|
|
|
Editör'den : Benim oyum "HAYIR"!.. |
Merhabalar,
Nurtopu gibi bir referandumumuz oldu yaşasın. Daha önce doğmuştu da kan uyuşmazlığından kaybederiz belki diye adını bile koymamıştık. "Tırnak içinde" çıkarılan kelimelerle tozu alınan Anayasa değişikliği paketimiz oylanmak üzere karşımıza gelecek. 12 Eylül'e kadar kim neyi ne kadar anlatabilirse, bizler de sandığa gidip yirmi küsur maddenin tümüne "Evet" ya da "Hayır" diyeceğiz. Doğal olarak, referandumun ana fikri, maddeleri kabul ya da red etmek değil, iktidara "Yürü" ya da "Çekil" demek olacak. Aksini söylemek için romantik kaz kafalı olmak gerektir.
Dün, yüksek hukukbilirler ne gibi yorumlarda bulundular dinlemedim ama Başkan Kılıç kararın fragmanını gösterdikten hemen sonra fikrine başvurulan "bilirler" genellikle kaçak güreştiler. Fakat işin doğrusu, Dünya Kupası finalinde iktidarın muhalefete galebe çaldığı gerçeğidir. Maç doksan dakika elbette biliyoruz ama, birkaç noktalama işareti çıkarıldı diye iktidarın ilk yarı galibiyetini de görmezlikten gelemeyiz. Yürüttükleri strateji yerini bulmuştur. Yüksek mahkeme üyelerinin üzerine yaptıkları ataklarla dirençlerini kırdıkları ortadadır. Velhasıl, Recep Bey tatilin ardından golü de atmış, hakemin bitiş düdüğünü çalmasını bekliyor artık. Başka söze gerek yok.
Referandum ya da plebisit olsa ne yazar? Bir ayda otuzyedi şehit vermişiz. Hergün bir yerlere saldırıyor gözü dönmüş caniler. Onbinlerle açıklanan rakamların da artık bir anlamı kalmadı. Bir evden ikinci şehitler verilmeye başlandı bu memlekette. Terörist cenazelerinde apo kaşeli "İNTİKAM" pankartları açılıyor, bunu eleştirdi diye memleketin en üst düzey askeri, maşa vekillerin hedefi oluyor. BDP'li vekiller artık ne yapacaklarını şaşırmış durumdadır. İşi canlı yayında küfre kadar vardırmışlardır. Verdikleri önergeyle, sonunda halkın kafatası ölçüsüne merak saldıkları da ortaya çıkmıştır. Akılları sıra kürt nüfusunun söylenenden fazla olduğunu vurgulayıp daha fazla demokrasi(!?) isteyecekler. Onsekiz milyon var diyoruz, kırksekiz olsa ne olacak? Karışmış, kaynaşmış bir nüfustan ne gibi bir beklentileri olabilir ki? Zaten sorun insan sorunu değildir ki, sorun, rant, nemalanma, aslan payını paylaşmadadır. Toprağı değersizleştirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Oysa durum hiç te göründüğü gibi değildir. Sessiz sedasız yapılan petrol aramalarında her geçen gün başarılı adımlar atılmaktadır. Sınırlarımız dışında altıbin metrelere kadar inilerek çıkarılabilen petrol, sınırlarımız içinde iki üçbin metrede bulunmaya başlanmıştır. Bu değerli topraklar kimlerin ağızlarını sulandırmış olabilir dersiniz? Biraz düşünün sonra konuşalım isterseniz. Haydi kalın sağlıcakla. İyi hafta sonları.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -10 |
|
Bu sağanak, gözyaşlarından oluşan duygu seli bizi iyice birbirimize yaklaştırdı. Parmağımı uzatıp göz pınarlarından yanağına doğru süzülen tomurcuğunu yakaladım. Sıcacıktı… Parmağımın ucu tutuştu, yüreğimi ateş kapladı. Düşlerimdeki aşk tam da böyle bir şeydi. Ve o gün ikimizde savunmasız, maskesiz, çırılçıplak tam olarak kendimiz gibiydik. İki insanın birbirine en yakın olabileceği anları yakaladık. Ben ağladım, o ağladı. Gözlerimiz kan çanağı gibi oluncaya kadar ağladık. Bu kıza gerçekten âşıktım. Onun için her şeye razı olabilirdim. Hava erkenden kararmaya başlıyordu. Adı bende saklı kızın bir an önce eve dönmesi gerekiyordu. Yoksa zorlu bir neredeydin sorgulaması başlayabilirdi. Onu seviyorsam bütün kötülüklerden esirgemek benim artık sorumluğumdu.
