|
|
|
Editör'den : Beni gene bu havalar mahvetti!.. |
Merhabalar,
Yaz gelince bana da bir haller oluyor. Metabolizmam yavaşlıyor. Yerimden kalkasım gelmiyor. Gene o akşamlardan biriydi. Maç dizi derken süreyi doldurdum, göz kapaklarımı seyir haline geçtim. Siz bana bakmayın, gözünüzü aşağılara kaydırıp okumaya başlayın. Cumaya daha aktif dinamik olmak dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Hayatın anlamı
Hayat!
Yüce Mevlamın bir hediyesi biz aciz kullara.
Biz hiçler anlamsızlaştırırken onu, Rab yine bahşediyor büyüklüğünden bir zerre.
Bahşedilen güzellik; vazgeçilmez, kıskançlıktan paylaşılmak istenmez, derinlemesine nüfuz edici güzellikte bir anlam veriyor.
Verebileceklerinin sınırını kaldırdığın bir anlam bu.
Verene yapılan şükür, bu kadar kıymetli değil belki biz kendini bilmezlere.
Hayat güzelleşiyor onunla.
Karşında duruyor, bir Temmuz akşamında ve mışıldıyor.
Gecenin yıldızlarının hissedilmediği ışıklı gecenin serinliği misafir oluyor geceye.
Güzel sözler beliriyor duygularıma emredici hücrelere.
Var mı yok mu, gerçek mi değil mi sorgulamalarının ardından gelen bir gerçeklik bunun adı.
Bir anlam var hayatta onunla. Öylesine bir anlam değil bu.
Öylesine bir anlam ki sınır koyulamayan...
Yanında sevdiğin iki can paren, nefes veriyor geleceğe dair.
Hele bir de gece ilerlerken duygulu sözler gelmiyor mu kulağa...
Tamamı içinde olduğun anlam yoğunluğunu karşılamasa da yakalıyorsun bir yerinden.
Sevgilim;
Yeşil eriğim benim
Ben içine hapsolmuş çekirdeğinim senin.
Derken güzel ses, başka bir ses ekleniyor buna, HAYATIN ANLAMI için...
Doğdun*
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş bebem (Hanifem)
Hasta düşmeyesin diye
Töremiz böyle diye
Saldır şimdi memeye
Saldır da büyü
* Ahmet Arif'in "Adiloş bebe" şiirinden küçük bir alıntı.
Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin YABAN (CI) LAŞTIK MI? |
|
"İnsanlık tarihi insanın yabancılaşmasının tarihidir" demişti Hegel, peki gerçekten geçip giden tarihin içinde biz insan olmaya yabancılaştık mı? Önce doğayla başlamış yabancılaşmamız. Sonra birbirimize ve en sonunda kendimize de yabancı olmuşuz meğer. İnsanın birbirine ilk yabancılaşmasının feodal toplum düzenine denk geldiğini, bunun da kölelikle olduğunu yazar sosyoloji kitapları. Ardından sanayi devrimi derin bir çizik atar insanlık tarihine yabancılaşma adına.
Her şey… bilim, teknoloji, üretim, sanayi dev adımlarla büyürken, insan da sanki o oranda küçülür tarih sahnesinde. Neler olmaz ki yaşamda: bir şehirden bir başka şehre gitmek at üstünde uzun yolculuklarla olurken, uçakla, trenle bir anda gitmek istenilen yerlere gidilebildiğini görür insan. Bir dönem haberleşmenin ulaklarla sağlandığı günler yaşanmıştır, şimdi ise ulaşmak istediklerimiz cebimizdeki telefonlar kadar yakındır artık bize. Bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle beslenirken uzak memleketlerdeki tatlarla tanışır ve teknoloji sayesinde kendi bahçesinde o ürünü yetiştirmeyi öğrenir insan, bir urba sahibi olmak zahmetli uğraşlara gebeyken istemediği kadar kumaş ve elbise sahibi olur insan. Peki sadece bunları mı getirir gelişen bilim ve teknoloji? İnsanların büyük umutlarla bekledikleri ve yaşamları kolaylaştıracak dedikleri bilim ve teknoloji değil midir aynı insanı derin bir umutsuzluğa ve çaresizliğe iten. Her şeye karşı inancını yitirip kendinden bile kopmasına sebep olup büyük yalnızlıkların içerisinde çıkışı olmayan sokaklara mahkum eden.
Bir başka şehre bir anda ulaştığı uçaklarda bomba taşımayı da getirmiştir teknoloji, kalıntısı yüzlerce yılı bulacak nükleer silahları da. Sevdiklerine bir anda ulaştıran cep telefonları ve daha başka cihazlarla başka yaşamları dinlemeyi de getirmiştir teknoloji ve özel yaşamların mahremsizliğini de. Uzak memleketlerdeki tatlarla tanıştırmakla kalmamış o tatların genetikleriyle oynayarak biyolojik silahlarla da tanıştırmıştır. Ve moda denilen çılgınlıkla en sonunda urbaya, kumaşa, mala köle de yapmıştır insanı.
Önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur diyen Einstein insanla baş etmenin bilime ivme kazandırmaktan daha zor olduğunu anlatıyordu herhalde, onun için tüm derdimiz teknolojiyle, bilimle. Başımıza ne geldiyse bir bu teknolojiden geldi bir de modern yaşam dediklerinden. İnsan dediğin nedir ki? Teknolojinin kulu. Her şeyi kendi üretir ama en sonunda ürettiğinin kölesi olur. Bir sözünü geçiremez ellerine, ellerinin ürettiklerine ve en sonunda aklı da ellerinin kulu kölesi olur. Böylece teknoloji hızla ilerlerken insan aklı da o oranda küçülmeye başlar, akıl küçüldükçe bireysel hırslarının kurbanı olur insan ve teknoloji gün geçtikçe insana yakınlaşırken insan da insana ve sonunda kendine yabancı olur. İnsan insana nasıl mı yabancılaşır?
Modern değerlerimiz para, hız, hırs ve iletişimsizliğin, eski gözdelerimiz sevgi, paylaşım, iletişim güven gibi değerlerin yerini alması ile olur. Sonuç ise modern çıkmazımız yalnızlık, korku ve kuşkunun yaşamımıza egemen olmasıdır. Gittikçe bireyselleşen dünyada bireyin her şeyin üstünde tutulması ve bireysellikle birlikte "ben" olgusunun ve bencilliğin yükselmesi karşımıza çıkar. Yükselen "ben" ile birlikte iletişimin ve paylaşımın olmadığı, büyük yalnızlıkların yaşandığı dünyada psikolojik gerçeklerin izleriyle tanışırız.
Birbirimizi dinlemeye bile vaktimiz kalmamıştır artık. Hep kendimizle ilgili beklentilerin içinde sıkışıp kalmışızdır ve bir türlü başımızı dışarı çıkarıp da yanımızdakine bakamayız. O yanımızdaki bazen komşumuz olur, bazen kardeşimiz, anne-babamız, arkadaşlarımız ve bazen de eşimiz. Aynı iş yerinde kimin kim olduğunu bilmeden, aynı apartmanda komşumuzun adını öğrenemeden, yanı başımızdakinin varlığından bir haber yaşayıp gideriz.
Dinlemeye vakit olmayınca, anlamayı hiç sıraya bile koymuyorum. Ve kaybolan iletişimsizliğin yerini depresyonlar, kaygılar, şizofreniler alıyor. İletişim kuramadığımız yanımızdakine güvenemiyoruz da. Gün geçtikçe yitirdiğimiz değerlerin ve yeni değerlerimizin içinde aslında biz, her gün, kendimizi yitiriyoruz.
Sınavlarda dereceye girenlerin, TUS sınavında birincilik alanların intihar haberlerini okuyoruz gazetelerde,parça parça edilmiş bir bedenin katilinin en yakın arkadaşı olduğunu ve annesini bıçaklayarak öldürenlerden parçalanmış kişiliğin ne demek olduğunu.
Taa çocukluğumuzdan başlıyor iletişimsizliğimiz. Ve hastalık gibi hırsımız. Oyun oynamayı çocuklara çok görüyoruz ve hiç durmadan onları sınavlara hazırlıyoruz. Kan ter içinde o sınav yarışının sonuna geldiğinde, bu kez hastalıklar başlıyor çocuklarda. Hiçbir zaman arkadaş gözüyle göremediği yanındakini artık kendine "iyi bir rakip" görmeyi öğrenmiş olarak varıyor çocuklar sınav maratonunun sonuna. Almayı bilmedikleri gibi vermeyi hiç bilmiyorlar ve paylaşmanın adını hikâyelerden duyuyorlar sadece. Yıllar sonra okul bitip hayat başladığında kitapların yalan söylediğini öğreniyorlar. Paylaşmanın bir düş olduğunu! Birlikte çalışarak üretmenin ve yenmenin sadece "Hansel ve Grathel" gibi masallarda olduğunu.
Olmayan eski değerlerin ismi masallarda öğretilirken yarım adımlarla başlıyorlar hayata. Hırs bürümüş gözlerini aydın günlere açamıyorlar ve "günaydın" sözcüğü gizemli bir fısıltı kalıyor, yeni başlayan günlerin ayaz, soğuk sabahlarında.
Çocukluğumuzdan başlayan yarışlarda yanımızdakine kin duymayı öğreniyoruz, kuyu kazmayı, çelme takmayı. "Günaydın" sözcüğünün anlamsızca takılıp kaldığı sabahlarda karşımızdakinin adımlarını sayıyoruz, bakışlarını didikliyoruz ve onun her hareketinden bir anlam çıkarıyoruz. Öngörülerimiz karşımızdaki avın nasıl avlanacağına çalışıyor hiç durmadan. Birbirimizin üstüne tırmanarak hiç bitmeyen sıkışmışlığımızdan kurtulacağımızı sanıyoruz. Yaptığımız her hamlede kendimizi kurtarmaya çalışırken biraz daha zamane tutsağı oluyoruz. Tutsaklığımız hiç bitmiyor ve yalnızlık dilimizden düşmeyen, her cümlemize yapışıp kalan bir olgu olup çıkıveriyor. Yalnızlık hiç bitmiyor. Her yeni güne artan bir yalnızlıkla başlıyoruz.
Anlıyorum ki Hegel, insanlık tarihi insanın yabancılaşmasının tarihidir derken doğruyu söylemiş ve anlıyorum ki onun için 19. yüzyılda sanayi devrimi ile Nietzsche, Kierkegaard, Marx gibi düşünürler zamana başkaldırırken gelecek yüzyıllar büyük yıkımların tarihi olacak demişler. Gelecek yüzyıllar büyük dünya savaşlarını ve büyük umutsuzlukları beraberinde getirirken insanlar, bugün hala yaşadıklarından ders alamayan nevrotik bir hırsla bireysel çıkarları için birbirlerini katlediyorlar. Zamanında büyük savaşların insanlara yaptığını gün geçtikçe yabancılaşan-yabanileşen dünyada artık insanlar birbirlerine yapıyorlar.
