|
|
|
Editör'den : Heyy Babalar, günümüz kutlu olsun!.. |
Merhabalar,
Osman isimli, kibar sesli bir adam çıkıyor, onu adam eden mahkemeye kafa tutuyor. "Yok sayın kararı." diyor ve yaptığı ortanın gol olup olmayacağını kıs kıs gülerek seyrediyor. Bu çıkışı, başbakan incelemeye değer, cumhurbaşkanı tartışılabilir buluyor. Peki artık çıkıp "Bu adam bu cesareti nereden buluyor?" diye sormanın alemi var mı Allah aşkına? Hayır kesinlikle yok, içinden çıktığı, ekmeğini yediği o en yüksek kuruma nankörlük ya da en yüksek mahkemeye saygısızlık ettiğini söylesek, birileri de çıkıp "Sana ne oluyor, haddini bil." diyecek biz de kös kös köşemize döneceğiz. Ama öyle değil işte. Anayasayı hatmetmiş, demokrasi bilinci gelişmiş hukukçular da adamı suçluyor. Arka çıkanlar, ya bizzat iktidardan ekmek yiyenler ya da dolaylı vergiyle(!?)beslenenler. Hatta aralarında örtülü ödenekkolikler olduğu da rivayet ediliyor.
Şaka bir yana, Recep Bey'in "Ana Muhalefet Mahkemesi" diyerek alenen hakaret ettiği o en yüksek mahkemenin neden ve nasıl ele geçirilmek istendiği, muhalafetin neden o iki maddenin iptali için dava açtığı artık daha iyi anlaşılıyor. Kurtuluşlarının o mahkemenin tümden yok edilmesine ya da adamlarınca işgal edilmesine bağlı olduğuna inananların, pis düşünceleri birer birer su yüzüne çıkıyor. Bunu Osman isimli adam eliyle yapmaları da acizliklerinin bir başka göstergesi. Yok be güzelim artık yemiyoruz, yemeyeceğiz.
Kendini Ankara'nın ihya(!?) olmasına adayan kronik başkan Melih Bey'in son icraati de Ankara'ya bulduğu yeni logo. Bir de bunu kedili basın toplantısıyla açıklamış pişkin sayaç ordinaryüsü. Yahu biraderim sayın başkanım, nedir bu? Hitit Güneşi'ne garezin var anladık, camili minareli asıl logo da senin aslını inkar etmediğini gösteriyor, ona da amenna. Ama bu olmamış be başkan. Bu sadece tanıtım için diyorsun ya, o daha büyük yanlış. Ankara'nın tanıtıma katkısı olacak bir kedisi mi kaldı? İki renkli göze, ne idüğü belirsiz bir fontala iliştirilmiş Ankara yazısı, gülümseyen bir ucube surat, velhasıl bu logo "Bahçelerde maydanoz, gel bize bazı bazı" olmuş. Kediye nankör derler, bu kedi de seni tırmalamasın, dikkat et sayın başkan?!..
Bu pazar babalar günüymüş, hatırlattılar. Yoksa benim zihnimden uçup gitmiş. Hoş ben hediyemi peşin peşin aldım dün akşam. Benim prensesim mezun oldu. O artık bir üniversiteli adayı. Öğrenciliği boyunca beni hiç üzmeyen, dersleri konusunda hiç telaşa düşürmeyen güzel kızıma teşekkür ediyor, onunla gurur duyduğumu yineliyor, buradan sizlerle de güle oynaya paylaşıyorum. Pırıl pırıl, güzel insanların yepyeni bir hayata başladıkları güne tanıklık etmek insanı gençleştiriyor inanın. Onların yüzündeki ışıltının hiç sönmemesi için çalışmaya devam. Tabi ki ilk işimiz, Arabın yalellisi ile kendinden geçenlere hakettikleri dersi, zamanı geldiğinde, sandıkta vermek. Sonrası daha kolay. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -7 |
|
Âşık olmak sadece aylaklara, şairlere ve yazarlara yakışır. Şimdi "Bu da nereden çıktı?" diyeceksiniz. Bir defterdar veya muhasebeci ya da devlet kapısına müdür olmuş bir adam âşık olabilir mi? Örneğin muhasebeci mesleki alışkanlıklarından dolayı aşkın bedelinin kendine kaça patlayacağını hesaplamadan durabilir mi? O her zaman aşkın varabileceği son noktayı öngörme çabası içindedir. Bu işin sonu nereye varacak abi kaygısından kurtulabilir mi? Evlilik, düğün masrafları, ev kirası, çocukların maliyeti ve kaynana dırdırının faturasını hesaplar durur. Müdür, baş komiser, saygın avukat, mühendis, politikacı kişiler ayakları yere sağlam basan insanlardır. Onlarda sözlerinin ve davranışlarının yaratacağı sonuçları öngörmek isterler. Oysa aşkın gideceği yer, duracağı istasyon hiçbir zaman önceden bilinemez. Onun kendiliğinden, spontane bir hareket tarzı vardır.
Hadi bunları kaldırıp bir kenara atalım. Unvanları resmi binaların kapılarına kocaman harflerle asılmış, kocaman makam masalarının en heybetli yerinde tabela gibi dikilmiş ciddi adamların böyle cıvık işlere ayıracak zamanı bulabilir mi? Onların her zaman önemli işleri vardır. Pastane köşelerinde kıkırdayarak ve bir kadına hayran hayran bakarak meyveli dondurma yiyebilirler mi? Bir profesör nasıl sever? Balık soruydu dimi… Elbette bilimsel sever. Aşk kalıplara sığmaz ki, o harekete geçmek için nedenlere gereksinim duymaz. Ansızın ortaya çıkıverir. Ve her şeyi yerle bir eder. Gece ve gündüzü birbirinde harmanlayıp, kışı bahara çevirir. Aşkın bilimseli mi olur? Tamam, haklısınız sözlerimi geri alıyorum. Âşık olmak herkesin hakkıdır. Ama aşk en çok aylaklara ve şairlere yaraşır.
