|
|
|
Editör'den : Kundakçılar henüz hesap vermedi!.. |
Merhabalar,
Ne acıdır ki, devletin zirvesinde bir iletişim kopukluğudur gidiyor. Birinin dediğini diğeri yanlış anlıyor ya da işine öyle geliyor, beriki işi kökten halledip görüşmeyi reddediyor. Hiç lafı dolandırmadan söylemek gerek, hepsinin müsebbibi Recep Bey. Hatırlayın, değişen muhalefet lideri tüm iyi niyetiyle "Görüşürüz" deyince, Recep Bey alışık olduğumuz üslubuyla "Görüşeceklermiş, davet ederiz bakalım kimler gelecek?" gibi anlamlı, edebi, anlayışlı(!?), kurnazca bir cevap veriyor. İpler de orada kopuyor. Hani konuşunca birşey olacağından değil de, neden konuşmasınlar diye geçiyor insanın içinden. Ama sekiz yıldızlı padişah efendimiz, küçük büyük tüm dağların babasıymış edasıyla davet(!?) edince olmuyor, olamıyor. İşin komiği, tüm milletin ne dendiğini anladığı bir ortamda, partinin ileri geleni Çelik, patronunun sözlerini bir daha açıklama gereğini duyuyor. Abdulhamit'le bir tuttuğu patronunun yolunu kesmek isteyen iç mihraklardan dem vurup aklı sıra muhalefete yükleniyor. Biribirini anlamak için önce güvenmek sonra dinlemek lazım. Güven vermiyeni dinlemenin de bir alemi yok nasılsa.
Son zamanların parlayan yıldızı Davutoğlu'ndaki büyük gelişme ya da değişmeyi gözlemliyorsunuz sanırım. İsrail'le krizin ardından yaptığı Recepvari çıkışlarıyla öne çıkan o eskilerin sessiz memuru, şimdilerde bir şahin mübarek. İşini iyi bildiği ortada ama değişen tavrı nedeniyle yanlış anlamalara açık bir yapısı var sanki. Yaptığı gizli görüşmeyi Meclis kürsüsünde açıklarken, bıraksanız üstünüze atlayacak çita gibiydi maşallah. Yaptığı iş netameli biliyoruz ama keşke özenmeyi bırakıp sadece kendi işini yapsa!..
...
Bugün 2 Temmuz. Bir vahşetin, beyni kararmışların yamyamlaştığı bir kahpe olayın onyedinci yıldönümü. Sivas'ta Madımak otelinde kıstırılıp "Allah" adına yakılan 37 can anılacak bugün. Onyedi yıl önce bir kere daha yazık olmuştu bu ülkenin aydınlarına. Çıra gibi yakmıştı bir şehir dolusu zebani onları. Onyedi yıl önce Sivas'ta Madımak'ta olanları unutmamak gerek. Madımaktan gökyüzüne yükselen dumanları, Hasret Gültekin'in bağlamasını, Nesimi Çimen'in curasını, Muhlis Akarsu'nun yanık sesini, Metin Altıok'un, Behçet Aysan'ın şiirlerini, Asaf Koçak'ın karikatürlerini, Asım Bezirci'nin kitaplarını unutmamak gerek. Hele, açıldıkça açıldığımız, duvara toslayıp ters yüz olduğumuz bu günlerde daha da bir hatırlamak, anlamak, ayağı iyice denk almak gerek!..
"Sivas'ı unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız."
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -9 |
|
Okullar açıldıktan iki hafta sonra Lunapark sona erdi. Biz yeniden bir görüşme, buluşma krizi içine girdik. Artık kiremit altı posta kutusu aracılığı ile haberleşmekten başka bir şey elimizden gelmiyordu. Okuldan çıkış saatlerimde çaktırmadan bir iki kez bakkalın önünden geçiyordum. Adı bende saklı kızı görmeye çalışıyordum. Kışın bakkalın işleri azalıyor ve sevgilim babasına yardım etmek için bakkala gidemiyordu. Hafta sonları benim yeterince zamanım oluyordu ama o her istediği zaman sokağa çıkamıyordu. Her şey bize düşman olmuştu. Havalar, sokaklar, insanlar hatta yağmurlar bile bizim aşkımıza karşıydı. Onun sokağında beni tanıyanlar olduğu için zırt pırt kapının önünden geçip onu görme hevesimi de gideremiyordum.
