|
|
|
Editör'den : Balo mevsimi açılmış!.. |
Merhabalar,
Haziran ayı balolar ayıymış, ben de yeni farkettim. Okulların kapanmasıyla birlikte boğazın iki yanında yer alan tüm eğlence mekanlarında bir faaliyettir gidiyormuş ta haberimiz yokmuş. Ama artık öğrendik. Benim de kızımın mezuniyet balosu vardı dün gece o boğaz manzaralı mekanlardan birinde. Hani şu çuvalla para verip karşılığında sadece gençlerin neşe dolu çığlıklarını ve yüzlerinde eksilmeyen gülücüklerini aldığınız balolardan. Yedik içtik, baktık, gururlandık ve bol bol fotograf çektik. Haliyle hem vakti geçirdik hem de yorgun düştük. Müsaadenizle ben bugün gene erkenden kaçıyorum. Gelecek sefere inşallah. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Casus mu, iyi adam mı? |
|
Birleşik Devletler (BD) vatandaşı, 66 yaşındaki, Alan Gross, Aralık 2009'da Havana'da casusluk suçlamasıyla tutuklanmıştı ve Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodriguez'un 16 Haziran Çarşamba günü yaptığı açıklamaya göre, Gross'un tutukluluk durumu bir süre daha devam edecek. Rodriguez, Havana'daki basın toplantısında, Alan Gross'un Küba kanunlarına karşı gelerek 5 Aralık 2009'da, karşı devrimci gruplara dizüstü bilgisayar, uydu telefonu ve bazı iletişim teknolojileri ekipmanlarını dağıtırken yakalandığını, bunun açık bir suç ve casusluk faaliyeti olduğunu yineledi. Bakan, Gross'un tutukluluk hali sürerken, düzenli olarak BD çıkarları ofisinden yetkililerle ve avukatıyla görüştürüldüğünü, savunması için destek aldığını ve ailesiyle haberleştirildiğini belirtti.
Konuya biraz daha yakından bakmak gerekiyor;
Gross, DAI isimli bir şirket için çalışıyor (www.dai.com). Şirket'in web sitesi incelendiğinde dünyada gelişmekte olan birçok ülkeye ve bölgeye yardım programları yaptığını görüyoruz. Latin Amerika ve Karayibler'deki çalışmalara, bunlarla ilgili programları kimin fonladığına ve müşterilerin kim olduğuna dikkatle bakıldığında, Dünya Bankası, Inter-Amerikan Bankası ve USAID (Amerikan Yardım Kuruluşu) isimlerinin öne çıktığı kolayca görülebiliyor. Yani, Gross'un Küba'da dağıttığı bilgisayar, uydu telefonları ya da benzeri teknoloji ürünlerinin parasını aslında bu kurumlar ödüyor. Bu bilgiyi bir kenara yazalım!
BD yetkilileri, Gross'un, BD Hükümeti'nce kiralanmış DAI şirketi çalışanı olduğunu, ada halkına teknolojik yardım yapmak için orada bulunduğunu ne inkar ediyor ne de yalanlıyorlar, yani dolaylı da olsa bu teknolojik ürünlerin parasının BD Hükümeti'nce ödediğini kabul ediyorlar ve diyorlar ki, "Gross bunları kendisi gibi yahudi olan, adadaki 1000-1500 kişilik topluluğa dünya ile iletişim kurabilmeleri götürmüş." Burada ilginç olansa, adadaki yahudilerin lideri Adela Dworin'in, kendilerinin zaten Küba Devleti'nin izniyle kanuni olarak iletişim ekipmanlarına sahip olduklarını, Gross'un dağıttığı malzemelere ihtiyaçları olmadığını söylemesi! Bu bilgiyi de kenara yazalım!