Trenleri severim, istasyonların telaşını da. Ve oldum olası sabahlara bayılırım, özellikle yapraklar ve çimenlerine üzerine düşen çiğ taneciklerine. Ve yaz sabahlarının o el değmemiş eşsiz serinliğinin tadına doyum olur mu? Eve vardığımda artık güneş doğmuştu. Sokaklar boyunca upuzun gölgeler uzayıp gidiyordu. Ben akşamdan kalmaydım. Akşamdan kalma aşk sarhoşu… Sessizce kapıyı açıp yatağıma uzanayım derken anneme yakalandım. Bu kadını bir kez olsun uyurken göremeyecektim. "Dün akşam amcan uğradı. Bu gün sana ihtiyacı varmış. İnşaata gidecekmişsin," dedi. Bir kaç saat uyuyabilsem. Gerisi vız gelir diye düşündüm. Ah be güzel amcam, çok ters zamanda gelmişsin.
Adı bende saklı kız ile ancak düğünden bir hafta sonra yeniden buluşabildik. Daha tenha diye istasyondaki çay bahçesine gitmiştik. Buluşup ne mi yapıyorduk? Dereden tepeden konuşuyorduk. O daha çok annesinden, babasından ve akrabalarından söz ediyordu. Nedenini hiç anlamıyorum ama onların yakın çevresinde hep birileri ötekilere bir şeyler söylüyor, birileri küsüyor, birileri evleniyor, birileri nişanlanıyordu. Hâlbuki bizimkiler hiç böyle değildi. Herkes kendi işinde gücünde, kendi yağında kavrulup gidiyordu. Ben onunla buluştuğumuzda konuşmaktan çok hayranlıkla ona bakıyordum. Elimden geldiğince onu mutlu etmeye, onun isteklerini bir çırpıda yerine getirmeye çabalıyordum. Buluşmak için birkaç kez üst üste aynı mekâna gitmemeye özen gösteriyorduk. Zaten o benimle bir yerlere gelebilmek için çok az fırsat bulabiliyordu. Bütün buluşmalarımızda zaman su gibi akıp gidiyordu. Kocaman bir gün baş başa otursak bile ona olan özlememi doyuramıyordum. Akşamlar kuru ot ve yaseminler kokarken ilk kez istasyon çay bahçesinde onun elini tuttum. Gözleri kocaman kocaman oldu. Utandı ama hiç sesini çıkarmadı. Elleri, incecik parmakları şiirler kadar güzeldi. Tüy kadar hafif ve serçe yüreği gibi kıpır kıpır… Bir tutam saçı konuşurken hep gözünün önüne düşerdi. Onları o narin parmaklarına takar kulağının arkasına taşırdı.
Yazın sonuna kadar dere, tepe, köşe bucak her fırsatta buluştuk. Şanslıydık, tanıdık hiç kimseye yakalanmadık. Bol bol dondurma yedik, birkaç kez sinemaya gittik. Ben hep tavşankanı çay içerdim, o limon ile adaçayı. O izin vermedikçe elini tutmazdım. Elbette elimi tutabilirsin de demezdi. Bakışlarından anlardım ya da o elini bana uzatırdı. Bir akşam öylesine çok konuştuk, öylesine çok… İkimiz de hiç susmadık. Gelecekten söz ettik. Birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizden falan… Hatta o bana "Seni keşke daha önceleri, çok önceleri, ilkokuldan beri tanısaydım. Ne güzel olurdu ." bile dedi. Ayaklarım yerden kesildi, dünyayı bırakıp başka bir boyuta, Samanyolu'nun en uzak yıldızına gidip geldim. Zamanımız tükenip onun sokağının başına yaklaştığımızda durduk. Birbirimizin gözlerinin içine baktık. İşte o an ben kendimi tutamayıp onu yanağından öptüm. Bizi hiç kimsecikler görmedi. Adı bende saklı kız donup kaldı. Kelimeler ağzında kilitlendi kaldı. Hık dedi, mık dedi konuşamadı. Baktı ki olmuyor konuşmaya çabalamaktan vaz geçti. "İyi geceler," dedi. "İyi geceler, seni çok seviyorum." O gece ben, o yeni yetme genç dünyanın en mutlu, en yakışıklı, en güçlü, en şanlı insanıydım. Anımsadıkça hala başım döner, yüreğim sıkışır.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ZEYTİN ADAM |
|
12 Haziran 2010. saat 07.15
Hasan Hüseyin Korkmazgil'in, "Haziranda ölmek zor!" dizesi daha önce hiç bilmediğim anlamlarla yüreğimi dağlıyor. Bu bir sessiz çığlık, gözpınarında donup kalan sağanak, umarsızlık yası... Aslında ölüme yakışan ne gün, ne ay, ne mevsim var. Her güne yeni umutlarla uyanmamız bundan. Kim, işte bu an, ölüme en yakışan an, diyerek ayrılabilir bu dünyadan?
Yunus'un,
"Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi…"
dizelerinde dile getirdiği genç ölümlerinin acısını elbette yadsıyamam. Çünkü onu da yaşadım. Ama "Her ölüm erken ölümdür' sözü de bir gerçek.
Sağlıklı, üreten; ama olabildiğince yalın yaşanan 90 yıl.
O, Yokluğun yoksulluğun anlamını iyi bilirdi; ama onca ömründe ne insana ne de devlete el açmadı.
