Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.787

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 28 Haziran 2010 - Fincanın İçindekiler


  • Kontrollü Çay Kıraathanesi Muhabbetleri-1 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • ARTISI EKSİSİYLE ... Neslihan Güzel
  • Kendime mahrem miyim? ... Mehmet Sağlam
  • İstiridye, Seher ... Deniz Marmasan
  • William Crosner'in Günlüğü IX ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Siz çömelerek mi yaparsınız?!..


    İyi haftalar,

    İnanılır gibi değil, gene bir yolunu bulup Atatürk'le yarıştırmaya başladılar hazreti. Atatürk'ün ne işi var Gediktepe'de? Siperde çömelmiş birileri neden hemen Atatürk'le karşılaştırılmak istenir? Anlaşılır gibi değil. Açılım açalım derken "Çömelip mi durmalı yoksa çömelmemeli mi?" konulu son derece edebi bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Recep Bey'e "Atatürk'ün siperdeki fotoğraflara bakın." deme hakkını veren dangalakların yanında değilim. Can bu, eğer gereği varsa çömelinir de sürünülür de. Sorgulanması gereken, hiçbir ülke ile savaş halinde olmayan bir memleketin sınırları içinde bir tepede çömelip saklanma ihtiyacıdır. Memleketin başbakanı, genelkurmay başkanı sınır karakollarına, barış zamanında, serseri kurşunlara hedef olmamak için sakınarak gidiyorlarsa asıl sorgulanması, utanılması gereken budur. Yoksa kimse kimseyi canını koruduğu için suçlayamaz.

    Bir başka anlamsız hareket te çiçeği burnunda genel başkandan gelmiş. Kılıçdaroğlu "Ben de gideceğim Gediktepe'ye" demiş. Nedir bu? İdrar yarışı mı? "Sen çömeldin ben çömelmeyeceğim, gerekirse alnımın ortasına kurşunu yiyeceğim." mi demek istiyor genel başkan. Yapmayın etmeyin Kemal Bey. Sizden beklentilerimizi anlamsız tartışmalarla örselemeyin. Bu tür müsamerelerle oy devşirme peşine düşmeyin. Hiç gerek yok. Recep Bey ve ekibi geri dönülmez akşamın ufkunda nihavent makamında şarkılar söylemeye başladı bile. Az zaman sonra, fasıl bitecek, solo şarkılara geçilecek ve ardından bu şov sona erecek. Oyuna gelmeyin sayın başkan.

    ...

    Sekiz yıllık AKP iktidarında devlet temsili yerine partiyi temsil etmeyi seçen yerel mülki amirlere çokça şahit olmuştuk. Seçim öncesi bizzat beyaz eşya dağıtanından, basın toplantılarında parti sözcülüğü yapanlarına kadar pek çoğunu izlemiştik. Ama böylesi pervasızını ilk kez gördük. Devletin valisi, o devleti var eden partinin 60 yıl önce kapatılaması gerektiğini zırvalamış. Ona bir lafımız yok, beyin zarı ile kafatası arasında kalan boşlukta kendine yer bulan düşünceleriyle yok olup gitmeye mahkum, ama yazıklar olsun onu o mevkiye layık görenlere.

    ...

    Cumartesi günümü İstiklal Caddesinde geçirdim. Görmeyenlere o canlı mekanı anlatmak kolay değil. Binlerce birbirine benzemez insanın arasında, capcanlı, dinamik bir hayat akıyor sanki. Galatasaray'dan Taksim'e doğru akıp gelen "Terörü lanetleyen" gruba, yolun iki tarafında sokak çalgıcıları eşlik ediyor, biraz aşağıda bir illüzyonist şapkasına dolduracağı birkaç kuruşun hesabıyla birbirinden güzel numaraları sergiliyordu. Okumuş yazmış oldukları her hallerinden belli her yaşta kadın engelliler için hazırladıkları dergileri gene engelliler yararına, bıçkın sokak satıcıları dandik parfüm doldurulmuş şişeleri turistlere satmaya çalışıyordu. Öylesine ahenkli bir curcuna ki anlatması zor. Mutlaka gidilip yerinde görülmeli. Hergün bir başka İstiklal Caddesi ama hafta sonları bir başka alem. Gidilmeli ve yaşanmalı mutlaka. Hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Kontrollü Çay Kıraathanesi Muhabbetleri-1

    - Bi çay, Hamlet! Demli ve üç şekerli olsun.