Yükselen değer bencillik, ucu bucağı olmayan bir arzu denizine bizi sürüklüyor. Hedeflerimize ulaşmak için her yol mübahlaşırken yaşamdan tat almanın şekli de değişiyor. Ne urbalarımızın, ne arabalarımızın, ne evlerimizin ne de evdeki teknolojinin ardı arkası kesiliyor. Her bir hedef yeni bir hedefe yol açarken en büyük hazzımız hedeften hedefe sonu gelmeyen bir hırsla koşmak oluyor. Bir an dönüp ardımıza baktığımızda, hızla koşarken katlettiğimiz acı bir geçmişle yüzleşiyoruz. Hiç kimsenin kalmadığı, çorak kimsesiz bir düzlükte yol arıyoruz kendimize. Ne dönecek bir geçmiş ne gidilecek bir gelecek kalmadığında insan kendine yabancılaşmanın ilk adımlarıyla tanışıyor.
İşte insan yabancılaşma tarihinde kendi sonunu da böylece hazırlamış oluyor. İnsanlık tarihi insanın yabancılaşmasının tarihi olurken önce doğaya ardından birbirine ve en sonunda da kendi bütünlüğüne göz dikiyor. Tarih yabancılaşmanın, yabaniliğin tarihi olurken insan en sonunda kendini de yok edebilecek bir yabaniliğe sanayi devriminin attığı o derin çizikle böylece kavuşmuş oluyor.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Temirağa Demir Stetoskop… |
|
Yıllar sonra yeniden bir yolculuğa çıkacak kadar kendini iyi hissetmese de yolun sonunu görmesi gerektiğini düşünen bir adam…
Yol yorgunu bir kadın…
Bir sıcak çorba aslında onları bir arada tutan…
Dört dilim ekmek…
Biraz tuz…
Birkaç fotoğraf karesi…
Ve porselen bir tabak içersine konulmuş pasta, çörek, resim, çiçek…
Her şey böyle başladı bu yılın ilk aylarında…
Bir kadın çıkageldi ve yüreğini gösterdi…
Yanmıştı biraz…
Hatta örselenmiş…
Damarları deforme oluyordu…
Güvendi…
Kardiyoloji bilmeyen bu adamın kalbini iyi edeceğine emin oluyordu…
Adam bildiği tüm kitapları yeniden gözden geçirdi…
Bu hasarlı kalbi onarıp onaramayacağına biraz hızlı karar verdi…
Stetoskopla dinledi, ama önce onu değil, kendi kalbini…
Sonra ona uzattı bu saçma aparatı…
Beyaz önlük giymedi…
Boynundan sallandı stetoskop, biraz hızlı atıyordu kalbi…
Sesler bildik ritimlerin dışında bir aksaklıktaydı…
Hayatının geri kalan kısmının ritmini ölçülendirmeye hazır bir kadın duruyordu artık…
Adam müzik bilgisini gözden geçirdi…
Güven katmanlarını yeniden irdeledi…
Eliyle kendi dudaklarını sıkıyordu…
Zaten ne zaman çok düşünülesi şeyler çıksa önüne hızlı kararlar veriyordu…
Kadın ayakta durduğunda alnı tam olarak adamın dudaklarına değiyordu…
Sonrası mı?
Orası muamma…
Ya sağır bir sessizlik olacak…
Ya çığlık çığlığa avazlar…
Ama güzel olacak gibi…
Kadın inanmıştı…
Arada değişik tavırlarını saymazsak…
Adam iyi olmaya niyetli bu kadının kalbini onarabilirdi…
Elektroşok uygulamaya gerek yoktu…
Çünkü durmayacaktı…
Durmamalıydı…
Hep bir tik tak saat modunda…
Adının harflerini anlatmalıydı…
Hücreleri yenilenmeli…
Dokuları yeniden dokumalıydı…
Sonra dokunmalıydı…
Bir nakıştı bu, arada tığ batacaktı eline…
Bazen kanayacaktı parmakları…
Herkes tahammül etmeliydi bu nakış bitene kadar…
Sonrası bir yemeni etrafındaki menekşe oyası…
Boynuna dolandı mı şık duracaktı hayata karşı…
Enteresanlıklar, vazgeçişler, anlık olacaktı…
Bazen sıkılıp bu kanama evrelerinden hatta tığın o kıvrımlı yeri parmağına girdiğinde usanacaktı bu oyayı işlemekten…
Ama dünyanın en iyi sanat eseri olacak bu oya…
Hayatı oya oya…
Adam iyi edecek bu kalbide, kadın durmadan elini kalbine çarpmazsa…
Ve en sevdiği kalp olacak duvarlara vurmazsa...