Nice bilgenin ulaşamadığı hoşgörü ve sabır onun varlığının vazgeçilmeziydi.
O, benim babamdı.
Nice yoğun sevgilerle dolu olsa da nice uzun yaşansa da hangi evlada yetmiş ki baba sevgisi?
O sabah onu doğduğum odada zeytin dalları serpiştirilmiş çarşaflar altında ebedi uykusuna dalmış görünce "zeytin yaprağında, ay ışığı dondu" dedim. Çok çok eskilere gidiverdi belleğim:
- Baba bu ne?
- Delice…
Bir dağ yamacındayız. Hava ayaz. Kazmayı delice köklerine vurdukça 'Hıhh!' diye bir ses çıkarıyor. Kazmayı daha güçlü sallamak için böyle bir ses çıkarmak gerek, diye düşünüyorum.
- Baba deliceleri ne yapacağız?
Kazmayı bırakıyor. Başımı okşuyor. Kocaman bir öpücük konduruyor anlıma. Yanlış ya da doğru, "Nasırlı elli babalar daha içten okşar, ter kokulu babalar, daha bir sevgiyle öper oğullarını" değil mi?
- Bu deliceleri götürüp tarlamıza dikeceğiz. Sonra onları aşılayacağım. Akıllı olacak, bol bol zeytin ve yağ verecekler.
…
Hava ayaz yine. Tarlanın sağında solundaki su birikintileri buzlu cam. Toprak betondan sert. Açtığı çukurlara deliceleri tek tek yerleştirirken "hıhh"lamıyor. Bir heykeltıraş gibi diktiği ağaçların karşısına geçip, ışığı gölgeyi, güneyi kuzeyi değerlendiriyor.
- Bu ağaç var ya bu ağaç, ölmez… İnsan ölümsüzlüğü istiyorsa, birincisi, iyi evlatlar
yetiştirmeli, ikincisi zeytin dikmeli.
Çocuk aklım ikincisini almıyor. O bunun farkında. Hemen devam ediyor:
- Zeytin, cennet meyvesidir. Hazreti Adem ölünce, oğlu Şit, cennet bahçesinden aldığı üç tohumu babasının ağzına koymuş ve onu öyle gömmüş. Zamanla bu üç tohum yeşermiş zeytin, çam (sedir) ve servi ağaçları olmuş.
Havalar ısınırken fidanların her biri delicesine filizleniyor. O, her sabah tek tek selamlıyor onları. Yazla kuyulardan, derelerden kova kova sular taşıyoruz birlikte. Can suyu veriyoruz.
Sevgiyle büyütüyor, hem fidanlarını hem bizi.
"Bu göz aşısıdır, bu da kalem aşısı" derken meyveye duruyor ağaçlar. Yeşil taneler şiir: "Sıksan ağustosta yağı çıkar." Önce sepetler dolusu, sonra küfeler, derken avlular dolusu zeytin, küpler dolusu zeytinyağı…
- Artık sizi daha iyi okullarda okutabilirim, diyor.
Biz oğullar geleceğe, artık daha bir güvenle bakıyoruz. Bağsa bağ, bahçeyse bahçe… Nuh'un güvercinin, ağzında zeytin dalıyla dönmesinin gerekçesini iyi biliyoruz, Olimpiyat kahramanlarının, zeytin dalından taçlarla onurlandırıldığını, hatta Antik Yunan'da yedi bilgeden biri kabul edilen Solon'un Kanunları arasında zeytin ağacı kesenlere ağır cezalar uygulandığını da öğrenmiştik. Öyleyse bu yıl küpler niye boş?
Bu ne yaman karadelikti?
"İstimlâk" deyip yıllarca didinip yetiştirdiğin zeytinlerini alıvermişti elinden.
Sen ki "kuşun kurdun da hakkı var der, her hasat mevsiminde dalda meyve, tarlada başak bıraktırırdın." Oysa sana göz hakkı bile bırakmamıştı bu devlet.
Bu, ne yaman bir fırtınaydı?
Terinle suladığın topraklarına kömür rayları döşeniyordu.
Bu ne yaman bir yangındı?
"Zeytin ağacının yanışı, başka ağaçlara hiç benzemez. Mübarek sanki için için ağlar. Sonra ikiye yarılır. Tıpkı bir yürek gibi" derdin. Kendini anlattığını, nasıl da anlamamışız.
Yaş 60'a dayanmıştı o yıllar. Gücün yoktu eskisi gibi: ama sen zeytine inanıyordun. Emeğin ve üretmenin düşmanlarına inat, ölmez ağaçla ölümsüzlüğe ulaşmaya kararlıydın. Bu yüzden yeni kıraçları bitek yapmaya harcadın kalan ömrünü. Ayakların tutmaz olunca da ellerini ayak yaptın. Yeni deliceleri zeytin ettin. Bize emeğe, hakka saygıyı öğrettiğin gibi zeytinlerine termik santralin zehrine direnmeyi öğrettin.
Bu kez Yunus gibi;
"Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi"
demedik.
"Zeytin ölmez," derdin,
"Zeytin cennet meyvesidir" derdin ya,
Biz de;
Hoşgörünün ve barışın bilgesidir deyip
Seni başı zeytin dallı tabutla taşıdık.
Cennet meyvesinden ayrı düşmesin deyip
Toprağına zeytin çekirdeği diktik.
Artık soframızdaki her kara zeytin tanesinde seninle buluşacak, aşımızdaki her yağ damlasında seni yaşayacağız.
