. O sadece iyi akşamlar deyip geçiyordu. Ben de ardından bakakalıyordum. Konuşsun, bana bir şeyler söylesin, azıcık gülümsesin, bir şeyler değişsin diye umutla bekliyordum.
İlkyaz çoktan geride kalmış, kirazlar olgunlaşmış, çarşıya erken kaysılar, şeftaliler gelmeye başlamış, pazarların rengi değişmişti. Adı bende saklı kız beni ilgisiz tavırlarıyla bitirip tüketiyordu. İçimdeki duygusal boşluk her geçen gün büyüyor, canım daralıyordu. Bu hastalıkların en iyi çözümü kızı aklımdan çıkarıp silip atmaktı. Artık tesadüfmüş gibi görünmesini istediğim kurgulanmış karşılaşmalar yaratmayı da bırakmıştım. Neredeyse onların dükkânının önünden, sokağının başından bile hiç geçmiyordum. İçim öfke doluydu. Beni sevse ne vardı? Dünyanın en kötü delikanlısı da değildim üstelik. Yani istese, biraz çabalasa bende sevilecek, sevmeye değer bir şeyler bulabilirdi. Ama nerde, o aramaya bile tenezzül etmiyordu.
Bir gün, bütün umutlarımı yitirdiğim bir gün, üstelik üstüm başım perişan, saçım sakalım darmadağın bir gün, adı bende saklı kız ile kentin çok alakasız uzak bir semtinde karşılaşıverdik. Sokağın karşısından beni görmüş, caddeyi karşıdan karşıya koşarak yanıma geldi. O günlerde amcam o semtte bir inşaatta çalışıyordu. Ben de ona yardım etmek için aylaklığı bir kenara zaman zaman onun yanına gidiyordum. Beni gördüğünde küçücük bir akasya ağacının gölgesine sığınmaya çalışıyordum. Günün o vaktinde o kentte güneş insanın tenini ısırıyor, asfaltları dondurma gibi eritiyordu. Yarım saattin kan ter içinde minibüsün gelmesini bekliyordum. Alaybey-Çarşı- Laleli hattı gün ortasında iyice sakinleşir, kentin yarısı evlerinin en serin bölgesine gizlenip öğlen uykusuna yatarlardı. Böyle canımın burnumda olduğu bir zamanda adı bende saklı o kızı çıkıp gelmesi seraptan, deniz kıyısından, serin su kenarlarından bile daha güzel bir şeydi.
Akasyayı, gölgeyi falan bir kenara atıp ben de ona doğru yürüdüm. Sizin aklınızdan geçeni tahmin edebiliyorum. Hayır, hayır elbette birbirimize sarılmadık. Çünkü bizimki mesafeli, hatta uzak mesafeli bir ilişkiydi. Onun bu semtte bir halası varmış. Kızlarından birini evlendirecekmiş. Bakkalın kızı da onlara yardıma gelmiş. Çarşıdan bir şeyler alıp geri dönmesi gerekiyormuş. Bilin bakalım ne oldu? Ben de onunla birlikte çarşıya gidip geri döndüm. Onunla haftalar sonra karşılaştığımız ilk minibüs durağına. O gün, o kavurucu öğle sıcağında birkaç saat onunla birlikte yürüdüm. Bol bol konuştuk. Aslında ben iyi bir çocukmuşum. Ama o babasından çekiniyormuş. Görürse ikimizin de gözünün yaşına bakmaz, bir kaşık suda boğarmış. Hiç korkmadım. O kentte belediye havuzlarından başka su bile yoktu. Önce suyu bulması lazımdı.
Her şey bitmişken, sona ermişken, umutlar tükenmiş, yollar kapanmışken dalga dalga, doludizgin, hiç olmadığı kadar sıcak ve samimi olarak bana geldi. Sık sık görüşmeyecektik. Sokaklarda ulu orta gezmeyecektik. Arada sırada dondurma yiyebilecektik ama bunu daha tenhada bir pastanede yapacaktık. Aramızdaki iletişimi küçük kâğıtlara yazılmış notlarla sürdürecektik. Bunun için önce güzel ve güvenli bir not saklama yeri bulacaktık. Evet, hepsine evet demiştim. Çünkü kuralları koyabilecek durumda değildim. İtiraz edersem onu kaybedeceğimi, yine eskiye döneceğimizi çok iyi biliyordum. Haberleşme yerimiz için ilginç bir zula buldum. Onun sokağına giden yolda alçak bir duvar vardı. O duvarın üstündeki belirlenmiş bir saçak kiremidi altı posta kutumuz olacaktı.