Bu iki bilgiyi ve 50 yıldır BD ablukası altında yaşamak zorunda kalan Küba gerçeği bir araya getirildiğinde, dolaylı yollardan iletişim teknolojisi ürünlerini Küba'ya sokmaya uğraşan, üstelik bunları sadece devrim muhaliflerine eriştirmeye ya da vermeye çalışan BD vatandaşı Gross'un yalnızca "yardım yapmaya uğraşan iyi adam" olduğuna nasıl inanalım? Üstelik vatandaşı olduğu ülke, Küba Devrimi'ni ortadan kaldırmak üzere vatandaşlarından kestiği vergilerden karşı devrimcilere para aktarırken! Eğer Gross gerçekten de bir casus değilse ve "iyi adam" olma konusunda samimiyse karşı devrimcilere yardım etmek yerine, neden Küba'ya uygulanan ablukanın kaldırılması konusundaki faaliyetlere katılmıyor ya da en azından BD hapishanelerinde tutuklu bulunan 5'liye destek olma yolunu seçmiyor? İşte düşündürücü olan da bu. Çünkü hemen herkes artık iyi biliyor ki, Küba insanının teknolojiye daha zor ulaşmasının asıl nedeni devrimin yetersizliği ya da beceriksizliği değil, Küba ekonomisini 90 milyar dolarlık zarara uğratan, geçmişi 50 yıla uzanan ve hala ısrarla sürdürülen BD ablukasıdır.
Foto: Alan Gros, 2005'de karısı ile Kudüs'te!
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Kontrollü Çay Kıraathanesi Muhabbetleriv-2
- Bıktım be Dereli senin ah edip eh işitmenden. Bir gün de yüzün gülsün, ne olur?
- Yüzüm gülecek elbet Haydar abi, hele o hödük bir elime düşsün.
- Şeytanla ortak buğday eken samanını alırmış. Kim dedi sana da onun vaadlerine inandın. Bilmez misin ki o adam yağmur olsa kimsenin tarlasına yağmaz.
- Benim gibi ibibullah sivri külah bir adama bu yapılır mı? Ben acemisiyim bu kategullilerin. Nereden bilirdim böyle olacağını?
- Eee, ne demeli bilmem ki! Acemi katır kapı önünde yük indirirmiş.
- Bakma onun ağlaştığına Haydar baba. Dereli de o yolun adamı olmasaydı, gider de o düzenbaza malını kaptırır mıydı? Senin anlayacağın:"fahiş faize batakçı müşteri" misali.
- Öyle deme be Çalık, adam ninemden kalma yemek takımlarını görünce "bunlar seni de beni de zengin eder" dedi. İnanmadım önce, çünkü nuh nebiden kalma şeyler. Nineme de anası mı vermiş ne! Kendi ellerimle hepsini bir güzel paketleyip teslim ettim düzenbaz veledizinaya. Gidiş o gidiş. Haydar abi eski polislerden olduğu için bir çare bulur diye anlatırım.
- Bizim polisliğimiz, başkomiserliğimiz eskilerde kaldı Dereli. Bizim artık esamimiz bile okunmaz. Kim takar emekli adamı?
- Hani hep övünür, hava atardın, "ben kaçın kurrasıyım" diye. Ne oldu uyanık, üç parça eşyan vardı, onu da kaptırdın bir madrabaza. Boş ver bunları boş ver. Boğazım kurudu sana laf anlatacam diye. Bir çay içeyim bari. Var mı çay arzu eden? Hamlet bana bir kontrollü getir, ama Haydar abiye verdiğin demlikten olsun!
- Herkese vermez Haydar babanın demliğinden. Haydar babaya da herkese verdiği demlikten vermez. Ayırımcılık yapmasana Hamlet. Haydar babaya niye torpil geçiyorsun?
- Haydar baba beni ben yapan adamdır Durbak Ömer. O olmasaydı ben şimdi ya mezarda ya da bir hapishane koğuşunda olurdum. Dayağını çok yedim,ama sonunda da adam oldum. Bizim burada Haydar babanın görev yaptığı dönemde genç olup da onun dayağını yemeyen delikanlı çok azdır. O bizi döverdi ama çok da severdi. Hele o rutubet içindeki penceresiz, pis kokulu nezarethane yok mu dayaklar hep orada atılırdı. Kapısı hafifçe aralanır, iri gövdesiyle Haydar baba içeri girer ve… geriye kalan zamanlarda ise karanlıkta duvarlarını kazırdım hep ellerimle nezarethanenin. En az yirmidört saat oradasın. Vakit nasıl geçecek başka türlü? Ya ayakta duracaksın ya da kıçını ıslak betona koyacaksın. Çünkü oturmak için ne bir sandalye var ne de bir divan. Dört duvar anlayacağın.
