|
|
|
Editör'den : Oynatmaya az kaldı!.. |
İyi haftalar,
Haftaya güzel başlamak pek kolay olmayacak artık galiba. Azan terörle ilgili sorumluluğunu, "Yılda 5000 şehit verdiğimiz günleri unutmadık" demek suretiyle üzerinden atabilen, bulunduğu konumu bu denli inkar eden, çaresizlik içinde bulunduğu her halinden belli bir adama mahkum olmak içimi acıtıyor inanın. Babalar gününde evlat acısıyla kahrolan babaları seyretmek, ardından da bu şaşkın, ipe sapa gelmez sözleri işitmek üzüntümü kat be kat artırıyor. Huuu Recep Bey! Biz de, sen o koltuğu işgale başladığında sıfır terörle yaşadığımızı unutmadık.
Şehitlerimize rahmet, geride kalanlara başsağlığı ve sabır dilemek yetmiyor artık bana. Ben bir de onlardan bu adamın varlığı, sebep oldukları, daha da olacakları ve sorumluluğu üzerinden atma gayreti için özür diliyorum. "Vatan Sağolsun" sağolsun elbette de, bu denli kaypak siyasete bizi mahkum eden adamlara yazıklar olmasın mı? Olsun tabi, olsun.
Nalıncı keseri yargı anlayışını bağıra çağıra anlatma pervasızlığındaki Recep Bey'in hukuk bilgisinin ancak benim seviyemde olduğunu bilsem de burada ahkam kesmeyi doğru bulmuyorum. Onun yerine, ona en güzel cevabı yayınladığı bildiri ile veren Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Yönetim Kurulu’nun açıklamasını aşağıya aynen alıyorum:
"TALİHSİZ BİR AÇIKLAMA: Anayasa’nın 138, 141, 154/1, hukuk yargılama yasasının 573. maddesi hükümlerinden ve bu konudaki uygulamalardan habersiz olduğu anlaşılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, mutad olduğu üzere, onaylamadığı bir yargı kararı üzerine tümüyle talihsiz ve münasebetsiz bir açıklama daha yaptığı öğrenilmiştir.
YARGI KARARINA SAYGI: Yargı mensuplarının verdikleri yanlış kararlar nedeniyle tazminata mahkum edilmeleri elbette üzücüdür, ancak hukuk herkes içindir, hukuk devletlerinde yargı kararlarına saygı esastır.
TESADÜF DEĞİL: Yargıya güvenilmemesi çağrıları yapan bu zihniyet ile yargı kararlarına uyulmaması önerilerini yapan ve tartışılır bulan zihniyetin aynı platformlarda buluşmaları da bir tesadüf değildir.
“YURTTA SAVAŞ”: “Yurtta savaş, dünyada savaş” ilkesine bağlılığını her fırsatta ortaya koyan, koruması gereken cumhuriyetin tüm kurumlarına ve mensuplarına karşı medya destekli açık bir savaş ilan etmiş bulunan, onaylamadıkları kararları çirkin saldırılarla, kabadayı tavırlarla lanetleyen ve halkımızı kendi yargısına düşman etmeye yeminli olan bu zihniyetin yargıya karşı açtığı savaşın bu boyuta gelmiş olmasını da artık yadırgamıyoruz.
KUŞKULUYUZ: Barış duygusundan uzaklaşmış, yargıya, evrensel hukuka düşman ve savaş açmış bir başbakanın hukuk devletine dahil olduğu konusundaki kuşkumuzu da kamuoyu ile paylaşıyoruz."
...
Şu yanda gördüğünüz bayrak neyin nesi bileniniz var mı? Bunu bir feysbuk grubundan aldım. Grubun adı "Filistin'e Türk Yönetimi gelsin, bayrağına Ay-Yıldız eklensin!". Yuh! Haydi sanal ortamda olabilir diyelim geçelim ama öyle değil ki, daha dün Levent'te bir beyaz AUDI arabanın arkasına bayrak direği ile bağlanmış, bire iki metrelik bayrağı gördüm ve küfrü bastım. Biz, kimsenin tek karış toprağında gözü olmayan, sadece vatanını savunmakla ilgilenen bir millet değil miydik? Milletten yatay geçiş yaptığımız ümmetin vardığı son nokta bu mu şimdi? Hayır benim henüz idrak etmediğim bir takım durumlar mı var? Varsa eğer, bir bileniniz beni aydınlatabilir mi? İşte Recep Bey, Arap sevdasının nihai adresi bu. Mutlu musun? Aynı bayrağı evinde göndere çektirdin mi? Yoksa hesaplarını Filistin Devletine başbakan olmak için mi yapıyorsun? Delirmeden gideyim ben. Siz siz olun kafa sağlığınıza mukayyet olun. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Öznesiz, zamansız, zarfsız… |
|
Biraz 'Sevda Sözleri' biraz 'Çiçek Senfonisi' bu gece salınmaları. Üşümeyen tenimde pervasızca kol gezen ilkyaz rüzgârına teslimim bu aralar. Son birkaç gecedir ellerimdeki ağrı mısralar giyiniyor, kalbini hayatın öptükleriyle..
