|
|
|
Editör'den : Boşverin, siz Dünya Kupasına bakın!.. |
Merhabalar,
Recep Bey'in Arap aşkı tüm hızıyla sürüyor. Mehmet Akif'ten şiirlerle de süslüyor artık. "Türk Arapsız yaşayamaz; kim ki yaşar der, delidir / Arabın Türk, hem sağ gözüdür, hem sağ elidir." Bu işte Tarabya halkının parmağı olduğunu düşünmeye başladım. Giden Arap turisti tekrar çekmeye yönelik pazarlama sloganları sanki. Neyse...
Eksen kayıyor mu diye herkes birbirine soruyor. Eksen denilen de, batı ile doğu arasına çizilen doğru. Aslında kayan eksen değil, ekseni yokuş aşağı büküp, ne var ne yok aşağıya yollayan pek sayın büyüklerimiz. Sekiz sene evvel aldıkları icazetin son kullanma tarihi dolunca alternatif yaratma çabasına düştüler besbelli. Eksen kayması konusunda iki ayrı görüş dillendiriyor sevgili aydınlarımız. Bir kısmı, AKP'nin yüzü batıya dönük biçimde doğunun temizliğine kendini adadığını söylüyor. Bunlar, işin bir demokrasi ve barış mücadelesi olduğunu savunuyorlar. Bir kısmı da, AKP'nin özüne döndüğünde ısrarlı. Kafalar hepten karışmış durumda. ABD'ye kafa tutmak, Filistin'in yanında yer alıp İsrail'e düşman olmak gibi "Sol" söylemleri sahiplenen bir AKP'yi terazinin hangi kefesine koyacağını şaşırmış durumda insanlar. Recep Bey'in ağzında bambaşka bir kimliğe giren cümleler de yenilir yutulur gibi değil. Bu nutuklarla kendinden geçecek epeyce insan var bu memlekette. Peki, dışarıda sürdürülen bu doğu sentezli politikanın aslında içeriye yönelik bir pazarlama taktiği olmadığını kim gönül rahatlığıyla söyleyebilir? Yandaşlar hariç, hiç kimse.
Birilerine özeniliyor. Saddam desem, Allah sonunu benzetmesin. Ahmedinecad diyeceğim, sanki daha uygun düşecek. Demokrasi kamuflajında, totoliter bir rejim. İpin ucu ne çok sıkı ne de gevşek. Pozisyona uygun biçimde bir gerilip bir boşaltıyor. Bu arada, içeriye yardımsever mağdur imajı, dışarıya sert kafa tutucu. Ortadoğunun ağabeyi olmak arzusu güzel de, sana yedirirler mi? Cevabı kısacık; Avucunu yalarsın.
...
Birkaç defa burada söylemiştim. Bu yönetim artık gemi azıya almış durumda diye. Yapılmaması gereken ne varsa yapıyor, söylenmemesi gerekenleri rahatça söyleyebiliyor. Geçen hafta bir eski Adalet Bakanını "yargılamayı etkilemeye yönelik girişimde bulundu" gerekçesiyle tutuklamaya çalışan hukuk, hükümet ve parti üyelerinin Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik yorumlarına ses çıkarmıyor henüz. Oysa bu, bizzat Anayasa Komisyonu başkanı tarafından hatalı olmakla itham edilen Anayasa Mahkemesine yapılan bir saldırıdır. Bunun adı "Yargıya baskı"dır. Sadece bu bile referanduma sunulan değişikliğin iptaline yeterli olmalıdır herhalde.
...
Onu bunu bilmem Dünya Kupası başlıyor. Canlı canlı seyretmek için seçtiğim birkaç maç var. Açacağım biramı, uzatacağım ayağımı, hem içecek hem de seyredeceğim. Ayrıca, sık sık Recep Bey'i anıp şerefine kadeh kaldıracağımı da söyleyebilirim. İyi olan kazansın. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -6 |
|
Adı bende saklı kız ile ikinci kez Lale Pastanesine gittik. İçinde meyve parçacıkları olan durdurmadan yedik. Arkadaşım yine bizi kıralar gibi ağırladı. O gece ona aşkımdan ve onu ne kadar sevdiğimden söz etmedim. Ağır abi olmaya çalışarak suskun kaldım. Gözlerinde uzak ülkelere gittim, düşler diyarında dolaşıp durdum. Artık her şey farklıydı. O mavi çiçekli bir elbise giymişti. Benim de üzerimde mavi çizili bir tişört ve kahverengi kadife bir pantolon vardı. Neredeyse o da hiç konuşmadı. Pastaneden çıkıp arka sokaklardan dolaşarak yolu uzattık. Yıldızlı ve güzel bir yaz gecesi, ot basmış arsalarda cırcır böcekleri şarkılar söylüyorlardı. Bu kentin gecelerinin ve tenha sokakları meğer ne güzelmiş? İnsan seviyorken her şeyi farklı görebiliyormuş. Anladım… Onu sokağın başında bırakırken bana dönüp "Bu kadar göz önünde olmamız iyi değil, "dedi. Ben de başımla onayladım. Babasına yakalanırsak ikimiz için de sonu kötü olabilirdi.