Ayrıca o gün ikimiz için de uygun bir görüşme planı yaptık. Çünkü okul saatimle onun kursunun zamanlaması birbirine uymuyordu. Haftada iki kez o kurstan çıkıp beni bir kahvede bekleyecekti. Bu iş için arkadaşımın çalıştığı pastane de uygundu. Ama orası biraz ayakaltı ve pahallı bir yerdi. Birer çay içtiğimizde bütün harçlıklarımız suyunu çekerdi. Babam okuldan kaçtığımı öğrenince harçlık musluğunu iyice kısmıştı. Defter, kalem, silgi gibi ihtiyaçlar için önceden ödenen ekstralar da kesildi. Olsun, hiç ama hiç önemli değildi. Ben her şeye razı olabilirdim. Çünkü benim aşkım, sevgilim vardı.
Haftada iki gün, birkaç saat buluşuyorduk. Pazartesi ve Perşembe günlerini artık iple çekiyordum. O biçki, dikiş, nakış kursundan çıkıyor beni bekliyordu. Ben de okulun paydos ziliyle koşarak ona gidiyordum. Hava kararıncaya kadar hiç susmadan konuşuyorduk. Sohbet sırasında geçen, şimdi bana anlamsız gelen öyle çok şeye gülüyorduk ki akıllara ziyan. Elbette ufak tefek aksiliklerde oluyordu. Ama hiç önemli değildi. Kursun çıkış saatinde ne kadar ipsiz sapsız varsa hepsi oraya toplanırdı. Bu serseri takından birisi benim sevgilime askıntı olmuştu. Kurstan çıkınca benimkinin peşine düşüp buluştuğumuz kahveye kadar onu takip etmişti. Biz ikimiz öylece tatlı tatlı bakışırken ve el ele tutuşurken bu da meğerse bizi kesiyormuş. Adı bende saklı kız "Bak şu salak bize bakıyor," dedi. "Kurstan çıkınca peşime düştü. Buraya kadar takip ettiği yetmezmiş bir de burada oturuyor geberesice," demez mi? Bun duyar duymaz erkeklik damarlarım kabardı. Doğru oğlanın masasına gittim. "Bilader baksana biraz. Sen benim sevgilime askıntı oluyormuşsun,"dedim. Oğlanın dili tutuldu. "Gak guk, takıldığım ettiğim yok. Bunu nerden çıkardınız falan filan." "Bir daha örmeyin seni hadi bas git," dedim. Bu kez de dayılanmaya başladı. Kahve babamın malı mıymış, cart curt. Yakasına sarılıp oturduğu sandalyeden kaldırdım. Hiç beklemiyordum. Vatandaş bize kafayı küt diye geçirmesin mi? Burnum birden çeşme gibi kanamaya başladı. Baktım ki iş çığırından çıktı, ben de saldırdım. Artık neresine gelirse... Biz yerde yuvarlanırken kahvenin sahibi ikimizi de boynumuzdan tutup ayağa kaldırdı. "Hadi aslanlarım çay paralarınızı ödeyin basın gidin buradan. Nerde kava ederseniz edin," diyerek ikimizi de kahveden dışarıya attı. Baktım onun da burnu kanıyor. Bende ona epey bir hasar vermişim meğer.