Sonbahar yavaş yavaş tükenirken akşamlar kömür kokularıyla tanışmaya başlamıştı. Havalar soğudukça özlemimiz artıyor ama buluşmalarımız iyice tükeniyordu. Onu görmek, ona dokunmak özlemim bazen dayanılmaz oluyordu. Artık iyice uzayan gecelerde hep onu düşünüyordum. Kitaplarımın başında, satırların arasında kaybolup onunla düşlerden boyanmış gemilerle yolculuklara çıkıyordum. "Onunla keşke çok uzaklara gidebilsek. Birbirimizi doyasıya sevebilsek. Kimse bizi bulamasa, hatta aramaktan bile vazgeçseler. Yaşamımızın sonuna kadar geri dönmesek. Hiç kimse bize karışmasa. Dünya üzerinde uzak bir yer, güzel bir ülke olsa, orada sevgililer özgür olsa, hiç kimse bize karışmasa…
Adı bende saklı kız okumuyordu ama benden daha zekiydi. Ben böyle saçma sapan düşlerden çözümlerle ders kitaplarıma göstereceğim ilgiyi savururken o daha akıllı bir çözüm buldu. Babasını, annesini razı edip biçki, dikiş, nakış kursuna yazıldı. Böylece evden çıkmak için bir bahanesi olmuştu. Buluşmalar yoluna, işler tıkırına girmişti. Bazen öğleden sonraları o kurstan, ben de okuldan kaçıyordum. Uzun uzun yürüyüp kentin en uzağındaki pastanede buluşuyorduk. Âşıklar bazen hızlı giden bir trene binmeyi seçerler. Biz öyle değildik. Ben sadece onun elini tutuyordum. Bütün gözlerden uzakken ve o izin verdiğinde. Çünkü ben onu bedenimle değil kalbimle seviyordum. O da beni öyle… Şimdi baktığımda bu sanki bir kandırmaca gibi görünüyor ama öyleydi işte. Ondan bir şeyler talep etmeyi, istemediği şeylere zorlamayı, istemeden küstürmeyi hiç istemiyordum.
Bilirsiniz güneşli güzel günlerin ardından mutlaka yağmurlar gelir. Benim devamsızlık yükselince babamı okuldan çağırmışlar. Kızın kurstan kaçtığını acaba babası öğrense kim bilir neler olacak? Akşam yemeğine oturmaya hazırlanıyorduk. Hava kararmıştı ama babam henüz gelmemişti. O gelmeden yemeğe başlamazdık. Adam bir geldi, pir geldi. Dış kapı neredeyse yıkacaktı. Kötü bir şey olduğu her halinden belliydi. Hiçbir şey söylemeden salonun ortasına yürüdü. Öfkeden deliriyordu. Odanın içinde bir iki kez ileri geri yürüdü. Ne yapacağına karar veremediği açıkça anlaşılıyordu. Gelip kulağıma yapıştı. Bunu hiç beklemiyordum. Sonra iki eliyle iki kulağımı yakaladı. Beni havaya kaldırdı. Salon kapısının önüne doğru fırlatıp attı. "Ben gecemi gündüzüme katıp siz adam olun diye uğraşıyorum. Sen okuldan kaçıyormuşsun ulan hıyar," dedi. Ve arkasını da getirdi. "Bu akşam bir karar ver. Ne istiyorsun onu söyle. Ya efendi efendi okuluna git. Ya da söyle başka bir yol bulalım? Söyle çabuk söyle, ne istiyorsun? Söyle…" "Okuluma devam edeyim. Ama kendi sesimi kendim bile duyamadım. Kulaklarım ateş gibi yanıyordu. Sırtım kapıya çarptığı için canım acımıştı. En önemlisi adamlığım iki paralık olmuştu. Kendimi suçüstü yakalanmış ve aşağılanmış hissediyordum. Okula neden gitmediğimi ısrarla sormasından çok korkuyordum. Neyse ki bu konu üzerine gitmedi. Bu dünyada sevenleri kimse anlamıyordu. Hatta babam bile… Gerisini salla gitsin…
Bu fırtınadan sonra artık okulu kırmam kolay olmayacaktı. Çünkü babamın gözlerindeki öfke ifadesi resmen beynime kazınmıştı. Hiç şakası yoktu. Gözümün yaşına bakmaz beni sokağa bile atabilirdi. "Git ne halin varsa gör. İstediğin gibi yaşa," diyebilirdi. Adı bende saklı kız öğleden sonra beni her zaman buluştuğumuz yerde bekleyecekti. Ama ben gelemeyecektim. Aylar sonra ilk kez gizli posta kutumuza bir not bıraktım. Bir sorunla karşılaştığında ilk bakacağı yerin orası olacağını adım gibi biliyordum. "Beni bekleme, bir sorun olduğu için verdiğim sözü bu gün tutamayacağım. Hatta birkaç gün seninle görüşmem mümkün olmayacak. Gelişmeleri sana haber vereceğim." O gün hava iyice karardıktan sonra kiremit alındaki zuladan bana bırakılmış küçük bir not aldım. "Ne oldu? Çok merak ettim. En kısa zamanda buluşup olanları öğrenmek istiyorum," yazıyordu.