Bir sonraki kiremit altı mektupta bu akşam halasının kızının düğününün olacağını yazıyordu. Düğün bir ara sokakta yapılacaktı. Elimde bulunan birkaç parça giysiden en iyilerini seçtim. Anneme pantolonumu ve tişörtümü ütülettim. Karanlık iyice kentin sokaklarına sokulduğunda düğünün yapılacağı mahalleye gittim. Sokağın iki başı da düğüne gelenlerce kapatılmıştı. Davetliler tahta sandalyelerde oturuyorlar, benim gibi davetsiz takımı da onların gerisinden düğünü izliyordu. Adı bende saklı kız geline yakın bir yerde oturuyor, iki de bir kalkıp davetlilere hoş geldin diyor, durmadan ortalıkta dolanıyordu. Üzerinde kırmızı saten bir elbise vardı. Saçları ve makyajıyla bir prenses kadar güzeldi. Belki de gözleri beni arıyordu. Ama kalabalığın bir hayli arkasında kaldığım için beni göremezdi, biliyordum.
Düğün henüz başlamamıştı. Davullar çalınıyor ama kimse oynamıyordu. İnsanlar birbiriyle sohbet ediyor veya uzun zamandır birbirini görmeyenler hasret gideriyorlardı. Sonra aniden davulun sesi değişti. Trompetin kopardığı yaygara bütün mahalleye yayılıverdi. İlk önce isteksiz isteksiz birkaç kişi çıkıp halay çekmeye başladı. Halay müzik sona ermeden dağılıp gitti. Bu henüz düğünün eğlence kıvamına gelmediğini gösteriyordu. Birkaç kez aynısı tekrarlandıktan sonra ortaya belki de yaşı yetmişe yakın bir adam çıktı. Cebinden mendilini çıkardı. Bir tiyatro oyuncusu gibi kendinden emin ve kendine güvenen bir tavrı vardı. Onu gören kızlar, kadınlar hemen ortaya dökülüverdiler. İşte o an hem gerçek halay, hem de düğün başlamış oldu. Adam bazen kendisine ayak uydurmaya çalışan zincirden ayrılıyor, kendi başına bağımsız figürlerle oynuyordu. Bu işi iyi kıvıran biri olduğu her halinden belliydi. Çalgıcılar sustuktan sonra sanki bir öncekilere nispet yaparmış gibi çalımlı gençlerden kurulu bir topluluk ortalığa döküldü. Başıyla çalgıcıları selamladılar ve müzik başladı. Davulun ilk ritmiyle birlikte ayaklar kalktı, dizler kırıldı, vücutlar yaprak gibi sağa sola sallanmaya başladı. Çok geçmeden oradaki herkes bu gençlerin kapılıp gitti. Herkes onları tek bir hareketlerini bile kaçırmayarak büyük bir dikkatle izledi.
Düğün güzel olmasına güzeldi ancak ben sevgilimi göremiyordum. O da beni… Tamam, düğünde kol kola oturamazdık zaten ama en azından bakışabilirdik. O gece adı bende saklı kız öyle güzeldi ki sabaha kadar baksam kanamazdım. Düğün gecesinin ortalarına doğru o da çakıp ince çalgılı horona katıldı. Nereden öğrenilir bu meret, acayip güzel oynuyordu. Her hareketini beynime kazımak, her adımını zihnime hapsetmek istiyordum. Elimde değildi. Büyülenmiştim. Kendi kendime "Ah keşke ben de böyle oynayabilsem," dedim. Gecenin yarısına doğru neredeyse düğün biterken o da beni gördü. Düğün de azar azar dağılmaya, insanlar gitmeye başlamıştı. Misafirlerle ilgilenmek için yerinden kalkmış gibi yapıp birkaç kez yanıma eldi. Elbette geçip gitmek zorundaydı. Sadece "Nasıl olmuşum?" diye sorabildi. Kısık bir sesle "Prensesler kadar güzelsin," dedim. Gülerek uzaklaşıp gitti. Kalabalık iyice dağılmadan gözgöze geldiğimiz bir anda ona ben de gidiyorum manasında bir el işareti yaptım. Ve yürüyüp gittim.
Bütün kenti baştan sona geçip tren istasyonuna gittim. Orada günün her saatinde açık, sarmaşıklarla ve ağaçlarla süslü bir çay bahçesi vardı. Deli gibi hayal kurmak ve çay içmek istiyordum. O aralar sigaraya da kötü dadanmıştım. Öksürtüyordu ama yine de bırakmıyordum. Saat gece yarısını çoktan geçmesine rağmen hala o bahçede oturan insanlar vardı. Hem de öyle tek tük falan da değil. Sigaramı yaktım ve bir çay söyledim. Bir tane daha, iki, üç, dört tane… Sabaha karşı Ankara ekspresi geçtikten sonra eve döndüm. Gözümde bir damla bile uyku yoktu. Adı bende saklı kıza belki ilk defa ve gerçekten o gece âşık olmuştum. Aklımdan istesem bile uzaklaştıramıyordum.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Küba'da Turizm Faaliyetleri |
|
"FIT Cuba 2010" Küba Uluslararası Turizm Fuarı'nda Küba Devleti'nin davetlisi olarak 31 ülkeden çağrılan, 131 tur operatörü, acenta, havayolu şirket temsilcileri ve Latin Amerika konusunda uzman gazeteciler arasında, Türkiye'yi ve Birgün gazetesini temsilen, 1 Mayıs 2010'dan başlayarak dokuz gün Küba'daydım; 27 Ekim 1492'de Yeni Dünya'ya ulaşmak niyetiyle, Karayib Denizi ve Atlantik arasındaki bu en büyük adaya ayak basan Kolomb'un keşfettiği, "insanoğlunun gözünün göreceği en güzel yer" olarak adlandırdığı topraklarda!...