Kahvenin dışında hesaplaşmayı sürdürmeye çok kararlıydım. Baktım bu topukladı kaçtı. Bende peşinden fırladım. Yetişemedim. Kahveye geri döndüm. Adı bende saklı kız orada bekliyordu. Burnumun kanaması durmuştu ama üstüm başım perişan durumdaydı. Eve bu durumda dönersem babamla bir kriz daha yaşayabilirdim. Ama erkek adam böyle bir kavgadan kaçamazdı. Ölüm kalım gibi bir şey, erkek veya korkak olma arasındaki tek seçenek buydu. Yıllar sonra şöyle bir masal duyunca çok gülmüştüm. Ormanda yaşayan bir fil karşılaştığı arkadaşına şöyle demiş. Hiç sorma bu gün bir karınca bana kafa tuttu. Akıl alacak şey değil. Öteki fil hemen sormuş. Yanında kız arkadaşı var mıydı? Ben karınca değildim ama yanımda kız arkadaşım vardı. İşte bütün mesele bu…
Gidip en yakın sokak çeşmesinde elimi yüzümü yıkadım. Sevgilim böyle bir olaya neden olmanın üzüntüsüyle ezik ve suçlu bana bakıyordu. Sonra çeşmede elini ıslatıp üstümü başımı temizlemeye başladı. Ne kadar silersek silelim ceketimin sökülmüş omuz başı görüntüyü düzeltmemizi engelliyordu. Ben sevgilimi evine gönderip eski garaj yakınlarındaki terzi dükkânlarından birine gittim. Üzerimde çok az para vardı. Dükkânda gözlüklerini iyice burnunun üstüne düşürmüş usta bir paltolunun paçasıyla uğraşıyordu. Hem pantolonun paçalarını yapıyor hem de gözlüklerinin üstünden sokağa bakıyordu. İçeri girip ceketimi gösterdim. Bunu kaç yaparsın dedim. Beş liranı alırım dedi. Cebimdeki harçlık beş liradan azdı. Adam üç liraya da razı oldu. Ceketimi onarırken bir yandan da beni sorguya çekiyordu. "Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar," gibisinden bir şeyler söyledi. Anlattıklarım hoşuna gitmişti. Ceketimin sökülmüş omzunu dikti ve benden beş kuruş bile almadı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir İfrat |
|
"Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden
Ne dine, edebe aykırı gitmemizden"
…
Terk ve göç arasındaki farklar gibi
Derin ama yok edilmeye müsait
İfrat da bize göre değil
Tefrit de üstelik
Biz ortadan ilerlemeyi iyi biliriz…
…
Fazla koyulmuş bir nokta
Eksikliğini alfabeden sormuyorlar asla
Benden biliyor tüm hataları
Ben onu suçlamayı bıraktığımdan bu yana affettim artık dünyadaki aşk'ın katillerini
Dedim ki bir anlık öfkedir belki
Yahut bir çiğlik hali
Hatta nefis yenikliğidir
Sevmemiştir ulan dedim en kaba ihtimal dâhilinde
Ya da aşk'ı anlattığı gibi yaşamaktan vazgeçmiş
Aşk'ın benim üzerimden usulca kayıp gidebildiğini seyretmek varlığına ağır gelmiştir.
…
Anlatmadı
Dinler miydim bilmiyorum
Yüreğimin ağırlığı tazeydi
Denedi hatta belki anlatmayı
Ben anlamadım
Bilmiyorum ki
…
Şimdi artık düşündükçe yoran hatırladıkça bitkin kılan uzakta kalan "şeyler" gibi oldular.
Temmuz'u düşünüyorum.
Eski temmuzlar
Şimdiki Temmuzlar
Gelecekteki temmuzlar
…
Bir düğün gecesinin halayındayım.. Mendili salladıkça ayaklarımdan yorgunluk paylanıyorum. Gelinin gözyaşı hayatın çelişkisinin en gerçek kanıtı değil mi; evet, öyle.
Ağlarken gidiyorum hesabı.
Gidenler ağlar demek ki.
Ama ağlamayı bilmiyordu sevdiğim adam
Ağlıyordu da
İçine mi akıtıyordu yoksa
Dışarıdan bakılınca belli edilemiyordu yaşları hülasa
…
Yaş'landık…
İkimiz de…
Senden sonra birçok günlerim oldu
Olmasın çok istedim
Ama senden sonrası oldu
…
Terk ya da göç değildir bizimki belki
Sessiz bir sıyrılmadır sıdktan
Anlamından uzak
Derin ama
Yok edilmeye de müsait.
…
"..Bir an geçmek istiyoruz kendimizden
İçip sarhoş olmamız bu yüzden."
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SUPHİ TAŞHAN-SUAT TAŞER |
|
Doğrusu olasılık-gereklilik ikilisi sevgili Rûken Kızıler"e paha biçilmez bir armağan vermiş: bireysel inceliğine yakışan bir işi var: yazın dünyasının kazıbilimcisi gibi eşeliyor yazınsal birikimin katmanlarını, alttan pırıl pırıl buluntular çıkarıp yazını, yaşamı sevenlere armağan ediyor; bu işi elbette Ahmet Oktay ile Hüseyin Hüsnü"nün değerli yardımlarıyla yapıyor; Birol Sayram da buluntuları temizleyip süsleyip getiriyor önümüze.