Hemen yağlı ballı, senli benli olmadık. Günler sonra kiremit altı posta kutumda bir kâğıt buldum. Kurşun kalemli çizilmiş bir kalp resmi içinde "Bu gece dükkândan çıkışta dondurma yiyelim mi?" yazıyordu. Yanıt yazsam bile eline geçmeyecekti. En iyisi günün sonuna doğru onun yolunu beklemekti. İlişkimizin en komik yanı her gün ikimizin de en az iki kez sokakta kimseye görünmeden o kiremiti kaldırıp kontrol ediyor olmasıydı. O görüntüyü şimdi bile anımsadıkça gülüyorum. Hele de lokantalardaki kiremitte balık, kiremitte köfte, kiremitte tavuk yazılarını görünce kendimi yerlere atarak gülesim geliyor. Bizimkisi sadece KİREMİTTE MEKTUP'du.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu GAZZE'DE NELER OLUYOR? |
|
Ülke gündeminin birkaç yıldan beri sürekli sürprizlerle belirlendiği gerçek. Artık yarın ne olacak diye tahminlerde bulunmak bile anlamsız. Her sabah sakin bir gün umuduyla yatağımızdan kalkıyoruz. Birden bir fırtına, bir tufan… Bitti bitecek derken kendimizi başka bir fırtınanın içinde buluveriyoruz. Her şey öylesine hızlı ve karmaşık gelişiyor ki gündemi yakalayamıyoruz. Sanırım insanlara asıl sorunlarını unutturmanın afyonu bu gündemler.
Gazze'ye yardımın, ilk günden Marmaris'e maliyeti 35.000, Bodrum'a 15.000 yatak iptaliymiş. Yaşanan can kayıpları yanında 50.000 yatak iptalinin sözü bile olmaz, olmamalı. Elbette İsrail makamları bu barbarca baskının bedelini ödemelidir. Ancak olayların bu noktaya gelişindeki gözden geçirmek de aklıselim olmanın bir gereğidir.
Aslında, perşembenin gelişi, çarşambadan belliydi.
Siyasi görüşü ne olursa olsun dünyanın her köşesindeki muhtaçlara insani yardım etkinlikleri düzenleyenlere saygı duyulmalıdır. En azından adına bakarak İHH (İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı) 'yı da böyle değerlendirebiliriz. Ancak bu, bir daha benzer olayların yaşanmaması için vakfın Gazze'ye yardım ulaştırma sürecinde izlediği yol ve takındığı tutumların en ince ayrıntısına dek incelenmesi gerektiği gerçeğini
ortadan kaldırmaz.
Haber 7'den derlediğimiz haberlere ışığında 27- 30 Mayıs arasında süreç nasıl gelişmiş, bakalım:
İHH İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım: ''İsrail, gerilimi ne kadar tırmandırırsa tırmandırsın asla geri dönmeyeceğiz. Gemilerde taşıdığımız 10 bin ton malzeme, Filistin halkı için hayati öneme sahip.''
Vakıf üyesi Hüseyin Oruç: "İsrail müdahale ederse, bunun hesabını uluslararası topluma verir."
Dimitris Pionis ( Yunanistan'dan organiasyona katılan kişi): "Akdeniz ve Filistin'e özgürlük istiyoruz."
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Özügergin: "Olağanüstü bir durum olduğunda toplumların da sıra dışı tepkiler vermesini doğal karşılamak lazım. Olağanüstü bir durum var, sıra dışı bir tepki vermenin zamanı geldi."
"Gerilim olmamasını tercih ediyoruz. Bu siyasi bir şov değil. Bu, insanlara ihtiyaç duydukları yardım malzemesini sıradışı yollardan da olsa ulaştırılması meselesidir. Bunu böyle algılayın diye söyledik. Cevaplarını hep birlikte göreceğiz" dedi.
"İsrail Savunma Bakanlığı, yardım gemilerinin Gazze'ye girmesinin yasaklandığını duyurdu. "
" Müsteşar Gal, eylemin yöneticilerini gemileri Aşdod limanına yönlendirmeye çağırdı ve burada boşaltılacak yüklerin güvenlik taramasından geçtikten sonra İsrail yetkililer ya da uluslararası kuruluşlar aracılığıyla Gazze'ye nakledilebileceğini söyledi."
"İsrail'in "Yediler" olarak adlandırılan dar kabinesi, Gazze'ye yardım taşıyan uluslararası filonun durdurulmasına ve gemilerdeki yardım malzemelerinin Gazze'ye transfer edilmesine karar verdi.
"Yediler"in dün yaptığı toplantıda "gerekirse güç kullanılarak gemilerin Aşdod limanına getirilmesi kararına varıldığı", gemideki eylemcilerin tutuklanması ve ülkelerine geri gönderilmesinin de kabinece benimsendiği bildirildi.