Zamansız gözyaşlarıma, yuvasız sızılar ekleniyor bu haftasonu doğumlarında. Bugün cumartesi. Ben "..geveze susuşlarını bile özledim..." En çok tanımadıklarımı özlüyorum, tanışmadıklarımı, yaşamadıklarımı, ertelediklerimi ve geç kaldıklarımı, öylesine sokak köşesi kesişmelerini...
Ben en çok mevsimlerin dokunamadığım renklerini özlerim zaten, gelincik kadifesi, papatya öpüşü... İsmine 'Dize' verdiğim hayallerimi harcamayı bitiremedim yaralarımla. Kanayan kalemim, korkak, adasız, yuvasız, kıyısız... Seni bulmayı, seninle olmayı belki de ölmeyi.., bekliyorum.
İsmimin dokunmadığı şehirler ekleniyor iklimime ve gün doğumları, kokusunu bilmediğim toprağın, kimliğime.
Sözleri yuttuğuma bakma, bir yanım hep eksiktir benim. Uykulardan kaçtığım gecelerin infazında biraz, vurgunum.
Köprücük kemiğinin çukuruna yuva yapmak istiyorum, dizelere inanan düşlerin. Oysa yenilgilerimle kan revan içindeyim. Beni böyle yaralı, beni öyle sessiz, "..öznesiz, zamansız, zarfsız..."...Öyle sev... Dudağımın kıyısındaki gülüş ol, biraz dizelere borçlu, biraz alacaklı. Bileğinden sımsıkı yakalayıp, kendimize çektiğimiz saatlere çalınan sarhoşluk eklemlensin gidişlerimize.
Terk edilmiş, boynu ay ışığında tutulmuş müsveddeleri masalların, mum kokulu. Ay gitmiyor batmaya, yıldızıyla yatmaya...
Ne zaman sandıklara kilitlediğimi hatırlamadığım kelimeleri arıyorum bu haziran menevişlerinde. Zordayım kuraklığında sahillerimin. Ürktüğüm, sokaklarda boy veren deniz kokusuna karışamamak belki..
Biraz da 'Sonrası Kalır' ...
Biliyorum, sen de...;
Yaralısın.
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÖLÜNÜN AYAK İZLERİ
Elimin kapının tokmağına bir baskı uygulamasıyla içimden bir şeyler aktı ılık ılık, yüreğim hopladı aniden. Dondum kaldım, ne ileri gidebiliyorum ne geri!
Başımı yavaşça arkamda kalan mindere çevirdim ve oradaydı: dizlerini karnına çekmiş, başını öne eğmiş, kollarını kendi etrafına dolamış… Ben!
Garipsediğim bir suskunluk sardı içimi.Kapının kolunda elim, ayaktayım ve bir tane de minderde oturan ben. Dayanamıyorum ve başı önünde oturan aksimin yanına gidip diz çöküyorum, saçlarımı okşuyorum:
- "Kaldır başını, sen başı eğik durmazdın hiç, kaldır!" diyorum.
Kendini umursamayan ben… Bir kahkaha kopup geliyor boğazımdan, sesim kendime yabancı. İnatla kendimi seyrediyorum, düşünceler beynimde, görüntüler beliriyor yavaş yavaş…
Ailem gözlerimde, gülerek yaklaşmaya başlıyorum, ama ben gittikçe uzaklaşıyorlar. Fark etmediler! Birden yeşiller alıyor gözümü, başımı arkaya çeviriyorum yeşil, sağım, solum, her yer… Çeşit çeşit görüntüler uçuşuyor, en belirgini anneme sarılmış ben; içim ısınıyor! Kokusu burnumda, ana kokuyor, sevgi kokuyor. Ağlıyor ama! Gözyaşları saçlarımı besliyor, anlam veremiyorum bu kadar içlenmesine.