Sevdiceğim ile dört gün sonra Sümerbank mağazasının önünde buluştuk. Şehir kütüphanesinin bulunduğu dar sokaktan içeri girip, gözlerden uzak bir kahve bulduk. Genellikle bu mekânlara sigara içerken babasına yakalanmak istemeyen taze delikanlılar ve nadiren de kız arkadaşlarıyla liseli çocuklar gelirdi. Babamla aramızda geçenleri adı bende saklı kıza anlattım. Gözleri doldu, hatta benim için ağladı. Onu görünce ben de gözyaşlarımı tutamadım. Oysa evde ağlamak aklımın ucundan bile geçmemişti. Çünkü bu babamı daha çok kızdırırdı. "Şuna bak hem suçlu, hem de güçlü" diyeceğinden de adım gibi eminim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup -2 |
|
Sevgili anneanneciğim,
Köyde rüzgarlar esti bu aralar. Hani pencereleri tıngırdatan, kapıları çarptıran, ağaç dallarını kırıp samanları havaya kaldıran? Yaz vaktinin en sıcak gününde çıka geldi köyümüze bu deli rüzgar. Öfkeli miydi bilmem? Ben eskiden de korkardım bu rüzgardan anneanne. İncecik çocuk bedenimi uçuracak gökyüzüne ve savuracak beni tarlaların ortasına diye. Belli mi olur belki de köyün derin kuyularından birine düşürürdü beni. Hani şu zincirli kovası olanlardan. O pınarın nasıl da soğuk suyunu içerdik değil mi yoldan geçerken? Hala duruyor ama çok yaşlı, gördüm ki çatısı uçmuş.
Hayvanlar korktu bu gece anneanne, köyün köpekleri uludu. Sabaha kadar huysuzlandı atlar. Evlerin kiremitleri çatırdadı. Damların tahtaları gıcırdadı. Ağaçların dalları yerlere eğildi ve cama yakın olanlar, kırmak istedi sanki pencereleri. Sabah olunca gri bulutlarla anlaşan deli rüzgar güneşin çıkmasına izin vermedi. Bulutlar çarpıştılar birbirleriyle. Gökyüzündeki savaşı görmeliydin anneanne. İki atlı savaşçı, kılıçlarını birbirlerine savurarak çarpışıyordu köyün üzerinde. Öyle güçlüydü ki bu çarpışma büyük şimşekler gördüm. Sonra bir sessizlik, sanki iki savaşçı da yenik düşmüş gibiydi. Yenilginin gözyaşları olmalı, büyük büyük yağmur damlaları düştü toprağa. Sonra ufaldı ve hızlandı yağmur… Olabildiğince güçlü ve çok fazla. Kaçıştı köy hayvanları, börtü böcek bile hepsi saklandı karanlık kuytulara.
Seyrettim köyümüzün yağmurunu anneanne. Evlerin bahçelerini ıslatan yağmurla toprağın keskin kokusu yayıldı ortalığa. Çiçeklerin polenlerinde damlacıklar, süzüldüler renkli yapraklarından. Güllerin renkli kadifelerinde yağmur damlaları, gözyaşı gibiydi. Tarlalar sulandı ve güçlendirdi köklerini taze ekili sebzelerin. Sebze bahçeleri ıslanırken sevindim. Köylünün el emeğidir, belinin çilesidir toprağı sulamak. Kırmazsa deli rüzgar domates fidelerini mis kokulu domatesler, biberler yetişecek köyün bereketli toprağında. Kırmızı kırmızı olacaklar, sulu sulu, kesip yediğimizde lezzetine doyamayacağız. Meyve ağaçları yıkandı, sararan erikler, büyüyen yeşil elmalar, kıpkırmızı olmuş kirazlar… "Kirazlara yağmur değince kurtlanır" derlerdi. Doğru mudur bu anneanne? Ama olsun biz yine de yeriz dalından kirazları, içini açıp bakarak "bunda var, bunda kurt yok" diyerek. Lezzeti yine aynıdır nasıl olsa.
Sen anneanne, böyle bir yaz yağmurunda, beyaz çemberinin ıslanmasına aldırmadan evin avlusunda koşardın oradan oraya. İlk önce sokakta biz oynayan kızçelere seslenirdin: "Uşaklarım hadi toplanın eve, ıslanıp üşüteceksiniz" diye. Bize tatlı gelen oyunumuzu yarıda bırakmak istemediğimiz için mızmızlanarak yürürdük eve doğru ve o zaman şiddetli yağan yağmuruna yakalanıverirdik. Ayaklarımız çamurlanarak koşardık koca adımlarla. Sonra sen anneanne, kurutmak amacıyla eski bir beze serdiğin fasulyelerin ıslanmaması için toplayıverirdin bezi bohça gibi. Sabah kalıp sabunlarla yıkadığın kilimlerini evin avlusundan toplamaya çalışırdın. Renkli el dokuması kilimlerin ağırlığına bakmadan sırtına yükler sundurmanın altına atardın. Daha eve gelmediysek bize bir daha seslenirdin bağırarak. Tek korkun hasta olmamızdı. Biz yağmurun hızlanmasıyla koşa koşa atardık kendimizi sundurma altına. Çamurlu ayaklarımızı yıkamamız için bize kova ile su getirirdin.