    - Ne biçim tiryakisin be Hamza? Hem demli, hem de bol şekerli…

    - Hadi, uzatma da çayı getir. Zaten keyfim yok, bir de sen limon sıkma işin içine. Hem, biraz acele et. Öyle Haymana öküzü gibi sallanıp durma.

    - Bu Hamza da Dudukuşu mubarek,l af yetiştirmek ne mümkün?

    - Osurukla boya boyanmaz Hamlet, elini çabuk tutacaksın.Yani laf değil, iş yapacaksın. Cafer ağanın abdest suyu gibi bir çay verirsen senin kafandan aşağı boca ederim o şeyi. Bu gün moralim çok bozuk, sinirimi senden çıkarmayayım.

    - Ne oldu be Hamza?

    - Daha ne olsun Marsık Rıza? Bak anlatayım: Abicim,geçen akşam Agop'un kazı gibi yutuyorum yemekleri. Çünkü bütün gün koşuşturmaktan karnımı doyurmayı unutmuşum. Dışarıdan sesler geliyordu bu arada, ama aldırmadım. Sesler giderek artınca camı açıp sokağa baktım: Birkaç tane abacı kebeci yani ne olduğu belirsiz kişi vardı. Biraz daha dikkat ettiğimde bir dilber gördüm yanlarında. Kadın onlara aşüftelik ediyordu. Bozuldum ve mahallenin namusuna alel getirenlerin ceddine okumaya başladım. Zontanın biri dayılandı oradan. Hemen aşağıya indim ve cumbadak daldım adama. Birkaç tane patlattım, ancak adam dişli çıktı; o da çekti bana iki-üç yumruk. Mahalleli gürültü patırdıyı duyunca üşüştü oraya. Hepsi de seyirci ama. Bir Allahın kulu gelip de benden yana çıkmadığı gibi, kavgayı ayırmaya çalışan da yoktu. Derken öteki heriflerle birlikte o oynak karı da bana saldırmaz mı? Birisiyle başa çıkamazken, dört herif bir de karı ile kavga etmek zorunda kaldım. Herifler neyse de o karı yok mu? Aşufteliğinden başka bir de çaçaron mu çaçaron! Onun dilini çekmektense dayak yemek daha iyi.

    - Sen faka basmazdın be deli Hamza, nasıl oldu da yanıldın?

    - Sorma be farfara Halim, oldu bi kere. Cıcığımı çıkardılar valla. Biraz da iyi oldu sayılır. Çünkü o kadar çok yemek yemişim ki, hüt dağı gibi şişmiştim. Dayakları spordan saydım o yüzden…

    - Şapa oturdum, desene şuna. Bu durumlarda tantuna gitmek işten bile değildir.

    - Avcı Osman, açtın gene şom ağzını.

    - Yok be deli Hamza, ben senin ne şahbaz bir adam olduğunu, sel önünden kütük kaptığını bilmem mi? Böyle vartalar senin için çerezdir çerez… Ama gene de sen böbürlenme, atalarımızın dediği gibi "treni hareket ettiren düdüğü değildir"

    - Geç gırgırını Avcı! Ben mahallenin namusu için kendimi feda edeyim, sen ise mürailik yap. Ben senin palavralarını, korkudan yaptığın zartalosu söylüyor muyum?

    - Söyledin bile. Zevahiri kurtarmaya çalışırsın, lakin boşunadır. Bana b.k atarak sıyrılmaya uğraşma. Sen de kabul et artık şunu ve ıskartaya çıktığını söyle. Benim eski hikayeleri ısıtıp ısıtıp önüme koyma.

    - Ne eskisi be atıcı! Daha geçen hafta dinledik senden bu mavraları. Istıranca ormanlarında arslan, Toroslar'da zürafa avlayan sen değil miydin?

    - İstediğin kadar konuş. Yel kayadan ne alır? Beni kıskandığını açıkça söylemeyip laf ebeliğine baş vuruyorsun.

    - Piç ettin sohbeti Avcı. Sacayak olmuş şu tavşan boku adamlar bile senden iyidir. Hiç olmazsa sesleri çıkmıyor bana karşı.

    - Bize mi dedin deli bozuk?

    - He, size dedim. N'olacak?

    - Sinirlenme Hamza abicim, ben onun adına senden özür dilerim.

    - Baksana söylediğine.

    - Boş ver be abim, sen karışma, boş ver. Bendensin, benden…

    - Hössst, uyduruk dizi laflarıyla maytap geçme benimle.

