|
|
|
Editör'den : Şimdi neremizi açalım?!.. |
Merhabalar,
Bir aydır güne kahır haberleri ile başlamaktan bıktık usandık. Lanet olsun bu teröre. Hepimizin içi dopdolu. Söylenmek değil, haykırmak istiyoruz cümleten ama neye yarar. Ateş düştüğü yeri yakıyor. 17 yaşındaki bir genç kız da gitti dün. Ne uğruna, hiç. Birileri kürsüde "geriyi kurtarma" nutukları atıyor ama o evlerde yürekler yanıyor işte.
Yazıp yazıp siliyorum. Hem söylenecek çok şey hem de hiçbirşey yok. "Tamam mesajınızı aldık, kesin artık" demekten başka birşey gelmiyor elimden. Gidiyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Bâki Selamlar : Kıymet Nadir Bindebir |
KÜRT KADINLARINA AÇIK MEKTUP
"Korucu kızı Hevidan, çok küçüktü, 12 yaşındaydı. Apo'nun çıkardığı "korucu çocuklarını kaçırıp PKK'lı yapma" kanunuyla kaçırılıp getirilmişti. 1997 Temmuz'unda 16 yaşına basmıştı. Kaçma planları yaptı ama anlaşıldı, tutuklandı. İnfaz kararı verildikten sonra Hevidan'ın eline kazma kürek verip mezarını kazdırdılar. Temmuz sıcağında çukur açarken söylediği türkü dağlarda yankılanıyordu. Son isteği sorulduğunda af dilemedi. "Kahrolsun Apo" dedi, o köylü kızı. "Ahım sizin boynunuzda kalacak!" İnfaz mangasında tek bacağı protezli Siirtli Rengin, Hevidan'ı gözünü kırpmadan taradı. Ölmüyordu bir türlü. Kadınlar başını taşlarla ezerek öldürdüler."
Yüreğinizin orta yerine taş oturdu değil mi?
Devam edin okumaya:
"Öcalan'ın Şam'daki evine Yoğunlaştırma Evi denir. Yoğunlaştırma Evi'ne bakire, genç ve güzel kadınlar alınır. Vahşi, "çöl güzeli" kızlardan hoşlanırdı ama sarışınlara daha çok ilgi duyardı. Ben de Yoğunlaştırma Evi'ne çağrıldım. Apo bir gün beni masaja çağırdı. Gittim, ılık su dolu leğendeki ayaklarını yıkadım. Hani köy ağaları gibi. Beni azarlamaya başladı, bilmiyorum diye. Sırtüstü uzandı, şimdi bütün vücuduma, dedi. Anladım neler olacağını. Çünkü cinsel istek uyandığını gördüm. Soyun, dedi. Soyundum. İç çamaşırlarını da çıkar, dedi. Ayağa kalkıp sarılıp sıkınca korktum. Kendimi savunmak için Apo'ya vurdum. Üç yumruk attı yüzüme ve kafama. Küfretti bana. "Düşkün, fahişe, rezil kadın. Seni özgürleştirmeye, tabulaştırdığın zincirleri kırmaya çalışıyorum" dedi. Titrediğimi görünce kovdu beni. "Sen köle kalacaksın!" diye bağırdı. Ama bu daha ilk denemeydi. Dışarıda bekleyen tecrübeli kadınlar, beni psikolojik olarak hazırlama toplantısına çağırdı. Ağladım. İçlerinden biri, Osmanlı Sarayı'ndaki Valide Sultan gibiydi. Beni azarladı. "Başkan bizi özgürleştiriyor. Sen özgürleşmek istemiyor musun? Başkana erkek gözüyle bakıyorsun. O başkan, o zincirlerimizi kıran bir peygamber." Beni akşam yemeğinden sonra yine çağırdı Apo. Bu kez çözümsüzdüm. Kime derdimi anlatacaktım? O ana kadar ölüme hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Bekaretimi aldı. Sonraki günlerde iki kez daha sevişti benimle."
Okumaya devam;
"Mardinli Rojin'in bir eli yoktu. Hamile bırakıldı, üst düzey bir komutan tarafından. Sonra da idam edildi. Tecavüzcü ise şu an Osman Öcalan'ın partisinde. Yedi aylık hamile Ronahi'nin Zele'de infaz edildiğini Osman Öcalan da Cemil Bayık da iyi biliyor. Çünkü onlar karar verdi. 1991'den beri arkadaşımdı. Suriye-Kamışlılı'ydı. Son isteğini sordular. "Çocuğumun hayatını bağışlayın. O doğduktan sonra beni idam edin" dedi. Suçu, biriyle ilişki kurmasıydı. Babasına dokunmadılar. Ronahi, karnını kuşakla bağlıyordu ama büyüyünce gizleyemedi. Açığa çıktı. İnfaz manga komutanı, Cemil Bayık'a, Ronahi'nin son isteğini söyledi. Cemil Bayık, "Hayır, idam edin" dedi. Karnında bebeğiyle öldürüldü."