Yedioth Ahranot gazetesi, ordunun önce gemileri İsrail karasularına girmemeleri yönünde uyaracağını, uyarıya rağmen girmeleri halinde deniz komandolarının gemileri durduracağını bildirdi.
Gemilerde patlayıcı olup olmadığının araştırılacağı, ardından yolcuların Aşdod' daki özel bir tesise getirileceği belirtilen haberde, özel bir elektronik karartma mekanizması uygulanarak gemilerdeki operasyonun basın yayın organlarına yansımasının önleneceği, gemilerdeki malzemenin de kontrolden geçirilerek Gazze' ye nakledileceği kaydedildi.
Görüldüğü gibi gündem, ben geliyorum, demiş.
Şimdi soralım:
- İHH, yüzlerce insanı gemilere doldururken bu insanların can güvenliğini nasıl sağlayacağını hesaplamış mıdır?
- İHH, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin direktifleri doğrultusunda mı hareket etmiştir, yoksa yetkililerin uyarılarını ve direktiflerini dikkate almadan mı hareket etmiştir?
- Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, İsrail' Hükümeti'nin açık tehditlerine karşı onca insanın can güvenliğini sağlamak için ne yapmıştır?
Eğer İHH, devletin direktiflerine ve uyarılarına rağmen bu eylemi gerçekleştirmişse dökülen kandan ve iki ülke arasında ne zamana dek süreceği belli olmayan sürtüşmeden fazlasıyla sorumludur.
Eğer devlet İHH' ya ufuktaki tehlikeyi anlatamamış ya da anlatamamışsa bu daha vahimdir.
Eğer eylemcilerin ( kendilerine nedense aktivist diyorlar) amacı, Gazzelilere insani yardım götürmekse etkinlik başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Eğer, eylemcilerin amacı, Gazzelilerin sorunlarını dünya kamuoyunun dikkatine sunmaksa bunda fazlasıyla başarılı olmuşlardır; ama onca can ve iki ülkenin ilişkilerini sonuna dek germek pahasına.
Yukarıda da söyledik: Madalyonun bir yüzünde insan haklarını hiçe sayan İsrailli yöneticiler, öteki yüzünde de İsrail'in tehditlerini umursamayıp onca insanın hayatını tehlikeye atan organizasyon komitesi ve bu süreci nasıl yönettiği bir muamma olan Dışişleri Bakanlığımız vardır.
İsrail Hükümeti, bir sivil girişimin gemilerine, çıkarlarına ne denli aykırı olursa olsun saldırma ve kan akıtma hakkına sahip değildir. Bunun karşılığını dünya kamuoyunda mahkum olarak şimdiden ödemiş; ne yazık ki halkına da ödetmiştir.
Gelelim madalyonun öteki yüzüne:
Bazıları herkesten çok insan sever, Arap sever, Filistin dostu, İsrail düşmanı olabilir. Hiç kimse, gerekçesi ne olursa olsun, kendi inançları ve düşünceleri doğrultusunda eylem yaparken, bu devletin çıkarlarına zarar verme ve kendilerine inananların can güvenliğini tehlikeye atma hakkına sahip değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Filistinlilerin ağabeyliğine soyunabilir, Filistinlilerin yaşadığı dramlar göz önüne alınınca bundan daha doğal hiçbir şey olamaz; ama bunu, bazı gönüllüleri böyle bir tehlikeye atarak ya da atılmasına izin vererek yapamaz.
