|
|
|
Editör'den : Vuvuzelalı seyre devam!.. |
Merhabalar,
Sıcaklarla aram iyi değil. Sanırım ben soğuk su kurbağasıymışım geçmiş hayatımda. Klimanın önünde uyukladığım koltuktan canım kalkmak istemiyor. Hani altıma yumurta koysam, civciv torunlarım olması işten bile değil. Vuvuzela eşliğinde maç seyrettikten sonra biraz uzun oturmuş, uyuya kalmışım. Bu arada vuvuzela işkencesinden kurtuluş olmadığı resmi olarak açıklandı, duymuşsunuzdur. Her neyse... Vakti aştığım için yazı yazmak bir sonraki sayıya kaldı. Gırgır kapakçizerleri kadar da yetenekli olmadığımdan, diyeceklerimi birkaç fırça ile ifade etmeme de olanak yok. O nedenle siz bu haftaki Gırgır kapağına bakarken ben usul usul gideyim en iyisi. Hayırlı okumalar, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Bâki Selamlar : Kıymet Nadir Bindebir |
MEFTA'yı sağına mı yatıracaklar soluna mı?
Bektaşî bir gecenin ertesinde yazıyorum bu yazıyı. Pek öyle "Fikrim geldi" havasında değilim.
Yok! Yazmıyorum da, Amerikan Ticaret Temsilciliği'nin sitesinden tercüme ediyorum.
Siz 'yazmış'a sayın artık Aziz and Azize okur!
Evvela, Condi Rice hanımın, 2003 tarihli "Ortadoğu'yu Dönüştürmek" konuşmasından "Ortadoğu'da 22 ülkenin sınırları değişecek" satırını hatırlatalım.
Condi ablam, özetle diyor ki;
"Ortadoğu'nun dönüştürülmesi kolay olmayacak, zaman alacaktır. Bu sadece askeri bir taahhüt değildir, ulusal gücümüzün diplomatik, ekonomik ve kültürel yönlerini de ilgilendirmektedir. Örneğin; Başkan Bush, 10 yıl içinde bölge insanını genişleyen fırsatlar çemberinde buluşturacak ABD-Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesi fikrini ortaya atmıştır."
Serbest bölge kavramının İngilizce açılımı: Middle East Free Trade Area. Kısaca MEFTA diyorlar.
İlaç şirketleri, ilaca verecekleri ticari ismin, satılacağı ülke dilinde abuk bir anlamı olmasın diye tercümanlara danışır. Anlaşılan Amerikın Gavırmınt'ın böyle bir kaygısı yok. Ortadoğu'yu ele geçirme planına bilerek ya da bilmeyerek "Mefta" demişler.
Efenim, bu BOP'un MEFTA'sının içinde yer alan ve alacak ülkeler; İsrail, Ürdün, Fas, Bahreyn, Oman, Lübnan, Cezayir, Yemen, Mısır, Suudi Arabistan'dan Tanzanya'ya kadar uzanıyor.
Son dönemde FLAŞŞŞ FLAŞŞŞ gözümüze sokulan "Bir ülkeyle daha vize kaldırıldı!" haberlerine dikkat ediniz. Lübnan ve Tanzanya'dan sonra, bakalım hangi MEFTA ülkelerine 'serbest ticaret' gerekçesiyle vize kaldırılacak.
Doğrudan Başkan'a bağlı Amerikan Ticaret Temsilciliği'nin sayfası diyor ki:
(http://www.ustr.gov/trade-topics/enforcement )
"ABD Ticaret Temsilciliği, uluslararası ticaret anlaşmalarından, Amerikan işçisi, çiftçisi, ve işyerlerinin maksimum faydayı sağlamasını temin etmek üzere İdare'nin izleme-uygulama-tespit faaliyetlerini koordine edecektir."
Şimdi efenim, herkesin bildiği bazı gerçekler vardır. Örneğin, laksatifle uyku hapı aynı anda alınmamalıdır. MEFTA anlaşmaları da o hesap...
Amerikan çiftçisinin, işçisinin menfaati için imzalanan anlaşmalar, Amerika'nın denetiminde uygulanan projeler, Türk, Lübnanlı, Tanzanya'lının çiftçisine-işçisine yaramaz. Fekat taşeron ruhlarda "ulusal çıkarlar-kamu yararı" gibi kavramlar olmadığından, BOP'un MEFTA projesine uygun vize kaldırma, serbest ticaret bölgesi kurma hareketleri devam ediyor.