Söylenenleri yaparsa…
Kendini kaybettiğinde bir şey yapmayacak ona…
Anestezi uygulamayacak…
Başka bir tez bu…
Veya bitirme ödevi…
Kadının uslu durması gerekiyor iyileşmek için…
Adamın alnındaki boncuklara bakılırsa yorulmuşa benziyor…
Ama keyifli bir terleme hali hatta fena kokmuyor…
İşte böyle uzun bir kelime sıralaması bu yazı dizisi…
Herkes yerini alsın…
Az sonra fenerli bir görevli gelecek size oturmanız gereken yeri gösterecek…
Dışarıda görseniz tanımazsınız…
Karanlık odada yüzü görünmeyecek…
Sessiz olun şimdi…
Film başlıyor…
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DİNGO AHIRLARI LTD. ŞTİ
Yıllardan beri bir akımdır gidiyor. Öğretmenlerin sinirlerini nasıl bastırabileceklerini şaşırmış bir şekilde öğrencilere çeşitli yer ve mekân isimleri yakıştırmaları hep gerekli mi görülmüştür bilemem, ama açıkçası o akım biz öğrencileri sıkmış durumdadır.
Genelde sinirlendikleri zaman kendi kendilerini sakinleştirmeye çalışan biricik öğretmenlerimiz bu süre zarfı içerisinde bize çeşitli mekânları yakıştırırlar. Dingo Ahırları, Konya ovaları, kahvehaneler gibi. Hatta bu kahvehanelerin birde isimleri olur... Hayal kahvehaneleri, Osman kahvesi, Abuzer'in kahvesi gibi isimler çoğu zaman öğretmenlerimizle olan diyaloglarımızda geçer.
''Oğlum burası kahvehane mi sınıf mı? Burada böyle oturulur mu?''
Bunun yanı sıra bir hocamdan duyduğum bir mekân vardır ki o da ''Nuhun gemisi''dir. Lakin favorim Dingo ahırlarıdır. Favorim olmasının sebebi ise her türlü çıkıntılıkta en çok bu sözcük silsilesi kullanılır... İstediğimiz her şekilde davranabildiğimiz her türlü saçmalık furyasını gerçekleştirebileceğimiz bu mekân aslında bir nevi özgürlük ülkesidir. Öyle ki, orada kimse kimseden izin almak zorunda değildir, istediğiniz yere istediğiniz şekilde girip istediğiniz kadar gürültü yapabilir, kimseye hoşça kal demeden çekip gidebilirsiniz. Ayrıca dağınıklığınızı da toplamanız gerekmediği gibi derslerde istediğiniz her türlü şaklabanlığı yapabilir, derslere istediğiniz kadar geç kalabilirsiniz. Vay canına! Ne kutsal mekândır şu Dingo ahırlar zinciri...
Gerçek Dingo'nun ahırı hikâyesinde ise ahırına sormadan girilip çıkılan kişiliktir Dingo. Fakat kimse onun bu davranışını beğenmez, örnek almaz. Ayrıca gerçek bir özgürlükçüdür o. Bu kişiliğini bizlere de yansıtmış olduğu gibi, ahırında özel ihtiyacını gidersen bile sana verecek hiçbir tepkisi yoktur. Sessizdir Dingo. Cana yakındır. Sevecendir. Canımdır Dingo!
Dingo'yu ve Dingosal bütün davranışları seviyorum hatta bir de kutsuyorum!
Elif Uluyüz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Kontrollü Çay Kıraathanesi Muhabbetleri -4
- Bak Aktar, gene zar tutmaya başladın.
- Yok be Haydar Baba! Sen gele atıyorsan bunda benim suçum ne? Ah, işte gene hep yek attın.
- Tek kapı açık, şimdi onu da kapatırsın, demeye kalmadı kapattın Aktar.
- Sen biraz bekle Haydar Baba! Belki açık verir.
- Sanmam Şerif Ali.
- Tamam yenildim. Kabul ediyorum. Mideme ağrılar girdi valla. Mide ağrısı dedim de aklıma geldi: Aktar bunun çaresi nedir?
- Çaresi şu: Benim gibi tavlanın kitabını yazmış olanlarla oynamayacaksın. Bir de kefir içeceksin Haydar Baba, kefir.
- Havan batsın! Bunun acısını çıkartırım bir gün elbet. Konuş istediğin kadar. Çünkü gün, senin günündür.
- Kefir dediğin şey nedir, o ne işe yarar?
- Avcı, kefir mide ağrısından,bağırsakların düzenli çalışmasına, astımdan prostata varıncaya kadar 15-20 çeşit rahatsızlığa iyi gelen bir içecek. Ayran gibi, ama özel bir mayası var. Evde bile yapılabilyor.
- Adını duydum, ama hiç içmedim.
- Eskiden Türklerin çok sık kullandığı sağlıklı bir içecekmiş, sonraları unutulmuş. Hele günümüzde içecek deyince kefiri kim aklına getirecek, kola mola varken? Çoluğa çocuğa kefir içereceksin, olmadı ayran içireceksin. Kolayı, gazozu da evin kapısından içeriye sokmayacaksın. Bak bakalım o zaman hastalık mastalık kalıyor mu?
- Kontrollü kefir satmadığına göre, biz de mecburen, tavladan kazandığımız şu gazozumuzu içelim bari.
- Hamlet, Aktar'a gazoz ver; diğer arkadaşlara da sor bakalım ne içerler. Nasıl olsa yıkılmasına yıkıldık, bari tam olsun.
- Sen de son zamanlarda önüne gelene yenilirsin be Haydar Baba. Gazoz ağacı diyorlar o yüzden bazıları sana.
- Desinler Çalık. Ben işimi bilirim. Yemleme yapıyorum yemleme. Balığa gittiğimde de önce elimdeki yemlerin birazını suya atarım. Sonra çekmeye başlarım yemlenen balıkları tek tek.
- Haberin var mı baba, Halit Ağa'nın çitliğini soymuşlar.