Şimdi sorumlular, şapkalarını önlerine koyup bu süreçte neyi doğru, neyi yanlış yaptıklarının muhasebesini iyice yapmak, yaşananların ve akan kanların hesabını hem uluslararası kamuoyu hem de kendi devletlerinin yasaları önünde vermek zorundadırlar.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SAHİL VE BİRA
Deniz manzaralı hamağımdan kan ter içinde biraz da susayarak uyandığımda aklımdaki nedensiz tek düşünce, o dev yokuşu bir çırpıda koşarak geçip sahile, denize ulaşmak ve soğuk, eşsiz, sadece bana ait olan o az köpüklü biramı yudumlamaktı… Belki yanında da biraz fıstık yuvarlayabilirim diye ümidim, şanslıysam da gölge bir yer bulurum diye hayalim vardı... Çünkü; bugün mutluydum, tutamayışlarımda var olan ve yapayalnız kalışlarımda fark edilen arkadaşlarımı buldum kafamın içinde ve çirkindiler... Bir o kadar sessizdiler…
Hemencecik hazırlandım... Yanıma da fazla bir şey almama gerek yoktu.çünkü neleri yanıma almak istediğimi bilip, ne olmak istediğimi kestiremediğim şuanda yanımdakiler, şimdiye kadar kaybettiklerimden fazlası değildi… Elimin tersiyle mi itmiştim onları yoksa tersime mi gelmişlerdi bilemem… Mucizeyi arzularken umutlarımı bulamaz olmuştum sağda solda, ne de kapı aralarında… Bu kasvetli sabah pırıltısı kahvaltı yerine geçen düşüncelerimi yinelerken başladım yürümeye…
O yürüdükçe dikleşip devleşen yokuşu bir çırpıda tüketip gidebilme hayalimin nedenli hızlı tükendiğini tepemdeki güneşle fark ettim sebepsiz terleyerek... Meğer ne denli zormuş sahile ulaşabilmek diye bu kaçıncı düşünüşüm… Çünkü; yokuştan sonra birde toprak dar bir patikadan geçmek zorundaydım sadece sahile ulaşabilmek için… Sadece biramı içebilmek için… Bu denli lüks düşkünlüğümü bunlara sebep yoksa, sahildeki biramı bu denli güzel, cezp edici, soğuk…. İnsan düşünmeden edemez hale geliveriyor birden ve bu yola, sıkıntıya değer mi diye… Oysa ki; neydi ki bu acele, güneşin geçip gitmesi beklenemez miydi… Diyorum ki kendime, adam biraz bekle nedir bu acele… Derken bu düşünceler sarmışken etrafımı, bulanıklaşmışken terden düşüncelerim, darlaşmışken bütün vücudumu sıcak güneş, çok geçmedi işte şimdi karşımdaydı öyle uzanmıştı o sahil, o bira şişesi… ve tabi ki insanlar…
Kafamdaki soru işaretleri ve elimdeki o bira şişesi… Şişe soğuk, ağzına kadar dolu ve parlak… Kafamdaki soru işaretleri de bir o kadar canlı parlak üstelik kanıyor… Her şeye yeniden başlamak isterken yorgun bedenim artık dinlen diyor… Bir de pişmanlık kemirisi var, cevabı olamayan soruların nihai cevapları… Ya pişmanlık elimdeki şişenin ve kafamdaki soru işaretlerinden daha parlak olursa diye… Her şeyin üstüne çıkarak, gürleyerek, çığlıklar atarak haykırarak bana bir daha benim ben olamayacağımı hatırlatırsa… Yanlış bir hayatı doğru yaşamaya çalışırken tökezleyip düşersem... Sahip olduklarım asla benim olmamışsa… Ya da aklımı kaçırırsam… En kötüsü ya gidersem…
Dalga sesleri arasında biramı yudumlarken kulağımda fısıldanan bir dost sesi fark ediyorum… Der ki; ya hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ya da her şey berbat olacak…. ve sen yine çekip gideceksin ya da bu sefer biteceksin… Bunu duyduktan sonra aklımın odalarında yankı bulurken şimdi, daha çok kastediyorum öldürmeye geçmişi… ve umuyorum erir içimdeki sesler kar gibi…
Biramı yudumladıkça fark ediyorum ki; zarar veriyorum… Kendime, çevreme, insanlara, hayata, güzel ve cici olan şeylere… Yudumladıkça fark ediyorum ki; bir şeyler yanlış, ters, olmaz, macera… ve fark ediyorum çok yaram var açıkta kalıp tozlanmış… Kağıttan zincirlerle bağlamış kalmışım kendimi kendime…
Biramı yudumladıkça deniyorum son bir defa ama olmuyor… Kafamın içindekiler dur diyor… Veyahut ben onlara dur diyemiyorum… Sus diyor ama ben yine sus diyemiyorum… Yani daha kendime laf geçiremiyorum… Kafamdakilere dur, sus diyip savuşturamıyorum… O kadar güçsüz aciz ve çaresiz kaldım bu tatlı tatlı esen deniz kenarında… Elimde o uğruna hayaller kurduğum, zorluklara katlandığım bir şişe soğuk, eşsiz, sadece benim olan, az köpüklü bir şişe bira ama aklımda ağır yükler… Tadını çıkaramıyorum artık bu rüzgarlı deniz kıyısının desenize… Eskiden sahilde, elimdeki biraya saatlerce bakıp konuştuğumu mu sanıyorsun… Yoksa 1 saat içinde 4.'yü içtiğimi mi…