Bu, Küba'yı Karayiblerin turizm cazibe merkezi olarak tanıtmak üzere düzenlenmiş en büyük etkinlik. Jamaika'daki güvenlik ve asayiş sorunları, Haiti'deki deprem ve sonrası ortaya çıkan karmaşa, Porto Riko'daki yüksek suç oranları göz önüne alındığında Küba, bölgede ve Dünya'da sahip olduğu en düşük suç oranlarıyla, uygun oda fiyatlarıyla, mükemmel doğasıyla ve kültür miraslarıyla bu bölgede tatil yapmayı düşünenler için daha öncelikli bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Başkent Havana'daki Morro Cabana Park'ta yapılan fuar açılış töreni adeta bir karnaval havasında, renkli gösterilerle süslenmişti. Açılış konuşmacıysa Küba Turizm Bakanı'ydı. Bütün dünyadan gelen turistlerin sayısını arttırmak amacıyla yapılan yeni yatırımlar anlatıldı.
Fuar ilk kez Varadero kentinde, yıllar önce başlamıştı. Zaman içinde güçlenip gelişerek profesyonel bir etkinliğe dönüştü. Fuar'ın teması, Küba'nın Dünya Mirası olarak kabul görmüş ve UNESCO tarafından da koruma altına alınmış şehirlerini, Küba'nın tarihi ve kültürel özelliklerini öne çıkaran bir anlayışla düzenlenmiş.
Küba'nın bir sektör olarak turizmle yakınlaşmasının, bu alanda önemli politikalar geliştirmesinin geçmişi 1990'larda, SSCB'nin yıkılmasına kadar uzanır. Bu doğa harikası adanın turizm alanındaki yolculuğu 3 dönemde incelenebilir. Devrimden önceki birinci dönemde, adaya gelen turistlerin %90'ı ABD'dendi. İkinci dönemde, Devrimden sonra SSCB ile yakınlaşılan yıllarda, 1970-80'lerde, Doğu Avrupa ve Kanada'dan gelen turist sayısında önemli bir artış oldu. O dönemde de, tıpkı şimdi olduğu gibi, 50 yıllık ABD ablukası yüzünden kendi ülkelerinden doğrudan Küba'ya gelemeyen ABD vatandaşları Kanada, Meksika üzerinden adaya gelebiliyorlardı. 1990'ların başında SSCB'nin yıkılmasıyla "Özel Dönem" olarak adlandırılan üçüncü dönem başladı. Bu dönemde, ülkenin temel gelir kaynakları yeniden gözden geçirildi: Örneğin, başlıca gelir kaynağı olan şeker kamışı üretiminden gelecek yıllarda ekonominin başlıca itici gücü olacak turizm sektörüne geçiş süreci başlatıldı. Böylece Küba, uluslararası turizme gerçek anlamda açılmış oldu. Bu dönemden başlayarak yabancı yatırımların adada önemli ölçüde arttığını görüyoruz: İspanya, Kanada, İtalya, Almanya'nın bu ülke topraklarında büyük turizm yatırımları var.
Küba Ulusal İstatistik Bakanlığı'nın raporuna göre, Küba turizm işletmeciliği 2009'un ilk çeyreği boyunca, önceki yılın istatistiklerine göre iki kat artış gösterdi, ama aynı yılın izleyen zamanlarında, küresel ekonomik krizin de etkisiyle rakamlarda bir azalış görülüyor. 2008 istatistiklerine göre, en fazla turist Kanada'dan geliyor: 800 bin kişi. Bu ülkeyi sırasıyla İngiltere, İtalya, İspanya, Fransa ve Almanya izliyor. Latin Amerika'dan da başı Meksika ve Arjantin çekiyor. Rusya'dan gelen turist sayısındaysa %40'lık artış olmuş. Çinli turistleri özendirmek üzere, Çin Hükümeti Küba'da iki irtibat bürosu açmış bile. Türkiye'den ülkeye gidenlerin sayısıysa yaklaşık 9 bin. Bu sayıda bir artış olduğunu zaten biliyoruz: öyle ki, yalnızca 1 Mayıs kutlamalarına katılmak üzere ülkemizden Küba'ya özel turlar düzenleniyor.
Küba'nın 2008 yılı turizm kapasitesini incelediğimizde, 50 bin oda, %65'i 4 ve 5 yıldızlı olan oteller, 10 uluslararası havalimanı, 13 küresel turizm şirketiyle imzalanan 65 yeni anlaşma, 18 turizm yüksek okulu, mevcut altyapının iyileştirilmesi için yapılan yatırımlar (cep telefonu şebekesinin büyük ölçüde yaygınlaşması, yeni yollar, elektrik şebekesinin yenilenmesi vb.) gibi çok yönlü yatırımlar görüyoruz. Bütün büyük otellerde ve tatil köylerinde Internet mevcut.