Kendime bakıyorum hala sesimi çıkarmadan. Yeşile dönüyor oturduğum yer, çim, yumuşacık çimen… Ayağa kalkıyorum tekrar ve ayak izlerimi görüyorum çimende. İşte bu çok şaşırtıcı derken bir anda oturan aksim başını kaldırıp bana bakıyor. Annemin gözyaşları yüzünde, yüzümde! Vücudumda bir hissizlik, uyuşukluk hali… Ellerim hızla yoklamaya başlıyor bedenimi ve hissediyorum ıslaklığı, kırmızı ve ıslak ve sıcak! Kır kokan kan! Bunu fark eder etmez etraf çiçek açıyor, yol almaya başlıyorum bilinmezliğe, aksim veda ediyor bana. Başımı eğdiğimde yükseldiğimi anlıyorum ve öldüğümü!
Ayak izlerim hala çimende duruyor, şimdi ve sonsuza dek!
Hilal Bayram
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SARTRE'IN KÜBA İZLENİMLERİ 3 |
|
Fidel, Sartre'a Küba'da başlattığı köklü devrimi bütün ayrıntılarıyla göstermek istiyor; bir gün, hadi gidiyoruz diyor, helikoptere atlıyorlar, yalnız aracı kullanan, Fidel ve o varlar; sayısız dönüşlerle kıyıları gösterdikten sonra bir yola iniyorlar; çalışan işçiler pek bezgin; kantinleri mi yok; kullanılan kamyonlar henüz özel kuruluşlardan kiralanıyor. Fidel bunları dinledikten sonra, işçilere ayaklanmayı salık veriyor. Helikoptere binerken Satrre'a dönüp:
"- Onlara ilk ivmeyi verdim, diyor. Sonra gülerek ekliyor: Ben olmadan gerisini getirirler nasılsa."
Başka bir gün bakanlar kurulu toplantısına götürüyor onu; bakanlar toplanmış, Fidel'i bekliyorlar, bir türlü gelmiyor; pencereden bakıyorlar, avluda bir küme genç kızın arasında. Epey sonra geliyor; kızlar öğretmen alımı için açılan sınava girmiş, kazanamamışlar; bunun üzerine, henüz özel okullar var ya, birine gidip para vermiş, sonunda öğretmenlik belgesi almışlar, ama Ulusal Eğitim Bakanlığı kabul etmemiş; şimdi kimi bulsalar ağlayıp yakınıyorlar. Fidel'e anlatmışlar sorunlarını; o da yetkili görevliye bir çözüm yok mu diye soruyor; yokmuş. Bütün bakanlar bu konuyu uzatmanın zaman yitimi olduğu görüşünde, ama Castro bir şey demese de, düşünceli duruyor. Sonunda yetkiliye dönüp kararlı bir sesle, usulca:
"- Onlara bir şey vermek gerek Armando", diyor.
Bütün bakanlar iyi ama neden diye soruyor; başka bir açıklama yapmadan, inançla:
"- İstediler çünkü. Buraya geldiler, beklediler, gözyaşı döktüler", diyor.
Arkadaşları, şaşkınlıkla soruyor:
"İstemeleri yeterli mi?"
Fidel başını sallayıp kesin bir sesle yanıtlıyor: "Evet, yeterli."
Bunun üzerine, özel belgenin geçersiz sayılmasına, ama kızların öğretmenlik sınavına bir kez daha girmesine karar veriliyor.
Sartre, böyle konmuş kuralların, yönetmeliklerin çiğnenmesine epey şaşırıp bir ara soruyor:
"Kim, ne isterse elde etme hakkına sahip mi?..."
Arcocha çeviriyor; Fidel karşılık vermiyor, Sartre üsteliyor:
"Böyle mi düşünüyorsunuz?
Fidel purosundan bir soluk çekip kararlı bir selle yanıtlıyor:
- Evet!
- İstekler şu ya da bu biçimde bir gereksinmeyi dile getirdiği için mi?
Fidel yüzünü dönmeden yanıtlıyor:
- Bir insanın gereksinmesi, bütün öbürlerini bastıran temel hakkıdır."