- Bizim zamanımızda öyleydi Hamlet. Şimdiki nezarethaneler senin hatırladıklarına göre Hilton konforunda sayılır.
- Öyleymiş Haydar baba, Hilton değil de isterse en lüks otel ayarında olsun bir dakika bile kalmak istemem artık oralarda. Eskiden gençliğimizde kanımız kaynardı. İş yok, güç yok, okulu asmışız. Para olsa bir yerlerde harcar eğleniriz, ama o da yok. Kendimize bir meşgale bulmalıydık. Bulduk da. Bir mahalle çetesi kurduk. Hemen akabinde bize rakip çeteler türedi. Giriştik birbirimizle mücadeleye. Kapışmalarımızın çoğunda polis bizi enseledi ve doğru Haydar babaya. Baba önce birkaç kere nasihat etti, bir fiske bile vurmadan serbest bıraktı. Baktı ki bizim vazgeçeceğimiz yok, iki-üç günde bir kendisini ziyaret ediyoruz, sonrakilerde yer misin yemez misin, verdi sopayı.
- Çok abarttın be Hamlet. Duyan da beni ceberrut bir herif zannedecek. İnan ki döverdim çocukları, ama hep zarar vermeyecek yerlerine vururdum.
- Sopayı yeyip eve anamıza babamıza şikayete gidersek, böyle bir hata yaparsak, işte asıl o zaman yandık demekti. Haydar babayı cennete gönderecek hayır dualarının eşliğinde anam başlar dövmeye, o yorulunca bırakır; sonra da babam devam ederdi. Askere gidince de önceden alışık olduğum için oradaki dayaklar çok hafif geldi bana. Vatan borcu bitince de çok şükür bu ekmek teknesini açtım işte. Bizim çete sekiz kişiydi. Yedimiz iyi kötü bir baltaya sap olduk. Sadece bir tanemiz içerde şu anda. Hırsızlık, gasp, yaralama, taciz her türlü suç işlemiş birisi. Bilmem kaç yüzyıl ceza almış. Yani cezasının bitmesi için 4-5 kere dünyaya yeniden gelmesi gerekiyormuş.
- Yok be Hamlet! O kadar abartma, iki-üç af çıktı mı arkadaşın yırtar onca yıllık mapus cezasından paçayı. Affın biri yakındır, seçim var çünkü gelecek yıl.
- Allah kurtarsın, ne diyeyim. Haydar babanın sopaları olmasaydı belki şimdi biz de onun yanındaydık.
- Lafa daldın, bizim çayı unuttun Hamlet.
- Tamam getirecem Çalık abi.
- Bugün burası çok sakin. Deli de görünmüyor ortalıklarda. Başına bir iş gelmesin? Ne de olsa kabadayı adam.
- Yok be Durbak Ömer, onun kabadayılığından ne olacak. Çakma kabadayılık onunki çakma!
- Ahh, işte geliyor. Yüzüne de söyle bakalım. Ne demişler "iyi adam lafı üzerine gelirmiş".
- Söylerim ne var ki… Hem onu öyle deme de şöyle de istersen, daha uygun düşer: İti an, çomağı hazırla.
- Hamza bir tuhaf bugün. Baksana selam vermeden, kelam etmeden en arka masaya oturdu. Hasta mı ne? Sen bu işlerden anlarsın Aktar Reşit; ne de olsa yarı doktor sayılırsın. Gerçi başı ağrıyana biberiye yağı, kalbi olana biberiye yağı; ayağın kırıldı, romatizman var, sinüzütten şikayetçisin, varisten dert yanıyorsun, aklına gelen birçok hastalığa biberiye yağı veriyormuşsun, ama neyse. Koy bakalım delinin hastalığına bir teşhis!
- Durbak abi, onun rahatsızlığına mani-depressiv deniyor.
- Ne manisi yahu? Bizim anlayacağımız şekilde söyle.
- Mani halinde iken hasta çok neşelidir, çok konuşur, güler, eğlenir, şarkı söyler. Bir bakarsın depressiv durumuna geçer aniden. O zaman da bitkin, bedbaht, her şeyden yakınan bir zavallı görünümündedir. Bu iki devre birbirinin tam zıttıdır. Hasta depressiv durumunda iken intihar edebilir, hatta başkalarını da öldürebilir.