    - Hamlet, ortalık iyice kızıştı. Ver bi kontrollü de içelim.

    - Emrin olur Rüstem dayı.

    - Hamlet be kaldır artık şu duvarlardaki Anuşka şiirlerini. Duvarlarda boş yer kalmamış. Her taraf Anuşka…

    - Kim bu Anuşka Rüstem dayı?

    - Sen tanımazsın, çünkü yenisin burada garip Ali. 4-5 sene önce Kapuzbaşı Şelaleri'ne giden bir turist kafilesi uğramış bizim Kontrollü Çay Kıraathanesi'ne. Çayı çok beğenmişler. Eee, nasıl beğenmesinler ki, odun çayının tadı bir başkadır. Bu turistlerin içinden Anuşka isimli bir gavur karısı bizim Hamlet'e biraz ilgi göstermiş. Bu da umutlanmış. Kadın gittikten sonra başlamış şiirler yazıp kıraathanenin duvarlarına yapıştırmaya. Yazdıkça sevdalanmış, yazdıkça umutlanmış. Anuşka dönüşte ona uğrayacak sanmış. Ama yıllardır ne gelen ne giden olmuş. Hatta bu aşkını telefonla katıldığı bir radyo programında açıklamış. Radyonun televizyon kanalı da bu aşkı ekranına taşımış. Ben seyretmedim, ama Hamlet "gelip burada çekim yaptılar" diyor. Doğrudur heralde. O günden beri de bizim Kontrollü Mehmet, olmuş mu sana Hamlet! Çünkü "olmak ya da olmamak"ı bizimki çevirmiş "Anuşka ile olmak ya da Anuşka ile olmamak"a. Lafın kısası yani senin anlayacağın bu aşkta vuslat kıyamete kalmış.  

    - Desene garibim çoban kulubesinde padişah rüyası görmüş. Hamlet evli değil mi?  

    - Evli, ama karısı bile onun bu aşkına karşı saygılı davranıyormuş.  

    - Uyanık kadınmış. Nasıl olsa bunun bir Ferhat ile Şirin masalına dönüştüğünü anlamış. 

    - Kontrollü benden herkese çay ver, sonra ben de anlatayım başımdan geçen bir aşk hikayesini. 

    - Hikayeni dinleyelim diye rüşvet mi, Hamza? Bir çaya olmaz bu iş…  

    - Hadi oradan fesat kumkuması.  

    - Hamza'dan sonra, benden de herkese birer kontrollü, ama av hikayelerimi dinlemeniz şartıyla. 

    - Avcı şartını koyarak işi garantiye alıyor. O köftehor çürük tahtaya basar mı hiç? Hamlet öküz boyunduruğa bakar gibi bakma da adamlar vaz geçmeden getir şu çayları.

    - Bizim çaylar bu gidişle zor gelir. Baksanıza ocağın başında dura dura Ilıca ördeğine döndü zavallı Hamlet.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Güzel


    ARTISI EKSİSİYLE

    Teknoloji hızla gelişmeye devam ediyor.

    1940'larda "ah bir radyom!" olsun diyen nesilden geriye mp3 le sokaklarda müzik dinleyen nesile ulaştık.

    Geçmişte ki imkansızları düşündükçe, nereden nereye diyesi geliyor insanın, eski uygarlıkları düşünüyorum da, şu an kullanılan otomobilleri görseler, ne çok şaşarlardı ya da kış günü serada yetişen çilekleri.

    Bunlar gelişmenin bize kazandırdığı olumlu şeyler. Tabi ki bir de öbür tarafından bakmak gerekiyor.

    Her yeni gelişme ile isteklerimiz bitti mi? Hayır bitmedi. Tam tersine daha da arttı. Bizi doyumsuz bireyler haline getirdi. Daha önceden bez bebekle, tahtadan yapılmış araba ile mutlu olan çocuklar artık yok. Onların yerine, uzaktan kumandalı arabalar, ağlayan, gülen bebekler var. Bunlar güzel gelişmeler. Fakat çocuklar bunlarla yetinmeyerek, daha fazlasını daha fazlasını istemeye başladı. Bu da onların doyumsuzluk seviyesini yükseltti.
    Olay sadece bununla kalmıyor tabi ki. Tv kanalları için de aynı şey geçerli. Tek kanallı dönemin, o filmi bekleyişlerinde ki heyecan yok artık. İstediğin şeyi dinlemek,izlemek için beklememize hiç gerek yok. Her şey tek bir kumandanın ucunda. Bu da tv izlemenin keyfini kaçırıyor bence…

    Kanalların çoğalmasıyla beraber kalite de azaldı. Bir sürü kanal var; ama bence izlenecek hiç bir şey yok. Ya da ben bulamıyorum.