Değerli AKP destekçileri, AKP'ye verdikleri oylarla;
"Belediye'ye başkan seçiyorum" sandılar, taşeron şirketlere iş verecek komisyoncuya yetki verdiler.
"Ülkeyi adaletli kalkındıracak dindar adamı iktidara getiriyorum" sandılar, 'Türkiye'nin sınırlarını açmaya' cüret eden Amerikan şirketlerinin taşeronlarını iktidara getirdiler.
AKP'ye verdikleri oylarla 'milli irade' oluşturduklarını sandılar, Amerikan seçim manipülasyon taşeronu Sun Election Systems'ın (SECSIS) aynalarında sayılarını abartılı gördüler.
"Vallahi örgüt kurmuşlar, darbe yapacaklarmış" dediler, arkasından Emniyet'in Dikmen binasında çalışan 35 kişilik Amerikan 'sahte belge üretme uzmanı' taşeron ekibi çıktı.
Sözüm AKP destekçisi, AK-Koyunlu Beyliği hükümdarına tapınan o güruha;
'Ahlâkın sükut ettiği dönemlerde Allah'ın Ortadoğu'ya peygamber gönderdiğine' inanıyorsun da, siyasi ahlâkın sükut ettiği, Ortadoğu'nun Amerikan çıkarlarına kurban edildiği bu dönemde, Allah'ın Türkiye'ye maliyeci-müfettiş-sapına kadar dürüst ve üstelik de Kemal bir adamı gönderdiğine neden inanmıyorsun!
Neyse efenim, tahminim, AKP destekçisi bu seçimlerde beklenti çıtasını yükseltir. Bulgur, kömür, buzdolabı kesmez, oy karşılığında 'beyaz kadın' da isteyebilir. Rusya'ya vizenin kaldırılması bu bakımdan isabetli olmuştur.
Kimine göre cennet tomurcuk memeli kızlarla seks yapılan yeşillik bir yer, kimine göre herkesin oturup, sürekli mutluluk veren bir ışığa doğru baktığı stadyum gibi bir geniş alan. Rivayet muhtelif.
Ortadoğu da öyle! Amerikalıya göre kaynaklarını sömüreceği, kendi mallarını pazarlayacağı, insanını köleleştireceği bir bölge. Bana göre dünyada ilk tohumun, ilk uygarlıkların yeşerdiği ve birgün bu gezegen 'bittiğinde' en son 'bitecek' bölge.
Değerli AKP destekçisi kardeşim 'Allah'ın adamı' sanıp Amerika'nın taşeronlarını desteklemeye devam etsin bakalım. Condi Rice ablalarının verdiği 10 yıllık sürenin bitmesine 3 yıl kaldı. Tohumsuzluk ne demek, açlık ne, susuzluk ne, Amerikan tanklarına kafamızı vura vura hep birlikte anlayacağız.
AK-Koyunlar da ortalık karışmadan hemen Suriye'ye, Tanzanya'ya falan vizesiz gitsinler ki, o da yanlarına kâr kalsın. "Çalsın ama iş yapsın" yerine, "Aç kaldım ama olsun, Tanzanya'yı gördüm" derler artık.
Bakın benim elim değil Fatma Ana'nızın eli bunları yazan. Vallahi!
Siz gene 'yazmış'a sayın Aziz and Azize okur!
---
7 Haziran'da yayımlanan yazımda;
"AKP kapatılma davasından korkup, yurtdışında Anayasa Mahkemesi'ni şikayet ettirmek için Büyükelçileri Ankara'ya topladı.
Siirt'teki tecavüz dayanışması ortaya çıktığında panikleyip valileri, emniyet müdürlerini Ankara'ya topladı.
AKP her paniklediğinde birilerini Ankara'ya topluyor. Sanayimin Bakanı 8 Haziran'da otomotiv sanayi temsilcilerini neyin paniğiyle topluyor bilmiyorum." yazmıştım.
AKP'nin otomotiv paniğinin ne olduğu bugün itibariyle çözülmüştür Aziz and Azize okur!. İsrail, Bursa'dan alacağı elektrikli otomobil sayısını yılda 35 bine çıkartmış.
AKP-İsrail arasında bu ne mübarek ilişkidir yarabbi! Bir yandan İsrail'e veryansın edeceksin, öbür yandan sanayiciyi toplayıp "Aman İsrail'in araba siparişini aksatmayın" talimatı vereceksin.
Diyorum, benim elim değil, Fatma Ana'nızın eli yazan-yazdıran!