Bu kez unutulmaktan Suphi Taşhan ile Suat Taşer"i kurtarmışlar. Ve ne iyi etmişler! Size düşen hemen bu inci tanelerini edinmek elbet; ben özendirmek üzere kısa alıntılarla yetineceğim; daha çok dizeyi paylaşmak üzere de, özgün yazımlarında veremeyeceğim, bağışlayın. İlk örnekler Suphi Taşhan"dan:
NİKBİNLİK
Bahar beklediğimi getirmedi Bahar yine gelir.
BENDEN SONRAKİ EV
Aynı uyku aynı şarkı aynı ölüm Güler bize ufuktan Sesimi ve beni kaybet deniz Solsun hülyam içindeki kadın Dönsün yine dünya benden habersiz Sesimi ve beni kaybet deniz Başlasın benden sonraki âlem - Bizi bilmeyen çocukların âlemi - Orada, kaldırın esrarını eşyanın Görsünler yaldız altındaki pası İstersen o zaman sen tadını Kaybet meyva Ve sen çıplak ol karşımda ey güzellik.
YAHYA KEMÂL GİBİ
Şarab-ı Kevser içerek Saki-i gülfam elinden, Vazgeçtik dünyadan Ve unuttuk doğacak çocuklar sizi. Kâm aldık sizin sofranızdan Ve bıraktık sizi dünyevilere Haklısınız çocuklar öpmemekte elimizi Biz takarak peyrevlerimizi İşte bu hâle geldik Şarab-ı Kevser artık bize tad vermiyor Silin çocuklar silin bizi Defterlerinden insanlığın Zaten bizi oraya Bizimkiler iliştirmişlerdi.
MISRALARIM
Hilmi Büyükşekerci"ye
Mısralarım Altın başaklar üstüne yazıldı. Adamların tarlaların Ve saltanatsız diyarların üstüne.
Mısralarım Güneşi düşürmek için topraklara Ve can vermek içindir canı alınanlara Hayat, aşk, ekmek çalışanlara Mısralarım çalışanlar için yazıldı.
Mısralarım Belki de nakşedilmeyecektir Tunç kapılarına sarayların Zarar yok fakat ağlayanların Hınç dolu ateş dolu dudaklarında benim mısralarım…
Yumun gözlerimi ey gün görmemiş eller Ben mısralarımı altın başaklar için yazdım.
Birkaç acılı ezgi de Suat Taşer Usta"nın Evrende Ellerimiz"inden:
LÂNETLİ ZAMANLAR
Tohum düştü toprağa güler Memfis sokaklarında upuzun dipdiri kıvırcık saçlı ölüler
Bir kanlı çiçektir özgürlük şimdi büyür öfkenin gözbebeklerinde hızla ve de çalınmış haklarında çığlıkların büyür kara toprakta Corciyalı çocuk kara gecede büyüyen yıldızla
Urunca sûrunu İsrafil başlar el ayak kıpırdanmaya ölülere bir hâl olur kah kırmızı açar yarası güneşte al karanfil bir kurşun atımıdır kardeş kölelikle özgürlüğün arası
Doğuran kadını ağlayan çocuğu güldürmek yürümek yollarda utançsız güne ve geceye kaygısız girmek
Her doğan güneşte payın var her çiçekte her yıldızda yağmur senin için de yağar denizde balık havada bulut dut yaprağında ipek böceği ekin tarlasından akan bu rüzgâr bu akar suyun sesi bu ay ışıklı gece bu sevinç bu türkü kardeşçe
Ama konakta bir bu bir bu hayır korku uzar çoğalır ölümlerce
Bildim ihânetlerle üşüdün ışıdın ihânetlerle karanlık ormanlarca gizli ve köle yüzyılların çölünde ölü yaşadın
Kızgın demirle dağlasalar da etini elektrikli sandalyelerde çökertseler de sen sileceksin gene o yaratan ellerinle bu lânetli zamanların lânetini.