Yağmuru hep birlikte seyrederken sundurma altında, sen odadaki kuzineye odun atar ve üzerine kocaman bir tencere koyardın. İçine suyu doldururdun ve başlardın taze topladığın süt mısırların yeşil yapraklarını temizlemeye. Biz de sana yardım ederdik, kuzinede yanan odunların çıtırtısı kulağımızda, bacasından sızan ince duman burnumuza gelirdi. Tencerenin içinde fokur fokur kaynayan süt mısırlar piştiğinde kedi gibi senin başına dikilirdik. Elimize verdiğin süt mısırlarını sıcak sıcak yemek, içimizi ısıtırdı yağmurun verdiği serinlikte. Önümüze koyduğun su kabağından yapılma tuzluğa küçük parmaklarımızı daldırıp dumanı üstünde tüten mısırımızı tuzlayarak yerdik. Sen de bizi seyrederdin anneanne. Mutluydun bizimle, çünkü biz de mutluyduk, büyüyünce hiç olmayacağımız kadar.
Keşke eskisi gibi köyün yağmurlu sabahını görebilseydin anneanne. Yine sundurmanın altında otursaydık beraber. Yağmur damlalarını biz kızçeler seyrederken, sen yine kuzinede pişirseydin süt mısırını, çöreklerini. En güzeli de yağmurdan sonra çıkan güneşi görmek vardı. Bu sabah ben gördüm anneanne. Bulutların savaşı bitti, güneş dokundu toprağa ve sonra aydınlandı gökyüzü. Kavgacı bulutlar dağılıverdi birdenbire. Nereye gittiklerini göremedim. Toprağın yaşam kaynağı güneş açtığı zaman toprak huzurlu oldu. Kuşlar daha güzel öttü, bahçeler şenlendi, çiçekler daha da renklendi. Toprak koktu, yeşil koktu anneanne. Buğdaylar şarkı söylediler uzaklardan. Köyün yanındaki korumuz da mis gibi kokusunu yolladı rüzgarla köyümüze.
Ah anneanne! Böyle yağmurlu günün ardındaki güneş vardı ya biz severdik bu güneşi. Mis gibi toprak kokulu köyümüz daha çok yeşillenirdi o zaman. Sen de anneanne, sen de o güneşi severdin, biz torunların gibi.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Garip Köyde Yaşananlar -2
Mahmur gözlerle neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. İrem'in babası gelmişti ve beni saçmasapan batıl inançlarımla kızını korkutmakla suçluyordu. Babam ona Aziz Baba'yı anlattığımı ve beynimize kazınırcasına öğretilen kimseye bundan bahsetmemem gerektiği kuralını çiğnediğimi anlamıştı. Çoktan mahzene çekilmiş olan köy halkının olanları öğrendiği takdirde nasıl bir ceza ile karşı karşıya kalacağımızı düşünürken derin bir sükuta gömülmüştü. Ben ceplerime doldurduğum toprağın gücüne güveniyordum ama zaten bir kere çevresini koruma altına aldığınız evin içinde başka koruma olamayacağını henüz bilmiyordum. Bunu, babamın ansızın dönerek yüzüme bir şaplak indirmesiyle anladım.
Annem İrem'in babasını ısrarla içeri çağırıyor, o da ısrarla reddediyordu. Yıllar sonra annem bana bunun nedenini açıklayacaktı. Aziz Baba'nın hışmının hikmeti sokaklarda kol gezerken ondan nasibini alan her ruhun karanlık yüzü ortaya çıkarmış. Yani koruma altında olan evimizde biz sakinliğimizi korurken -babamın şaplağı hariç çünkü o sadece adama cezamın verildiğini ve konuyu uzatmaması gerektiği gösteren bir simgeydi- dışarıda olan adam ise sinirinden yüzü pancar kesilmiş, boğazındaki damarlar küçük parmağım kadar şişmiş, gözleri -eğer biraz daha oynatmaya kalkarsa- yuvalarından çıkacakmış gibi açılmış, vücudunda kan yerine adrenalin dolaşmaya başlamıştı. Ben yüzüme inen tokadın zonklamasının geçmesi için bir elimde yanağımı tutup, İrem'in halini düşünüyordum. O sırada babası, "Ceplerine doldurduğu kumları attık. Kızı sakinleştirmek mümkün değildi," diyince babam aslında sadece anlatmakla kalmadığımı, bizzat oraya kadar götürdüğümü ve eminim ki her seferinde oraya gittiğimde yaptığım o küçük oyunumu ona ögrettiğimi de anlamıştı. İkinci bir şaplağa hazır olmalıydım. Babamdan ıkı adım uzaklaştım ve yüzümü korumak için gardımı aldım. Annem, babamın elini havada yakaladı. Bunlar olurken adam hala nefes almadan konuşmaya devam ediyordu. Kızının ateşinin çıktığını, acil bir doktora ihtiyaç olduğunu ama anlamsızca ortadan kaybolan köy halkı yüzünden ne yapmaları gerektiğini bilmediklerini, doktor kimbilir hangi yılan deliğinde saklandıysa onu bulmanın imkansız olduğunu söyledi. Her şey benim suçum olduğu için onlara yardım etmemiz gerektiğini de sinsice ekledi. Köyde geçirdiği bir hafta onu nasılda bizden biri yapmıştı. Aba altından sopa göstermek konusunda uzmanlaşmıştı. Ancak bilmediği şey mühürlenmiş bir evden gece çıkılamayacağı idi. Babam tüm konuşma süresince, özenle eşiğe dökülmüş kumun gerisinde duruyordu ve hayatı boyunca hiç bir kuralı çiğnememişti. Annem tüm bu olanlardan tiksinmesine rağmen konu kurallara aykırı davranmak olunca korkmuştu. Kendimi olanlardan sorumlu hissediyordum. Mahzene gidip doktora olanları anlatmam lazımdı. Koşarak kapıdan çıktım. Annemler ardımdan geri dönmem için bağırıyorlardı. Artık bundan sonrası babamın kontrolünden çıkmıştı.