---
Bunlar, 1991'den 2003'e kadar dağ kamplarında sürünmüş PKK militanı Kürt kızı Dilaram'ın "Özgürlüğe Kaçış" anı-romanından.
---
Önce Emine Ayna (Ahmet Türk yumruklandığında) konuştu. "Namertçe kadınlığımıza ve cinselliğimize saldıranlar bir gün utançlarından yüzlerini yerden kaldıramayacaklar" dedi, 'fesüphanallah' çekip sustum...
Sonra Kürt kadınları çocuk istismarı, cinsel taciz, tecavüz ile çocuk ölümlerini protesto etmek için yürüdüler. Ellerinde "Meclis'i basarız Başbakanı asarız" pankartı.
Recep Bey'i savunmaya geçmek içimden gelmedi, sustum...
Sonra bir günde 12 asker öldürüldü, 14 asker yaralandı.
İçimiz kan ağlarken BDP-PKK'lı vekil Gültan Kışanak konuştu. "Arkadaşlar hergün oluyor. Sayı 1 ya da 10 ne farkeder?" dedi. Yine fesüphanallah, sustum…
En son, nikah memurunun 'yazar' eylediği Nazlı Ilıcak konuştu. "PKK muhatap alınsın" dedi.
Daha fazla susamayacağım!
Tane tane yazacağım... Emine, Nazlı, Pervin, Fatma, Gülten, tüm PKK destekçileri anlasın diye.
---
Raporlar, anketler, röportajlar gösteriyor ki; Güneydoğu'daki kadınlar en fazla cinsel taciz-tecavüzden, , şiddete maruz kalmaktan (yani 'töre'den), çocuk istismarından şikayetçidir. Sonra işsizlikten, fukaralıktan. Ve devletten yeterince yardım görmemekten.
Geleneksel 'ulusal dayanışma' önce Güneydoğu'da bozuldu. Dayanışma bozulduğunda, doğal olarak 'kökene dönme arzusu' başgösterdi. 'Terkedilmiş çocuk' sendromuyla güvenebilecekleri, dayanabilecekleri bir 'baba'ya ihtiyaç duyduklarında, baba koltuğunda Abdullah Öcalan oturuyordu.
Babaları, dağda kadınlardan güzellerini seçip, döve döve tecavüz ederek 'özgürleştirdi' (!). Hamile kalanı öldürttü. Babanın çetesi, bu ülkede barışın, özgürlüğün, umudun yollarına mayın döşerken, kadınlar dağda doğurdukları çocukların adını Barış, Özgür, Umut koydular.
Baba'nın çetesi, köy basıp militan toplarken, ev yıkar köy yakarken Güneydoğu'lular şehir varoşlarına kaçıştılar. Kadınları 'temizlikçi' oldu, erkekleri hamal.
1999'da yakalanan 'liderlik', 'peygamber', 'baba' Öcalan, uyuşturucu imalatı ve kaçakçılığından, silahlı bölücü terör örgütü kurmak-yönetmekten, katliamlardan yargılandı. Mahkeme'nin gerekçeli kararında "Göçlerin, köy boşaltmaların ana kaynağı ve sebebi PKK terör örgütüdür" ifadesine Öcalan'ın bir itirazı olmadı. Avukatlarından biri Aysel Tuğluk'tu.
Şimdi Kürt kadınları, hesabı henüz sorulmamış tecavüzlerin hesabını sormak yerine, Öcalan posteri açıp "Barış! Özgürlük! Tacize-tecavüze son!" gösterileri yapınca 'şaşırma' hakkımı kullanıyorum.
Taciz-tecavüz, çocuk istismarından şikayet edenlerin, neden Nimet Çubukçu'yu, hasıraltı ettirdiği "Güneydoğu'da Çocuk İstismarı Raporu"nu açıklamaya zorlamadıklarını anlamıyorum.
Güneydoğu'da 'kadına şiddetin, çocuk istismarının önlenmesi' işini imamlara havale eden İslamcı AKP'ye, Kürt kadınları, islamcıların bu konuda sabıkalı olduğunu hatırlatmalılar. Birileri çıkıp, İslamın nasıl güçsüzü, kurbanı cezalandıran bir din olduğunu da anlatmalı.
Güneydoğu'lu kadınların, bir yandan çocuk istismarını protesto ederken, neden bir yandan da Filistin'e özenip, çocukların eline taş verip yanlış zamanda yanlış yerde yanlış hedefe yönlendirdiklerini düz akılla anlayamıyorum. Çocuğu manipüle etmek kolay olduğu için mi?
PKK destekçilerinin, Öcalan'ın Mahkeme'ye beyan ettiği 250 milyon dolar yıllık gelirini, uyuşturucudan değil de dergi satışından, dükkan haracından topladığına inandıklarını da sanmıyorum.