- Yok, senden duydum Dereli. Çiftlikte soyulacak ne var ki?
- Ne olacak, beş tane inek çalmışlar. Her biri 2500-3000 lira eder en azından. Adamlar dayamışlar çiftliğin kapısına kamyonu, yüklemişler inekleri.
- Olur mu öyle şey? Herhalde kucaklarına alıp bindirmediler inekleri.
- Çitliğin dış kapısının biraz ilerisinde bir tümsek var ya. Oraya dayamışlardır kamyonu.
- Çiftlikteki adamlar, köpekler ne yapmışlar onlar inekleri çalarken?
- Orasını sormadım, ama şunu da duydum. İnekleri götürenler Halit Ağa'ya telefon etmişler. "İneklerine kavuşmak istiyorsan 3000 lira ver, yoksa yakında sucuk olarak yersin ineklerini" demişler.
- Bir inek parası verip beş ineği geri almak daha mantıklı. Ya da bekle, belki polis yakalar soyguncuları!
- Soygunun, hırsızlığın şekli de değişti.
- Son günlerde çok arttı bu hırsızlık olayları.
- Beni de soymaya kalktılar, Dereli.
- Hadi be Çulsuz, yalan söyleme. Burada en son soyulacak adam sensin. "Cebi delik adam, haramilerin yanından ıslık çalarak geçer" biçiminde bir söz hatırlıyorum. Bu söz sanki senin için söylenmiş.
- İki gözüm önüme aksın ki…
- Yemin etme Çulsuz. Nerede ve nasıl oldu, onu anlat.
- Dört gün önce fırının sokağından geçerken oldu.
- O sokak çok karanlık. Çocuklar sokak lambasının ampulünü kırmışlar. Geçende ben bile geçerken oradan çekindim doğrusu.
- Ehh, Deli Hamza bile çekindiyse…
- Fırını geçtim, tam köşeyi döneceğim üç kişi bitti yanımda. Biri bir koluma, biri öteki koluma girdi. Diğeri de bıçağı çekti, dayadı boğazıma.
-O soyguncular kesin buralı değildir. Buralı olsalar Çulsuzu soymaya kalkarlar mı? Ya da acemi sayılırlar bu konuda. Çünkü "şaşkın ördek, başını bırakır kıçından dalar"mış.
- Amma laf söyledin be Avcı Osman. Ne ilgisi var söylediğinin olayla? Hem bırak da adam anlatsın…
- Ceplerime, hatta çoraplarımın içine bile baktılar. Tabii beş kuruş bile bulamadılar.
- Şaşırmıştır adamlar. Şansızlığın bu kadarına da deyip basmışlardır küfürü. Belki de sana acıyıp aralarında topladıkları üç-beş lirayı vermişlerdir.
- Ne acıması Hamza abi? Temiz bir sopa çektiler. Baksana, dudağımdaki yara hâlâ geçmedi. Utancımdan dört gün evden dışarı çıkmadım. Yaralar geçsin diye bekledim.
- Niye dövüyorlar, elin garibini? Vicdansızlar…
- "Sen adam değil misin? Neden yanında para taşımıyorsun?" deyip dövdüler.
- Hamlet al şu parayı, Çulsuz'a ve ocağın yanındaki arkadaşa birer ekmek arası tavuk döner yaptırt, birer de gazoz aç yanına.
- Tamam, Deli Hamza.
- Öteki kim Hamza? Buralarda pek görmedim onu. Yabancı mı? Çünkü "yabancı koyun kenarda yatar"mış, o da baksana bir kenarda, sanki sandalyeye emaneten ilişmiş gibi duruyor.
- Yok canım bizim buralı da, kontrollüye pek uğramaz.
- Ne iş görür?
- İşi gücü yoktur. Dua ile,zikir ile geçirir vaktini. Bazen mevlüt okuyanların yanına takılır. Mevlütte ikram edilenlerle karnını doyurur, belki üç-beş kuruş veren de olur. Derviş gibi bir şey canım…
- Desene boşuna dememişler "gavurun tembeli keşiş, müslümanın tembeli de derviş olur"muş.
- Bu tip insanların sayısı da çok arttı bu günlerde. Ortam da müsait nasıl olsa.
- Geçim dünyası Haydar baba, geçim dünyası…
- Doğru, çaresizlik de bazı şeylere neden olabiliyor. Şimdi bir de ekonomik kriz belası var. Yani vatandaş için "gök demir, yer bakır" oldu.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XIII |
|
Kişisel gözlemlerim bana, Yahudilerin Kral Süleyman'dan sonra ikiye ayrılması, kuzeydeki on kabîlenin Âsur Kralı Salmanasar tarafından sürgüne yollanması ve zamanla Âsurlular içinde eriyip gitmesi olayının Yahudiler arasındaki şovenist duyguları besleyici en temel anlatı olduğunu gösterdi.
Özellikle de Bâbil sürgününden sonra, Yahudileri hayâta bağlayan en temel dürtü, kendi kimliklerini koruma ve Yahova ile İbrâhim arasında kurulduğuna inandıkları akdi gerçekleştirme çabası oldu. Hem üstelik, Bizans İmparatoru II. Theodosius zamânında Yahudilere uygulanan ırkçılığı ve Frank Kralı Dagobert'in onları şovenist duygularla Galya'dan kovması olayını da unutmamak lâzım.