Turizm sadece ülkeye gelir getirmekle kalmıyor, dolaylı olarak ülkenin altyapısının iyileşmesi için itici güç oluşturuyor, yeni işler yaratıyor. Otellerdeki fiyatlar ve kalite çevre ülkelerdeki olanaklarla rekabet etmek için, oradakilere benzer oranlarda ayarlanıyor.
**
Yolculuk organizasyonu sırasında yaşadığım bir olay, dünyanın ne kadar küçük olabileceğini yeniden hatırlattı. Fuara geçen yıl da davetliydim, fakat 2009'da, bizi Havana'ya götürecek Blue Panaroma'nın Milan'dan kalkacak uçağı için Milan'a kendi olanaklarımızla gitmiştik. Bu yıl da ulaşım destekleyicisi olan Blue Panoroma Havayolları (www.blue-express.com), yeni başlattığı, hesaplı İstanbul - Roma seferleriyle bizlere yeni bir açılım da sağladı. İşte bu bağlantı konusunda İtalya'daki Küba Büyükelçiliği ile haberleşirken, elçilik basın müşavirinin, 2003'de Ankara'da görev yapan 2. Katip Fidel Vilademir Perez Casal olduğunu farkettim. Havana'ya uçmadan bir gece önce Roma'da buluşup, Türkiye, Küba ve Dünya hakkında konuştuk. Türkiye'yi ne kadar özlediğini, insanımızın misafirperverliğini ve Küba'ya olan dostluğunu sık sık tekrar etti.
Blue Panaroma, bir İtalyan havayolu şirketi. Küba'ya seyahat etmek isteyenler için hem fiyat hem de seyahat noktaları konusunda oldukça avantajlı olanaklar sunuyor. Her gün Havana'ya uçan Air France'a göre fiyatları hem daha uygun, hem de Küba içinde Havana'nın dışında, Santiago de Cuba'ya da doğrudan uçuyor. Blue Panaroma Tanzanya, Maldivler, Venezuella gibi yerlere de çok ekonomik bağlantılar verdiğinden, İstanbul'dan (haftanın altı günü) Sabiha Gökçen çıkışlı seyahatlerde, seyyahların düşünmesi gereken çok ciddi bir seçenek.
Davetli gazeteciler olarak, Roma'dan ve Milan'dan kalkan iki uçakla, yaklaşık 11 saatlik bir uçuştan sonra, aramızda 7 saat fark bulunan Havana'ya vardık. Havana Jose Marti Uluslararası Havalimanı'nın en ilginç yanlarından biri, iner inmez bütün devletlerin bayraklarının asılı olduğu tavanda kendi bayrağınızı arıyor olmanız. Birçokları Küba'ya giriş/çıkış yapıldığında, ABD'ye girilemeyeceğini düşünse de; Küba vizesi oldukça kolay çıkartılabilen, bürokratik işlemleri az ve kağıda verilen bir vize. Pasaportunuzda Küba'ya gittiğinize dair bir iz yok! O yüzden yukarıda bahsettiğim endişeyi taşıyanlar çekinmeden defalarca Küba'da tatil yapabilirler.
Havana'da geçirdiğimiz dört gece boyunca Meliá Cohíba otelinde konakladık. Melia Cohiba, Malecon'un hemen kıyısında, Meksika Körfezine bakan, Havana'nın en önemli, eski turistik konaklama merkezlerinden biri. Odalar son derece güzel döşeli, yemekleri çeşitli ve güleryüzlü bir servisi var. Eski Havana'ya sadece 6 km uzaklıkta, yürüyerek şehri gezmek için çok uygun bir yerde. Küba'nın en ünlü kabarelerinden "Havana Cafe" otelin içinde, Küba'ya gelip de görmemek olmaz. El Relicarto'nun 1950'lerden kalan dekorasyonunda, istediğiniz Küba purosunu satın alıp, kahve ve romla dinlenebilirsiniz. Küba kahvaltılarında olmazsa olmazlar, taze sıkılmış meyve suları ve tropik meyveler. Portakal, mango, kavun, fruta bomba, abayava ve ananas... Muzlar o kadar lezzetli ki: özellikle buzla birlikte "karıştırıcıdan" geçirilen muzlu sütün tadına doyulmuyor. Ayrıca kahvaltıda, nohut, fasulye ve pirinç pilavı ikram etmek Küba'lılar için normal. Havana 15 belediyeye ayrılmış. En eski ve güzel yerleşim bölgelerinden biri Miramar. Buradaki yerleşme dokusunun büyük bölümünü (yaklaşık %70) elçilikler ve onların rezidansları oluşturuyor. Devrimden önce en zenginlerin yaşadığı bu bölgedeki bütün özel mülkler ve kulüpler devrimden hemen sonra çalışanlara hizmet veren sosyal kulüplere çevrilmiş, yeni adı ise Cubanacan.