Yalnız bu olay, başta ABD, bütün düzmece demokrasi yanlılarının 50 yıldır aralıksız süren saldırılarına, baltalamalarına, kafa karıştırmalarına karşın, Küba halkının %95'nin neden çelik gibi Fidel'in, Devrim'in arkasında durduğunu açıkça gösteriyor sanırım.
Yaşanan başka bir olay. Arabaya binmişler, köyleri, üretim ortaklıklarını dolaşıyorlar; gittikleri her yerde insanlar hemen çevresini alıyorlar Fidel'in, hiçbir törene gerek kalmadan, çekinmeden sorunlarını, dertlerini anlatmaya başlıyorlar; Fidel'in ta başından beri yanından ayırmadığı yazmanı Celia söylenenleri küçük defterine yazıyor; adadaki herkes o deftere yazılanları er geç yapılacağını biliyor. Ortaklığın birinde hızla gelen küçük bir kamyonetten yedi çiftçi atlıyor, Fidel'i kuşatıp anlatmaya başlıyorlar. Sonunda kurtulup başka bir üretim ortaklığına geçiyorlar; bir de bakıyorlar, yedi çiftçi az sonra bitiyor, kaldıkları yerden sürdürüyorlar anlatıp tartışmayı.
Ve Fidel bu köylülere bir kerecik bile, yeter artık, ardımızdan gelmeyin demiyor.
Sartre'ın bir izlenimi daha var: insanlar Fidel'le karşılaşır karşılaşmaz kafalarındaki ortaya döküyor, ama bunu hemen o anda, doğaçlama yapıyorlar. Bunu Fidel'e söyletiyor; Castro gülümseyip yanıtlıyor:
"Sorumlular işlerin iyi yapıyorlarsa, emekçiler hep birlikte tutkuyla sarılır işlerine: çıkarları bunu gerektirir, onlar da bunu çok iyi duyumsarlar. Ama en çok hoşuma giden yanları, her yerde benzersiz birey olarak kalırlar.
- Evet, ayrımına vardım bunun, diyorum, yuvarlak şapkalara, Küba gömleğine, zaman zaman beliren şeker kamışı palasına karşın, hiç kimse öbürüne benzemiyor. Peki okuma yazma biliyorlar mı?
- Gördüklerimiz mi? Yoo, sanırım çoğu bilmiyor.
- İyi ama, şunu nasıl açıklayacağız; okuma yazma bilmeyen bu insanlar eğitimli gibi geldi bana.
- Düşünüyorlar da ondan, diye karşılık verdi Fidel. Hem de her an. Devrim düğmeyi çevirdi: herkesin beyninde düşünce dolaşmaya başladı, bir daha da durmayacak."
İnsanlığın binlerce yıllık özlemi toplumculuk, işte bunu başarmak; yeni, düşünen, düşüncesini çekinmeden dile getirebilen bireyler yaratmak zorundaydı; ne mutlu Fidel ve yoldaşlarına bunu başardılar Küba'da.
Bütün dünyaya umut ve örnek olmak üzere.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun Bu sefer toprak kokanlardan değil! |
|
Git hadi daha fazla kalma yoksa gidemeyeceksin diye fısıldamıştın kulağıma otobüse binerken. Bense bakışlarımı kaçırmıştım. Bakışlarımı kaçırıp, düşlerimin yıkıldığı bu gecede oturup otobüsün orta yerinde bir yere, ayrı ayrı tüm resimlerimizi yapıştırmayı denedim. Elimde ki Her resimde hep bir parça eksik kaldı. O gece üstümden sonsuza kadar çıkartamayacağım bir elbise giydim senin için. Kırmızı! Gittiği yol savaş olan öldüreceği ve öldürüleceği bir yol. Hiçbir kilometresi barış yanlısı olamayacak kadar talihsiz olan bir yol. Otobüs terminallerinde ayrılan, orda kavuşan ve orda bir aşka büyümesi için izin veren insanlar gibiydik.
Ayrılığı gidilesi yollar üzerindeki tekerlekler üzerine bindiren mi suçludur? O tekerleklere yeni bir tekerlek olarak eklenen mi? Yok, hiçbir yaşanmışlık ve hiçbir ansiklopedi açıklayamıyor bunu!