Babalar günün kutlu olsun Zeytin Adam.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup |
|
Sevgili anneanneciğim,
Bizim köy yeşillendi. Kiraz vakti şimdi. Hani tarlamızın ortasındaki kiraz ağacı vardı ya hala kirazlarını veriyor kırmızı kırmızı. Biz küçükken gencecik bir ağaçtı ama şimdi yaşlanmış, tepelerinde kuru dalları var. Kuşlar konmuş bu dallara, yeşil dallarından biraz kiraz yemek biraz da köyü tepeden seyretmek için. Çıksam kiraz ağacımızın en yüksek dalına, kurumuş dallarını kesip atacağım uzaklara. Belki canlandırırım yaşlı ağacımızı, daha çok kiraz verir o zaman.
Kuşlar geldi köyümüze, leylekler yerleştiler yuvalarına. Hani evin önündeki elektrik direğinin üzerinde vardı ya bir yuva, yıkılmamış, içinde leylek yavruları var. Serçeler, güvercinler, sakalar ötüyor çiçeklerin rengarenk açtığı bahçelerde. Öyle büyülü bir müzik ki hep köyde kalmak istiyor ruhum. Ihlamurlar açtı anneanne… Mis gibi kokuyor köyümüz. Rüzgar ıhlamur çiçeklerinin kokusunu dolduruyor köy evlerine tahta pencerelerinden usul usul girip. Derin hülyalara dalıyorum bu kokuyla ve birden bire küçüklüğüme gidiveriyorum, ıhlamur kokulu zamanlara. Sabahları güneş doğarken dağın ardından kuş seslerini bastırıyor kara horoz, ama bu horoz senin sevmediğin değil, olsa olsa onun akrabalarındandır. Delilik değil mi, alacam beyaz boya ve boyayacağım bu kara horozu senin için, belki de beyaz olunca melek olur kim bilir? Tavukların civcivleri çıkmak istiyor kümesten, pamuk gibi sarı sarı tüyleri. İnsan eline alınca sevgisinden sıkmak istiyor onları, öyle şirinler ki?
Ah anneanne, şimdi sen köyde olsaydın ve yaşasaydık yine o eski günleri, ne yapardın sabah saatlerinde? Açardın evin mavi pervazlı pencerelerini, havalandırırdın naftalin kokulu döşeklerini. Rüzgar da öperdi saçlarını, alnını ve pembesi solmayan beyaz yanaklarını, günaydın demek için sana. Gider sağardın ineğin sütceğizini, bir kova ya da iki. Sonra tavukları doyurur, koyunları, kuzuları, ineği çobana emanet eder, bahçedeki çeşme başında soluklanırdın. Zeytinyağlı kalıp sabunla ellerini iyice ovalar yıkardın, yüzünü çeşmenin soğuk suyunda aydınlatırdın adeta. Bahçenin çiçeklerini koklamadan gitmezdin odaya, hani yemek yapıp yediğimiz evin yanındaki. Bu oda tuz kokardı, un kokardı, yağ kokardı ve baharat… Sen koca un çuvalından elek dolusu aldığın unu, hamur tahtasına eler bir güzel yoğururdun. Sırf doyurmak için bizleri.
Biz boy boy kuzen kızçeler, uyanınca ilk önce toplardık naftalin kokulu yorganlarımızı sonra da koşardık evin bahçesindeki çeşmeye yalınayak. Soğuk su uyandırırdı bizi ve şakalaşırdık su tanelerini yüzümüze serperek. Çiçeklerin kokusuna mis gibi pişi/çörek kokusu karışırdı. Çünkü sen anneanne, eski bir Rumeli türküsü söyleyerek odunla yanan kuzinenin üzerinde bize çörek pişirirdin. O çöreklerin kokusu, bütün mahalleye yayılırdı. Yer sofrasında büyük tepsi içinde çörekler önümüze konulduğunda bal, pekmez ve reçelle afiyetle yer, yanında ıhlamur çayı içerdik. Karnımız doyunca, biz kızçeler haydi bahçeye. Sen bize eski kilimler verirdin toprağa oturunca üşütmeyelim diye. Tırmanırdık kamburu çıkmış dut ağacına ki o ağaç bizim oyun evimiz olurdu. Beyaz dutu vardı ya anneanne, sen severdin ve yerdin bizimle. Sonra giderdin ev işlerinin başına. Bahçeleri sulardın, domates filizlerini… Kazardın toprağı yeni tohumlar için ve sebzeleri öldüren sinsi otları ayıklardın. Süpürürdün evin avlusunu ve sonra öğlen için yemek hazırlardın. Biz de acıkırdık o zamana kadar ve başına giderdik senin. Sen koca ekmek parçalarını yemeğin suyuna batırır elimize verirdin. Ne lezzetli olurdu yemeğin baharatla harmanlanmış domatesli suyu. İçimiz yanınca doğru bahçe çeşmesine… Sen, ekmekle kirazı birlikte yemeği severdin anneanne. Hiç acıkmazdın sanki, ilk önce bizi doyururdun sofrada, sonra da kendini.
Elimize sepet verirdin, kiraz ağacına dayardın merdiveni. Korkmadan tırmanırdık bahçedeki kiraz ağacının en uzun dallarına, hem yer hem de toplardık kırmızı kirazları.
Yaz sıcağı bile olsa hiç üşenmeden odun atardın dışarıdaki taş fırına. Yoğurduğun hamurları yuvarlak yapıp, üzerlerine çöre otu katıp sürüverirdin içi kara fırına. Ekmek kokusu… Her yerde ekmek kokusu… Çok uzaklardan alınırdı bu ekmeklerin kokusu. Komşu çocukları toplanırdı evin avlusuna, onları cumbada oturtup ekmekleri parçalardın ellerine. Ekmek öyle ekmekti ki dumanı üzerinde, tadı dilimizde, senin sevginle piştiğinden lezzetliydi anneanne. Ya o örgülü salıncak, hani bizi uzun uzun salladığın salıncak? Akşamları hava karardığında gölgesinden korktuğumuz ağaca bağlanmış o büyülü salıncak… Sallarken uçururdun bizi anneanne, biz şarkı söylerdik bağıra bağıra, sen de gülümserdin bize, hiç yorulmazdı kolların.