Ellerinde PKK bayraklarıyla "Bölge ihmal edildi" diye yırtınanların, PKK'dan Diyarbakır'a yatırım yapanların iş makinelerini, petrol tesislerini yaktığının hesabını neden sormadıklarını da (kıt) aklım almıyor.
Tecavüzcü Öcalan yakalandığında, üzerinden bilmemne marka saat, S. ve RB. marka gözlükler çıkmıştı. DTP-BDP-PKK'lı kadınlar da Meclis'e girdiklerinden beri iki şey yaptılar: Öcalan propagandası ve gardroplarını marka giyim-aksesuarla düzmek.
Rojin, Hejin, Berivan! Sözüm insanlığını değil etnisitesini öne çıkartan, PKK'ya destek veren Kürt kadınlarına!
Tecavüz güç gösterisidir, 'cinsellik' değil. İktidar/güç gösterisi beden üzerinden işler. Sen insanın en değerli varlık olduğunu çocuğuna öğretmezsen, kimse öğretmez. Sen uyuşturucu baronlarının kıçına takılıp memenden kankırmızı şiddet emzirirsen, ne akan kan durur, ne sen taciz-tecavüzden kurtulursun. Şu peşine takıldığın adamların kadınların çapına bir bak hele...
Kürt kadınları! Gelin sorgulamaya önce 'halkınız'a ihanet ederek başlayın. Birşeyleri düzeltebilmek için önce ona ihanet etmek gerekir. Cerahate önce neşter...
Gelin kadın olarak uğradığınız bütün saldırıları kendiniz anlatın bu topluma. Çocuklarınızı kimden-neden koruyamadığınızı anlatın. Çıkın anlatın abinizin, amcanızın, babanızın tecavüzünü. Yamultulmuş haberlerden değil sizden duyalım gerçekleri. Çözümü birlikte arayalım.
Başbakanı asmaya kalkacağınıza, cinsel soruna da ekonomik soruna da 'dinsel' çözüm önermesinin hesabını sorun! Sizleri korumayı neden imamlara havale ettiğinin hesabını sorun! Kadın Bakanı'nın ne hakla 'bekaret'i savunabildiğini sorgulayın!
Önce kendi bedeniniz üzerindeki egemenliğinizi erkeğin elinden alın bir. Sonra 'egemen devlet' lamba kümbe arayışına girersiniz. Önce kendi çocuklarınızı uyuşturucu tüccarlarının elinden kurtarın hele, sonra Filistin'linin çocuklarını kurtarırsınız.
Kürtler iddia ettiğiniz gibi bir 'ulus'sa, önce akraba evlilikleriyle bataklığa dönmüş genetik havuzunuzu bir temizleyin hele! Meclis'e soktuğunuz vekillerden akraba evliliğini yasaklayan yasalar talep edin.
Bedava dağıtılan çamaşır makinesini alıp kümese folluk yapacağınıza, iktidardan o buzdolabının parasını, onurununuzla, emeğinizle kendiniz kazanmak için iş isteyin! "Sen bana iş bulmak-yaratmak zorundasın" diye ihtar çekin. Hobareyy abareyy diye Başbakan asmaya kalkmayın da, Başbakan'dan 'Tehlikeli işte çocuk çalıştırma'nın cezası 904 YTL iken, o cezayı neden 100 YTL'ne indirdiğinin hesabını sorun.
Tecavüzcünüzle evlenmeye razı olduğunuzda, adamın ceza almasını engelleyen Yasa maddesini Meclis'tekilerin kafasına geçirin mesela!
Erkekten, politikacıdan 'ahlaki' davranmasını beklerken, kendi ahlak çıtanızı da yükseltmeye çalışın. Mesela kaçak elektrik-su kullanmaya itirazınız olsun. Başkalarının hakkını, vergisini gasp etmeye itirazınız olsun. Kullandığı suyun parasını ödemeyen Diyarbakırlı'nın hangi parayla bir günde 3 milyon 3G telefonu aldığı sorusu sizi rahatsız etsin.
Rojin, Hejin, Berivan!
Peşine takıldığın adamlar, evini, köyünü yakıp seni göç mağduru eden tecavüzcülerin!
Savunduğun adamlar, kan davasında öldürülmekten kurtulmak için bile kadını 'berdel' veren aşiret düzeninin savunucuları!
Amerika'nın kucağında kalkıştığınız, 'bağımsızlık mücadelesi' sandığınız bu terör, aslında Batı'nın su, petrol, maden yatakları ve uyuşturucu trafiği paylaşım savaşı!