Havana'ya 1 Mayıs günü, saat 16.30 gibi ayak bastık. Yolunuz düşerse Pasaport kontrolünden hemen sonra, şehre inmeden çıkıştaki bürodan para bozdurmayı unutmayın; Amerikan Doları yerine, Avro'nun değişim oranları daha uygun (ABD Doları %18, Avro %8). Geçen yıla göre, Jose Marti Havalimanı'ndan şehre uzanan yol oldukça yenilenmiş. Havana Devrim Meydanı'ndan saat 17.30 sularında geçerken, sanki o meydanda bu sabah milyon insan buluşmamış gibi tertemizdi. Hızlıca gözüme çarpan bir değişiklik de Camilo Cienfuegos'un devasa portresinin de Che'nin yanında meydana asılmış olmasıydı.
2 Mayıs sabahı hedefimiz, Pinar Del Rio ilinin, Vinales kasabasıydı. Burası hem tarih öncesi zamanlara ait, 150 Milyon yıllık kalıntıları ve coğrafi konumuyla, hem de Cohiba, Monte Cristo gibi ünlü puroların tütünlerinin yetiştirildiği yer olmasıyla, Küba'ya gelenlerin asla uğramadan geçmemeleri gereken bir yer. Antillerin en zengin flora ve faunasına sahip olan Vinales Ulusal Parkı UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde. İçinden San Vicente nehrinin geçtiği, ülkenin en önemli mağarası olan Indio'da tekne gezisi olmazsa olmaz. Tütün, hâlâ geleneksel şekilde, 19.yy'da olduğu gibi aileler tarafından üretiliyor. Pinar Del Rio, Devrimden hemen sonra ilk toprak reformunun yapıldığı yer. Daha önce çiftlik sahiplerinin zenginliğiyle, işçilerin yoksulluklarının içiçe geçtiği bir yerdi burası. Şimdilerde 20 bin kişinin yaşadığı bu sevimli kasaba, Küba'nın en sakin, huzurlu, keyifli tatil ve dinlenme merkezlerinden biri. Havana'dan Vinales'e 2,5 saatlik otobüs yolculuğuyla ulaşılıyor. İster günübirlik gidin, isterseniz kasabadaki "Casa"larda, Küba misafirperverliği ile ağırlanmak üzere bir kaç gece konaklayarak. Bu otobüs yolculuğu boyunca gözünüzü Küba'nın ulusal ağacı palmiyelerden ve tütün kurutma kulübelerinden (bohios) alamayacaksınız.
Devrimden hemen sonra, 1959 - 1962 arasında, Leovigildo Gonzalez isimli bir ressamın aklına Vinales vadisindeki kayaların üzerine, tarih öncesi çağların izlerini taşıyan bu coğrafyaya, insanlığın evrimini simgeleyen, devasa bir resim yapma fikri geldi. Bu fikir Fidel'in de desteğini alarak hayata geçirildi. 1979'da resmin genel bakımı yapıldı ve sorumluluğu Pinar Del Rio Üniversitesine devredildi.
Vinales yolunda rehberimiz Jorge ile sık sık sohbet ettim. Kendiliğinden, "Havana'da Türkiye deyince hepimizin aklına aklına Atatürk ve Nazım Hikmet Heykelleri gelir." Deyiverdi.
Devamı var...
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Her Şehir Sen
Şimdi hangi şehirdeyim diye sordum yüreğinin kıyılarına vurduğumda. Dağlarının yamaçlarında dinlendim belki, belki denizlerinin derinliğinde boğuldum bir Firavun günahkarlığında.
Günler, aylar belki de yıllar sonra… Hangi şehir hep sen gibi geldi kim bilir kaç kere, saymadım… Tutmadım hesap. Kağıtlarımı çoktan yaktım, verilmiş sözlere inat… Saklamadım mektupları.
Senin şehrini unuttum diye, başka şehirlere göçmedim ben.
Başka dağların yamaçları, başka denizlerin derinliği sen kadar uzak kaldı bana.
Gözlerimi sakınırken uçurumların maviliğinden, zifiri karanlıklarda sen diye boğulmaktı beni mutlu kılan…
Acı çekti diyenlere inat, acı çekmedim ben…
Şükür ettim ilahi dinlerin saflığında…
Seni böyle yaşamak düştüyse şu birkaç soluk hayatta, gündüzlerimi karartan, uçurumlara sürükleyen sen değil, benim nankörlüğümdü… Secde ettim Firavun geç kalmışlığıyla…
Oysa bilmedi hiç kimse…
Derin, sessiz gecelerde… Sen her şey kadar uzakken bana… Ve O senden daha fazla yakınken…
Ben bir tek Tanrı'yla aldattım seni!..
Çağla Gökdeniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Gazze'ye Yardım Bahane Tribünlere Oynamak Şahane |
|
Amaç gerçekten Gazze'ye yardım etmek olsaydı bu "Kızılay" yolu ile yapılırdı. Kaldı ki Kızılay uzun süredir bölgede.
Ve İsrail bölgeye yaklaşmayın tavrımız sert olur demişken gemileri harekete geçirmek, o gemiye binen yolcuların o yolda "şehit oluruz inşallah" diye dileklerini dile getirmiş olması, rotası - amacı belli bir yolculuğun kanıtıydı.
Elbette olayın kanlı olmasını Türk hükümeti beklemiyordu veya İsrail'in bu denli barbarca yaklaşacağını. Sorumlu bir tutum sergilenmediği, gerekli adımlarını atılmadığı gerçektir.
Evet, İsrail ABD'nin şımarttığı teröre gönüllü destek veren bir ülke, bu gerçeklik değişmez.