Kıymet Nadir Bindebir kiymetnadirbindebir@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DİLEĞİMDE AŞK TUTTUM
Birini unutmak istediğinizde; yalnızlığınızı kollayan gölgesi varsa, ne zaman kendinizle baş başa kalsanız aklınızın bir köşesinde oturuyorsa, bu işte bir aşk var demektir. Halbuki ne gerek vardır kasılmaya, düşünmemeye çalışmaya. Aşk teslimiyet ister, kavga ister, huzur ister. Öyle bir aşktır ki bu; savaş ister, seviş ister.
Bir zaman sonra anlatır size; oturur baş köşenize ve soluksuz dinlettirir kendini. O anda başlar umursamazlık. Mevsimlerden hangisi olursa olsun, havanın sıcaklığına bile anlamlar yüklersiniz. Mesela, kadere inanmaya başlar, dualarınızı çoğaltırsınız. Batıl inançlarınız artar. Hem gülersiniz, gülerken ağlarsınız bile hatta.
Biri size iki çay kaşığı kekik diye başlayan bir tarif verse, üşenmeden yapar, günde 3 öğün içersiniz neredeyse. Gözünüzün biri telefondadır, diğeri zaten çoktan kapanmıştır. Gülersiniz halinize, gülerken ağlarsınız bile hatta.
Kalbinizde artık aslında size ait olmayan, sizin büyüttüğünüz ama sizin hayat akışınıza ayak uydurmayan bir yönünüz vardır. Kalbiniz çatlıyordur. Kırılmaya çok müsaittir, tekrar küçülmeye de; küçülüp hayatınızı genişletmeye, boşluklara düşürmeye. Ağlarsınız halinize, ağlarken gülersiniz bile hatta. Uykusuz başlayan ve bitmek bilmeyen geceleriniz sabahında kaldıramazsınız kafanızı yastıktan. Yastığınız pamuk şekeri gibi yumuşak, bir o kadar tatlı. Ama söz konusu çalan telefonsa üşenmek hissi geri duruverir, ayağa diker bedenleri. Dimdik olursunuz konuşurken, telefonu kapattığınız da iki büklüm. Özlemlere sarılıp, yokluklara bile meydan okuyan düşlerinizi aklınızın salıncağına koyar sallarsınız. Hasretlerinizle oyunlar oynarsınız. Kalabalık ya da sakin yerlerde gülümseyişiniz olur, utanmadan ağladığınız da. Umurlarınız artık yoktur. Bahanelerinizse adım başı...
Aşkın karamsarlığında yüzer bakılan fallar. Üç vakte kadardır tüm dileklerin gerçekleşmesi. Her defasında mutlusunuzdur, her daim hüzünlü. Aşkınızla güçlenir bedeniniz; Dünya'nın anasını satar, babasına kafa bile tutarsınız. Kızarsınız hallerinize, kızarken okşarsınız bile hatta. Oysa ki hiç böyle olmamıştınız. Su içseniz sarhoş olur ruhunuz. Ruhunuzdur huzurlu olan, bedenler hep telaşa elverişli. Aşk gelmiştir; hayatınızın baş köşesine oturup, durmadan konuşuyordur. Konuşamazsınız, avazınız çıktığı kadar susarsınız.
Artık tek kişilik değildir hiçbir bilet, hayal, plan, program. Artıklaşan taraftasınızdır. Mutluyken, ya mutsuz olursam korkularınız çılgına döndürür. Aşk bu, adamı tuttu mu süründür. Bin ağlatır, bir güldürür. Her seferin de bin yokluğu yaşamaya bir arlık hoş görülür..
Dileklerimi üstünüze saldım, aşklarınız da yokluk yaşamayın diye.