Dolayısıyla, Yahudi şovenizmi ile Yahudilik bir bütündür ve sanırım hiçbir Yahudi, şovenist duygular ile dînî inançlar arasında bir ayrım yapamıyor. Ne de olsa, bugün kendisini Yahudi olarak tanımlayan insanlar, güneyde kalan ve Âsurlular tarafından yok edilemeyen Bünyaminoğulları ile Yahudaoğullarından geliyor.
Yahudilerin kutsal kitapları da aslında, kendi kimliklerini kaybetmemeleri için bir araya getirilen yarı kanonik, yarı uyarlama ve yarı hayâl ürünü anlatılardan oluşuyor. Bu o kadar öyle ki, içinde yer yer çok ciddî çelişkiler taşıyor. Talmud metinlerinin kuşaktan kuşağa aktarılması sırasında bunların değişen coğrâfî, siyasî ve kültürel ortamlara her defasında yeni baştan uyarlandığı anlaşılıyor.
Kezâ, Yahudi mistisizmi olarak anılagelen Kabala da aslında, Tevrat'ın içindeki bu gibi çelişkileri giderme çabası olarak ortaya çıktı. Erken dönemlerde bu gibi çelişkiler, Yahudiler arasında herhangi bir sorun yaratmıyordu. Ancak, özellikle de Helenistik dönemde Yahudilerin felsefeyle tanışmaya başlaması, onları inançları hakkında daha sorgulayıcı bir tutum takınmaya sürükledi ve Yahudiler, Talmud metinlerini tartışmaya başladılar.
Helenistik dönemin ilk evrelerinde hahamlar, bu gibi çelişkileri ilk olarak, Yahova hakkında mistik yönü kuvvetli birtakım masallar uydurarak gidermeyi denedi. Ancak, zamanla bu masallar da birbiriyle çelişkili hâle gelince işler hepten karıştı. İşte, Kabalacıların temel sorunu da tüm bu çelişkileri ortadan kaldıracak bir berraklıkla Yahova kültüne yeni bir şekil vermekti.
Ne var ki, Kabala da sonradan çarpık zihinli hahamlar tarafından medyumculuk hâline getirildi; tamâmen keyfî çıkarımlarla, Tevrat'a dayalı olduğuna inandıkları kehânetler uydurdular. Buna karşın Yahudiler, İbrâhim'in soyunu korumaya çalışıyor, bu bir bakıma atalarının geliştirdiği Yahova kültünü yaşatma çabasıdır. Oysa, bu kült de içindeki tüm çelişkilere rağmen, modern dünyâyı etkisi altına alıyor ve hem Tanrı'yı tanrı olmaktan, hem de insanı insan olmaktan çıkartıyor.
Bunları Moses'e söyleyemedim, onlar gidince Edward'la konuştuk. Ve gördüm ki Daniel, çok zekî bir arkeolog. Daha önce Kudüs'te, İsa Mesih'e âit olduğu sanılan bir mezarın incelenmesinde görev yapmış. O da iyi bir Yahudi olmasına karşın Hıristiyanlığı iyi biliyor. Ama, bildikleri fazlasıyla Vatikan menşeli.
Ona tarikatımızdan ve öğretimizden bahsetmedim. Zâten, gemide ben ve Edward'tan başka kimse bizi bilmiyor ve bilmelerini de istemiyoruz. Fakat öyle sanıyorum ki, bunları anlatsam Daniel'i bile etkilemeyi başarabilirdim. Yine de risk almak istemedim. Bu bir duyulursa, Anglikan Kilisesi'nin Lordlar Kamarası üzerinde baskı kurarak ekibi dağıtmasından veya beni görevden almasından çekindim.
Sözde Anglikan Kilisesi, Vatikan'ın ilâhî otoritesini tanımıyor. Ama, siyâseten kurduğu dirsek temâsına bakılırsa, Anglikan Kilisesi de tıpkı diğer Protestan Kiliseleri gibi, yeri geldiğinde Vatikan'ın hâmiliğine ihtiyaç duyuyor. Bu bakımdan, Anglikan Kilisesi'nin bizi satması hiç de zor olmaz.
Tartışma sırasında Daniel, bana çok enteresan bir şey sordu ve beni doğrusu çok şaşırttı. Dedi ki; "Mâdem İsa Mesih, insan kılığına girmiş Tanrı'dan başkası değildi ve ilk günâhın bedelini ödemek için bu acıları çekti ve insanlığı bedel ödemekten kurtardı; peki o zaman, Tanrı'ya işkenceler çektirenlerin, onu çarmıha gerenlerin ve bu emri verenlerin günâhının bedelini kim ödeyecek?
Eğer işlenen günâhların yükümlülüğü kişilere âitse, o hâlde Âdem ile Havvâ'nın günâhından tüm insanlık sorumlu tutulamaz. Yok eğer, insanların Tanrı'ya karşı işlediği günâhların yükümlülüğü tüm insanlara âitse, o hâlde İsa Mesih'e yapılan işkencelerin günâhı da yine insanlığa âittir ve insanlık yeniden bedel ödemek durumundadır."
Daniel, gerçekten de çok zekî, ama tek hatâsı var ki, o da bizim tarikatımızı ve Tizard'ı hiç bilmiyor, bilse eminim böyle konuşmazdı. Gerçi, bu tam olarak onun suçu da değil aslında, aforoz edildikten sonra kayıtlardan Tizard'a âit ne varsa her şey silindi, sanki târihte böyle önemli bir şahsiyet hiç yaşamamış gibi bir hava estirildi; yâni Tizard unutturuldu, gelecek nesillere hitâp etmesi engellendi.