Şimdi yaz vakti, yeşillendi köyümüz. Gündüzleri çiçek kokusu, ıhlamur kokusu, köyün kokusu yayılıyor ortalığa. Geceleri ise toprak ve yeşil kokusu, cırcır böceklerinin şarkıları var. Nerden mi bildim bunları? Her yaz vakti giderim geceleri köyüme anneanne, ama şunu bilesin, sadece rüyalarımda. Özellikle ne zaman burnuma gelse ıhlamur çiçeklerinin kokusu, bil ki o gece köyümdeyim. Yaz vakitlerini geçirdiğim evin avlusunda, hani şimdi yemyeşil çayırların olduğu, otururum bir taşın üzerine ve dalarım hatıralarıma. Yıldızlar arkadaş olur bana gecenin sessizliğinde, öyle çokturlar, köyün karanlığında daha da belirgin, elimi uzatsam dokunacağım sanki.
Ya sen anneanne, söyle bana! Gerçek yaşamdan ayrılan ruhun gidiyor mu bazen köyüne? Hayatının yarısından fazlasının geçtiği o topraklara? Ağlıyor mu ruhun görünce ıssız toprakları, hani şimdi yıkılan evinin yerinde olan? Soruyor musun birilerine "Nerde benim evim, meyve ağaçlarım, bahçem, sokak çeşmelerim, köy çocuklarım? Ben soruyorum anneanne, ruhum rüyalarımda köye gittiğinde, yanıma gelen evin yaşlı rüzgarına: "Hani, diyorum, nerede çıktığım o kamburu çıkmış dut ağacı, nereye kayboldu anneannemin içinde mis kokulu ekmekleri pişirdiği kara taş fırını, nerede o büyülü salıncak?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Her Gün Şehit Veriyoruz |
|
Ülkemizin Güneydoğu'sunda bir savaş var sanki. Her gün evlatlar şehit düşüyor hain teröre.
Evine dönüşe hazırlanan er de şehit oluyor,
Karakol da nöbet bekleyen asker de,
***
Roketler atılıyor,
Kablolu bombalar kullanılıyor,
Ve evlatlar bir bir şehit oluyor.
PKK güçlenmiş bir halde saldırılarını artırıyor, sorumlular yakalanamıyor ve keklik gibi evlatlar avlanıyor…
Alıştık, alıştırıldık şehit sayılarına.
***
Bir şehit. (Neyse bir tane..)
İki şehit.(Hay Allah..)
Altı şehit. (Yazık oldu evlatlara..)
On iki şehit. (Neler oluyor neden bitmiyor terör?)
On dokuz şehit.(Önlem neden alınmıyor?)
Ve Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez diye haykırarak sokaklara dökülüp, sloganlarla yer gök inletiliyor.
Sonrası yine aynı görüntüler, değişen yok.
Analar vatan sağ olsun diye ateş düşmüş yüreğine su serpmeye çalışıyor.
Kimin ne hakkı var, evlatları almaya?
***
Nasıl oluyor da BBG evi gibi gözetlendiği söylenen ve bu gözetleme sonucu PKK yuvaları yerle bir edildiği söylenirken, bu kadar büyük ve haince saldırılara uğruyoruz?
Nerde savunma planı?
İstihbaratımıza ne oldu?
Hava harekâtları ne işe yarıyor?
Alınan termal kamera, gece görüş cihazları, insansız uçaklar ne işe yarıyor?
PKK nasıl bu kadar rahatça elini kolunu sallayarak geliyor?
Bu sorulara yıllarca yanıt bekledik, cevap alamadık. Onun yerine davullarla-zurnalarla, düğün-bayram havasında asker ocağına gönderilen kınalı kuzuların şehit haberlerini aldık/alıyoruz/alacağız.
Türk gençlerinin kaderleri tabutla dönmek olmasın. (Evlatlarımızı gözümüzden bile sakınırken kanlı saldırıda yitirmek çok acı ve bu acının tarifi yok).
Terör örgütünün finans kaynakları ve lojistik desteği kesilmedikçe terör örgütünü bütünüyle yok etmek zor. ABD ve AB stratejik öneme sahip ülkemize karşı PKK "terör silahını" kullanmaktan kaçınmıyor. Bu gerçek bu kadar açıkken "ABD'nin istihbaratına" güveniyoruz.
***
Ayaklarına kırmızı halı serilen, çiçekler, davullar zurnalar ile karşılanan PKK'nın yurda dönüş törenleri meyvesini verdi.
Aferin bize.
Ayaklı Mahkeme ile hizmet de ettik.
Besleyip büyüttük içimizde. Olgunlaştılar saldırılarını yapıyorlar.
Bizim yasalarımız, kararlarımız, savunmamız nerede?
PKK terörünün karşısında havlu atıldı da bizlerin mi haberi yok?
Bu saldırının hesabı ve siyasi sorumluluğu mutlaka sorulmalı. Neden gerekli ve yeterli tedbirlerin alınmadığı, ihmali olan her kademedeki yetkililerden sorgulanmalıdır.
Olayların üzerinden uzun süre geçiyor siyasi sorumlulardan bir ses çıkmıyor. Ne bekleniyor ya da kimden icazet beklenir anlamış değilim.