Gece otobüslerinde can kenarı kırıkları. Gece otobüslerinde içine içine doldurup götürdüğün onca an! Gece otobüslerinde gideni hırçınlaştıran karanlığın o soluk sarı ışıkları. Nerede ineceksiniz diyen muavine verilen "hiç" bir yerde cevabı kadar hiç!-im. Bir yaralanma nedenimidir gidişim? İnkâr mıdır yoksa bir çarpışmamı? Geride kalanın vedası mı? Bir kenti sende terk edişim mi?
Eski bir karaağacın teras katındayız , gece yıldızlı ve hep gün doğumlarıyız seninle. Bütün görüp görebileceğimiz bu işte, O yüzden zar tutma aşktan kaçarken. Yeni Oyun kurma.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü VI |
|
Bugün öğleden sonra saat dört sularında ise La Hague Burnu'na vardık ve sonra da St. Malo Körfezi'ne doğru yol aldık. Limanda çok sayıda savaş gemisi vardı; Fransızlar sanırım yeni bir deniz saldırısına hazırlanıyor. Karalar yetmemiş olacak ki Fransızlar, şimdi de Akdeniz'de ölüm saçmaya başlıyorlar.
Kim bilir, birkaç yüz yerlinin yaşadığı daha hangi adacıklara "özgürlük" getirecekler. Tanrım… "Özgürlük", Fransızların en pahalı şarabı hâline geldi. Ve insan bunu bir kez içti mi, etkisinden zor ayılıyor. Ayıldığında ise topraklarını ve tüm zenginliklerini kaybediyor. Bir tek canı bağışlanmışsa bile, bu da köleleştirilmek içindir.
Kaptan Plummer limana yaklaşmak istemedi. Kendisi çok titiz bir kaptan. Bizimle de pek konuşmuyor, bir şey soracak olduğumuzda da kısa cümlelerle cevap veriyor. Ama, konuştuğu zaman da hakkını vererek konuşuyor hani. Sesini kullanmayı, konuşurken elini kolunu nereye koyacağını pek güzel biliyor.
Ekip, gemi yolculuklarına pek alışkın olmadığı için sanırım, kamaralarından pek dışarı çıkmıyor. Bir ara, Dennis'le ayaküstü bir şeyler konuşma fırsatım oldu ve ondan birkaç harita istedim. Kendisi Aubagine Üniversitesi'nde kartografi eğitimi almış ve uzun yıllar Rodos'ta yaşamış, Batı Anadolu'ya âit çok sayıda haritayı bizzat kendisi hazırlamış.
Ben onu British Museum'dan tanıyorum. Arşivde onun imzâsı bulunan çok sayıda harita vardı. Ama, hiç sohbet etme imkânım olmamıştı. Ancak, dün güvertede göçmen kuşları seyrederken uzunca bir sohbet edebilmiştik. Bu sohbete ilişkin bazı notları günlüğüme daha sonra kaydedeceğim.
Çalışmaları sırasında başına çok ilginç olaylar gelmiş Dennis'in. Hattâ bir dönem, Osmanlı idâresi Dennis'i, Yunan ajanlığı yapmak suçundan yargılamış ve hapse bile atmış. Daha sonra British Museum'la temâsa geçilmiş ve serbest bırakılmış. Ama bir süreliğine, Osmanlı topraklarına girişi yasaklanmış.
Ne var ki, Dennis'in vaz geçmeye niyeti yokmuş; Rodoslu balıkçılarla ahbaplık kurarak Batı Anadolu'ya kaçak giriş yaparak çizimlerini sürdürmüş. Tam bir "bilim insanı" yâni! Ve arşivinde yaklaşık bin kadar harita var, bunlardan yüz kadarını da yanında taşıyor. Bu haritaları incelemek için sabırsızlanıyorum.
Dennis, istediğim birkaç haritayı kamarama bırakacağını söyleyerek yanımdan koşar adımlarla ayrıldı. Ben de kaptan köşküne doğru yöneldim ve Kaptan Plummer'e müsâit olup olmadığını sordum. Beni içeri buyur etti ve bir fincan sütlü çay ikrâm etti. Onunla da epeyce sohbet ettik, zamânın nasıl akıp geçtiğini anlayamadım…
Ya dokuz, ya da on yaşlarındaydım. O yıl Paskalya Bayramı'nı halamın çiftliğinde geçirmek üzere babamdan izin almıştım. Benim için bayram demek, dilediğimce hareket edebileceğim, üzerimdeki Katolik sınırlamaların gevşeyeceği bir zaman aralığı demekti. George'un da bana eşlik etmesi için Lord Chodorow'dan izin istemesi için babamı iknâ etmeyi de başarmıştım.