Al sana, eski PKK militanı, Kürt kızı Dilaram'ın kitabından bir paragraf daha:
"Tecavüz edenlerin cezalandırıldığına hiç tanık olmadım. Tecavüze uğrayan kadın hep susmak zorundaydı. Eğer susmazsa erkek, yetkisine yaslanıyordu. Merkez Komitesi üyelerinden biliyorum, yetkileri nedeniyle istediği kadınla birlikte oldular. Kadın asla şikayetçi olamadı. Kadın bir raporla bildirmek istese bile o rapor, ancak tecavüzcü komutanının eliyle Suriye'ye ulaştırılabilirdi. Komutan hiç kendi tecavüzünü yukarıya bildirir mi!"
Rojin, Hejin, Berivan! Elinde tecavüz-uyuşturucu-haraç çetesinin başının resmiyle, bayrağıyla bu neyin taciz-tecavüz protestosu?
Amerikalı Irak'ta milyonlarca kadına tecavüz etti, fuhuşa zorladı. Bırak Irak'lı kadını, herif kendi kadın subaylarına bile tecavüz etti yahu! Şimdi Amerikan planlarının tam ortasında olduğunu bile bile bu neyin özgürlük mücadelesi?
Yoksa 'töre adına', 'örgüt yararına' tecavüze uğrarken şimdi de Filistin olup, 'Allah adına' hamle edecek tecavüzcü mü arıyorsun? Ya da 'Amerikan çıkarları' uğruna abanacak eroinman asker?
Nazlı, şimdi de sen söyle! Türkiye Cumhuriyeti bu uyuşturucu baronu tecavüzcülerle mi masaya otursun? Hadi destek at, akıl ver Türkiye'nin yeniyetme devlet olmadığını anlaması 8 sene sürmüş yeniyetme başbakanına!. Bak, gündemi kendisi belirleyemeyince nasıl da şaşkın yüz ifadesi Şemdinli sınır karakolunda. Hadi Nazlı! PKK'lıların özgürlük savaşçıları olduğunu anlat bize... Ama önce şu kitabı bir oku!
Kıymet Nadir Bindebir kiymetnadirbindebir@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ziya Paşa Akyürek |
Geceye Geçmez Hükmüm
Ney hadîs-i râh-i pür mîküned
Kıssahây-i ışk-ı mecnûn mîküned
Ney, kanlı bir yoldan bahseder, Mecnûnâne aşkları hikâye eder.
Geceye hükmüm geçmez, sözüm sadece sabah özleminin dillenmesidir. Yalnız yürekler sızısını anlatamamanın hicabını bir ömür yaşarmış meğer. Yürek yangınlarını gelin eyleyen görülmemiş şimdiye kadar. Ve içerde yürek yangınları kaynayınca, artık taşacak kıvama gelince, dolu testinin suları gibi kendiliğinden dökülürmüş meğer… Sızı, Rahman'ın "Allah hüzünlü kalbi sever" ifadesince bir hediyesidir. İfadelerin yer altındakini çıkaramayan madenci çaresizliğinde sükuna uğradığı dertler vardır ki onları ne gecenin zifiri karanlıkları anlar ne de o gelmeyen tanlar.
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
" İştiyâk derdini şerhedebilmem için, ayrılık acılarıyle
şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim." diyenin yalnızlığı bir of la diğer sinelerde yer bulur. Bir başın çaresiz öne eğilmesi kalbi titretecek kadar anlam yüklüdür.
Sözün sonuna nokta diye gözyaşı koyanlarla, derdi gecenin bir yarısında boğazında hıçkırık hıçkırık düğümlenenler aynı kaderi paylaşanlardır. Dertliyi anlayan dertlilerdir ancak.
Mevlana koyu karanlıklara medet kapılarını kapatan, sadece sırdaş olduğunu haykıran bir nidayı kopartır ta ciğerlerinden. Ayrılık derdinden parça parça olmuş sinelerin ancak anlayacağı bir durumdan bahseder durur. Makamına göre yalnızlık çekmiş büyükler. Bu yalnızlık gariplik adıyla ulaşmış bugünlere kadar. "Garip anası babası olmayan değildir; garip anlaşılamayandır" diyen, anlaşılmamanın garipliğin tek derdi olduğunu anlatmıştır. En azından garibim sözüyle anlaşılmayı beklemiştir belki de.
Hazırla çantamı düşeyim yola
Görelim gurbet denilen neymiş
Ne hasret ne gurbet koymaz adama
Ama anlaşılmamak zor meseleymiş, demekten kendini alamaz insan bazen. Peki, anlayacak kim.
Kim bilebilir âşıkların ne derdi var, ne söylerler geceleri, ne ister o yangın yeri yürekleri. Başkalarına anlatamadıklarını kime derler içten âminlerinde, dualarına eşlik eden gözyaşları neyin tercümanıdır acaba. Sızının sahibi olmalı onları anlayan, göze gözyaşını koyan olmalı gözyaşını akıtan, içe yanma adabını fısıldayan olmalı sineleri kor eyleyen…
Yusuf'u bilen kuyuyu da bilir hesabı, Mısırı bilen sultanlığı da yaratır diye hani… Başka kapıların sonuna kadar sürmeli olduğunu haykırırken kâinat kompozisyonu, boş kapıyı bekletmeyen yine O'nun kamalat adına içimize saldığı o duygulardır. Ne diyelim var derdini Allaha dök var Onun huzurunda çök, ser abanı yere koy yüzünü abanı koyduğun yere, ayak bastığın yerde alnı çıplak koymanın aşkıyla er erilmeze biiznillah.