İktidar ile muhalefet partisiyle ilgili işlere gelince mangalda kül bırakmıyor verip veriştiriliyor, ama şehit haberleri gelince aynı gür, kararlı ve inançlı ses çıkmıyor.
***
8 yıl öncesinde terör sıfır seviyesindeydi.
Nice evlatlar şehit düştü.
Nice evlatlar yetim kaldı.
Genelkurmay Başkan'ın mikrofon başına geçip acımız büyük, üzüntülüyüz mesajlarını vermesi de bu acıyı hafifletmiyor.
Babalar gibi paralar başka yerlere harcanacağına; TSK'ya savunma ekipmanları alınsın.
Terörün bir numaralı besleyicisi İsrail'e tüm savunmamızı teslim edersek olacağı budur.
Sağlıklı istihbarat yok,
F16'lar da eksiklik var,
Tanklar doğru düzgün çalışmıyor,
Silahlar tutukluk yapıyor,
Neden bunlar düzeltilmiyor?
Öyle Gazze'ye yardım yapalım, Arap'a yanaşalım, ona buna açılalım dersek, bilmeden her şeye dalarsak işin içinden böyle çıkamayız işte.
Laf üretmeyelim terörü bitirelim.
Bitsin şehit haberleri. Bitsin bu acı, bitsin gözyaşları.
Artık terörle mücadele edelim.
Edemeyen de çeksin gitsin nereye gidiyorsa!
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü V |
|
Selmâ'yla evlendikten kısa bir süre sonra halamın çiftliğine gitmiştik, onu halamla ve çiftliktekilerle tanıştırmayı çok istiyordum. Selmâ'ya halamı anlatmıştım, onu gördüğünde sâdece soğuk bir karşılamayla yetinmesine ve hattâ akşam yemeğini bile bizimle yememesine hiç aldırış etmedi.
Sözüm ona, midesi rahatsızmış. İnsan hiç çiftliğine ilk defa gelen birine, hem de yeğeninin eşine böyle soğuk, böyle ilgisiz davranabilir mi! Tanrım… Gerçekten de Selmâ, fazlasıyla insan sevgisi dolu bir kadındı ve bu sevgisi halamdan bile üstün geldi.
İşte, hayâtımda yer eden kadınlar… Ah şu kadınlar… Eleanor bana bir keresinde, hiçbir kadının erkeğine güzel görünmek, kendini ona beğendirmek için kendine bakmadığını; başka kadınlar nezlinde erkekler tarafından beğenilen bir kadın olduğunu kabul ettirmek için kendisiyle ilgilendiğini söylemişti. Tanrım…
Eleanor, gerçekten de insan ruhundan çok iyi anlıyordu, başkalarını da çok iyi gözlüyordu. Yılların tecrübesi yapışmıştı üzerine, gördüklerinde yanılmasını engelliyordu. Yaşamadığım, ama görüp duyduğum, okuduğum olaylar bana Eleanor'un haklı olduğunu defalarca ispatladı. Bense bunlara hiç şaşırmadım.
Ve gerçekten de kadınlar, erkekler için değil, diğer kadınlar için kendilerine bakıyor. Erkekler tarafından beğeniliyor olmak, bir kadın için başka kadınlar nezlinde üstünlük belirtisi âdeta. Ama, bunu kendilerini tatmin etmek için yaptıklarını zannetmiyorum, bu yolla kendilerini daha güçlü hissediyor olmalılar.
Bu, târihin erken dönemlerinden beri hep böyle olmuş. Ben Lagaş kazıları sırasında bulduğumuz bir mahkeme tutanağında buna bizzat tanık oldum. Bu tutanak, bir boşanma dâvâsına ilişkindi. Şimburduna isimli bir tüccar, karısı Gustişimbulia'yı boşamak istiyor, boşanma nedeni olarak da Gustişimbulia'nın kozmetik harcamalarını gösteriyordu.
Şimburduna, karısının bu masraflarını karşılayamadığından yakınıyor; iyi bir eşe, iyi bir yuvaya ve iki çocuğa sâhip olmalarına karşın ve eşine dâimâ sâdık kaldığı hâlde karısının hep daha güzel görünme "saplantısı"na artık tahammül edemediğinden yakınıyordu.
Biz bu tablete Şimburduna'nın Kaderi Tableti adını vermiştik. Bu tablet de şu sıralar British Museum'un depolarından birinde olmalı. Ama sanırım, burada karşımıza dikilen kader, biz erkeklerin kaderi aslında. Ve nerede, ne zaman, nasıl bir sosyal ortamda olursa olsun erkekler, kadınların bu yönelimini bir şekilde fark etmek zorunda kalacaklardır.
Londra'ya döndüğümüzde, College'dan yakın dostum Joan'a evlendiğimizi söylemiş, kendisini nikâhımıza niçin çağırmadığım konusunda ondan azar işitmiştim. Doğrusu, Joan benim College'daki en yakın dostumdu, derslerden ve sosyal aktivitelerden artakalan zamanlarımızın neredeyse tamâmını birlikte geçirirdik.
Gerçi, kendisi bizim tarikattan değildi, ama Naturalist kardeşlerimin dışında kendime en yakın gördüğüm kişi Joan'dı, o benim hep ikinci bir kardeşim gibiydi. Ve Naturalist olmamasının da benim için ayrı bir önemi vardı; çünkü beni, insanların çeşitliliğiyle karşı karşıya getiriyor, bu da insan ilişkilerinde beni indirgemecilik yapmaktan alıkoyuyordu.
Kendisini haklı bulduğumu, ama sevgili karım Selmâ'nın üzülmemesi için nikâhımıza kimseyi çağırmadığımızı, ona ailesiyle olan ilişkilerini hatırlatmak ve kendisini yalnız hissettirecek bir durum içine onu sokmak istemediğimi söyledim. Bunları duyunca Joan da anlayışlı davrandı. Zâten çok da anlayışlı bir insandır kendisi.