. . .
Kızılay dururken, İHH'nın seçilmiş olmasının nedeni; din ekseninde tabanı harekete geçirmektir.
Mavi Marmara'da birçok milletten insan var ama sadece Türk bayrağı asılıydı. Mavi Marmara Türk gemisi olmadığı halde, Türk bayrağını asarak hedef olma oyununa gel, Türk bandıralı olmayan gemiye yardım yükü yüklensin.
İsrail Gazze'nin verimli topraklarını kendi sınırlarına dâhil ederken, PKK'ya destek verirken sessiz kalıp, yardım gemisini vurdu diye isyan et.
İsrail'in öldürdüğü gemi yolcular neye göre şehit olarak nitelendiriliyor bunu da anlamak oldukça güç.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile İsrail Devleti Hükümeti Arasında Sınai Araştırma-Geliştirme Alanında İşbirliği Anlaşması ile " Sanayi ve teknoloji araştırma ve geliştirme alanlarında işbirliğini güçlendirmek ve geliştirmek, dostluk temeline dayalı olarak, ekonomik ve sanayi alanları başta olmak üzere, Türkiye ve İsrail arasındaki işbirliğini güçlendirmek ve yaygınlaştırmak arzusuyla mutabık kalınmıştı"
Hadi İsrail bu anlaşmayı ihlal etti, uluslar arası hukuk kurallarını da ihlal etti, çiğnedi;
Buna rağmen sözleşmeleri iptal etmiyoruz.
İsrail'i sevmiyoruz ama mayınlı arazilerimizi seve seve vermek istemiştik.
İsrail kötü ama M-60 tank modernizasyonu sözleşmesini imzaladık ve 687,5 milyon doları paşa paşa vermeyi kabul ettik. Üstelik tanklarda geri vites sorunu var.
İsrail'e F-4 Fantom modernizasyonunu verdik. Terminatör olarak nitelendirilen F-4 2020 uçaklarını Irak sınırında PKK kampları için kullanıyoruz kullanmasına da son 15 yılda 15 adet F-4 uçağının neden düştüğünü sorgulamadık.
İsrail'e Konya ovasında eğitim uçuşu izni verdik.
İsrail o kadar kanlı oyun peşindeki ilişkilerimizi inadına kesmiyoruz.
Türkiye'den İsrail'e savunma sanayisi için her yıl milyonlarca doları akıtıyoruz.
F-4 uçaklarının hareket eden cisimleri algılamasını sağlayan SAR sistemleri ihalesi 160 milyon dolara İsrail'e verdik.
F-16 , F-4 uçaklarından alınan görüntüleri yere indirmesini sağlayan Datalink 16 projesi ile 120 milyon dolar neden kazandırdık.
İsrail'e o kadar kızıyoruz ama nato veremiyoruz.
Hamas terör örgütü değilse şayet PKK'da özgürlük savaşçısı mı oluyor?
İsrail'den gemilere binip İskenderun limanına demir atıp PKK'ya yardım getirdik derlerse tepkimiz ne olur?
. . .
İsrail'e o gemidekilere saldırırken terörist muamelesi yapamazsın denirken, Ergenekon adı altında aydınlar terörist muamelesi ile içeri tıkılmasına devam ediliyor.
Ülke limanları paşalar gibi İsrail'e satılırken İsrail iyi, limanıma izinsiz girme derken kötü.
Yıllarca profesörler İsrail terörü destekliyor, terör eylemleri yapıyor derken yalancı olurken, savunma sanayisini İsrail'e teslim edilir. Saldırıda Mehmetçik şehit olduğunda isyan bayrağını çekmeyen sokaklara dökülmeyen sarıklı, cüppeli şalvarlılar, kendilerinden olanlara saldırınca İsrail terörist olur.
. . .
Ne yardım samimi…
Ne de yapılan uyarılar…
Bile bile yardım gemisi gönder habercileri adeta bu saldırıya hazırla sonra da dünyayı ayağa kaldır. Olmadı Sayın Başbakan,
O gemiyi madem böyle karanlık sulara gönderdiniz önlemlerini de almalıydınız.
Savunma sanayisinde uçakları, tankları İsrail'e terör ile mücadele için yaptır ama yapanın terörü desteklediğini görme.
. . .
Yutmadık ama gargara yaptık desek te dini alet ederek düşüşe geçen ibrenin yükseltilmesi için bu kadar da kanat çırpılmaz.
Ne oldu şimdi;
Kıbrıs sorunu yeniden canlandırılacak.
PKK saldırılarını artıracak.
ABD 6. Filosunu göndererek gözdağı verecek belki de.
Hadi bir de Kürdistan davası önümüze…
Daha kendi kapımızın önünü süpüremezken, daha, işsizimize çare bulamazken, ekmeğe muhtaç insanlarımıza yetişememişken Gazze'ye yardım yap.
Çözüm yok, bol sorun var.
Çık çıkabilirsen işin içinden…
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü II |
|
Tanrım, içimde derin boşluklar var. Benim hiçbir zaman ne doğru düzgün bir aile yaşantım oldu, ne işimde sonuna kadar gidebildiğim bir incelemem, ne de Naturalist kardeşlerimin dışında her şeyimi paylaşabileceğim bir ahbâbım. İçimde gerçekten de derin boşluklar var ve bu boşluklar, çoğu zaman aldığım kararları da etkiliyor.