Allahın yeryüzüne bakıp da "Yok mu af isteyen affedeyim" sözüne gözyaşlarıyla, içten yakarışlarıyla, her dem hakkaniyet kokan o arayışlarıyla ben varım Ya Rab diyen o nedamet kahramanları dünya yalnızlığı çekseler de ahiret yalnızlığı çekmezler imiş. Yananlar yanmaz ki diye anlatılır halleri. Eyüp'ten misallerle Yakubdan menkıbelerle gösterilir dertlerinin dermanı… Rabbim zarar bana dokundu Sen Rahman Ve Rahimsin ızdırarı sarar onların yalnızlıklarını ve o sarış öyle atmosferlere gebedir ki onların semtine girenler atmosferde eriyen gök taşları gibi erir de onlara sadece mukaddes hüznün o anlatılamaz tadı kalır.
Ey dide ağladığın, ağlanacak yar değil
Ağladığın yıl sürse, yari bulsan kar değil
Ağlanacak yari bulsan, bunun sonu ar değil
Yar değil, kar değil, ar değil halin senin….
Deyip de uğruna ağlanılacak yâri bulanlar kaybetmezler. Kaybedilecek en büyük sermaye gönül olsa gerek. İnsan gönlüyle makamların canına okur menzile erer ve derilecek en güzel gülü hakkıyla derer. Ve yine en büyük makama derece derece yükselir bazen de o gönülle dereke dereke iner aşağıların en aşağısına.
Hali ötede nar değil de yar olanlar olmak zor mesele olsa anlaşılan. Allahın derdiyle dertlenene Allah başka dert çektirmezmiş. Her hali Allah'a çıkan kurbiyet kahramanları derdin hasıyla dertlenenlerdir. Yani boşa kürek sallamayanlardır.
Ziya Paşa Akyürek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Geceye Yakışanla… |
|
Pencereleri açalım geceye; biraz şiir, biraz yağmur, biraz 'gitmek' essin kalbimizdeki sızıya...
Dudağımın yanında gamze varmış, öyle söylüyor gece kız. Ben köprücük kemiklerine dokunmak isterim aşkların.
Şehirler geçiyor, geçmiş zaman eklerinden. Ben sadece bir kaç yitik kelimeyle doğuruyorum haziran soluklarını, oysa şimdi yağmur bastıran kır düğünleri vardır, yaz gülleriyle kaplı...
Ben bu aralar sadece gitmeyi düşünüyorum ve bir o kadar da kalmayı. Hangi sokağa baksam stockholm sendromlu bir çocuk olarak buluyorum kendimi. Bu şehrin neresindeyim, sen ne kadarsın içimde... Kestiremiyorum kendi uçurumlarımı. Kalbimdeki deliğe, varlığımdaki sızıya kelimeler kesip, elbiseler dikemiyorum.
İnançsızlığım aldatmasın, fazla tutkulu, fazla tutuklu bir kadınım, ondan bu dağınıklığım..
Mazide içtiğim hüznü hâlâ sığdıramıyorum kadehlere. Mürekkebine gözyaşı karışmış hatıralarımı sararttığım defterleri çıkaramıyorum bakışımdan..
Ben hiç mevsimini bulmuş bir kadın olamadım. Ne yağmurlar, ne rüzgârlar... Hepsini makyajıma iliştirmek istedim, şimdi korkuyorum kar tanelerinden, içimize damlayan güneşten... Yine de bu tenhalığım, kılıksızlığımla pencereleri açtım, dinliyorum yol şarkılarına değen ihtimalini düşlerin...
Yorgunum senelerin adanmışlığından. Çiçek mevsimlerini kaçırışım bu yüzden..
Yitik bir nisan akşamından miras baş dönmem ve korkusu akşam renklerinin.
Avuçlarıma bırakılıp kaçılmış yıldızları asamıyorum ay dilimin etrafına, boyum yetişmiyor üflediğin gökyüzüne.
Korkuyorum..; Gitmekten. Kalmandan. Gitmenden. Kalmaktan.
İhtimalsiz emanetlerinden yalnızlığının.
Bu şehir nereye savurur kalbi delikleri..? Ben yirmi yıldır denize koşuyorum. Ait olduğum parklar bile gülüyor bu kirli büyüyüşüme ve utanıyorum tarihleri doldurduğum oyunlardaki rollerimden.