İtiraf edeyim mahzene gidip kendimi ya da ailemi zor durumda bırakmaktan değil, Aziz Baba'nın yolda bana yapmaya kalkacaklarından korkuyordum. İrem'i düşünmem, onu attığım tehlikeden kurtarmam gerekiyordu. Tüm gücümle mahzene giden yokuşu tırmandım ve 6 yolun kesiştiği küçük bir meydana geldim. Tam meydanın ortasına yürümüştüm ki çevremde gezinen tuhaf bir karaltı hissettim. Herşeyi sanki dün olmuş gibi hatırlıyorum. Olduğum yerde daire çiziyordum ama bir türlü mahzenin hangi sokakta olduğunu çıkaramıyordum. Ellerim hemen ceplerime gitti ama yatırdan aldığım topraktan eser yoktu. Koşarken döküldüler ya da Aziz Baba ona saygısızlık yaptığım için beni cezalandırmaya başlamıştı bile. İlk olarak korumamı elimden aldı. Kendimi ihanete uğramış hissettim. Ben ki onun 6 senelik dostu, onunla mezarında oyun oynayan tek insandım. Ama o bütün büyükler gibi hoşuna gitmeyen ilk davranışında cezalandırıyordu. Hem küçük bir kızın hayatı sözkonusuydu ve o iyiliğinden, cömertliğinden zerre kadar sunmaya yeltenmiyordu.
Meydanın ortasındaki anıtın yanında yere çömeldim ve zihnimi toparlamaya çalıştım. Basamakların yanında taşların arasından kendine yol yapıp dal vermiş nanelere gözüm ilişti. Birkaç yaprak kopardım ve çiğnemeye başladım. O keskin koku sanki ağzımdan değil başka bir kaynaktan geliyordu. Gözlerimi kapadım ve kokunun geldiği yere doğru yürümeye başladım.
Yağmurların çamurlaştırdığı yollar sert rüzgarların dallardan kopardığı yapraklar ile harmanlanmıştı. Çürüyen yapraklar nemli ve ağır bir koku salıyordu etrafa. Kerpiç evlerin sıralandıkları köy yollarında gözlerim sıkı sıkı kapalı yürüyordum. Garip olan bu kadar rüzgarın ve karmaşanın içinde hala keskinliğini ve yoğunluğunu koruyan kokuyu alabiliyor ve takip edebiliyor olmamdı. Sessiz gecede doğanın çığlıklarından başka duyabildiğim tek ses kalbimin atışıydı.
Sokağın sonundan sağa döndüm ve birden kendimi kokunun merkezinde buldum. Gözlerimi yavaşça açtığımda karşımda tek katlı bir ev, olanbitenden kendini korumayı başarmış bir nane bahçesi ve bahçede hasır bir iskemleye oturmuş yaşlı bir kadın buldum. Bembeyaz saçlarının arasında tek tük sarılar, buruşuk yüzünde çiller vardı. Bu evi ve bu yaşlı nineyi ilk defa görüyordum. Ama onun beni beklediğine dair içimde tuhaf bir his vardı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi ve bastonuna tutunarak sandalyeden kalktı. "Siz kimsiniz? Daha önce sizi bizim köyde görmemiştim. Hem neden dışarıda oturuyorsunuz? Aziz Baba'dan korkmuyor musunuz?" dedim. "Aziz bana birşey yapmaz," dedi. Şaşırmıştım. Aziz Baba'nın bu yaşlı kadını o dakika cezalandırmasını bekledim. Düşüncelerimi okumuş gibi güldü. "Bir zamanlar burası dünyanın en güzel yerlerinden biriydi evlat. Envaiçeşit ot ve sebze yetiştirilir civar köylere ve gemileriyle gelen tüccarlara satılırdı. Köy halkı arasında fitne fesat, çekişme olmasın diye herkesin yetiştirdikleri de belliydi. Bir gün köyümüz yabancılar tarafından basıldı. O yılki erzağımız yağmalandı, evlerimiz yakıldı, kızlar kaçırıldı ve karşı koyan gençler öldürüldü. İşte Aziz o zaman öldürüldü. O yüzden her yabancıya gazabı ağır olur," dedi. "Peki bunun naneyle ne ilgisi var?" dedim. "Çünkü sevdiği kız nane yetiştiriyordu ve burası da onun nane bahçesi. Aziz'i yatıştıracak tek şey benim nanelerimden ona götürmektir. Şimdi çabuk olman gerekiyor çünkü zamanın daralıyor. Arkadaşına yardım etmek istiyorsan söylediklerimi harfiyle yerine getirmelisin. Anladın mı beni?" "Evet," dedim. Kendimi suçlu hissediyordum. İrem'e yardım etmek için evden kaçmıştım ama bir kokunun arkasına takılıp bilmediğim bir sokağa gelmiş, tanımadığım -ve belki aklını kaçırmış -yaşlı bir kadınla konuşuyordum. Ona inanmaktan başka çarem kalmamıştı.