Tanrı'ya şükürler olsun ki, bugün başta doğum ve ölüm kayıtları olmak üzere evlilik, tapu, vb. kayıtlar Kilise tarafından tutulmuyor; 1789 Devrimi'nden sonra millî devletlerin kurulma süreci içinde Kilise'nin bu görevleri bürokrasiye devredildi ve artık bir insanı "târihe gömmek" eskisi kadar kolay değil.
Bizim inancımıza göre İsa Mesih, Tanrı değildi, sonradan tanrılaştırıldı. Pavlus onu Tanrı hâline getirdi ve bugün Vatikan'ın sâhiplendiği öğretinin temellerini attı. İsa Mesih, Tanrı'nın mesajını bildirmekle görevliydi ve Tanrı, onu bize örnek insan olarak yaratmıştı. Bize nasıl yaşamamız gerektiğini gösterecek, niçin sevgiyi baş değer olarak kabul etmemiz gerektiğini yaşayarak öğretecekti.
İlk günâh hakkında söylenenler, Pavlus'un ve ondan sonra gelenlerin uydurmasından ibâret yalnızca. Onu tanrılaştıran da Pavlus'tur. Ve şu Katolikler ne biçim bir kafaya sâhip ki, Tanrı'nın bir kadının mahrem yerinden çıkabileceğine inanıyor ve bu inancı ortaya atan bir kimseyi aziz ilân ediyor. Non compos mentis!
Bizim inancımıza göre Tanrı, herkesi yalnızca kendi günâhlarından dolayı sorumlu tutar ve dilediğini affeder. Yaşarken merhamet sâhibi olanlara Tanrı'nın merhameti de sonsuz olacaktır. Ve tabiî ki, Tanrı'yı çarmıha gerebilecek bir insan figürü, kendi içinde saçmanın saçmasıdır. Ama Vatikan, kendi dünyevî ve uhrevî egemenliğini tesis edebilmek için böyle bir uydurmayı da sâhiplenmiştir.
Ben bunları Daniel'e uygun bir dille anlattım. Ancak, Moses beni Hıristiyanlığın özünü kavrayamamakla ithâm etti. Moses'e kızmadım. Belli ki, Vatikan'ın sâhiplendiği uydurmalar, onun gözüne de aşılması imkânsız bir duvar örmüş. Varsın beni böyle bilsin, ben ona karşı da merhametliyim. Tıpkı, İsa Mesih'in kendisini peygamber olarak tanımayanlara gösterdiği merhamet gibi.
Düşünüyorum da insanın tanrı olma istemi, târihin en eski çağlarından beri var. Bu, insanda ölümsüzlük, sınırsız bir güç, zenginlik, vb. özlemlerin uç noktasıdır. Eğer ki insana bir dileğinin olup olmadığı sorulur, buna vereceği cevap ortadadır; "Tanrı olmak istiyorum".
Sâdece modern paganlıkta değil, farklı dinlerde ve bu dinlere inanan insanlar arasında da bu istem, kendini değişik biçimlerde dışa vuruyor. Söz gelişi, İslâm mistisizmindeki vahdet-î vücûd ilkesi bunun bir formudur. İslâm mistikleri, "Ben tanrı oldum." demez de "Ben tanrıyla bir oldum." der ki, bu da insanın tanrı olma isteminin dışa vurulduğu en güzîde örneklerden biri olsa gerek.
Pavlus, Tanrı'yı insanlaştırmakla, insan ile tanrı arasındaki farkı eriterek insanı tanrılaştırdı, tanrılaştırdığı insana tapındı. Bunun da arkasında, erkeği yüceltti ve erkek egemen toplum yapısını "Tanrı'nın ilâhî düzeni" ilân etti. Oysa, İsa Mesih'in kadın müritleri de olmuştu ve o, kadınları hep el üstünde tutuyordu. Peki ama, niçin Vatikan'da târih boyunca bir tek kadın bile önemli bir mevkîe gelemedi?
Oğul'un babası var da annesi yok muydu! Anne niye dışlandı? Bırakalım Vatikan'da bir kadının önemli bir mevkîe gelmesini, kadınları şeytanın hizmetçisi olarak gören zihniyet, onları cadılıkla ve baştan çıkarıcılıkla suçlayan zihniyet, Meryem Ana'nın öğütleriyle ne kadar uyumlu! İşte, bunları düşündükçe, Meryem Ana İncili'nde nelerin yazdığına duyduğum merak da giderek artıyor ve Vatikan Hıristiyanlığının yıkılıp gideceği güne duyduğum umut beni kamçılıyor.
Vatikan Hıristiyanlığının kadınlara bakışındaki çarpıklığın simgeleştiği en önemli söylem, Kutsal Üçleme. Baba-Oğul-Kutsal Ruh. Sözde bunlar, tek bir tözün üç farklı görünümüymüş. Peki Meryem Ana nerede? Bu nasıl bir iştir ki, Baba ile Oğul arasında köprü kurduğuna inanılan Kutsal Ruh, bu ilişki içinde değerlendiriliyor da Baba'nın Oğul şeklinde ete kemiğe bürünmesini sağladığına inanılan Meryem Ana'ya bu ilişkide herhangi bir yer verilmiyor?