Tanrım, hayâtımın en güzel Paskalya Bayramı'nı sanırım orada, George'la birlikte yaşadım; ama çocuksu yaramazlıklarımızla değil, içimizi saran Tanrı coşkusu ve İsa Mesih sevgisiyle. Evet, bu coşku ve sevgiyi bir daha hiçbir Paskalya Bayramı'nda bulamadım.
Paskalya gecesi, tüm çiftlik görevlileriyle birlikte yemek salonunda toplanmıştık, ayrıca Ruaridhler de bizimleydi ve halam Karen, kasabanın papazı David Scarman'ı da çiftliğe dâvet etmişti. Yemeğe geçmeden önce Papaz Scarman'ı dinlemiştik, kendisi bize İsa Mesih'i o kadar güzel anlatıyordu ki, ben kendimi daha önce hiç böyle hissetmemiştim.
Konuşurken arada bir gözleri nemleniyor, mendiliyle temizleniyor, heyecandan titreyen sesini düzeltmek için derin derin nefes alıyordu. Ben daha önce babamdan Tanrı ve İsa Mesih hakkında pek çok şey dinlemiştim ve bu anlatılanları da az buçuk biliyordum da ama, Papaz Scarman'ın hitâbet gücü karşısında büyülenmiştim doğrusu.
Ben inandıklarını onun kadar coşkulu, onun kadar içten ve onun kadar inançlı bir biçimde savunan bir başkasını daha önce hiç görmemiştim, ta ki Kaptan Plummer'le sohbet etmeye başlayıncaya kadar. Evet Kaptan Plummer, kendisi hakkında saygı uyandırmayı gerçekten de son derece zarif bir biçimde başarabilen ender bir insan.
Kaptan Plummer, uzun yıllar Amerika'da yaşamış, ama birgün İrlanda'ya dönme umudu hep saklı kalmış. İrlanda'dan ayrıldığında ise yalnızca yedi yaşındaymış. Ancak, ailesinin o sefâlet günleri, Belfast'tan sürgüne yollanışları, uğradıkları tâcizler, yaşadıkları korkular, vb. aklından hiç gitmemiş.
Babası Fryer, Demokratik İrlanda Cumhuriyeti Kurtuluş Cephesi'nde üst düzey yöneticilik yapıyormuş. Bu cephe, halkın bilinçlenmesi ve İngiliz yönetimine karşı ayaklanması için çalışıyormuş. Fryer de kaptanmış ve İrlanda'ya kaçak silâh sokuyormuş.
O sıralar bu örgüte en büyük destek de Dublin Başpiskoposu Paul Cullen ve Armagh Kilisesi'nden geliyormuş; ancak, Cullen birtakım görüş ayrılıkları nedeniyle bu örgütten desteğini çekince Fryer ve arkadaşları çok zor bir duruma düşmüş. Toplanan yardımlar, düzenlenen seminerler, vb. hep Cullen'in ve Armagh Kilisesi'nin adına yapılıyormuş gibi gösterildiğinden artık üzerlerindeki kamuflaj perdesi kalkmış ve kısa bir zaman sonra İngiliz Hükümeti bu örgütten ve faaliyetlerinden haberdâr olmuş.
Tabiî, Fryer ve arkadaşları da yargılanarak aileleriyle birlikte sürgüne yollanmış. Cullen ise kısa bir zaman sonra kardinalliğe yükseltilmiş, İrlanda'nın ilk kardinali olmuş. Fryer ve arkadaşları, kendilerini Cullen'in İngiliz Hükümeti'ne bildirdiğinden şüphelenmiş, ama iş işten geçtiği için ellerinden bir şey gelmemiş.
Plummer ta o yıllarda kendini bu dâvâya adamış ve sonunda Fenian Hareketi'ne katılmış. Başlangıçta, ailevi bir hınç duygusuyla bu işe yönelmiş ama, zamanla bu çabasını özgürlük mücâdelesi olarak görmeye başlamış ve hemen her kademede görev yapmış. Asıl sorumluluğu ise silâh kaçakçılığıymış. Ne var ki, o da başarılı olamamış ve bunun bedeli de ağır olmuş.