"Sokağındaki elektrik direğinden, kaldırım taşına kadar seviyorsun burayı, sahipleniyorsun..." demişti güzel bir kız. Çaresizliğimin ortaoyunu muydu bu, teslimiyetim mi, bu kalabalıktaki tenhalığım mı...
Acıtan ayrıntılarım var ve ağır küpelerim. Saatsiz sokağa çıkamazken, şimdi günlere taş sektiriyorum. Gidersem, başka şehirlerin saatlerini takacağım bileklerime, oraların mevsimlerine değecek sırtım ve o toprağın rüzgârı dağıtacak saçlarımı. Ve göç okşayacak bakışlarımızı.
Aitlik eklerini sevemiyorum nicedir.., gel ki alışayım 'biz'lere, 'bizim'lere... Şehirlere beraber açalım kalplerimizi, sonra acıtacaksa da iklimler, kalbimizin coğrafyasında ölürüz.
Bir kez inansak ortancaların renklerine, vapurların misafir olduğu sulara, ait olmayı düşlediğimiz şehirlere, yeşeren sessizliğin tomurcuklarına, filizlenen geceye...
Göç yollarındaki kuşların kanadına takılmış masal.., inanabilsek...
"..Birlikte gideceğimiz şehirler yuvamız olsun mu..."
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü VII |
|
Kaptan köşkünden ayrıldığımda saat sekize geliyordu. Akşam yemeklerimizi saat sekiz buçukta yiyoruz. Yemek salonumuz oldukça geniş. Kaptan Plummer ve yedek kaptan Gage ile yardımcısı Erving de bizimle birlikte yemek yiyor.
Ben kamarama doğru yöneldim ve yemek saatine kadar Edward'la biraz sohbet ettim. Ona Kaptan Plummer'den bahsettim. O da dinlediklerinden etkilendi, bana birtakım sorular sordu, bunları konuştuk. Sonra da yemek salonuna geçtik.
Yemekte dana rosto, spagetti ve kırmızı şarap vardı. Kadehlerimizi Kaptan Plummer'in şerefine kaldırdık. Bir an onunla göz göze geldiğimde sanki babasının ve arkadaşlarının şerefine kadeh kaldırıyormuşuz gibi bir duyguya kapıldım. Kaptan Plummer bunu hissetti mi, bilmiyorum.
Yemek bitince kamaralarımıza çekildik. Bu duygumu Edward'la paylaşınca o da bana aynı şeyi hissettiğini söyledi. Kim bilir, belki günün birinde Demokratik İrlanda Cumhuriyeti'nin kurulmasına ve bunda emeği geçenlerin şerefine özgürce kadeh kaldırırız.
Kamaramızda bir saat kadar geçirdikten sonra, biraz temiz hava almak ve ekiple daha yakın ilişkiler kurmak için güverteye çıktım. Edward da Tizard'ın Armagedon isimli risâlesini Latince orijinalinden okumaya koyuldu. Kitabın yapraklarını çevirirken içine dolan huşu ise gözlerinden okunuyordu.
Ben geldiğimde Normon gökyüzünü seyrediyor, yıldızlara bakarak bir şeyler mırıldanıyordu. Pek de keyifliydi Normon. Doğrusu, uzun süredir bu kadar neşeli birisine rastlamamıştım. Beni gördüğünde ise bana seslendi, onunla da epeyce lâfladık. Neşesi de hiç azalmadı üstelik, bana da yayıldı sanki.
Normon'la pek güzel sohbet ettik, pek çok konu hakkında konuştuk. Özellikle de yıldızlar, gökyüzü olayları, bunları değişik biçimlerde anlamlandırmaya çalışan insanlar ve tabiî ki astroloji, "doğaüstü güçler", pagan ritüelleri, falan filân.
Normon'a, astrolojinin anavatanının Sümerler olduğunu söyledim ve bu konuda bildiklerimi anlattım. O da bana modern dünyâda astroloji hakkında pek çok trajikomik olay anlattı. Bunlardan III. Mustafa'nınki çok ilgimi çekti doğrusu.
O dönemler Prusya, Avrupa'nın en gözde krallığıydı ve Friedrich de hemen tüm Avrupa'da büyük itibâr gören bir kraldı. Onun bu itibârı ta Osmanlı ülkesine kadar ulaşmış. Ancak III. Mustafa, bu tür şeyleri yıldızların hareketlerine bağlıyormuş; sözüm ona yıldızlar, Friedrich'ten yana olduğu için kral üstün başarılara imzâ atmış.
Bunun üzerine III. Mustafa, Friedrich'e elçiler göndererek kendi sarayına üç müneccim yollamasını istemiş. Friedrich ise şu cevâbı vermiş: "Kuvvetli bir ordu, güçlü bir ekonomi ve sıkı bir târih bilgisi. Ben başarımı işte bunlara borçluyum, bunlardan başka bir müneccimim yoktur."