Derken Biramı yudumlarken bir sıcak dost sesi daha duyuyorum istediğin bu mu diyor… Kendine problemler icat edip devinmek mi senin işin hep diyor… Uslu durmayı ne zaman öğreneceksin… Senin lafın değimli "hayattan bir şeyler bekleme vermez o kahpe, hayatın getirdikleriyle yetin, mutlu ol, eğlen… Hayat ekşi bir limon gibi sunuluyorsa sana sende yanına tuz ve tekila iste" demiyor muydun… Yoksa sen de mi değiştin… Yoksa tüm bu saçmalıkların sebebi büyümen mi.. Yoksa büyüyememen mi…
Derken deniz kıyısından vazgeçip eve gitmek için o yokuş yolu çıkmaya başlıyorum tekrar… O kadar bitkin ve aklımda sorular kulağımda da sebepsiz ve bi o kadar sessiz fısıltılar varken ilerleyemiyorum… Bıkmışlıklarımı fark ediyorum… Mesela susmaktan… Bu sessiz çığlık kaplıyor sağımı solumu... Ağırlaşıyor dünya, ne biramı yudumlayabiliyorum ne de şarkılar söyleyebiliyorum… Yine de bir çift lafa muhtaç olduğum aklıma geliyor tam da yokuşun orta yerinde… Aklımdaki yüzün söylerdi bana her şeyi ama bakmıyor şimdi… Tam da yokuşun orta yerinde…
Sonunda o malum odaya geri dönüyorum… Pislik içinde, rutubetten peynire dönmüş duvarları olan, yerlerde vicdan izleri kaplamış ve duvarlarından pişmanlık akan bir oda bu oda… Soru olduğum ve çok az cevap olduğum odadayım yine, süpürülmesi gereken zaman aralıklarıyla dolup taşan… Bir karar verme, bu ağır yüklerimden kurtulma ihtiyacı hissediyorum… Şu anda yapmak istediğim şey bu odaya tekrar girmemek üzere çıkmak, sahilde oturup sorularıma cevap bulup kulağımdaki dost seslerimle konuşmak ve doğruyu buluncaya kadar elimdeki birayı ısınmasın diye denize koymak… Özenle kaybolmasın diye yerini tekrar bulabileyim diye işaretler bırakarak… ama tek bir umuda tutunarak, ben, gökkuşağım ve hayallerime bir şey olmamasını umarak…
Ve işte yine deniz kıyısındayım ve bir gün buraya geleceğimi biliyordum… Her şeyin başladığı yere… Kendimi fark edip, kendime bir isim bulduğum, taktığım, daha çok ismimin olduğunu sandığım yere.… Ölmeden önce melek olup uçup kaybolduğum yere… Gene etrafımı saran o tatlı rüzgar ve üstümde aynı kıyafetler var… Değişen sadece dost sesler ve biranın tadı… Oysa en son buradan ayrılırken kendime içimdeki "sen"'e demiştim ki;
"Buraya eğer tekrar gelmek zorunda kalırsam deniz kabuğu ve taş toplamak için geleceğim... mezarım için…"
Yasemin Ballı
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İsimsiz
yalnızsındır
kendi sessiz, uçsuz bucaksız dünyanda
çekirgeler gelir geçer üzerinden
sonra sivrisinekler
kuşlar dokunur bazen kanatlarıyla dünyanın kıyılarına
çocuklar ellerini uzatır gibi olurlar sana
hergele bir kervan uzaklarda
selam çakar meşalelerle...
ama yine de
...yalnızsındır
ne kuşları görürsün ne çocukları
ne de tek bir hareketle kovalayabilirsin sinekleri
aç çekirgeleri
rüzgar estiğinde yüzünü dönmeye çalışırsın güneşe
kararır su yüklü bulutlarıyla güneş
son yaprağın da düşer toprağa
yalnızsındır...
son bir güçle eğilir bakarsın toprağa
topraktaki son parçana
zannedersin ki bakınca dönecek yine sana
güçlü ol...
yalnızsın...
eski dostların ölürler birer birer
bıçaklar bilenir kuytularında hayatın kınlarından çıkmak üzere
adımların yavan kalır
sözlerin sadece sessiz bir esinti kulaklarda
yalnızsındır
şiirler söylersin göğe
bazen masallar okur, bazen masal olursun
masallardaki mutlu son
kaçar senden şımarık bir çocuk gibi
elinde bir çiçekle mezarlarını ararsın yalnızların
kaybolur, bulamazsın....
geçmiş zamanın kadim ağıtları bir türkü gibi kulaklarında, silip atamazsın rüyalarından
yalnızsın...
ne gökyüzü ne toprak ne de güneş uzanır sana
yalnızlığın bir anıt gibi karşında
paslanmış, küf kokar
kolalı gömlekleriyle insanlar kokularını bırakırlar artlarında
tutup yakalayamazsın
yakalayıp da dokunamazsın
yalnızsındır
kapılarını kapatıp hayata
gözlerini dikersin kadim hayaletlerin küflü satırlarına
satırlarda yalnız
hayatta yalnız
ölümde ve yaşamda...
korkuda ve telaşta
umutta
öfkede ve aşkta
yalnız....