İrem Şen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Sana Geldim, Artık Gidebiliriz |
|
Sevdiğim boyalarla resim yapmam için bana boya aşıran bir çocuk vardı. Ve kahvaltıda yemek istemediğim salamı masanın altından alan bir kız çocuğu. Sonra beni güzel bir latin kadınına benzeten bir esmer çocuk. O benimle hep resim yapardı. Ve sürekli şeker yerdi. Şimdi denizci oldu. Sonra her gün benimle okula gelen başka bir çocuk tanıdım. O bana kırk beş dakikalık okul yolunda yazılar yazardı. Sonra onun en yakın arkadaşı benim kollarımı açtığım çizgiler, şifreler koyduğum sessiz duygular oldu. O bana hep rüyalarını anlatırdı. Ben rüya göremediğim için her sabah gelip rüyalarını ikiye böler benimle paylaşırdı. Benimle yıllar boyu hiç sıkılmadan Sting dinledi. O beni kendinden koruyan çocuktu. Mimar olmasına çok az kaldı. Bir kız tanıdım sonra bana verdiği ismi hiç sevmediğim. Zaman geçtikçe, duygularını sevdim insanların, onun verdiği ismi de, kalbini de. Başka bir gün bir çocuk geldi. Her akşamüstü Neruda şiirleri okurdu. "Niobe'sin" derdi. O zamanlar hayatı karmaşıktı. Daha çok, zor. Bana telefon edebildiği tek yer dava arası, mahkeme tuvaletleriydi. Bilirdim, belki sadece ismimi severdi. Bir yaz günü unuttum her şeyi, bir çocuk tanıdım, sanki ilk onu tanımışım gibi. İlk onu tanımıştım. Hayattı. Ondan hiç geçemedim; bir bahar sonrasına kadar. O beni severdi. Bir o severdi, bir gün sevmediğini söylerken bile...O başkalarını severken bile.., ben onu severdim. İleride avukat olacak. Sonra okuyan çocuklar tanıdım, pencereleri açıp dünyaya parmak uçlarıyla dokunan. Şiir seven çocuklar, müziği daha çok. Renkleri sevmeyenlere inat mevsim mevsim renk sevenleri. Sessizliğin aramıza rüya duvarları ördüğü ve denizin sesiyle, kokusuyla, varlığına inanan. Uzakları seven, şehirlerin elmacık kemiklerine dokunan çocuklar. İki kadehle hayatı öpen, kayboluşlara mısralar diken. Hayalleri olan çocuklar. Uykusuz gecelerin iliğinde baharı bekleyen çocuklar. Notalarını ilmek ilmek işledikleri şarkıları vardı, meydanlarda söylenecek. Günler geçti, aylar, en çok mevsimler... Büyüdüğümüz şehirler küstü bazılarımıza, yitirdik aşklarımızı, hiç istemediğimiz sokaklara kendimizi sevdirmeye çalıştık, bileklerimizdeki ağrı kalplerimizdeki sızı oldu, yorulduğumuz geceler, aynı göğün altındaki sabahlara uyandık. Geçti renkler, değişti rüzgârların yönü. Kelimeleriyle ve sessizliğinde kıyılarımızın, en çok ve sadece düşlerimizi anlattık. Büyümedik, büyüyemedik. Kanatlarımız bulutlara çarptıkça, gitmek istiyoruz şimdi. Uzağa. En yakınımızdaki en uzağa. En uzaktaki en yakınımıza. Birbirimize... Yol almak birbirimizin yaralarına, düşlerimizi öperek...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü IV |
|
Bugün saat on iki sularında Nerstrost Adaları'nı geride bıraktık. Bu adaların anlamı benim için hep çok büyük olmuştur; masalsı bir yerdir bu adalar benim için hep. Masalsı olduğu için de hiçbir zaman erişemeyeceğim, erişemeyeceğim için de hep saf ve tertemiz kalan yerlerdir. Sanki ayak basarsam, kirletecekmişim gibi… Ben beyazım. Ben Anglo-Sakson'um. Ben yalan ve günah yığınıyım!
Halamın çiftliğinde kaldığım günlerde benimle halamın hizmetçisi Barbara ilgilenir, bana masallar anlatırdı. Bu masalların hemen hepsi de Nerstrost Adaları'nda geçiyordu. Barbara'nın büyük büyük dedeleri bu adalardan toplanmış, Britanya'ya getirilerek köleleştirilmiş.
Ne kadar ilginçtir ki, zencîler arasında "bizlik bilinci" hemen hiç gelişmemiş; bir araya gelmeyi, örgütlenmeyi, kendi hakları için ortaklaşa hareket etmeyi târih boyunca hiçbir zaman başaramamışlar, aralarından bu konularda öncülük edecek bir lider çıkartamamışlar.
Fakat, Barbara'da zencîlerde görülmedik türden bir "özgürlük ateşi" vardı hep. Evet, doğru kelime bu; "özgürlük ateşi". Bu o kadar öyleydi ki, halam Karen bile ona bir şey söylemeye çekinir, bir ihtiyâcı olduğunda çiftlikteki diğer hizmetçilerden isterdi. Barbara bu ateşle, sanki her şeyi yakıp eritmeyi çok güzel başarırdı.