    Sabah saatlerinde bolca evlendirme programları, özel hayatın istismarı, ya da ağlayan kadınlar ve de iyi duygu sömürüsü yapıp, reyting derdinde olan sunucular.
    O da yetmez gibi argo ile "kıçıkırık, eski uçbeyleri, hadi lan, ne iş, aklına turp sıkayım, falan fişmeken" gibi hatta yazamayacağım başka şekillerde konuşan sunucular...

    Bunlar "halka saygıyı unutmuş" eğitimden yoksun, sadece dertleri reyting olan şovmenlerdir.

    Peki, bizim sanatımız ne alemde. Bir de o tarafa bakalım isterseniz.
    Top, diye bir liste yayınlanıyor. Ne var acaba bu listede diye bakıyorsunuz. Ne şiir, ne de müzik. Sadece birbiri ile ilişkisiniz, anlamsız söz öbekleri; "Ateşini yola bana, kıl oldum abi, bandıra bandıra ye beni, çakkıdı, çakkıdı" gibi defalarca tekrar edilen bölümler. Cımbızla çekseniz, içinden anlamlı bir bölüm çıkmaz.
    Bunları dilmedikten sonra, nerede o sanatçılar, şiirler, tangolar diyesi geliyor insanın...

    Teknoloji denen devrim; bize bir çok şey getirmesine rağmen; bir çok iyi şeyimizi de götürdü diyorum bu kadar olumsuzluğun ardından….

    Neslihan Güzel


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Sağlam

     Kahveci : Mehmet Sağlam


      Kendime mahrem miyim?

    Keyifli yalnızlığa kilitlenmiş beni dinliyorum; ama içimde kırk oda, her birinde bir ben, içlerinde henüz tanışmadığım ben'ler de var... Ben şimdi o ben'leri nasıl anlayacak, nasıl anlatacağım?.. Kaç hücremin içindeki ben'i anlatacak derecede tanıyabildim ki? Hepsinden daha önemlisi; ben gerçekte kaç ben'im?.. Ben dediğim öznenin kişiliği kaç ben'in yamalı bohçası acaba?..

    Toplumun içime kilitlediği ben hangisi? O ben kaçıncı odamda?..

    Özgürleşmiş, kendini gerçekleştirip ifşa etmiş ben'lerim hangileri?..

    Hangi odamda yaşıyor genetik şifrelerimin ürettiği ben'liğim? Hangi ben onunla dost; hangi parçam tanışık değil o ben'le?

    Hiç giremediğim odalarımda daha kaç ben gizli? Ya kırkıncı odam... Oradaki ben kim? Neden hakkında hiçbir şey bilmiyorum onun!? Yoksa kendi kendimden dahi sakladığım ben mi gizli o kapkaranlık "kodes"te?

    Merak ediyorum; ben her sabah uyandığımda aynı ben miyim? Hangi odamdaki ben uyanıyor hafta sonları? Kışlık ben ile yazlık ben neden akraba olamayacak kadar farklılar? Ya o coşku dolu ilkbaharlı ben, o kim, o hangi odamda?

    Sevecen ben ile acımasız ben aynı bedendeki yakın komşu hücrelerde nasıl barınabiliyorlar, bir bilsem!.. Özverili ben ile bencil ben; sakin ile telaşlı, kibar ile kaba, alçakgönüllü ile kibirli ben ne zaman doğdular içime? Neden sevmediğim benleri hâlâ sürgüne yollayamadı sevdiğim ben'ler?

    Ben kimim? Tanıdığım ben hangi ben'im? Âşık olan ben ile nefret eden ben aynı ben olamaz, olMamalı, değil mi?..

    Ben içimdeki benleri tanıdıkça neden kendime dahi mahrem oluyorum? Kendimi tanıdıkça kendime yabancılaşıyor muyum yoksa? Neden kendime rakip oluyorum bazen? Hangi odamdaki hangi ben hangi odamdaki hangi ben'le çatışıyor, bilmek istemek hakkım değil mi?.. Neden saklanıyor içimdeki ben'ler ben'den?..