Ben bu boşlukları, genellikle tarikatımızın ritüelleriyle doldurmaya çalışmışımdır. Bundan farklı olarak, kimi zaman Fransız edebiyâtına karşı da ilgi duymuşumdur, Fransız romancılar aile temasını bence çok iyi işliyor. Aslında, edebiyat benim uzmanlık alanım değil; ancak, kralın çıplak olduğunu anlamak için terzi olmak da gerekmiyor ki.
Okumaktan en çok keyif aldığım Fransız yazar ise Louise Colet'tir. Özellikle de Fleurs du Midi'ye ve Gustave Flaubert'ten ayrıldıktan sonra kaleme aldığı Lui'ye hayrânım. Bu ayrılığın acısıyla olsa gerek, bu romanında Louise Colet sevgiyi, sadâkati, insancıllığı ve özellikle de aile temasını çok güzel işlemiş. Ayrıca, La Jeunesse de Mirabeau ve Les Cœurs briés de böyle.
Sonra, Jean Passerat'a karşı da yoğun bir ilgi duyarım. Onun da Du premier jour de mai ve J'ai perdu ma tourterelle isimli şiirlerini çok severim. Fakat, ben İngiliz edebiyâtında, içimdeki boşlukları doldurabilecek hemen hiçbir önemli eser bulamadım. Bunu, aslında bir tür hınç duygusuyla da söylemiyorum, gerçekten de hiçbir şey bulamadım ben bu edebiyatta.
Ne klasik, ne de modern eserler beni hiçbir zaman tatmin etmemiştir. Zâten klasik eserler, eski dünyânın paganlığının anıtlaştırıldığı, modern eserler ise bu paganlığın modern bir hâle getirildiği eserler olmanın ötesine de geçememiştir. Bunu ilk olarak o yıllarda fark etmiştim, yine aynı görüşümü koruyorum.
Bugün bizim edebiyâtımızın yazıya geçirilmiş bölümünden ilk önemli eser olarak Caedmon'un Yaratılış İlâhîsi gösteriliyor ki bu eser, eski dünyânın hemen tüm pagan geleneklerini Tanrı'ya atfediyor, bunları okumak beni çıldırtıyor. Tanrım, insanlık târihinde acaba, böylesine sefil kaç eser yazılmıştır?
Ben bu eseri ilk defa St. William's College'da okumuştum, bizim kütüphânemizde bunun eski bir elyazması vardı. Caedmon'un bu haksız ününün nereden geldiğini çok merak ediyordum ve sonunda anladım ki onu meşhur eden zihniyet, eski dünyânın pagan geleneklerini hâlâ yaşatmakta olan modern İngilizlerden başkası değil.
Aynı şekilde, Cynewulf'un Havârilerin Kaderi ve Elene isimli eserleri de bu tutumu yansıtıyordu. Bana bunları okumamı ise Başpiskopos Baldwin tavsiye etmiş, eski dünyânın pagan geleneklerinin edebiyâtımıza nasıl sızdığını anlamam gerektiğini, İngiliz edebiyâtındaki bu irrasyonelliğin nerelerde ve nasıl başladığını görmem gerektiğini söylemişti.
Biz Anglo-Saksonlar, neyse ki edebiyâta pek düşkün değiliz. Eğer düşkün olsaydık, bu irrasyonellikleri daha büyük bir fetiş hâline getirir, eski dünyânın pagan gelenekleri üzerine Anglo-Sakson vahşîliğini çok daha iğrenç bir şekle sokabilirdik. Ve işte o zaman, dünyânın çehresi epeyce değişirdi. Târih, olduğundan bütünüyle farklı şekillenirdi.
Gerçi, Kral Alfred bunu yapmayı denemiş; Kıta Avrupa'daki hemen tüm önemli pagan eserlerini Latinceden İngilizceye çevirtmiş. Ancak, Tanrı'ya şükürler olsun ki, ciddî bir başarıya imzâ atamamış, bu eserler kitlenin dikkatini çekmemiş. Bunları okuyanların önemli bir kısmı ise Kudüs'e gönderilen çapulcu sürüsünde yer almış. Tanrım…
Daha sonraları tekrar bu işlere soyunan krallar çıkmış ve hattâ, öyle sanıyorum ki, Britanya'da romansların doğuşunun asıl kaynağı da budur. Örneğin, Kral Arthur ve Büyücü Merlin isimli romans bu söylediğimi açık bir biçimde ispatlıyor. Fakat, Tanrı'ya şükürler olsun ki, bunlar da kitlenin dikkatini çok fazla çekmemiş.
Ancak, bu romanslarda özellikle de Sümer kültlerinden olan şu kutsal kâse kültü, modern paganlığa taşınmış. Sözde şu meşhur Kutsal Kâse'nin peşinde olan Kral Arthur ve şövalyeleri, Anglo-Sakson vahşîliğinin nasıl bir şey olduğunu apaçık bir biçimde göstermiş. Tanrım, senin adının arkasına saklanılarak işlenmedik bir vahşet kaldı mı acaba şu yeryüzünde!