- Deme yahu! İlişmeyelim de, ne bize ne de kendine zararı dokunsun.
- Hamlet, sandalyenin arkasına hep "Anuşka" yazmış. Senin oturduğunda da yazıyor mu Avcı Osman?
- Yazmaz mı Rüstem dayı. Sabahlara kadar çiviyi ocakta kızdırıp kızdırıp tahta iskemlelerin üzerine yazarmış aşkının adını.
- Ne aşkmış be! Gerçi Hamlet hayatında belki de ilk defa bu kadar güzel bir kadın gördüğünü söylüyormuş, ama başkaları da görmüşler o fettan gavur karısını. Güzelce imiş. Hele Hamlet'in karısının yanında kraliçe sayılırmış.
- Hamlet'in karının bütün gün tarlada, evde, fındıkta çalışmaktan imanı gevremiş. Kadıncağız bir deri bir kemik kalmış. Gavur karısının ise keyfi yerinde. Geziyor, tozuyor. Yediği önünde yemediği ardında.
- Hamlet be, Hamlet! Şu senin "Anuşka"…
- Dur Çalık, ağzımı niye kapatırsın?
- Açma o konuyu Durbak Ömer. Yoksa benim çayın gelmesi yarın sabahı bulur. Zira Hamlet bir başlarsa Anuşka muhabbetine hiç bitirmez.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
GELİBOLU
"Çanakkale yeni Türkiye'nin önsözüdür." Fazıl Hüsnü Dağlarca
Masam her zaman ki gibi karışık. Yazılacak notlar, yapılacak işler ve ortasına ayraç bırakılmış, yarım okunmuş kitaplarla dolu.
Artık, okullar tatil oldu, bunları toparlamalıyım, dedim kendi kendime…
Vakitsizlik, olmasa ne iyi olurdu, istediğim kitabı hemen okuyabilirdim sıraya koymadan. En çok da ne istiyorum biliyor musunuz? Eski kitaplarımı tekrar okumak. O kadar mutlu eder ki bu beni. Onların kokusu, içinden çıkan bir not, bir bilet, beni alır götürdü o günlere…
Seviyorum kitapları, tabi ki onunla beraberde yazarları da. Sanki tanış oluyorsunuz okudukça. Sizin bir dostunuz oluyor sanki, kırk yıllık...
Buket Uzuner'de; "Bir siyah saçlı kadının gezi notları" adlı kitabı ile tanış olduğum, bu dostlardan biri. Şimdiyse elimde; Uzun beyaz bulut'u var.
Ne zaman başlamıştım, bu kitabı okumaya hatırlamıyorum. Yalnız, elli birinci sayfasına bir ayraç bırakmışım. 323 sayfa olmasından korkmuyor, okumaya başlıyorum...
Hafızam zayıf olduğundan olacak ki, kahramanını ve olay örgüsünü, tam olarak çıkaramıyorum. Üşenmeden, başa dönüp tekrar okumaya başlıyorum.
Kitap "Gelibolu'nun ayazı yamandır çarpar" diye, Gelibolu'yu anlatarak başlamış. Sonra, yabancı bayan turistin, dedesi Ey-li john Taylor aramasıyla devam ediyor.
Roman akışında kullanılan, yer ve mekân ismi bildiren mektuplar, anlatımı daha da güçlendirmiş. Bu mektuplardan en gerçekçi ve samimi olan bence; Zeytün Askeri Kampı -Mısır yazan mektup.
"Araplar gerçekten fakir. Sokaktaki çocukların ayakları çıplak, ayakkabıları bile yok." olayları ne kadarda gerçekçi anlatılmış bu cümle.
Çünkü geçen yıl Mısır'a gittiğimde aynı manzaraları görmüştüm. İnsanlar temizlikten mahrum, sürekli dileniyorlardı. Sokaklar çok pis ve bakımsızdı. Tarihi barındıran ve bu kadar turistin ziyaret edildiği bir yerin, bu kadar bakımsız olmasına, çok şaşırmıştım. Suriye'nin arka sokaklarında, dolaştığımda da aynı tabloyla karşılaşmıştım. Çocukların perişanlığı "bahşiş bahşiş" diye dolaşması, kadınların eğitimsizliği ve ezilmişliği.