Seda Han
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Mevsimin Gecesine |
|
Düşsüz yürünmüyor güvercin kanadında. Yaralarından doğan uyuşuk gün batımlarına eklemlenmiyor sehersiz saatler. İçinde çürüyen tarihler altına imza, düşsüz geçmiş olamıyor.., rüyasız yarın yok. Sevdiğin şairin dediği gibi, "Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyor..."
Yollara adadığımız kimliksiz soluğumuz yorgun mu, başlangıç heyecanının durgunluğu mu bilmiyorum... Mevsiminde kirazların, geceyi yalayan rüzgâra emanet uykusuz öpüşler çiziyoruz. Bir her yaz, aynı erguvanî köşede...
Bileklerini ayçiçekleri öpüyor şimdi bozkırlar ortasında. Ve yelkenlenen hayaline saydığın adımlar, toprağın gebeliği ortancalara. Sulara gidiyorsun. Su, denize varacak. Deniz de... Gidiyorsun... Ve gidiyoruz belki de farklı kentlerde, aynı göğün altında uyumaya. Sevdiğin kitapları al yanına ve haritasız yürü kalbinin coğrafyasında.
Bavullardan taşan dizeleri bırak sokak lambalarını bile sevdiğin aşka ve tütün kokusunun iliştiği gamzelerinde girizgâhını yap bir eski düşten düşen kahve çekirdiğinin...
Kahvaltılarına, mimar ellerinden reçeller dök, kızıl yanaşsın sofralarına, dudaklarından sonra...
Masalsız kalmadığımız her gece için bir renk söyle ve gözlerimin her sabah uyandığı fotoğraflar gibi deklanşörünü bırak mevsimlere...
Ojelerini süreceğin fransız balkonlarında manolyalar yetiştir. Edith Piaf ve Jacques Brel 'le sula çiçeklerini aşkın.
Gittiğin yollar ellerinden dökülen müziğe ev olsun, rüzgâr yolunu kolay bulsun...
Güzelsin. Gecesin.. İçtiğin her kadeh düşlerine akmış. Düşlerine inan, ben ellerine...
Güzel kız, kuytumda yapraklanan güneş renginle yürü sokaklarında sarhoş renklerin.
Ve ben... Gideceğim yollara, yuvam yapacağım kentlere dizeler bırakacağım, yolunu bulup müziğine varması için...
Sağanaklarda yürüyeceğim ve içimin denizleri mevsimlere teslim, dalgalanacak sokaklarda...
Ve bir gün, "..Paris yanıp yıkılmadan..."
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XI |
|
Zamânımın büyük bir bölümünü kamarada, Edward'la birlikte geçiriyorum. Edward'la tanışmam da oldukça eskilere dayanır. Kendisi henüz altı yaşındayken, ailesi tarafından Başpiskopos Baldwin'e teslîm edilmiş ve bunca zamandır onun yanından hiç ayrılmamış.
Başpiskopos Baldwin'e aldığım bu yeni görevden bahsettiğimde, bana Edward'ı da yanıma almamı söyledi. Edward'ın kusursuz bir Latincesi var. Başpiskopos Baldwin ona Latinceyi kusursuz biçimde öğretmiş. Edward, Eski Yunanca ve İbrâniceyi de çok iyi biliyor. Kamarada birlikte geçirdiğimiz zamanlarda onun sâyesinde kendimi geliştiriyorum.
Akşamları ise tüm tarikat üyelerinin yaptığı gibi, aynı yatakta çıplak yatıyoruz. Târih boyunca biz Naturalistler, cinsel sapkınlıkla suçlandık hep. Oysa bizim âyinlerimiz, insanlığın evrensel ahlâk kurallarını özümsemesinin en güzel yoludur ve bizim cinsel sapkınlıklara tahammülümüz yoktur.
Hem üstelik, biz de onlar gibi evlilik öncesi cinsel ilişkiye ve eşcinselliğe karşıyız. Ama, târih boyunca bizlere karşı her türlü provokasyon yapıldı, pek çok tarikat üyemiz zindanlara kapatıldı. Bu o kadar öyleydi ki, bir dönem Vatikan'ın gücünün göstergesi, biz Naturalistler üzerinde kurduğu baskı ve denetimin ölçüsüne bakılarak belirleniyordu.
Başka deyişle, belirli bir dönem içinde ne kadar çok Naturalist aforoz ediliyorsa, o dönem içinde Vatikan'ın Hıristiyan ahlâkını korumada o kadar üstün bir başarıya imzâ attığına inanılıyordu. Biz, Vatikan'ın öteki'si hâline gelmiştik ve Vatikan bizi yok etmek için elinden geleni yapıyor, haçlı seferlerinden sonra bozulan mutlak egemenliğini bu güç gösterisiyle yeniden tesis etmeye çalışıyordu.