Gerçekten de Friedrich, doğru bir tespit yapmış. Gerçi ben olsam, târih bilgisini başa koyardım ya neyse. Ama asıl mesele şu ki, Osmanlı Devleti'ni III. Mustafa zamânında yoksa müneccimler mi yönetti? Belki, Friedrich'in bu cevâbından sonra III. Mustafa akıllanmıştır, ama ya ondan önce?
Dilerim, Osmanlı yöneticileri artık akıllanmışlardır. Bilmezler mi ki, târih boyunca ortaya çıkan pek çok savaşın, pek çok insanlık suçunun arkasında bu kimselerin muhakkak bir parmağı vardır. Bu kimselerin kişisel hırsları, çarpık zihniyetleri ve bozuk karakterleri, vs. pek çok insanlık felâketine yol açmamış mıydı! Osmanlı yöneticileri bunları nasıl bilmez! Tanrım…
Hem de Müslümanlık, bu tür şeyleri açıkça yasaklamışken, aynı zamanda da halîfe; yâni, Müslümanların dînî başkanı olan bir zat, müneccimlerden medet umuyorsa vay şu Müslümanların hâline! Eğer İslâmiyet gibi soylu bir dinde halîfe bile bu kimselerden medet umuyorsa, vay şu insanlığın hâline…
Gerçekten de insan, içinde yaşadığı olgu ve olayların nedenlerini ve sonuçlarını, ama bunlar hakkındaki olasılıkları değil, bunların apaçık nedenlerini ve sonuçlarını bilmek istiyor, bunu mâkûl yollarla bilemeyince de böyle işlere başvuruyor. Bu ister büyük bir imparatorluğun başında bulunan bir kimse olsun, isterse sıradan bir kimse, hep böyle.
Normon'la sohbetimiz sırasında ona edebiyat hakkındaki bir düşüncemi açtım ve bu konuda da epeyce tartıştık. Dedim ki, edebiyatta insanın olgu ve olayların apaçık nedenlerini ve sonuçlarını bilme tutkusu ete kemiğe bürünüyor, yazar için olduğu gibi okur için de bu böyle oluyor. Çünkü yazar, anlattığı olayları kendi zihninde kuruyor, eğer gerçek bir olaydan hareketle eserini ortaya koymuşsa bile, o eser içinde bu bilgilere apaçık sâhiptir.
Aynı şekilde, okur da bunları görmeyi, hikâyenin nereye doğru sürükleneceğini kendi başına öngörmeyi bekler. Bu bakımdan, aslında yazar mutlak bir özgürlüğe sâhip değildir. Özgür olduğunu zannetmesi ise kurgunun net olmamasından kaynaklanır. Fakat, bu düşünceme Normon îtiraz etti ve bana şunları söyledi.
Edebiyatta hep birtakım idealleştirmeler yapılır. Belirli birtakım insan özellikleri, belirli kahramanların şahsında toplanır ya da belirli bir dönemin tinselliğini oluşturan unsurlar, belirli kahramanların şahsında özetlenir. Aslında, gerçek hayatta böyle ideal tipler yoktur ve gerçek karakterlerin hareketleri önceden kestirilemez ve yazar, aslında mutlak bir özgürlüğe sâhiptir.
Şimdi düşünüyorum da Normon'un bu îtirazı, romantizmin etkisinde kalan Alman edebiyâtı hakkında doğru gibi görünüyor ve hattâ, bir ölçüde bizim klasik edebiyâtımıza da uygunluklu. Ancak, insanı tamâmiyle çelişkili bir varlık olarak göstermek, yaşadığı -ki yaşamasının da gâyet normal olduğu- iç çelişkiler nedeniyle onun eylemlerini de anlaşılamaz ve açıklanamaz bir hâle getirmek ne kadar doğru?
Normon'a bu konuda aşırı bir genelleme yaptığını, romantizmin etkisi altında böyle konuştuğunu, yazar için idealleştirme yapmanın bir anlamda zorunluluk olduğunu; çünkü, bir yazarın en temel görevinin değerleri değerlendirmek olduğunu ve bunu yapabilmesi için bu değerleri yaşatmaya çalışan insanların düşünme süreçlerini ve kişilik özelliklerini olabildiğince rafine etmesinin doğal bir zorunluluk olduğunu söyledim.
Normon beni "fazla Aydınlanmacı" bulduğunu ve bu konuda son sözü okura bırakmanın belki daha doğru olacağını söyledi. Aslında, ben "Aydınlanmacı" falan değilim; ama, Aydınlanma'nın tek kalemde "üzerinin çizilmesi"ni de doğru bulmuyorum. Fakat, bu konuda sanırım, Aydınlanma'ya olan eğilimim biraz ağır basmış olabilir. Çok uzatmadan, bu konuyu kapattık.