Ne kadar, gerek Şam da gerekse Kahire de, iyi oteller varsa, sokaklar temiz gibi görünse de, başka şehirlerde aynı durum söz konusu değil. Şam'la, Busra'nın, Kahire'nin merkezi ile Ölüler Şehrinin aynı tutulamayacağı buna iyi bir örnek.
Buket Uzuner gezi notları yazması ve dikkatli bir gözlemci olmasından dolayı olacak ki, burada Arapların durumunu çok iyi anlatmış.
Kitabın ilerleyen sayfalarında, Ey-li john Taylor ile Alican Taylar'ın ilişkilendirilmesi. Bayan turist Victoria ile Beyaz Hala'nın hiç umulmadık dostluğu. Olmayacak tesadüflerin bir araya gelmesi. İlginç bir o kadar da sağlam bir kurgu.
Kapsamlı bir araştırmanın, sağlam bir olay örgüsünün ve iyi bir kurgunun tarihle anlatımı Uzun Beyaz Bulut Gelibolu...
Çanakkale savaşını anlamak isteyenlere...
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Kıyılara Çarparak |
|
Unutmamalıydım sözcüklerimi, kelimelerde sancılanan düşlerimi zihnimin kulisinde tozlanmaya bırakmamalıydım.
Gelmeni istiyorum, biraz da kalmanı. Tutuklu bir bekleyiş bu. Geldiğinde gözünden tenine inen yağmur olmak istemiyorum. Korkuyorum. Zihnim, kalbim, tenim korkuyor. Rüyalarım uçurumlardan ayaklarını sallıyor. Hangi kırmızı balon kalbime bıraktığın ılıklığın rengi olur...
Gel diyorum kelimelerin sessizliğinde, gel diyorum da, korkuyorum çocuk. Omuzlarımın ağrıdığı gecelerde sığınacağım dizeleri sevmemenden, tenimde yürüyen mevsimleri içememenden...
Benim hiçbir şeyim yok; inandığım renklerden ve kitaplarda altı çizili cümlelerden başka. Karalamalardan başka neyi miras bırakabilirim gönlünün meydanına, bilmiyorum. Ben iyi bir okuyucuyum çocuk, fazlası değil. Yaralarım hâlâ açık, acıyor hâlâ uykularım... Gelecek günlere yolladığım mektuplardan ne zaman cevap alırım bilmiyorum, sararmış kartpostallar arasında öylece bekliyorum, kimsenin dilinden anlamayan zamanı. Benim zamanım hangi garda yolcu onu da bilmiyorum. Geçmişin tüm valizlerini ezber ettiğim gecelerden, baş harfini bile bilmediğim geleceğe giderken, şimdiki zamanda yorgunum.
Elimi tutan kurşun kalem izlerinden başka bir şey yok. Düşlerime attığım halatla şehri uyutuyorum her gece...
Niye 'gel' diyorum, niye sana bahçe arıyorum bisikletimi unutmak için, bilmiyorum.
Sadece sözcüklerim var hayatta, daha fazlası değil...
Ellerimin taşıdığı gökyüzünün ağırlığı mı, kalem çığlığı mı...
Sadece ismim var, gönlüne yürüyen mevsimlerin...
Öyle yalınayak, öyle düşüncesiz, öyle kılıksız sokaklara dokunuyorum.
Yorgunluğum boşaltıyor labirentlerime dolanları... Bense kıyısında bekliyorum martı çığlıklarının... Sana ılınan kalbim soğumuyor, olmuyor bu mevsimde...
Güneşten başka inanacak bir şey bulamıyorum iklimde.
Anahtarlarını yuttuğum kapıların ahşapları çürüyor, aralanana kadar. Vakur bekleyişlerime çarpınca körfezde meneviş, dalgalanıyor saçlarım, bana seslendikleri sular...
Aslında duymuyorum pek çok şeyi, görmüyorum. Çamurlarda çok oynadım, sağanakta yürümeli. Arındırır mı ruhumu yitik güncelerin, dağılmış mürekkep lekelerinden yağmur?...
Ben bir şey bilmiyorum güzel çocuk. Yeni bırakılmış gibi dünyaya, ve asırların yaşlandırdığı bir ruh gibi... Bir şekilde benziyor birbirine ve bir şekilde çelişiyor...