Ayrıca, Selmâ'yı çok merak ettiğini, onu tanımayı ve eşi Lisa'yla da tanıştırmayı istediğini, hem ayrıca biz eski dostların uzun zamandır bir araya gelemediğimiz için bunun iyi bir fırsat olduğunu ve Lisa'yla birlikte şu sıralar bir parti hazırlığı içinde olduklarını ve bizi de bu partide görmek istediklerini söyledi.
Bunun üzerine, ben de ancak Selmâ'yla konuştuktan sonra kesin bir şey söyleyebileceğimi, ama kendisinin de bu partiye katılmak isteyeceğini tahmin ettiğimi söyledim ve öyle de oldu. Selmâ da gâyet dışa dönük bir insandı ve bu tür ortamları o da seviyordu. Üstelik, benim arkadaşlarımı, yakın çevremdeki insanları tanıma fikri onu da heyecanlandırmıştı.
Lisa'yla da College'dan arkadaştık, Joan'la birbirlerine gerçekten de çok yakışıyorlardı. Ta o zamanlarda flört etmeye başlamışlar; ancak, son senede ilişkileri daha derinleşmişti. Ve Lisa ile Selmâ, gerçekten de çok kolay kaynaşmış, parti sırasında birbirlerinden hemen hiç ayrılmamışlardı. Sanırım, bizim dedikodumuzu yapıyorlardı.
Lisa, partiye Râhibe Cornelia'yı da çağırmıştı ve Selmâ'yla bir ara çok koyu bir sohbete koyulmuşlardı. Lisa, ta öteden beri Katolikliğe fazlasıyla bağlıydı ve sonradan öğrendiğime göre Râhibe Cornelia'nın kurduğu Kutsal Çocuk İsa Vakfı'nda onunla birlikte aktif bir görev üstleniyordu. Hem, daha önce de gelirleri bu vakfa bağışlanmak üzere çok sayıda yardım konseri düzenlemişler, iki de bahar şenliği organize etmişlerdi.
Eve döndüğümüzde ise Selmâ'ya, Râhibe Cornelia'yla neler konuştuklarını sormuştum, bana anlattıkları karşısında ise çok şaşırmıştım. Ben dînî meseleler, Doğu-Batı farkları, vb. konularda konuştuklarını sanırken onlar kadın kadına sohbet etmişler, Râhibe Cornelia'nın eşiyle olan sorunlarını tartışmışlar.
Eşi Peirce Connelly, hanımı tam dört çocuk doğurduktan sonra râhip olmaya karar vermiş ve onları terk ederek Roma'daki Trinità dei Monti Manastırı'na kapanmış, bir yıl sonra da papazlığa kabul edilmiş. Râhibe Cornelia, bu vakfı kurduğunda kocası da onunla birlikte çalışmayı istemiş ve vakfa mürâcaat etmiş; ancak, kabul edilmemiş.
Bunun üzerine Peirce Connelly, yasal haklarının çiğnendiği gerekçesiyle mahkemeye başvurmuş; fakat, bundan da bir sonuç alamamış. Bunun üzerine papazlıktan ayrılmış ve kamuoyunda Râhibe Cornelia ve Kutsal Çocuk İsa Vakfı hakkında yıpratıcı propagandalar yapmaya başlamış. Tanrım…
Mâdem Katolikliğe bu kadar bağlıydın, o zaman karını ve çocuklarını niye terk ettin? Mâdem râhip olmaya bir kez karar verdin, o zaman papazlıktan hem de böyle bir nedenle niye ayrıldın? Katoliklikte yalan söylemek en büyük günâhlardan biriyken ve hem de papazlığa lâyık görülen "örnek bir insan"ken(!), neden karın ve çalışmaları hakkında bu çabaların içine girdin?
İnandıkları ve kendilerine seçtikleri ilkeler insanlık dışı olsa da bu vakfın çalışmaları sâyesinde karınlarını doyuran, kendilerine sıcak bir yuva bulan, sıcak bir anne kucağına kavuşan çocuklardan ne istedin? Bu propagandalarla gelirleri azalan vakfın onlara sağladığı imkânların azalmasına neden olmakla eline ne geçti?
Ama, kendi çocuklarını terk edip giden bir insandan başkalarının çocuklarını düşünmesini beklemek sanırım yersiz olur. Tanrım… Peirce Connelly'yi anlamak, nasıl bir kafa yapısına sâhip olduğunu düşünmek gerçekten de çok güç. Aslında, tüm modern paganlar için böyle bir güçlük söz konusu, ama bunlar arasında dengesiz olanlar için bu güçlük çok daha derin bir biçimde duyumsanıyor.
Peki, bu konuşmalar üzerine boynundaki aile yâdigârı altın kolyeyi ve bileziklerini çıkartıp Râhibe Cornelia'ya, bu vakfa sığınan çocuklara bağışlayan, hiçbir zorunluluğu yokken bunu yapan sevgili karım Selmâ'ya ne demeli? Selmâ, gerçekten de hayâtımda tanıdığım en duyarlı kadınlardan biriydi ve hattâ sanırım en duyarlı olanıydı.
Bir hafta sonra; yâni, 17 Nîsan gecesi sevgili karım Selmâ, Lisa ve Râhibe Cornelia, Chelmsford'ta gelirleri yine bu vakfa bağışlanmak üzere özel bir anma gecesi düzenlemişti; ölümünün 178. yılında Râhibe Sor Juana Inés de la Crus'u anma gecesi. Gecede ben, Başpiskopos Baldwin ve Edward ile College'dan pek çok ahbâbımız ve kız kardeşim Jane de hazır bulunmuştuk.