Barbara beni çok severdi, tıpkı bir anne gibi. Hattâ, çoğu zaman bir anneden de öte. Çiftlikte kaldığım günlerde benimle yakından ilgilenir, akşamları masallar anlatırdı. Bilemiyorum, belki de kendi masalsı dünyâsına beni de katardı, dersem daha doğru olur; çünkü ben Barbara'yı, hep bu masallarla birlikte düşünmüşümdür.
I. Elisabeth zamânında çıkartılan sürgün yasalarıyla birlikte zencîlere uygulanan baskı ve zulümlere karşı çıkan, kendi hak ve özgürlükleri uğruna Kraliçe'ye meydan okuyan Nerstrost yerlileriydi bu masalların kahramanları. Ve benim için Barbara da hep bir özgürlük savaşçısı olarak bu masalların başrolünde yer alıyordu.
Benim imgelemimde Nerstrostluların hep ayrıcalıklı bir yeri olmuştur; ama gerçek, ama düş… Hem çoğu zaman, gerçekler ile düşleri birbirinden ayırmak biz insanoğlu için hemen imkânsız değil midir! Hattâ masallar, gerçekliğe atıfla anlatıldıklarında daha etkili olduklarına göre, masallar da gerçekliğin bir parçası değil midir! Benim için Nerstrostlular da öyle işte; yaşamlarının ne kadarının gerçek, ne kadarının masal olduğunun bir önemi yok.
Hem asıl önemli olan da bunlardan ders çıkartmak değil midir! Bunlardan doğru dersler çıkartmayı başarabilirsek, neyin gerçek, neyin düş olduğunun da bir önemi kalır mı! Ya da, ders çıkartamadığımız için midir ki acaba, gerçekleri düş, düşleri ise gerçek olarak görüyoruz? Gerçekleri değiştiremediğimiz için de düşlenecek gerçekler mi yaratıyoruz? Bilmiyorum…
Barbara hiç evlenmemiş, bunu aklına bile getirmemiş. Henüz daha iki aylıkken annesi Maria'yla birlikte halamın çiftliğinin 10 km. kadar kuzeyinde, Ruaridhlerin çiftliğinden buraya gönderilmişler. Philippe Ruaridh'in eşi Jeanne, kocasının Maria'yla ilişkisi olduğundan şüphelendiği için onları halamın çiftliğine göndermiş.
Ne var ki Maria, aradan bir yıl kadar geçtikten sonra yakalandığı veremden dolayı hayâtını kaybetmiş. Barbara'yı ise çiftliğin kâhyâsı Fergal ile eşi Eleanor büyütmüş. Kendi çocukları gibi görmüşler Barbara'yı, üzerinden sevgi ve şefkati hiç eksik etmemişler. Ve Barbara da onlara karşı hep bir minnet duymuş, yanlarından hiç ayrılmamış.
Ben Fergal'ı hayâl meyâl hatırlıyorum; ben sekiz-dokuz yaşlarındayken sanırım, çiftlikte bana ata binmeyi öğretmeye çalışırdı. Bense sürekli düşer, bir yerimi yaralardım. Onu da veremden kaybettik. Melekler onu yanına aldı. Eleanor ise bundan altı ay kadar önce hayâtını kaybetti, melekler onu da kocasının yanına götürdü.
Fergal ile Eleanor da birer zencîydi, zâten o dönemler çiftliklerde çalıştırılanların neredeyse tamâmı zencîydi. Düşük ücrete tam gün çalıştırılacak en uygun "köleler" onlardı çünkü. Beyazların konumu ise daha ayrıcalıklıydı; hem ücretleri daha yüksek, hem de iş yükleri daha hafifti. Üstelik, Pazar günleri de izinli sayılıyorlardı.
Gerçi, ben kendimi bildim bileli halam Karen, hiçbir çalışanına kölelik muamelesi yapmamıştır, ben hiç böyle bir şeye tanıklık etmedim. Kimi zaman onlara sert çıkışsa da bunlar günlük hayâtın bir parçası olarak görülebilecek şeylerdi. Ama Eleanor ile Barbara'nın yanında geçirdiğim anlarda bana görüp duyduklarını, tanık oldukları üzücü olayları anlatırlardı ve "kölelik"in ne demek olduğunu onlardan öğrendim.
Ve Barbara da annesini Eleanor'dan öğrendi. Kim bilir, annesini dinledikçe küçük Barbara, Eleanor'u onunla özdeşleştirdi ve ona sımsıkı bağlandı. Üstelik Eleanor, Philippe Ruaridh'i de yakından tanıyordu, adamın çapkınlıkları da dillere destandı. Ve belki Barbara, annesinin ölümünden dolayı Ruaridhlere büyük bir hınç da duyuyordu.