EVRENE BAKMAK
Şenliktir bu evrenlik aptallar sudur akar durur dumandır tüter öfke büyür ellerimiz bir karanlığı çiçeklendirir dalla
Evvel zaman çocukluğuma doğru bir gölekte ıpıslak çipil yıldızlar öksüz oğlan çiçeği yer gök sevincimiz iner üstüne hayınlık yağmuru
Yürü var git yaşamlar kıyısına acılar denizi işte milyonca gözbebekleri bastırılmış çığlıklardır bir kavşakta bekleyen seni en beyazında sabahın yücesine dahasına
Gel yavrum gel yoksulum hele gel seni yiğitlik türkülerine sarayım anıtlarda büyüteyim güzel adını ölümlerin kirli yaşamalara bedel.
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Nil Demirçepken Sokol |
AŞKIN İHTİLAL ÇAĞI
İhtilaler çağında bir yangın yeriydi bedenim...
Üzerimde emanet hayatların gölgesi ile konuşurdum..
Yüreğimin yağmalanmış sokaklarında yürür; nefes alacak bir durak, bir köşe arardım
Geceyarıları ansızın basılırdı aklımın hafızasından bile silinmiş odacıkları.
Acı veren tüm anılar dökülürdü, sevdiğim tüm anlar yakılır ve yılların yalnızlığında ne kadar insan varsa sevdiğim sevmediğim ama illa ki hapsettiğim sararıp kalmış resim karelerine, teker teker saçılırdı ortalıklara ...
İhtilaller çağında bir yangın yeriydi bedenim ve ben o çağda devrik bir yürektim.
Sorgular bağıra çağıra ama alabildiğince sessiz alınırdı, gecenin nefesi yankılanırdı damarlarımda.
Kelepçelenmiş özgürlükler, gizlenmeye mahkum edilmiş sevinçlerle kalakalırdım yüreğimin koridorlarında. Ve damarlarım öyle ağlardı ki yapışırdı kirpiklerim.
Dilim damağım gömülürdü kadehlere ve boş kadehlerin cesaretiyle küfrederdim gerçekleşen ve yaşamakta olduğum tüm dileklerime...
İhtilaler çağında bir yangın yeriydi bedenim ve ben kendi celladına aşık bir yürektim..
itirazlar yersiz,
ifadeler geçersiz,
itiraflar yetersizdi...
Yılan yollarda başlayan can çekişler uçurum kenarlarına varırdı; her seferinde gönüllü atlardım o uçurumlardan
Ve bir sonraki intiharıma kadar yaşayacak olduğum aynı tanıdık mahalde, silinmiş bir hafıza ile uyanırdı bedenim.
Ihtilaller çağında bir yangın yeriydi bedenim ben ihtilaller şehrinde devrik bir yürektim...
Nil Demirçepken Sokol
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Kontrollü Çay Kıraathanesi Muhabbetleri -5
- Deli Hamza, demek ki havan bizeymiş; senin kabadayılığın da fos çıktı.
- N'oldu da fos çıktı be Avcı?
- Baksana adamlar koskoca inekleri çalıyor, Çulsuz'u bile soyuyor." Burası benden sorulur, birisi zartalos yapsa haberim olur" diye övünen sen, olanlardan bihabersin!
- Avcı, boş konuşuyorsun, boş! Bir kere inek çalınma olayı şehirden en az onbeş kilometre ötede olmuş. Çulsuz'un başına gelen ise münferit bir olay…
- Avcı derler ki "Dağ dumansız, insan hatasız olmaz"mış. Neticede Hamza da bir insan.
- Öyle de, bu inek hırsızlarının kamyonu götürebilecekleri yol sadece şehrin içinden geçiyor. Ne oldu senin adamlarına? Hani her mahallede adamın vardı? Hiç birisi görmedi mi koca kamyonu, yoksa hepsi uykuda mıydı?
- Halit Ağa ineklerini geri almış.
- Sen kimden duydun Dereli? Yakalanmış mı hırsızlar?
- Yakalanan filan yok canım. Nasıl geri aldığını da söylemiyormuş. Herhalde hırsızların teklifini kabul edip verdi bir inek parasını, ama utandığından söyleyemiyor!
- Boşa dememişler "zenginin kağnısı dağdan aşar, fakirin eşeği düz yolda şaşar"mış. Bastırdı parayı kurtardı inekleri. Gariban birisi olaydı da bulaydı hemencecik parayı!...