Evet, yazacak olduğum kitabım hakkında bu tartışma, bazı şeyleri yeniden düşünmemi sağladı. Kitabımda ben de ister istemez, bu tür idealleştirmeler yapmak durumundayım sanırım. Normon'la konuşurken bunu geçirdim içimden. Bence bir yazar, insan realitesinin en naif biçimde anlaşılmasına katkı sağlamak istiyorsa, bu rafine etme işini de en naif biçimde yapmalı.
Örneğin, ölüm hakkında yakılan ağıtlar, yazılan şiirler, "korkusuzca ölen" insanlara düzülen methiyeler, bestelenen kasîdeler… Ta Sümerlerden bu yana, insanlık târihinde on binlerce eser verilmiş ölüm hakkında, hem belki de yüz binlerce. Sanki şu insanoğlu, başka hiçbir işle uğraşmamış da oturup bunları üretmiş gibi, bunlar son derece yüksek bir estetik değere ve kaliteye sâhip ve tüm bunların ayrıntılı bir incelemesini yapmak sanırım imkânsız.
Ama, ben tek bir kahramânın hayâtı üzerinden ölüm karşısında insanoğlunun içinde bulunduğu durumu, insan realitesi üzerinde ölüm korkusunun yerini ve etkilerini, inandıkları uğruna ölümü göze alabilen kimselerin düşünme ve değerlendirme biçimlerini tam ve eksiksiz bir biçimde irdeleyebilirim. Yeter ki, kahramânımın içinde bulunduğu koşulları, kişilik özelliklerini, vb. tam ve eksiksiz bir biçimde kendi zihnimde yaratayım ve bunları da okura verebileyim.
Bu berraklık olmadan, bu değerlendirmeyi yapmam mümkün değil kuşkusuz. Dolayısıyla, eserimde farklı durumlar yaratarak, bu kahramânımı farklı koşullar ve özelliklerin altına sokarak farklı insan tipleri hakkında da bu değerlendirmeyi genişletebilirim. Ve şüphesiz ki, insanın değişmeyen özellikleri olduğu gibi, değişen özellikleri de var ve insanın bu yapısı itibâriyle bu genişletmeyi yapmam mümkün.
Yok eğer, bu berraklığı sağlayamazsam, kahramânım oradan oyana şuursuzca savrulan bir pinpon topundan farksız hâle gelir. Hareketleri, tavır ve davranışları rastlantısal, kendisi hakkındaki bilgisi sıfır, kendini hiçliğe terk etmiş insanlar… İşte, romantiklerin kahramanları bunlardır. Tanrım…
Romantikler edebiyâtı iş yapamaz hâle getirdikleri gibi, aynı zamanda da insan realitesini ciddî biçimde tahrip ediyor. Romantiklerin asıl karşı çıkması gereken şey şu. Yazar ister istemez, bu tür idealleştirmeler yapmak zorundadır, bu hem metodolojik, hem de insânî nedenlerden dolayı çok tabiîdir. Asıl sorun, edebiyat eserlerinde anlatılan bu ideal tipleri kendisine örnek alarak hayatlarını onlar gibi yaşamak isteyenlerde ve bu kişileri örnek kişi olarak gösterenlerde.
Bunlara kanan okurlar, kendi kişisel olanak ve özelliklerini hiçe sayarak, onlara öykünerek, bu eserlerden kendilerine birtakım replikler ezberleyerek, yaşamlarını ezbere sürdürmeye yöneliyor. İşte, edebiyâtın bence en büyük yan etkisi de bu. Edebiyat, insanlara yeni pencereler açması gerekirken kişileri kendilerine yabancılaştırabiliyor.
Yazar, değerleri değerlendirirken kaçınılmaz olarak bu ideal tipleri yaratır, bunları örnek kişi olarak; olumlu veya olumsuz anlamda örnek kişi olarak sunmaz/sunamaz/sunmaması gerekir. Ama, bazı felsefî tartışmalara kafa yoran birtakım filozoflar, bu eserlerde serimlenen kişileri olumlu veya olumsuz anlamda örnek bir kişi olarak görme ve gösterme sayıltısı içine kolayca girebiliyor.
Alman sığ düşünceliliğinin bir sonucu olarak Romantikler, hedefi şaşırıp neye karşı çıkmaları gerektiğine karar veremeyip bu yanlış çabaların içine girmiş ve bu filozofları da yanlış istikâmetlere doğru sürüklemişler. Tanrım… Şu Romantiklerin hem edebiyatta, hem de felsefede yaptığı tahribât acaba ne zaman tam olarak anlaşılabilecek? Tanrım, sen şu Alman Romantiklerine akıl ve sağduyu bağışla.
21 Nîsan 1885
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ANSIZIN
Her şey bitiyor
Ömür gibi
Geçip gidiyor
Ansızın
Yılların içine girip
Gidiyor
Ansızın
Yürek ne isyanların karşısında
Ne olmazların peşinde durdu
Görünmek kaygısıyla güçlü
Sen başka geldin
Ve ansızın gittin
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|