Özge Yıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Alkım Saygın Sivil Toplum ve STK'lar Üzerine I |
|
"Sivil toplum" kavramının Batıda ortaya çıkışı oldukça eskilere dayanır. Bununla birlikte, modern anlamda sivil toplum düşüncesinin târihsel kökeni araştırılmak istendiğinde bakılan ilk yer, genellikle on beş ve on altıncı yüzyıllar olmaktadır. Nitekim, bu dönemlerde gerçekleşen coğrâfî keşifler sonucu farklı toplumların ve toplumsal yapıların farkına varan Batı, bunlara ilişkin bir ilgi ve merak duymaya başlamış, daha önceki dönemlerde çeşitli seyyahların kaleminden çıkan bilgilerle bu coğrafyaları tanımaya çalışanlar, doğrudan ticâret ilişkilerinin de gelişmesi sonucu, bu coğrafyaları daha iyi tanımak istemişlerdir.
Kentlerde yeni bir burjuva sınıfının doğmasıyla birlikte ise bu tanıma çabaları daha düzenli ve sistematik birtakım çalışmaları doğurmuş ve böylelikle kentlerde, "sivil toplum yapıları" giderek daha geniş bir ilgi odağı hâline gelmiştir. Ve zamanla, siyasî iktidarlar ile bu yapıların çeşitli türden çatışmaları, ekonomi ve siyâsetin genel akışı içinde önemli pek çok sonucu berâberinde getirmiş, özellikle de egemenliğin kaynağı sorunu bağlamında târihsel süreçte yeni birtakım perspektifler gündeme gelmiştir.
Ne var ki, Batı tipi demokrasinin kurumsallaştığı toplumlar; "modern demokratik toplumlar" ile Batı dışı toplumlarda "sivil toplum"un anlamı bütünüyle farklıdır. Zîrâ, modern demokratik toplumlarda sivil toplum, iki temel üzerinde yükselir; bunlardan ilki, cemaatin veya milletin her bir üyesinin siyasî iktidarla karşılıklı ilişkilerini düzenleyen haklar ve ödevlerdir. İkincisi ise bu yapıların içinde yer alan kimselerin, ortak bir nezâket ve hoşgörü kültürü çerçevesi içinde, birbirlerine karşı hak ve ödevleridir.
Dolayısıyla, modern demokratik toplum düzeni içinde sivil toplumu herhangi bir toplumdan ayıran temel özelliğin, bu haklar ve ödevlerin belirli birtakım hukukî ilişkiler içinde ve demokratik ve meşrû mekanizmalar marifetiyle düzenlenmesi ve kişilerin, kendi sübjektif değerlendirme ölçütleri ne olursa olsun, bu haklar ve ödevler içersinde ortak bir "yaşama kültürü" geliştirmeyi, bunu yaşatmayı başarabilmeleri olduğu görülebilir.
Başka deyişle, her toplum ve toplumsal yapıda, ilişkileri düzenleyen belirli birtakım davranış kuralları vardır ve bunlar kendi doğal, çevresel, vb. şartları içinde gelişir, toplum da üyelerinden bu davranışlara riâyet etmesini bekler. Modern demokratik toplum düzeni içinde sivil toplum ise üyelerinin birbirleriyle olan ilişkilerini ortak bir nezâket anlayışı doğrultusunda ve hukuk sistemi aracılığıyla birlikte belirlemesini, bunları korumak için ortak bir irâde sergilemesini anlatır ki, "sivil" (civil) kelimesinin, "yurttaş" (citizen) ve "nezâket" (civility) kelimelerine köken olması da aslında bu gerçeği dile getirir.
Buna karşılık, Batı dışı toplumlarda "sivil toplum"un anlamı bütünüyle farklıdır. Herşeyden önce, bu toplumlarda sivil topluma ilişkin gelişmeler, kendi iç dinamiklerinin ürünü değildir; bölgesel ve dünyâ ekonomik ve siyasî sisteminin kendi gelişimlerinin; yâni, küresel kapitalist sistemin kendi iç dinamiklerinin ürünüdür. Hâliyle, bu kategorik farklılığı hesâba katarak düşünecek olduğumuzda, buradan iki temel sonuç çıkartmak mümkündür.