Bu amaç doğrultusunda, haçlı seferlerinden eli boş dönen Tapınak Şövalyeleri'ni de üzerimize saldı. Kim bilir, onları da hangi yalan dolanlarla kandırmıştır! Hattâ, o dönem Vatikan, bizim için "hoc est ridiculum, hoc est absurdum" direktifini vermişti. Bu direktif, en son on altıncı yüzyılda "cadılar" için verilmişti. Yâni Vatikan, daha önce "cadılar" hakkında verdiği "itlâf yetkisi"ni, şimdi bu Tapınak Şövalyeleri'ne bizim için veriyordu.
Ama, ta öteden beri biz, Tapınakçıları da kardeş bildik, onları da sevdik. Onlardan sakınmak için türlü yollara başvurduk, ama aslâ kin tutmadık. Bana bu konularda Başpiskopos Baldwin çok şey anlattı. Bütün bunlar belleğimde derin bir yer tutuyor ve bunları hatırladıkça, geçmişte bunca sıkıntıya katlanan Naturalist büyüklerime duyduğum hayranlık da giderek artıyor.
Düşünüyorum da ben hiçbir zaman mücâdeleci bir kişiliğe sâhip olmamışım/olamamışım. Bir insan, birtakım değerler uğruna mücâdele etmede acaba kendi kişiliğiyle ilgisinde nasıl bir ilişki yaşar? Yâni bir kimse, eğer çekingen bir kimseyse, bu onun böyle bir mücâdele vermesine acaba engel midir? Bilmiyorum.
Bir de şöyle bir şey var; örneğin, günlük hayatta bir haksızlığa uğradığını gördüğüm bir kimsenin hemen koşar yanına gider, onunla ilgilenirim, ona bu haksızlığı yapanın karşısına dikilirim. Ama, düşünüyorum da ben şimdiye kadar hiçbir zaman göğsümü gere gere Naturalizmi savunmamışım.
Gerçi, bunu Başpiskopos Baldwin bile hiçbir zaman yapmamışsa da onun konumu çok farklı. Benim konumumdaki bir kimse niçin böyle yapmasın! Vatikan'dan, Tapınakçılardan korkmak mı? Hâyır, sanırım gerçek neden bu değil.
Ama, kendimi kandırmak isteseydim, bu korku sanırım mâkûl bir neden olurdu. Belki de iyi olurdu; çünkü, bu nedenin belirsiz kalmasındansa bunu belirli bir şeye bağlayıp sonra onun üstesinden gelmeye çalışmak sanırım beni hayâta çok daha fazla bağlardı. Tanrım…
Yakın çevremde karımdan başka hiç kimse, benim Naturalist olduğumu bilmiyordu ve Selmâ öldükten sonra bunu öğrenen başka biri de çıkmadı. Neden susuyorum ki. Tanrım… Hani insan, hep bir şeyler yapmak ister de "doğru zaman"ı bekler ya. Belki de kişi şu ya da bu nedenle bunu yapmaktan çekinir ve bu "doğru zaman" ritini yaratır. Bilmiyorum…
Eğer böyleyse, bu "doğru zaman"ın hiçbir zaman gelmeyeceği de ortada. Belki de "doğru zaman"ın gelmesini beklemeyi seviyoruzdur. Ya da bunu beklemeye kendimizi hapsedip sonunda onu sevmek zorunda kalıyoruzdur. Bilmiyorum…
Tanrım, kafam karmakarışık. Ta ilk gençlik yıllarımdan beri bir Naturalistim; ama, bugüne kadar Naturalizm adına önemli hemen hiçbir şey yapmadım/yapamadım. Naturalizmin, tarikatımızın gereklerini yerine getirmek başka, ben bunları kendim için yaptım.
Naturalizm için, tarikatımız için, inandığımız değerler sistemi için ben hiçbir şey yapmadım/yapamadım. Yakın çevremde bu değerler sisteminin değerine dâir üstü kapalı îmâlar, benzetmeler, bunu övücü söylemler… Bunlar beni hiçbir zaman için bu görevi karşılamış saymaz ki. Bunu biliyorum.
Ve bütün bunlar, Pazar Âyinine olan tutumum hakkında yaptığım vicdan muhasebesi nedeniyle aklıma birdenbire geliverdi. Benim bu tutumum neye benziyor, diye düşününce karar verdim ki, yalnızca toplumsal prestij için Ramazan ayında oruç tutup yılın geri kalan zamânında Müslümanlıkla bağdaşmayan davranışlar sergileyen bir Osmanlıya benziyor.
Cemaat içindeki yerini korumak… Ekip üzerindeki saygınlığımı korumak… Tanrım… Kamarana gidince modern paganlara sövüp say, kamaradan çıkınca onlara düzülen methiyeleri alkışla… Tanrım… Kafam karmakarışık. Bu tutumumun kendime karşı güvenimin ve hattâ, inançlarıma dâir olası bir bozunmanın sıradan bir kamufle aracı olup olmadığını tartamıyorum.