    Yoksa tanıdıkça kendimi çoğalıyor, kalabalıklaşıyor muyum? İçimdeki o kalabalığın dışarıya ahenksiz bir çokseslilik yansıtması yüzünden mi yalnızlığı keyifle yaşıyorum? Yoksa ben, ben'lerimden mi kaçıyorum?

    Ballandıra ballandıra anlattığım ben'in tadı neden hep acımtırak bugünlerde?
    Hangi odamdan aşırdığım hangi ben yazıyor bu yazıyı?

    Ben anlatıldıkça ve anlaşıldıkça mı değişiyorum acaba? Bir kuantum parçacığında (veya dalgasında) olduğu gibi görenle görülen arasındaki ilişki mi yoksa ben'i ben yapan? Ben bu yazıya başladığım andaki ben miyim? Ben...
    ben... ben... bu son cümleyi yazan ben kim?

    Mehmet Sağlam
    mehmetttsaglam@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Deniz Marmasan

     Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan


       İstiridye, Seher

    Bisiklet tekeri, dönmedolap. Zaman akıtıyor karanlık perçemini, hâlâ perdesiz bir sevişme sahnesi yazın güneşe değişi.
    Anason kokusunun dolduğu sokaklardayım. Opal bir yanılsama bileğindeki ağrı, yıldız kamaşması. Çarşaflarından dirilen lavanta, rengini sulara katmış mercan. Dümenini kalbindeki yokuşlara bırak, yeni ay renk mabedine gebeyken.
    Dallardan beyaz çiçekleri dökülüyor yalnızlığın. Bir başınalığın taçlandırılmış gözlerindeyiz bu sabah. Sen, sabahlarda yenilenen, buğday kadın. Yel değirmenlerine bırak soluğunu. Soluksuzluğunla diril geceye. Geceyi tak kelebek kanadına, saçlarında hanımeli... Ölelim ve doğalım mevsimler boyunca.
    İstemezsen gidelim asma bahçelerine, dilinde lâl kalsın, ben ayışığına yıkarım pencereleri.
    Sustuğumuz duvarlar vursun kıyılarına, cümle yoksunu huzurların. Erguvan iniltisi, yelkovan atışlarında, kuş yuvalarından bahsedelim ve takvimler yapraksız kalsın bahar şöleninde ağaçların. Meyve kokularını sakladığım defterlerin rengi vursun rüya boşluklarına. Tanımlamayalım, isimsiz kalsın zaman.
    Dönüş biletlerini yakalım yaralarda, bir yaz sırtımız ortancalara değerken. İncileri saçılan sabah varışlarında bir kelime söyleyelim ve yeniden çizelim evlerini düşlerin.
    Kasımdan önce gitme çiçeksiz sokaklara, dehlizlerini aralama kızılına gece çalmış ağırlıkların.
    Yaz doğsun gamzende, sen pencereden güneş içen teninle dokun tellerine hayatın, ben eflâtun köşede belki ölürüm güzelliğinden...

    Deniz Marmasan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü IX

    Ben hiçbir zaman, aileden birileriyle bu meseleleri tartışmadım/tartışamadım. Özellikle de babam ve halama karşı hep saygıyla karışık bir korku ve çekingenlikle yaklaştım. İlk gençlik yıllarımdan itibâren onların gözünde belki iyi değil ama, iyi olmaya çalışan bir Katolik gibi göründüm hep.

    Bu, ilk gençlik yıllarımda benim için doğal bir zorunluluktu; çünkü, beni St. William's College'dan ve Başpiskopos Baldwin'den ayırmaları tehlikesi vardı. Ancak, aradan yıllar geçmiş olmasına karşın, kendimde bu cesâreti hâlâ görebilmiş değilim.

    Düşünüyorum da ne maddî bağlarım var onlara karşı, ne de mânevî bağlarım. Yâni, ailemin benimle görüşmeyi reddetmesi beni ne maddî yönden etkileyecektir, ne de mânevî yönden. Benim iki ailem vardı; bunlardan birini Lagaş kazıları sırasında kaybettim, diğer ailem ise Naturalist kardeşlerimin oluşturduğu ailem ve ben onlarla birlikte fazlasıyla mutluyum.

    Öte yandan, bir de biyolojik ailem var ki, ben bu aileden bir tek kız kardeşim Jane'ye derin bağlar taşıyorum. Bu hep böyle olmuştur, hep böyle olacaktır da. Ancak, ben biyolojik aileme karşı hiçbir zaman böyle bir mücâdeleye girişmedim. Hattâ, doğdum doğalı Katoliklerin hemen tüm önemli günlerinde hep bu ailemin yanında oldum, tıpkı bir Katolikmişim gibi.