Birincileyin, modern demokratik toplum düzeni içinde sivil toplum, ikinci ve üçüncü kuşak hakların (ikinci kuşak haklar; ekonomik, siyasî, sosyal ve kültürel haklardır; üçüncü kuşak haklar ise azınlık haklarıdır) hem gerçekleştirilmesinde, hem de korunup geliştirilmesinde motor gücü oluşturur. Fakat, Batı dışı toplumlarda ise sivil toplum hareketleri, özellikle de 1945 sonrası dönemde ortaya çıkan gelişmelerin ürünü olarak, Batı kapitalizminin hedef ülke üzerindeki ekonomik, siyasî, askerî ve kültürel tahakkümünün meşrûlaştırılmasına hizmet eder.
İkincileyin, modern demokratik toplum düzeni içinde sivil toplum, STK'lar aracılığıyla gerçekleştirdikleri sosyal hareketler marifetiyle demokratik hak ve özgürlüklerin kitleselleşmesini ve kamusal iletişim biçimlerinin toplumun tüm üyelerini kapsayacak biçimde gerçekleşmesini sağlar. Batı dışı toplumlarda ise sivil toplum, küresel kapitalist sistemin çıkar ve beklentileri doğrultusunda hedef ülkede toplumsal kutuplaşmaların ortaya çıkması ve güçlenmesini sağlar ki, STK'lar aracılığıyla oluşturulan ve kitleselleştirilen dil, anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı faaliyetlerin omurgasını bükmekte kullanılır, kitlenin demolarizasyona sürüklenmesi de cabası.
Hâliyle, bu iki temel kategorik farklılık, kökensel karşılığı itibâriyle bize Greklerin "polis-oikos" ayrımını hatırlatmaktadır. Nasıl ki Grekler, polis (özgür yurttaşların kullandığı ortak alan) ile oikos (bireylerin kendilerine âit yaşam alanları) arasında bir ayrım yapmış ve polis içindeki ilişkileri hukuk zeminine oturtmaya çalıştıkları hâlde, oikos içindeki ilişkilerde hiçbir hukukî düzenleme getirmeye çalışmamışlar ve polis içindeki ilişkileri, oikos içindeki bu engellenmemişlikle korumaya çalışmışlarsa, Batı dışı toplumlar için de STK'lar, hedef ülkelerde polis içinde bir eşitlik, adâlet, özgürlük, vb. amaçlar taşımaz; Batı emperyalizminin hedef ve amaçları doğrultusunda bu toplumlarda kendi tahakkümlerini kurup güçlendirirler; onları, kendi "oikos"ları olarak kullanırlar.
Kendi kamuoylarında yaydıkları propagandalar ise bu toplumların "demokrasiye geçişe hazırlandığı"dır(!). Ve hedef ülkelerde yaptıkları propagandalarda ise "gelişme"(!), "çağdaşlaşma"(!), vb. cicili bicili lâfların arkasına saklanırlar. Dolayısıyla, modern demokratik toplum düzeni içindeki sivil toplum hareketleri, Batı dışı toplumlar için hem bir ideal, hem de bir tuzaktır. Ve bu paradoksal durum, özellikle de Soğuk Savaş'ın bitmesinden bu yana daha da belirgin bir biçimde hissedilmekte; ancak, bu olup bitenlere seyirci kalınması nedeniyle olanaklı çözüm yollarının geliştirilmesi de mümkün olamamaktadır.
Nitekim, bu dönemde ilân edilen "Yeni Dünyâ Düzeni", sözde kapitalizmin, tüm insanlığın "barış"ını(!), "güvenlik"ini(!), "haklar ve özgürlükler"ini(!), "evrensel özlemler"ini(!) dünyâ çapında gerçekleştirecekti. Oysa, bugün itibâriyle şu yaşlı dünyâmız, Soğuk Savaş döneminden daha güvensiz, daha şiddet dolu ve daha büyük ekonomik ve siyasî sorunlara sahne olmaktadır ki, tüm bunların dünyâ çapında bir direniş mücâdelesini tetiklememesi, aslında Batı dışı toplumlardaki sivil toplum ve STK'ların ortak bir başarısıdır.
Ve bunun içindir ki, Batı dışı toplumlarda sivil toplum ve STK'lar, modern demokratik toplum düzeni içinde sivil toplum ve STK'ların görünmeyen yüzü; onları besleyen, güçlendiren, zenginleştiren; onların küresel kapitalist sistemi ayakta tutmasını sağlayan unsurlarıdır; yâni "oikos"udur. Ve tıpkı, daha önce bir şiirimizde de söylediğimiz gibi, "gübreyi gülden değil, solucandan sormak lâzım"dır. Ve zâten, Soros ve sivil toplum örümcek ağının Avrasya'daki faaliyetleri, bu ilişkileri en açık bir biçimde tespit etmemizi sağladığı için son derece önemlidir.