Benim bildiğim, Jeanne kocasına lâf geçiremediği için, tüm hıncını etrâfındaki kadınlardan çıkartırdı ve hattâ, dâvetlerde kocasının yamacına hangi kadın sokulursa sokulsun, muhakkak Jeanne'nin "küçük kazâları"na uğrardı, en iyi olasılık ise üzerine şarap dökülmesiydi. Bir keresinde de Eleanor'u lâğım çukuruna itmiş. Tanrım…
Eleanor bana bu kadının, dünyâdaki tüm kadınların soyunu tüketmedikçe rahat edemeyeceğini söylemişti. Jeanne gibi insanlar için bu olasılık hiç de yabana atılır gibi değil hani. Ve gerçekte, ne yapmak istediğini kendisinin de bildiğini düşünmüyorum. Çünkü, ancak ne yapacağını bilmeyen insanlar, etraflarına başı boş öfkeler saçar. Ne yapmak istediğini bilen insan ise öfkesini kontrol ederek bunu hedefe yönlendirmeyi başarabilir.
Ben annesiz büyüdüm, ama benim için Barbara hep bir anne, Eleanor da hep bir büyükanne gibiydi. Ten rengimin farklı oluşu, ne benim, ne de onların umurunda bile değildi. Yazları çiftliğe gittiğimde kendimi hep o özlediğim aile ortamı içinde bulur, çiftlikten ayrılmaya gönlüm elvermez, vedâ zamanlarına ise hiç dayanamazdım.
Halamın çiftliği, Bradford'un 45 km. kadar kuzeybatısında kalıyor, Fraiberglerin Çiftliği olarak biliniyor. Halam Karen bu çiftliğe gelin gelmiş, kocası Gerbner Fraiberg öldükten sonra çiftlik halamın üzerine kalmış. Çocukları olmamış, halam da Gerbner'in ölümünden sonra bir daha evlenmeyi düşünmemiş.
Kız kardeşim Jane ise çiftlik hayâtını hiç sevmez, en fazla iki gün kalıp şehre gidelim diye tuttururdu. Ah Jane; küçük, yaramaz, şımarık kız seni… Fergal'dan sonra çiftliğe gelen kâhyâmız Vincent onu kolundan tuttuğu gibi şehre götürür, bense çiftlik hayâtının tadını çıkartırdım. En çok da Barbara'yla birlikte vakit geçirirdim.
Halam Karen, gerek Jane, gerekse de bana karşı karşı hep çok mesâfeliydi ve hâlâ öyledir de. Düşünüyorum da ben onu hiçbir zaman başımızı okşarken görmemişimdir veya ağladığını, kahkahalarla güldüğünü, umutsuzluğa düşüp insanlara çâresiz gözlerle baktığını; ya da herhangi bir "insânî" özelliğe sâhip olduğunu…
Halam Karen, çocukluk yıllarımda benim için duvarda asılı duran bir portreydi hep. Aklım ermeye başladığında, bu portrenin konuşabildiğini de anladım. Ama, hâlâ insan sevgisine, insânî duygu ve zaaflara, vb. sâhip olup olmadığını anlayamamışımdır doğrusu. Belki bundan sonra da hiç anlayamayacağım.
Fakat örneğin, Eleanor öyle değildi. Hele bir gülmeye başladı mı kahkahaları tüm çiftliği sarar, sonunda da halamın îkâzlarıyla kesilirdi. Ama ne fayda, çok geçmeden kahkahaları çiftliğe yayılmaya yine devâm ederdi. Halam Karen ise "otorite"sinin fazla zarar görmesini istemediği için olsa gerek, aynı şeyi ikinci defa söylemekten sakınırdı.
Eleanor, aslen Yeni Zelanda'nın Maori yerlilerindendi. İngiliz kolonistlerinin topraklarını işgâl etmesi üzerine çıkan savaşlar sırasında ailesiyle birlikte önce Melbourne'a, oradan da Manila Adaları'na göç etmişler ve çok büyük acılar yaşamışlardı. Eleanor'un yüzündeki kırışıklıklar da sanki, acılarla dolu bir hayâtın yol haritasıydı; her baktığında kişi, bu acı dolu olaylar arasında gidip geliyordu.