Düşlerimden ve dizelerden başka bir şeyim yok.
Sana hazırladığım, uzaklardan, yanıbaşından getirdiğim valiz bileklerimdeki ağrının karalamalarıyla dolu.
Bu uçurum kenarı uykusuzluk gecelerinde saçlarıma gelincik değsin istiyorum, ama...
"bu ham dünyada zoraki bir söz gibi sevgim,
sevsem sana yazık, sevmesem incinirsin..."
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü X |
|
Bugün gemideki ilk Pazar Âyinimizi yaptık. Âyini Kaptan Plummer yönetti. Moses ve Daniel ile Gage hâriç tüm ekip ve mürettebat yemek salonunda toplandık. Kaptan Plummer, duvardaki İsa Mesih portresi önünde yerini aldı, biz de masayı karşı duvara çekerek önüne sandalyeleri dizdik.
Toplam üç sıraydık ve en arkada Geary ile Stephen oturuyordu. Üzerlerinde garip bir giysi vardı. Ben Geary ile Stephen'i ilk kez gemide gördüm. Onları hiç tanımıyorum. Gemide pek konuşma fırsatımız da olmadı. Zâten, ekipteki diğer elemanlarla da pek konuşmuyorlar, yalnızca birbirleriyle ilgileniyorlar. Kamarada ise Miles'la birlikte kalıyorlar.
Ben Miles'ı da ilk kez gemide gördüm. Ama Miles onlar gibi değil. Miles çok genç bir arkeolog. Stajını bizimle birlikte yapıyor. Sorumlusu da James ve Miles'ın böyle kaliteli bir hocası olduğu için çok şanslı olduğuna inanıyorum.
Miles bana, Geary ile Stephen'in gece geç saatlerde kalkarak tuhaf birtakım kıyâfetler giyerek kamaradan dışarı çıktıklarını söylemişti. Âyinde giydikleri bu garip kıyâfetler de bunlardan olabilir. Ayrıca, günlük kıyâfetleri de birbirlerinin aynısı. Hem, gaz lâmbasını da bütün gece boyunca açık tutuyorlarmış.
Geary ile Stephen hakkında bazı kuşkularım var, ama bilmiyorum. Neyse… Âyin sırasında benim sağımda Edward, solumda da Carlo vardı, biz ilk sırada oturuyorduk. Aslında, Edward ile ben bu âyine katılmak istemiyorduk. Tahrif edildiğini bildiğimiz, bizim değerlerimize açıkça aykırı olan bu pasajlara karşı herhangi bir bağlılık hissetmiyorduk.
Bizim için bu İnciller, yalnızca sıradan bir anı kitabıdır ve bunların kanonik olduğu iddiâsı sofistik bir yanılsamadır. Ama ben, ekibin lideriyim ve ekip üzerindeki saygınlığımı korumalıyım. Âyinden sonra, Edward'la birlikte kamaramıza döndük. Kapımızı kilitledik ve biz de kendi âyinimizi kendi usûllerimizce yaptık.
Kaptan Plummer'in gerçekten de çok güzel bir sesi var. Elinde tuttuğu anı kitaplarından pasajlar okurken, insanın ağlayası geliyor doğrusu. Âyin sırasında kendimi yine Papaz Scarman'ın karşısında hissettim, hattâ çocukluğumun o yıllarından kalma anılarını gözümün önünde canlandırdım. Eleanor'u, Barbara'yı, George'u, halam Karen'i hatırladım…
Bir ara, gözüme Carlo ilişti. Carlo, kendini tutamamış, ağlamaya başlamıştı. Carlo, gerçekten de çok duygusal bir arkeolog. İlk gençlik yıllarından beri Batı Anadolu'da kayıp Eros Tapınağı'nı aramış. Şimdi elli sekiz yaşında, ama çok daha genç ve dinç gösteriyor.
Şu Eros Tapınağı aslında bir uydurma mı yoksa gerçekten de böyle bir tapınak var mı, bilmiyorum. Fakat, bu tapınağı bulmak için adanan bir ömrü gördükçe, bunun bir uydurma olmaması için duâ ediyorum. İnsan gerçekten de bütün bir ömrünü bir hiç uğruna harcamış olamaz, olmamalıdır.