    Sevgili karım Selmâ'yla bu çelişkiyi sık sık tartışmak zorunda kalırdık. Ailem Katolik olduğu için, Selmâ'yı kabullenmeleri hiç kolay olmamıştı. Kız kardeşim Jane ise eşine az rastlanır bir olgunlukla meseleye yaklaşmış ve ailesine karşı çıkarak, onların sevgisini kaybetmeyi göze alarak bizim yanımızda yer almıştı.

    Yâni kız kardeşim Jane, düşünceleri için mücâdele etmede benden çok daha cesur davranmıştı, hattâ hep öyle davranmıştır da. Ben bu cesâreti hiçbir zaman gösteremedim. Selmâ ise kendisini yalnız bırakarak bu törenlere katılmama veya kendisine karşı ailemi tercih ediyormuşum gibi bir durumun ortaya çıkmasına değil, benim bu korkaklığıma kızardı hep. Tanrım…

    Sevgili karım Selmâ o kadar haklıydı ki, beni üzmemek için kendini yiyip bitirir, söyleyeceklerini çoğu zaman içinde saklar, beni incitmekten sakınırdı. Ben ise maalesef, üzerimdeki baskı ve yükün altında ezilir, çoğu zaman düşüncesizce hareket ederek etrâfıma korku saçardım. Bu fevrî davranışlarımın Selmâ'yı ne kadar üzdüğünün farkındaydım, hâlâ da kendimi affedebilmiş değilim zâten. Tanrım…

    İnsan, hayâtında önemli değişim ve dönüşümler yaşadığında bunun bilgisini ailesine veremiyorsa, bunlar uğruna ailesini karşısına alamıyorsa, bunun nedeni nedir acaba? Maddî ve mânevî bağların zedelenmemesi ihtiyâcı önemli bir neden; ancak, benim durumumda olan kişiler için durum çok farklı.

    İşte, kendi hayâtıma ilişkin kafamı kurcalayan, ta öteden beri doğru düzgün bir cevap veremediğim sorulardan biri. Eğer kendimi kandırmaya yeltenecek olsaydım, buna türlü nedenler uydurur, kendimi de bunlara inandırırdım. Ama, benim için hiçbir şey, kendime karşı samîmiyetimi kaybetmemden daha büyük bir sorun değildir.

    Bu samîmiyeti hiç kaybetmedim, Tanrı'ya şükürler olsun ve bundan sonra da kaybetmek istemem. Fakat, kendimi hiçbir zaman ne tam bir Naturalist olarak gördüm, ne de tam bir Katolik olmayı düşündüm. Yâni, ben hep bir uç ile öteki uç arasında gidip geldim ve hâlâ bunun nedenlerini bulamadım. Gerçi, bulmuş olsaydım bile bunu kendime söyleyebilir miydim, bu cesâreti gösterebilir miydim, bunu da bilmiyorum. Tanrım…

    Neler yazıyorum ben böyle. Yok yok… Belki de yazmayı bıraksam iyi olacak. Kendimle yüzleşmekten kaçmak için değil, bunlar gerçekten de benim düşüncelerim mi, bunları gerçekten de ben mi yazdım, bunlar gerçekten de bana mı âit, yoksa görünmek istediğim ben'e mi bürünüverdim? Bunu seçemiyorum.

    Avrupa'da romantizm moda olduğundan beri bu tür çelişkiler, bireyin içini sarıp onu yiyip bitiren iç çelişkiler fetiş hâline geldi/getirildi ve belki de kendimi bu günlükte böyle bir kahramâna büründürmeye çalışıyorumdur. Tanrım…

    Belki de bireyi bu iç çelişkilerin kurbânı olarak gören ve gösteren romantizm, ben buna ne kadar karşı çıksam da zihnimi esir almıştır. Ya da, bu iç çelişkilerime böyle süslü lâflarla güzel bir kılıf geçirmeye çalışıyorumdur. Off, kafam karmakarışık.