İngiliz misyonerlerden edindikleri bilgiler doğrultusunda babası Hangi ise Birleşik Krallık'ta "daha iyi bir yaşam"ın kendilerini beklediğine inanarak ailesini buraya sürüklemiş, önce Stathamların çiftliğinde çalışmaya başlamışlar, Martin Statham iflâs edince halamın çiftliğine yerleşmişlerdi. Fakat, "daha iyi bir yaşam"ın ne demek olduğunu anladıklarında, iş işten çoktan geçmişti.
Kısa bir süre sonra da Eleanor, önce babasını vebâ salgınında, annesi ile kız kardeşini de ahırda çıkan bir yangında kaybetmişti. Hem öksüz, hem yetim, kimsesiz bir kız çocuğu olarak Eleanor, bir başına kalıvermişti. Ama bütün bunlara rağmen, gözbebeklerinin içinde garip de bir yaşama sevinci vardı. Bunu görebilmek içinse kişinin, yüzündeki kırışıklıkları geçip, gözleriyle karşılaşması gerekiyordu.
Düşünüyorum da Eleanor, benim için İtalyanların "colombina" dedikleri insanlardan biriydi. Özellikle de İtalyan romanlarında ve bunlardan etkilenen Fransız yazarlar için colombina tipi çok önemli. Bu insanlar, çiftliklerde hanımlarının her işlerine koşturur, gizli entrikalarına ortak olur, zekâları ve yetenekleri sâyesinde hanımlarını türlü olumsuzluklardan kurtarır…
İşte Eleanor, benim için ta öteden beri Fransız romanlarından çıkıp hayâtıma katılan bir masal kahramânı gibi olmuştur. Hattâ, Fransızcayı öğrendiğim ve Louise Colet'i okumaya başladığım ilk yıllarda Eleanor'un La Jeunesse de Mirabeau'da anlatılan öyküden kaçıp buraya geldiğini; çiftlik hayâtını düzene sokmak, çalışanları kontrol altında tutmak, çiftliğin biriken borçlarını ödemek için çalışanlar arasında rekâbeti ve işte verimi arttırabilecek oyunlar düzenlemek için halam Karen'in onu Fransa'dan getirmiş olduğunu sanırdım hep. Çocuk aklı işte…
Halam Karen ile Eleanor üst katta bizden gizli olarak sık sık bir araya gelir, aralarında fısıldaşır, aşağıya da ayrı ayrı inerlerdi. Ben onların hep bu tür entrikalar tasarladıklarını sanırdım. Çünkü çiftlik, benim için bir aile ortamıydı, benim aile algım da Fransız romanlarından etkilendiği için bu buluşmalar, benim masal dünyâm ile gerçek dünyâmın buluşma noktalarıydı.
Bu fısıltılaşmaların, gizli oyunların yanı sıra Eleanor, bazı günlerde özel birtakım masklar takar, o zamanlar aklımın ermediği ama seyretmeye de bir türlü doyamadığım, gördüğüm zaman aklımı başımdan alan özel birtakım ritüeller yapardı ve bu masklar da benim için hep colombinaların taktığı masklardandı.
Gerçi ne şekil, ne renk, ne de işlev bakımından bu maskların hiçbir ortak yönü yoktu. Ama, ben Eleanor'un taktığı maskları, bizim çiftliğin colombinasının taktığı masklar olarak görürdüm hep. Ayrıca, Louise Colet'in bahsettiği ritüeller ile bu ritüellerin de hiçbir ortak yönü yoktu, ama bunun da benim için hiçbir önemi yoktu.
Eleanor, topraklarından henüz çok küçük yaşlarda ayrılmak zorunda kalmış ve sonraki hayâtında Katolikliği benimsemiş olsa da Maori geleneklerinden tam olarak sıyrılmayı hiçbir zaman başaramamıştı. Çocukluğumun o ilk yıllarında örneğin, her yıl Temmuz ayının ilk Pazar günü kocasıyla birlikte Fırtına Duâsı yaptıklarını hatırlarım.
Ancak, Fergal'ı kaybettikten sonra bu duâyı hiç yapmamıştı. Nedenini sorduğumda, bana bu duânın karı-kocanın birlikte yapması gereken bir duâ olduğunu söylemişti. Maorilerin inançlarına göre bu duâ, toprakları üzerindeki kolonistleri büyük bir fırtınaya mazhar edecek, onları mülksüzleşmekten ve kölelikten kurtaracaktı.