Râhibe Crus, gerçekten de 17. yüzyıla damgasını vurmuş ve insanlığa büyük hizmetleri olmuş bir kadındı. San Jerónima Manastırı'nda Cizvitlere ve onların şahsında erkek egemenliğine ayak diremiş, özellikle de Cizvit Râhip António Vieyra'ya karşı çok ciddî bir mücâdele vermişti.
Manastırda kadınların okur-yazarlık oranının yükselmesi için özel dersler vermeye başlamış, okumayı özendirmek için yaklaşık altı bin kitaptan oluşan muazzam bir kütüphâne kurmuş ve sonra da bunu halkın hizmetine sunmuştu. Bunları engellemek isteyenlere karşı Tanrı bilir, ne mücâdeleler vermişti…
Gerçekten de Cizvitler, ta öteden beri Vatikan'ın eğitim ve kültür propagandalarını üstlenen ve hattâ bu amaçlar doğrultusunda kendilerine özel birtakım ayrıcalıkların tahsis edildiği bağnaz bir Katolik topluluktu ve Râhibe Crus, onların bu çalışmalarını sekteye uğratıyordu. Aslında Râhibe Crus, tüm hasta beyinliler için bir tehlikeydi, bunların ille de Katolik ya da Cizvit olmalarına gerek de yoktu.
Ve kendisi bir Naturalist olmamasına karşın, gerçek Hıristiyanlıkta Meryem Ana'nın rolünü tanıdığım, gördüğüm, duyduğum, okuduğum tüm Katolikler arasında en iyi anlayan kişiydi ve Katolik toplumlarda kadının aşağılanmasına şiddetle karşı çıkıyor, bunun ilâhî bir temele dayanmadığını, dayanmasının da mümkün olmadığını yüksek perdeden haykırıyordu.
Sâdece sözle de değil, aynı zamanda yazdığı eserler, ilâhîler ve oyunlarla da bu görüşlerini geniş halk kitleleriyle paylaşıyordu. Onların dilinden konuşarak ve onların beğenilerine hitâp edecek biçimde üstelik. Bense bu çalışmaları arasında en çok Hombres necios que acussés isimli şiirini beğenirdim.
Bu şiirin bende ayrı bir yeri daha var; şiirin İngilizcesini sevgili karım Selmâ'ya okuduğumda o da çok beğenmiş, bunu bu özel gecede benim okumamı ricâ etmişti. Ben de onu kırmamış, Râhibe Cornelia'nın açış konuşmasının ardından kürsüye çıkarak bu şiirin İngilizce tercümesini okumuştum.
Sevgili karım Selmâ, Râhibe Crus'u henüz tanımıyordu, onu bu anma gecesinde tanıdı ve İngilizlerin Anglikan olmalarına karşın Katolikliğe derinden olan bağlılıklarını bildiği için, Râhibe Crus'un biz İngilizler tarafından niçin bu kadar sevildiğine bir anlam veremedi. Oysa Selmâ, hem İngilizleri, hem de Anglikanları yeteri kadar tanımıyordu.
Gerçekten de sevgili karım Selmâ, dışardan bakan gözleriyle bunu göremez, anlayamazdı. Ona biz İngilizlerin temel bir eğiliminden bahsettim. Biz İngilizler, kimi sevip kimden nefret edeceğimizi hükümetlerimizin takdîrine bırakırız; hükümetlerimiz ekonomik ve siyasî gereksinmelerimize göre bize "inler-outlar" listesi sunar, biz de bu listeye bağlı kalırız.
Eminim ki, bundan birkaç yıl öncesine kadar Britanya Adaları'nda Râhibe Crus'un adını duyan pek kimse yoktu. Ne zaman ki Kanadalı Cizvitler, burada kendilerine daha önceden Vatikan tarafından tahsis edilen dirlikleri İngilizlerin desteğini kazanabilmek ve onların silâh gücünden yararlanmak için İngiliz kolonistlere devretmişken ânî bir karar değişikliğiyle bu kolonistlerden bu dirlikleri geri alma yoluna gitti, işte o zaman Britanya Adaları'nda birden bire, ömrünü Cizvitlere karşı mücâdeleyle geçirmiş insanlara karşı çok büyük bir sevgi seli doğdu.
İşte, biz İngilizler kimi sevip kimden nefret edeceğimizi hükümetlerimizden öğreniriz. Ve sevgili karım Selmâ, bunları duyunca çok şaşırmış, günün birinde hükümet ile Cizvitlerin arası düzeldiğinde Râhibe Crus'a karşı yıpratıcı propagandaların başlayabileceği tehlikesine karşı üzülmüştü. Ve haklı da çıktı. Selmâ'nın ölümünden dört yıl kadar sonra Britanya Adaları'nda Râhibe Crus'u hatırlayan bir tek İngiliz kalmamıştı.
Düşünüyorum da biz Naturalistler, Râhibe Crus gibi insanlığa büyük hizmetler etmiş tüm insanlara; dînî, siyasî, ideolojik, vb. özelliklerine bakmadan bütün bu insanlara karşı çok derin bir saygı ve sevgi duyarız. Dolayısıyla, bence Naturalizm, biz İngilizlerin insan olma ve insan kalma olanaklarını koruyan ve bunu gerçekleştirmelerine katkı sağlayan en önemli mekanizma.
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
AFFEYLE
Yıllar sonra karşılaşacağız
İki eski dost edasında
Yitirdiğimiz yılların ardından
Yine gözlerim
Gözlerine takılı kalacak
Affeyle beni
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|