    Belki de şu hayatta doğru düzgün bir "kahraman" olmayı başaramamanın verdiği eziklikle yazıyor, bu tek kişilik romanımda kendimi böyle bir "kahraman" olarak sunuyorumdur kendime. Bunları ayırt edemiyorum. Belki de bu günlüğü denize atsam iyi olacak…

    Ama, nedeni ne olursa olsun, bir Naturalist olmak ya da böyle olduğumu hissetmek bana yaşam enerjisi veriyor, kendimi bu dünyânın içinde bir yerlere âit hissediyorum. Ve bu âidiyet bana, insânî ölçütlerle düşündüğümde Katolikliğin verdiği âidiyetlik duygusundan çok daha yüksek bir değerde görünüyor. Yapacak önemli işlerim olduğuna inanmak beni hayâta bağlıyor.

    Ben hiçbir zaman, ne babam, ne de halam tarafından takdir edilmemişimdir. Hattâ küçükken, kilise korosunda babam beni takdir etisin diye ilâhîleri diğer çocuklardan daha kısa zamanda ezberlediğimi, ama yine de babamın takdîrine mazhar olamadığımı hatırlarım.

    Küçük bir çocuktum daha. Ben de her çocuk gibi takdir edilmek; büyüklerimin saçlarımı okşadığını, beni sevip bağırlarına bastıklarını, bana değer verdiklerini görmek istemişimdir. Bunu hak edebilmek için daha ne yapmam gerekirdi, bu eğer hak edilmesi gereken bir şey ise tabiî. Oysa insan olmak, bu ailenin bir ferdi olmak yetmez miydi?

    Babamın çocuklarıyla olan mesâfesini korumaya çalışmasını anlayabiliyorum, ama ben bu ilâhîleri diğer çocuklardan daha hızlı ezberlerken beni değil de onları takdir etmesini, onların saçlarını okşayıp onlara aferinler yağdırırken benim neler yaşayabileceğimi düşünememesini anlayamıyorum, hiçbir zaman da anlayamayacağım sanırım.

    Ben sınavlardan düşük notlar alsam da yüksek notlar alsam da dâimâ Başpiskopos Baldwin'in ilgisine, sevgisine mazhar oldum. Tanrım, sen beni merhametinden aslâ eksik bırakma. Sen bana da senin yolunda ömür tüketenlerin, son nefeslerinde bile bundan aslâ vazgeçmeyenlerin güçlü, cesur ve kararlı irâdelerini bağışla. Ve olduğum ben ile diğer ben'lerim arasındaki farkı/farkları anlayabilecek bir içgörü zenginliği bağışla.

    Korkarım ki, bu günlükte kendime bir başka ben yaratma tehlikesi altındayım ve böyle giderse, yakında ben bile kendimi tanıyamayacağım ve daha da kötüsü; kendime karşı samîmiyetimi yitirip yitirmediğimi böyle giderse hiçbir zaman tartamayacağım. Tanrım, sen benim duâlarımı karşılıksız bırakma.
    23 Nîsan 1885

    *

    Bugün öğleden önce, Estaca de Vares Burnu'na vardık ve akşama kadar Finisterre'de kaldık. Akşam yemeğinde bir araya geldiğimizde ise gün içinde yaptıklarımızı konuştuk.

    Max ile Dennis, gemide kalmış. Harold, Normon, Stuart ve Evans, sâhilde denize girmiş. Gelis, Harry ve David, limanın eğlence salonundan dışarı adım atmamış. Clark, John, Ulrich, Ginn ve Paul, limana gelen yolcuların cinsel ihtiyaçlarını karşılayan bir otelde vakit geçirmiş.

    James, Miles, Carlo ve Nick, açık havada gezinti yapmış. Geary ve Stephen, Finisterre'nin eski bir şatosunda incelemeler yapmış. Moses ve Daniel, Finisterre Sinagogu'nda âyinlere katılmış. Aleksander, George, Anthony ve Nagel, kentin eski sokaklarını dolaşarak sahaflardan çeşitli kitaplar toplamış.

    Ben ve Edward ise Finisterre Müzesi'ni ziyâret ettik. Burada, Roma döneminden kalma çok sayıda eser sergileniyor. Müze müdürü Theodor Ayres de bizden. Benim Theodor'la tanışmam ise öğrencilik yıllarıma dayanıyor. Edward da onun adını çok duymuş ama, hiç tanışma fırsatı olmamış.

    Theodor bizi çok iyi ağırladı. Akşam saat sekiz sularına kadar Theodor'la birlikteydik. Sonra da limana döndük. Theodor da müze müdürü olmasını Başpiskopos Baldwin'e borçlu. Tarikatımızın gelişebilmesi için müzeler bizim ilgi odağımız. Onunla bunları konuştuk.