Oysa, Tanrı'nın inâyetiyle İsa Mesih'i dünyâya getiren Meryem Ana'nın baş tâcı edilmesi gerekmez miydi? Oğul, babasıyla aynı tözdense, bu tözü karnında taşıyabilecek bir kadının da aynı tözden olması gerekmez mi? Eğer Oğul da tanrıysa, onun gibi sonsuz ve sınırsız bir varlığın fânî bir kadının karnında nasıl yer edinebileceği sorunu, şu Katoliklerin gözünü açamıyor mu?
Hıristiyan dünyâsı, İznik Konsülü'nden beri Baba ile Oğul'un aynı tözden olup olmadığını tartışıyor; ama, Meryem Ana'nın da bu tözden olup olamayacağını tartışan yok, bunu soran birisi bile yok. Buradaki zırvanın zırvasını, henüz bizim tarikatımızdan başka gören yok.
Bunu ilk gören Tizard oldu. Ve Vatikan, Hıristiyanlık teolojisinin yeni bir çelişkiyle târumâr edilmesinden büyük bir endişe duydu. Tizard hakkında verdiği cinsel sapkınlık karârının temelinde de aslında, Tizard'ın bu zırvalıklar karşısında insanları uyandırmaya çalışması vardı. Vatikan'ın Tizard'a ve bizlere olan öfkesinin asıl nedeni buydu.
Modern paganlık, Kutsal Üçleme'deki bütün bu çelişkileri, bütün bu zırvalıkların anlamını kavrayamaz. Çünkü bu zihniyet, Süleyman Tapınağı'na, bir kadın olduğu için Meryem Ana'yı sokmayan zihniyetin devâmıdır. Bu zihniyet ki, Süleyman Tapınağı'nda yaptıkları sabah duâlarında Yahova'ya, kendilerini köle, pagan veya kadın olarak yaratmadığı için şükranlarını sunan zihniyettir.
Ancak Vatikan, bu konuda çok daha ileri gitmiştir. Nitekim, cinsel ilişki sonrasında, insan vücûdunun anatomik yapısı gereği, erkek orgazmı ile kadın orgazmı arasında önemli bir farklılık gerçekleşiyor. Kadınlar, orgazmın hemen sonrasında yeni bir cinsel ilişkiye girmek için herhangi bir bekleme süresi geçirmiyor, erkekler ise yeni bir cinsel ilişki için belirli bir süre hazırlık evresi içinde bulunmak durumunda kalıyor.
Vatikan, erkeklerin anatomik yapısı itibâriyle geçirdiği bu bekleme süresini, cinsel tatmînin devam etme süresi olarak görünce, böyle bir evrenin kadınlarda olmamasını, kadınların doyumsuz varlıklar olduğu, sürekli cinsel ilişki yaşamak istediği biçiminde çarpıttı. Vatikan, erkek egemen toplum yapısının kadın bedeni üzerindeki baskı ve denetiminin sözde ilâhî yoldan, ama bu denli iğrenç bir gerekçe ve yöntemle meşrûiyet altına alınmasını sağladı.
Vatikan'a göre evlilik öncesinde baba, evlendikten sonra da koca, kadın bedenini bu nedenle denetlemeliydi. Fakat, modern paganlığın kadına ve kadın cinselliğine bakışındaki bu iğrençlik, kökensel karşılığını tam olarak Yahudilikten almıyor. Her ne kadar, Yahudilerde de kadın ikincil bir konumda olsa da kadın cinselliğine böyle iğrenç bir yaklaşım geliştirmemişlerdi.
Yahova kültünde, kadının yaratılma gerekçesinin erkeğe yardım etmek olduğu, ona hizmet etmesinin en temel varlık nedeni olduğu ve hattâ, Havvâ'nın Âdem'i kışkırtarak ona yasak meyvadan yedirdiği, Yahova'nın da cezâ olarak Havvâ özelinde tüm kadınları erkek otoritesine tâbî kıldığı inancı var ki bu inanç, Yahudi toplumunda kadının ikincilliğinin en temel gerekçelerinden biridir.
Ne var ki, kadın cinselliği özelinde Yahudilik, Vatikan'dan çok daha insancıldır. Örneğin Yahudiler, âdet dönemlerinde cinsel ilişkiye girilmesini yasaklamışlardı; ama bu, kadınların bu dönemlerde kirli oldukları yollu saçma bir inanca dayanmıyor, bu süreç içinde erkeğin karısını özlemesi, onu bu sürecin sonunda yeniden bilmesi sağlanarak karı-koca ilişkilerini canlı tutmaya çalışıyorlardı.
Bu sürecin sonunda kadın, özel bir banyo yapmalı ve kocasıyla gireceği yeni bir cinsel ilişki için özel olarak hazırlanmalıydı. Böylelikle, âdet sonrası cinsel ilişki, özel birtakım ritüellerle süslenen ve karı-koca ilişkilerini düzenleyen özel bir ilişki şekline giriyordu. Oysa, modern paganlıkta bundan eser yok. Modern paganlıkta, âdet dönemi içinde kadın, dünyânın en iğrenç "nesnesi".
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GİRDAP
Kaybolmuşluğun kıskacında,
Hissiz hisler içindeyim.
Yardım istiyorum ötelerden;
Ve o yardımın somutlaşıp,dokunmasını;
Ellerime,yüreğime..
Mana!
Neredesin!
Hangi kayıp şehirdesin.
Ne kadar zaman oldu sen,
Hayat toprağımdan çekip gideli.
Yoksun sen!
Korkuların ve kaygıların şehriyim şimdi.
İçinde kendime dair ne varsa kaybettiğim,
Karanlıkların şehriyim.
Rabia Arıkan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|