Kaptan Plummer, tüm İngilizlerin sömürgeci olduğuna inanıyor. Oysa ben, İrlandalıların bağımsızlık mücâdelelerinde onları haklı buluyor ve destekliyorum. Bunu Kaptan Plummer'e söylediğimde gözlerinin içinde belli belirsiz bir gülümseme hissettim. Nedenini sormaya çekindim. Sanırım, verebileceği cevaptan korktum.
Bu gülümseme o kadar tanıdık bir gülümsemeydi ki, o an içimi garip bir ürperti kapladı. Evet, bu gülümseme, Iulüs'ün o çok meşhur Proteus büstüne ince ince işlediği vakur, ihtiyatlı, ama bedbin gülümsemeydi. İnsanın bir kez gördü mü, bütün bir ömür unutamayacağı, garip bir gülümsemeydi bu.
Yunan mitolojisinde anlatıldığında göre Proteus, denizlerde yaşayan ünlü bir kâhinmiş ve kendisine sorulan tüm sorulara doğru cevaplar verir, ama geleceğini karanlık gördüğü kişilere cevap vermeden önce böyle gülümsermiş. Iulüs, bu gülümsemeyi büste işlemek için tam yirmi altı yıl boyunca uğraşmış, ama sanırım buna değmiş, bu gülümseme onun bu büstünden daha güzel bir biçimde anlatılamazdı doğrusu.
Düşünüyorum da Kaptan Plummer'in böyle davranması hiç de haksız değil. Bu yolculuğa çıkmadan kısa bir süre önce The Times'da, Londra'daki göçmenler hakkında bir yazı dizisi çıkmıştı, manşet ise "Bu adada İngiliz bulmak günbegün zorlaşıyor." Bu yazı dizisine göre, başta İrlandalılar olmak üzere Londra hızla "kuşatılmakta", göçmenler tarafından hızla işgâl edilmekteydi. Tanrım…
Londra çok eski zamanlardan beri hep göç almıştır ve hattâ, onuncu yüzyıldan itibâren Birleşik Krallık'a Asya ve Afrika'dan köleler taşınmıştır, sanâyi devrimiyle birlikte artan ucuz işgücü gereksinimi nedeniyle Birleşik Krallık'a getirilen bu kölelerin sayısı hızla artmıştır. Ve bunlar, biz İngilizler tarafından malûm gerçeklerdir, zâten içinde yaşadığımız durumlardır.
Ancak, The Times'ın bu feryâdı, kopardığı bu yaygara ise aslında başka bir amaca hizmet ediyor. Başta İrlandalılar olmak üzere İngiltere'ye göç edenler veya göç ettirilenler, erken dönemlerde pek beceri gerektirmeyen, yüksek performansa dayalı fakat düşük ücretli işlerde çalışıyordu. Başka deyişle, onların emek gücü İngiliz burjuvası tarafından açıktan açığa sömürülüyordu.
Ne var ki, bu yüzyılın başlarından itibâren bu insanlar, ellerinde güç belâ biriktirdikleri paraları yeni yatırımlara dönüştürmeyi ve yüksek kazançlar elde etmeyi başardılar. Kendi işletmelerini kurdular, kâr marjlarını da günbegün arttırdılar ve böylelikle, İngiliz burjuvasıyla rekâbet eder hâle geldiler. İşte, The Times da yabancı düşmanlığını körüklemek, bu yolla bu işletmelerin piyasa ekonomisi içinde rekâbet gücünü azaltmak niyetinde. Tanrım…
Maalesef, körükledikleri bu yabancı düşmanlığı başta İrlandalılar olmak üzere tüm göçmenlerin yaşam koşullarını; toplumsal ilişkilerini, değerlerini, inançlarını, vb. zedeleyecektir/zedelemektedir de. Ve bunların çok ciddî yaralara sebebiyet vereceği de bugünden malûm.
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
AĞIRLAŞTIRILAN
Ağırlaştırılmış her şey yaşamda
Mahpuslarda yatışlar
Ekmeğe uzanan yolun çilesi
Ve yenilen bir lokma ekmek
Ağır ağır
Sevdanın demirleri simsiyah
Gün simsiyah dururken karşımızda
Sırasıyla sorulacak hesaplar varken
Varken açılacak cephelerde yapılacak
Amansız savaşlar
Hürriyet uğruna
Ekmek uğruna
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|