Carlo, daha önce Ephesos kazılarında da yer almış ve buraları iyi biliyor. Ama, o da bizim kazı bölgesi hakkında daha önce ne bir şey okumuş, ne de bir şey duymuş. Fakat, kayıp Eros Tapınağı'nı bu bölgede bulacağımızdan, bunun Tanrı tarafından kendisine sunulacak bir armağan olacağından emin.
Niçin böyle düşündüğünü sorduğumda bana, Tanrı'nın tüm duâlara karşılık vereceğine inandığını söylemişti. Ancak Carlo, bu tapınağın bir uydurma olabileceğini aklına getirmiyor. Bölgede bu tapınağa ilişkin herhangi bir şey bulamazsak ki bulma ihtimâlimiz pek az, Carlo çok sarsılacak. Onu şimdiden böyle bir olasılığa karşı hazırlamamız lâzım.
Gün geçtikçe, içimi kaplayan heyecan artıyor. Bölgede ne bulacağımızı bilmiyorum. Târihî kaynaklarda bölgenin adının geçmeyişi beni hem üzüyor, hem de sevindiriyor. Ya sıradan bir mesîre yeriyle karşılaşacağız ya da şimdiye kadar keşfedilmemiş bir kent-devleti bulacağız.
Son üç gündür Dennis'in haritalarını dikkatle inceliyorum. Bu konuyu Dennis'le de tartıştık. Kendisi de bu haberi duyunca pek şaşırmış. Daha önce de bu bölgeye bizzat gitmiş, ama mevsim kış olduğu için sağlıklı bir yüzey incelemesi yapamamış. Bu proje, onun haritacılık kariyerinde de önemli bir merhale olacak sanırım.
Dennis'in haritalarında bu bölgede iki köyün adı geçiyor. Bunlardan birinin adı Cinaslı, diğerininki Cingirli. Bölge, oldukça engebeli bir arâzîye sâhip. Carlo da ödenek yetersizliği nedeniyle Ephesos kazıları sırasında çevre incelemesinin yeteri kadar yapılamadığını söylemişti. O da bu köyleri ilk kez Dennis'ten duymuş.
Cinaslı ve Cingirli köylerinde neyle karşılaşacağımızı bilmiyorum. Ama şahsî kanaatim şudur ki, Lordlar Kamarası bu işin içine girmişse muhakkak bir bildiği vardır ve jeo-politik ve jeo-stratejik açıdan önemli bir keşif yapacağımızdan eminler. İşte bunu düşündükçe, içimi kaplayan heyecan da giderek artıyor.
Ekip çok sessiz. En fazla konuşanlarımız ise Gelis ve Harry. Âyin sırasında da sürekli fısıldaşıyorlardı. Bu ikiliyi uzun yıllardır British Museum'dan tanıyorum. Zamânında onlara da tarikatımızdan üstü kapalı bir biçimde bahsetmiştim; ancak, onları da tarikatımıza çekmeyi başaramamıştım.
Gelis, çok değer verdiğim bir Antikçağ uzmanı. İlgi alanı da Grek medeniyeti. Öğrenimini İtalya'da tamamlamış, çeşitli birincilikleri de var üstelik. Ayrıca, o da daha önce Ephesos kazılarında yer almış. Ve Carlo için o da endişeleniyor.
Gelis, çok duyarlı bir insan. Carlo'yla daha önce Ephesos kazıları sırasında, şu kayıp Eros Tapınağı meselesini epeyce tartışmışlar. Gelis'e göre Carlo, hayâtı boyunca dişe tırnağa dokunur bir arkeolojik başarıya imzâ atamadığı için kendini bununla avutuyor ve kendi başarısızlıklarını haklı çıkartmaya çalışıyor.
Ben Carlo'nun nasıl bir arkeolog olduğunu bilmiyorum; ama, târih ve mitoloji bilgisi ile târihsel coğrafya bilgisine güveniyorum. Eğer Eros Tapınağı gibi bir tapınaktan bahsediyorsa, bunun kendince haklı nedenleri de kuşkusuz vardır; ancak, Carlo'nun bu tapınak hakkındaki sözlerin doğru olmama olasılığını hesâba katmayışı kaygı verici.