Kezâ Batı kapitalizmi, yoğun kriz dönemlerinde sermâyenin çevreye yayılmasını hem ekonomik, hem de siyasî amaçları doğrultusunda pek güzel başarır. Bu yolla, hem sermâye akışına canlılık kazandırır, hem de hedef ülke üzerinde ihtiyaç duyduğu iktidâr değişikliğini gerçekleştirir. Toplumsal muhalefeti önlemek için STK'lar aracılığıyla hedef ülkeye akıttığı kaynaklar, orta ve uzun vâdede kâr olarak geri dönerken, hem sistem içindeki "tıkınıklık" aşılmış, hem de bu kriz dönemlerinden etkin biçimde yararlanılmış olunur.
Bununla birlikte, Soğuk Savaş dönemi boyunca sivil toplum hareketleri ve STK'lar, gerek "özgür dünyâ"da(!), gerekse de Doğu Bloku'nda çok fazla etkinlik gösterememekteydi. Bu dönemin koşulları içinde "insan hakları ve demokrasi" talepleri, siyasî iktidarların çeşitli gerekçeleriyle bastırılmıştı. İkinci Dünyâ Savaşı sırasında Avrupa, savaşın etkisiyle harâbeye dönmüş, ABD'de de ise kapitalist kalkınma hızla devâm ettirilmeye çalışılmış; bunların sonucu olarak ABD'de teknoloji gelişmiş, feodal ve aristokrat kalıntılarının temizlenmesi burjuvayı yükselişe geçirmiş, burjuvanın çıkarlarını korumayı ana ilke edinen bir devlet düzeni kurulmuştu.
Dahası, bu amaçlar doğrultusunda mülkiyet hakkı ve serbest dolaşım hakkı koruma altına alınmış; ABD, kendi ekonomik ve siyasî gereksinmelerini, "evrensel bir hak ve özgürlük" söyleminin genel korumasıyla gerçekleştirmeye çalışmıştı. Ancak, Soğuk Savaş koşulları içinde bu konularda çok büyük bir başarı kaydedemediler. Çünkü, Sovyet yayılmacılığı karşısında "özgür dünyâ"(!) ivedilikle harekete geçmek istiyor, bu da ülkelerin iç işlerine demokratik olmayan yönetim biçimleriyle karışmayı zorunlu hâle getiriyordu.
Üstelik, yalnızca bu ülkeler de değil, bizzat "özgür dünyâ"(!) da gerek İkinci Dünyâ Savaşı'nın ortaya çıkarttığı ekonomik ve sosyal yaraları iyileştirmek, gerekse de eski konumuna biran önce geri dönebilmek için "insan hakları ve demokrasi" konusunu ikincil plânda tutuyor, bu bağlamda sivil toplum hareketlerinin ve STK'ların ekonomik ve siyasî yapı üzerinde çok fazla etkinlik göstermesi zâten arzu edilmiyordu.
ABD ise Avrupa'nın bu ağır ekonomik ve siyasî yaralarla uğraşmasını fırsat bilerek ve içeride de "komünizm tehlikesi"ni sürekli canlı tutmaya çalışarak, bizzat sermâyenin talep ve beklentileri doğrultusunda hareket ediyor, "McCarthizm" olarak bilinen siyâset biçimiyle, anayasa ve hukuk düzeniyle bağdaşmayacak uygulamalara meşrûiyet yaratmaya çalışıyordu. Hâl böyle olunca, ABD'deki demokratik ve siyasî haklar, neredeyse Doğu Bloku'yla aynı seviyedeydi ve McCarthizm, sivil toplum hareketlerinin ve STK'ların gelişmesini ve güçlenmesini engelleyen en önemli unsurlardan biriydi.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Toprağa Süzülen Su Gibi
Kırmızı toprağın kokusu
Doğanın sessizliği
Sarmalıyor hücrelerimi
Ay ışığının kıvrımlarında
Bir görünüp bir kayboluyor
Uzaklardaki taş ev
Başımı sokup pencereden
Görmek istiyorum her yeri
İçimde yüklü duygularım
Bir bir çıkarıyor elbiselerini
Çırılçıplak... Yoldayım
Parçalı taşların üzerinde
Kırmızı izler bırakıyorum
İncecik ip gibi yağmurda
Boynuna gizleniyor dudaklarım
Sızıyor gizemine ruhum
Yüreğime iniyor
Kahve kokulu bakışların
Her yudumunda
Titreşiyor ürpertiler
Sesinin dalgalarında
Boğulurken sesim
Yanmaya varıyor her şey
Sarsılıyor yaşam
Alevlerin ışığında
Akıyorum...
Kurumuş toprağa
Süzülen su gibi
' Düş Kuruyor Gece ' adlı kitabımdan - Ocak 2008 -
Hatice Bediroğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|