    Biz, çıplaklığı normal bulan kültürlere karşı doğal bir ilgi duyuyoruz. Bu kültürler hakkındaki araştırmalarımız için müzeler bulunmaz hazîne. Tarikatımız şu an, Avrupa'da ve Orta Afrika'da çok sayıda müzeyi denetimi altında tutuyor. Maalesef, British Museum'u ele geçiremedik. Ama orada da günbegün nüfuzumuz artıyor.

    Theodor'la Başpiskopos Baldwin hakkında epeyce konuştuk. Ondan birçok şey öğrendim, bu da Başpiskopos Baldwin'i değişik bir gözle yeniden tanımamı sağladı. Ve tabiî, onun hakkındaki görüşlerimin bir kez daha doğrulanmasına tanıklık ettim.

    Başpiskopos Baldwin, gençliğini Afrika'da geçirdi. Afrikalı kardeşlerimizin Hıristiyanlaştırılmasında kendisinin çok büyük katkıları oldu. İlk olarak Cezâyir'e geldiğinde henüz yirmi sekiz yaşındaydı. Cezâyir o dönemler, çok sayıda kabîleden oluşan dağınık bir eyâletti; Osmanlı Devleti'nin eyâletlerinden biri.

    Bu kabîlelerin Müslümanlığa fazlasıyla bağlı olduğunu anlayınca büyük bir umutsuzluğa düşmüş. Cezâyirliler o dönemler, Osmanlı Devleti'nin siyasî egemenliğinden son derece memnunmuş, eyâlet yönetimi de misyonerlere göz açtırmıyormuş. Ama neyse ki, şimdilerde bu böyle değil!

    Başpiskopos Baldwin, Cezâyirlileri Osmanlı idâresine karşı ayaklandırmayı ve merkezî idârenin buradaki gücünü zayıflatmayı denedi. Bu amaç doğrultusunda gizli bir komita kurdu, komitanın adı Bağımsız Cezâyir Komitası. Ama başarılı olamamış. Büyük bir umutsuzluğa düşmüş ve hattâ, papazlığı bırakmayı bile istemiş.

    Fakat, Horatius'a kulak vermiş: "Rusticus exspectat, dum defluat amnis at ille / Labitur et labetur in omne volubilis aevum." İşte, bu satırlardır Başpiskopos Baldwin'i bizlere kazandıran.

    Bir süre sonra, Orta Afrika'ya inmeye karar vermiş. Bu karârı onun hayâtının dönüm noktalarından biriymiş. Burada gördüğü Muhuhuli Kabîlesi'nin Orta Afrika'nın Hıristiyanlaştırılmasında kilit bir öneme sâhip olduğunu, bu coğrafyanın en eski ve en güçlü kabîlesinin Muhuhulilular olduğunu, onların Hıristiyanlaştırıldığı takdirde tüm Orta Afrika'nın kolaylıkla Hıristiyanlaştırılabileceğini anlamış.

    Kabîle şefi Muhalihu'yla yakın bir ilişki kurmaya başlamış. Muhuhuli Kabîlesi'ne St. Simeon Kilisesi Misyonerlik Yüksek Heyeti'nin finanse ettiği çok sayıda süs eşyâsı hediye etmiş ve gönüllerini kazanmış. Zamanla, onlara İsa Mesih'i ve dînimizi anlatarak sevdirmiş.

    Muhuhuliluların Hıristiyanlaştırılmasında kimi kabîle inançlarının tarikatımızın inançlarına yakınlığı da büyük bir kolaylık sağlamış. Zâten yarı çıplak gezen Afrikalı kardeşlerimiz, tarikatımızın mesajlarına yarı açık bir hâldeydi.

    Başpiskopos Baldwin, Cezâyirlilere dînimizi ve tarikatımızı sevdiremeyişinin nedenini de Müslümanlığın örtünmeye olan aşırı bağlılığıyla açıklar. Suum cuique!
    25 Nîsan 1885

    - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    AŞKLARI

    Mevsimlerin baharı
    Geliyor mu benim
    En son hatırladığım
    Sen yanımdaydın

    Karanfil kokuyor
    Cıgaram diye mi
    Yine sevdalar
    Sevmelerim deli oluşlarım

    İçinden tramvay geçen
    Şarkımı mı
    Anlatıyordu aşkları

    Ahmet Yılmaz Tuncer

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    If - Telly Savalas









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100628.asp
    ISSN: 1303-8923
    28 Haziran 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com