Gelis sanırım, biraz haksızlık yapıyor. Bence her arkeologun ille de önemli bir arkeolojik bulguyu ortaya çıkarma zorunluluğu yok ve bu, bir arkeologun başarılı olup olmadığının ölçüsü olamaz. Eminim, Carlo da Ephesos kazıları sırasında bu bilgilerini ortaya koymuş ve getirdiği yorumlarla kazıların seyrini etkilemiştir.
Bence bir arkeologun başarısının ölçüsü de getirdiği yorumların isâbetine göre ölçülmeli. Ben Carlo'ya güveniyorum. Şu Eros Tapınağı hakkındaki saplantısı da bir tür meslek hastalığı sanırım. Bâzen biz arkeologlar, bazı nesneleri veya olguları fetiş hâline getirebiliyoruz. Bunun bir tedâvisi var mı yok mu, bilmiyorum. Ama dilerim, Carlo daha fazla acı çekmez.
Bütün bunlar bir tarafa, ekipte bunca değerli Grekolog varken, Lordlar Kamarası'nın niçin beni ekibin başına getirdiğine hâlâ bir anlam veremedim doğrusu. Bu konuda Lord Chodorow'dan da bir şeyler öğrenemedim. Başpiskopos Baldwin ise bana bu bölgede yaşayan kavmin Sümerlerle akraba olabileceğini veya Sümer medeniyetinden önemli izler taşıyabileceğini söylemişti.
Eğer böyleyse, benim Sümeroloji bilgilerime güvenmiş olmalılar. Ama, kendileri bu kavmin Sümerlerle ilgisini nasıl kurmuş olabilir? Buna aklım ermiyor. Sanırım, benden bir şeyler gizliyorlar. Lord Chodorow, benim ağzımın ne kadar sıkı olduğunu bilir bilmesine de bu projeden onun da özel birtakım beklentileri varsa, bana bu konuda tüm bildiklerini anlatmak istememiş olması da muhtemeldir.
Ve belki sikkeler de bana söylendiğinin aksine, I. Theodosius dönemine âit değil, çok daha eskilere âittir. Zâten, Sümerlerin M.Ö. 1950'lerde bu bölgeye doğru göç ettiklerini tahmin ediyoruz ama, henüz elimizde yeterli bir kanıt yok ve kesin sonuca ulaşabilmemiz için, güçlü birtakım maddî kanıtlar toplamamız şart.
Lagaş kazıları sırasında Rubert Pilkington'la bu göç meselesini çok tartışmıştık. Kral Urgakina'nın sarayındaki analda bulduğumuz bir tablette, M.Ö. 1950'lere ve 1935'lere târihli iki nüfus sayımının sonucu yazılmış, nüfusun üçte bir oranında; yâni, bin yüz altmış kadar azaldığı kaydedilmişti. Ve bu, ya bir göç demekti ya da salgın bir hastalık.
Aldığımız kemik örneklerinde, herhangi bir salgın hastalık belirtisine rastlamamıştık; ama, yine de bu göç olayını doğrulayabilecek yeterli bir bulgumuz da yoktu ve bu mesele sürüncemede kalmıştı. O günden beri bazı sorular, aklımın bir köşesinde canlı kalmaya devâm ediyor.
Kazılar sırasında, ekipten gizlenen bir buluntu ortaya çıktı mı ve bu buluntu, birileri tarafından bu göçü doğrulayacak bir yorumla British Museum'a sunuldu mu? Eğer böyle olduysa bu, niye ekipten saklandı? Peki, Batı Anadolu'ya Sümerlerin göç etmiş olabileceği sanısının doğrulanması ile Lordlar Kamarası ne elde edebilir?
İşte, bunlar aklıma geldikçe, içimi kemiren kuşkular beni girdabına çekiyor, adımımı sağlam bir biçimde atabileceğim bir zeminin ayaklarınım altından çekilmekte olduğunu ve buna seyirci kalmak zorunda olduğumu hissediyorum. Tanrım, sen üzerimizden merhametini eksik etme…
25 Nîsan 1885
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BAKSAM
Geriye dönü baksam
Yıldızlar sitem ediyor
Oturup pencereyi
Açmasam
Güneş sitem ediyor
Bari olsaydın yanımda
Sensizlik yüzümde
Olmazdı benim
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|