Gerek modern paganlık, gerekse bu vahşîlik… Her ikisi de insanı insan olmaktan çıkartmada başlı başına yeterli. Ve bu ikisi birleşince, durum çok daha vahim hâle geliyor. Tanrı, bu ikisinin bir araya gelmesinden bizi korusun. Tanrı, yeryüzünde bozgunculuk yapmayı onun emri gibi sunanlardan bizi korusun.
Ben College'daki ilk yıllarımda daha fazla kitap okurdum, bunların büyük bir bölümünü de romanlar oluştururdu. Gerçekten de Fransız romanları beni daha fazla etkilerdi; ancak maalesef, kütüphânemizde bu kitaplara pek yer yoktu. Bunların sayısı sınırlıydı ve öğrencilere yalnızca genel bir fikir vermek üzere bu kitaplar buraya getirilmişti.
Bunun nedenini ancak sonraları anlayabildim. Maalesef bizim College da Anglo-Sakson şovenizminin güdümünde belirlenen eğitim ve kültür politikalarına bağlı kalmak zorundaydı ve diğer Collegelar gibi biz de önceliği İngiliz yazarlarına vermeliydik. Tabiî, İngiliz filozofları, teologları, doğa bilginleri, vb. için de aynı durum geçerliydi.
Düşünüyorum da Anglo-Sakson şovenizmini bu kitaplarda açık seçik tanımış olmam belki de iyi oldu. Anglo-Saksonlara olan nefretimin nüvesi de sanırım bu kitaplarla oluştu. Sâdece nefretim de değil; nefret çünkü, insanı çoğu zaman yanlışa sürükler. Belki de "gözlerimin açılması"nı sağladı desem, daha doğru olur.
Örneğin Roy Walter. Bu adamın tüm romanlarında başrolde hep Anglo-Saksonlar bulunur ve bunlar, tüm dünyâya güzellikler getirmek adına mâsumları katleder. Söz gelişi, St. Charles Katedrali isimli romanı ve baş kahramânı Arthur Parten bunun güzel örneklerinden biri. Tanrım, bu insanlar ne kadar sefil bir akla sâhip ki, gerçekleri görmek konusunda bu kadar acizler!
Romanda Parten, Katedral'in inşâsı için Britanyalı Normonları köleleştiriyor, çıkarttıkları ayaklanma nedeniyle de onları boğdurtarak öldürüyor. Ve bütün bunlar, senin adına, senin irâdeni gerçekleştirmek için yapılıyor! Tanrım, bu sefil insanlara kurtuluşu, inâyeti, merhametini niçin çok gördün!
St. Charles Katedrali, bu mâsum insanların kanı üzerine kurulmuş ve bunun baş sorumlusu olan Arthur Parten'i Roy Walter, büyük bir kahraman, neredeyse İsa Mesih'in en yakın dostu gibi gösteriyor. Bu mâsum insanların kanı üzerine senin için ev yapmışlar. Tanrım, senin evini kocaman bir mezbahâne gibi inşa etmişler!
Roy Walter, aklıma gelen ilk yazar. Anglo-Sakson şovenizminin eserlerinde simgeleştiği başka birçok yazar var. Örneğin Martin Rupert, Greg Newman, Gill Sydie, Thomas Sassen, Richard Goffmann, Francis Hall şu an aklıma gelen isimler arasında yalnızca birkaçı. Ve tabiî, bir de bunlardan etkilenen yazarlarımız var.
İşte, tüm bu yazarları okudukça, bunları okumak zorunda kaldıkça, bir Anglo-Sakson olmaktan dolayı duymuş olduğum utanç, bir tokat gibi suratıma çarpmıştır hep. Hattâ, tanıdığım yabancı insanların gözlerinde hep, Anglo-Sakson olmanın utancı bana yansımıştır. Ben barbarlıkla dolu bir kültürün insanıyım; bu barbarlıklar, bana kültürümden miras.
Tanrım, dilerim bu günlük, birilerinin eline geçmez veya bir şekilde bulunup yayınlanmaz. Zâten şimdiden, bu kitabı yazdıktan sonra bunu imhâ etmeye karar verdim. Belki, gereğinden fazla ileri gidiyorum, belki de şimdiye kadar söylemek istediklerimi söyleyememenin etkisiyle sözümü hiç tartmadan kâğıda döküyorum.
Ancak, burada kaçınılmaz olarak, biz Naturalistlere ilişkin pek çok sırra ve inandığımız değerler sisteminin esaslarına ilişkin pek çok hakîkate de yer vereceğim ve bunlar, modern dünyâyı alt üst edecek türden hakîkatler. Oysa, modern dünyâ henüz alt üst edilmeye hazır değil. Eğer hazır olsaydı, bunu çok önce Tizard yapardı.
Bugün de hazır değil, Başpiskopos Baldwin bile susuyorsa konuşmak bana düşmez. Ama, modern dünyâyı buna hazırlayabiliriz. İşte, yazmayı düşündüğüm kitap da bu hazırlığı gerçekleştirmeli ve bu günlük de bunun ön notlarından oluşmalı. Facta non verba!
15 Nîsan 1885
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BENDE HENÜZ YAZILMADI
Hiçbir kelime bulamıyorum
Anlatsın seni
Hiçbir kelime bilmiyorum
Anlatacak seni
O yüzden senin şiirin
Bende henüz yazılmadı
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|