Tanrım... Eğer kişiliğimdeki birtakım yetersizlikler nedeniyle değilse, Naturalizm için hemen hiçbir önemli şeye imzâ atamamışsam, bunun nedeni ne? Kendisini kan tutan bir kimse, şüphesiz ki hekim olamaz; hekimlik yapamaz. Kişideki bu noksanlık onu bu işten alıkoyar. Ancak, bir kimse inançları için bir şey yapamıyorsa, bu örnek onu anlamada ne kadar elverişli?
Tanrım... Kafamın içinde kazanlar kaynıyor. Sen bana huzur ver.
26 Nîsan 1885
*
Bugün Coimbra'yı geride bıraktık. Yârın sabah gözümüzü Roka Burnu'nda açacağız. Portekiz'de son olarak Lagaş yolculuğum sırasında yarım gün geçirmiştim. Sintra'nın eski sokaklarından birinde hârika bir balık lokantası vardı. Orada istavrit yemiştim, tadı hâlâ damağımda.
Balıklar Cartagenalı balıkçılar tarafından La Unión Körfezi açıklarında yakalanıp kara yoluyla Lizbon'a getiriliyor, sonra da balık pazarında satışa sunuluyormuş. Ben ömrümde böyle güzel istavrit yemedim. Kaptan Plummer'e söyledim, yârın Roka Burnu'ndaki balık pazarından bol miktarda istavrit alacağız. Akşama ziyâfet var.
Sabah şükür duâmızı yaptıktan sonra Edward'la birlikte mutat Latince derslerimize devâm ettik. Bu dersler sâyesinde Eski Latincem ve tabiî ki Eski Yunancam epeyce ilerliyor. Ekipte Edward'tan başka Eski Latinceyi bilen bir tek Gelis var. Ama onun bilgisi daha çok ticâret hukukuyla sınırlı. Edward ise Eski Latincenin her kullanımına hâkim.
Öğleden sonra saat tam üçte, St. Simeon Yortusu için Edward'la birlikte âyin düzenledik. St. Simeon, 27 Nîsan 53'te Ephesos'ta saat tam üçte Romalılar tarafından hunharca katledildi ve tarikatımız, bu târihi St. Simeon Yortusu olarak kabul etti.
Biz St. Simeon'un Meryem Ana İncili'nin yazarı olduğuna, bu İncil'i Meryem Ana'nın direktifi üzerine yazdığına inanıyoruz. Kendisi, Meryem Ana'nın Filistin topraklarından göç etmesi sırasında ona eşlik etti, onu Romalılardan ve Yahudilerden sakındı.
Hayâtı acılar içinde geçti St. Simeon'un. Hıristiyanlığa en iyi biçimde hizmet etti ve sonunda da şahadet mertebesine ulaştı. Ne var ki Vatikan, St. Simeon'un azizliğini tanımıyor. Vatikan, bizim değerli bulduğumuz her şeye lânet yağdırıyor. St. Simeon'un Hıristiyanlık için yaptıklarını yok sayıyor.
1756 Noel'inde yayınladığı bildiride de St. Simeon için akıl almaz bir çirkefliğin içine girmişti. Bildiride, "Plaudite amici, comoedie finita est. Quodcunque ostendis mihi sic, incredulus odi." gibi ifâdeler yer alıyordu. Tanrım…
Başpiskopos Baldwin, bana bildirinin tam metnini okumuş, Vatikan'ın Tanrı katında bağışlanması için duâ etmiştik. Sanki St. Simeon'un bir muhafız alayı kurup Meryem Ana'yı kendi canları pahasına korumak için elinden geleni esirgemediğini bilmiyormuş gibi ona cephe almasını, bu saçma apolojisini umarız Tanrı affeder. Atqui licet esse beatis!
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GİTTİN
Gittin sevdiğim derin kuyularına hapsettin bizi…
Geçmişin izbe sokaklarına salıverdin gölgemizi…
Ölümüm senden olaydı kuçağına düşseydi cansız bedenim…
Oracıkta alnımdan öpüp uğurlasaydın son yolculuğuma…
Kalbim ağrıyor serseri hem de devası yok gayrı bu derdin…
Hekimlerde aranmaz çaresi kara sevda derler adına…
Göz pınarlarından başlayıverir akmaya taa cancazını sızlatır..
Dağlara taşlara salıverirsin ağıtlarını…
Kuşlardan beklersin hiç gelmeyecek haberleri…
Telgraf çekersin yaradana gökten yere yerden göğe…
sadece ver onu bana dersin..
Ahhh sevdiğim ahh dinleseydin ne olurdu beni..
Yaşanmış yıllarım az senden belki yaşadıklarım kafi yaşına varmama…
Başımıza ördün çorapları musallat ettin ellere sevdamızı…
Deva yok gayrı bu derde acıma tuz basıp güneşten medet umma zamanı…
Gün dönsün bittisin yürek yangını…
Ayşe Hatip
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|