Eleanor, bana bu duânın ilk defa Te Wherowhero; yâni I. Potatau tarafından düzenli bir ritüele dönüştürüldüğünü, tüm Maorilerin yılın bu zamânı eşleriyle birlikte bu duâya katılmasını istediğini, bunu yapmayanların atalarının lânetlerini üzerlerine çekeceklerini, bundan hayatlarının sonuna kadar kurtulamayacaklarını söylemişti.
Maoriler, kendilerine ve topraklarına yönelik ilk saldırıları, 1827 yılının Temmuz ayının ilk Pazar günü yaşadıkları için Te Wherowhero, bu günü anmanın Maoriler arasındaki birlik ve berâberliği güçlendirmenin bir yolu olarak görmüş ve bu duâyı düzenli bir ritüele dönüştürmüştü.
İşte, Eleanor da aradan bunca yıl geçmiş olmasına ve hattâ Katolikliği seçmiş olmasına karşın, Maorilerin bu kabîle kültünü kocası Fergal'la birlikte yaşatıyordu. Onu buna zorlayan birisi yoktu gerçi ama, belki de bu yabancı topraklarda, bu kimsesizlik ve yalnızlık içinde Eleanor, kendi âidiyetini bu ritüellerde arıyordu, bilemiyorum.
Eleanor, bu ritüellerin her birinde ayrı bir mask takar, her biri için ayrı birtakım fiziksel hareketler yapardı. Ben Fırtına Duâsı'nda kullandığı maskları hatırlıyorum. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına karşın bende en çok yer eden masklar bunlardı; diğer masklardan hiçbiri bunun kadar korkunç değildi çünkü ve yaptığı hareketler de daha bir başkaydı.
Halam Karen, bu tür şeylere hiç sıcak bakmasa da onlara karışmaz, ama benim onların arasına katılıp bu tür şeyleri izlememi de engellemeye çalışırdı. Bense halamdan kaçıp mutfağa gider, bahçeye açılan kapının arkasından onları gizlice izlerdim. İşleri bitince Eleanor bana bu ritüellerin anlamını öğretir, ama ben hiçbir şey anlamazdım.
Bu ritüeller, bana çocukluğumun o ilk yıllarında değişik ve güzel bir oyun gibi görünür, halamın benim bu oyunlara niçin katılmamı istemediğine hiçbir anlam veremezdim. Hattâ, Fergal hayâtını kaybettikten sonra Eleanor, bana onun masklarından birini hediye etmişti, bu mask onun Ayçiçeği Duâsı'nda kullandığı son derece süslü bir masktı.
Ne var ki, halam Karen bunu elimde görür görmez sinirlenmiş ve maskı parçalamıştı. Bense bu güzel şeyi kaybettiğime değil, Eleanor'un bu anlamlı hediyesini; Fergal'dan bana geçen ve beni de bu oyunların içine katacak olan; beni de aranan, beklenen, vazgeçilemeyen biri yapacak olan bir şeyi kaybettiğime üzülmüştüm.
Halam Karen'in bu davranışını o zamanlar anlayamamıştım, ama içimde ona karşı alttan alta büyük bir öfke birikiyor, bu da beni Eleanor'a ve bu oyun sandığım ritüellere karşı daha da bağlıyordu. Ben bağlandıkça Eleanor'a, halam Karen da beni daha yakın bir tâkibe alıyor, üzerimdeki baskıyı arttırıyordu.
Barbara bana bir keresinde, Çoban Gigis'in hikâyesini anlatmıştı. Bu hikâyeyi ona da daha önce Fergal anlatmış. Hikâyede Gigis, kendisini istediği zaman görünmez yapan sihirli bir yüzüğe sâhipti ve bu yüzük sâyesinde kralın muhafızlarını aşıp onun sarayına girip onunla birlikte dost olmayı bile başarmıştı.
Ben de böyle zamanlarda hep Gigis'in yüzüğüne sâhip olmayı, halam Karen'den gizlice kaçıp Eleanor ve Barbara'yla birlikte oyunlarımıza kaldığımız yerden devâm etmeyi düşlerdim. Hattâ bir keresinde, bakır tellerden böyle bir yüzük yaptığımı bile hatırlarım. Çocuk aklı işte…
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ADIM ADIM
Çıktım yollara
Yollar bilmez beni
Yürüyorum günlerdir
Düşüncelerim çıldırmış hayallerim
Yok olmuş bitmiş
Yürüyorum günlerdir
Kendime doğru bir adım
Bir adım daha belki
Kendimi bana getirecek
Yürüyorum günlerdir
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|