- Avcı, sağa sola laf yetiştirmeyi bırak da at şu zarları.
- Tamam Haydar Baba, sinirlenme! Attım işte bak: Şeşi beş…
- Buna bilmem ne şansı derler!...
- Kancı eşek şansı , Haydar Baba kancık eşek!
- Farfara, Haydar Baba ayıp olmasın diye "bilmem ne şansı" dedi, sen de sanki o bilmiyormuş gibi lafı tamamladın.
- Ampulcü, artık havalar ısındı. O yüzden kömür dağıtamazsınız. Sırada ne var?
- Çalık, onlar yaz sıcağında da kömür dağıtırlar. Geçen sene öyle olmadı mı? Temmuz sıcağında evlerin önüne döktüler kömürleri. Kömür dağıtmazlarsa, başlarlar makarna, nohut, pirinç dağıtmaya.
- Durbak Ömer,biz hiç olmazsa fakir gurabaya yardım ediyoruz. Sizin altı okçular ne yapıyor? Filim mi çevirmeye başladınız? Seks kasetleriniz dolaşıyor da ortalıkta.
- Komplo onlar ampulcü, komplo. Yakında kanıtlanır.
- Komplo da neden parti başkanınız istifa etti? Utandığı için değil mi?
- Sizinkilerin ne pislikler yaptığı da yakında duyulur. Ampullerin, fenerlerin nasıl birer birer patladığını göreceğiz inşallah.
- Yahu arkadaşlar, size ne elalemin uçkurundan? Ne kadar dedikoducu bir millet olduk böyle. Bir de birbirimizle kavga edip kalplerimizi kırıyoruz. Vekiller mecliste, vatandaşlar da kıraathanelerde birbirini yiyip duruyor. Birileri de bu karambolden faydalanıp malı götürüyor. Burada siyaset konuşulmasını istemiyorum.
- Haydar Baba,doğru söylüyor. İçimiz dışımız siyaset oldu. Hangisinin bize ne faydası var? Birisi kesesini tam dolduruyor, seçim oluyor, bir başkası iktidara geliyor. Gelen aç, haydi bu sefer de o kesesini doldurmaya başlıyor.
- Kontrollü bana bir orta şekerli yapsana, varsa yanına bir de maden suyu ver!
- Tamam Reşit abi.
- Nesi var bu Hamlet'in, az önce elindeki bardağı düşürüp kırdı?
- Bugün beşinci…
- Ne…
- Valla beş oldu, kırdığı bardak. Biraz dalgın ve morali bozuk.
- Ne oldu?
- Dün, İreyizlerin Şevki kıraathanenin dışında sigara içiyormuş. Önünden ikisi kadın, birisi erkek üç turist geçmiş. Kadınlardan birini Anuşka'ya benzetmiş. Artık o kendi ifadesi. Benzetti mi, yoksa Kontrollü'yü işletmek için mi, söyledi bilemem. İçeriye Hamlet'e seslenmiş. Duymamış. Bir-iki dakika sonra gene seslenmiş ve "Anuşka gidiyor!" diye bağırmış. Hamlet, elindekileri attığı gibi sokağa fırlamış.
- Eeee,
- E'si, üçyüz metre ötedeki turistlerin peşinden koşturmuş. Yetişince de Anuşka'ya benzeyene sarılmış. Kadın önce şaşırmış, sonra da basmış çığlığı. Bu arada bizimki kadının yüzüne bakmış ve Anuşka olmadığını anlamış. Özür dilemeye kalkmış, fakat meramını anlatamamış. Olayı gören bir başkası araya girip turistlere İngilizce bir şeyler söyleyip meseleyi anlatmış. Tabii Hamlet utancından yerin dibine geçmiş, ama olan olmuş bir kere.
- Doğru mu bunlar Kontrollü?
- Doğru Haydar Baba. Çok ayıp ettim o turist bayana.
- Her gördüğün güzel kadını Anuşka mı sanırsın Kontrollü?
- Takma kafana Hamlet; hayat kısa, değmez bir kıza…
- "Abdal ata binmiş, bey oldum sanmış". Boşuna umutlanma da vazgeç bu sevdadan Hamlet.
- İşte "Ak köpeğe, koyun diye sarılma" buna derim.
- Bir deyiş de benden: "Gelin bindi deveye, gör kısmeti nereye"
- "Adam adamdır olmasa da pulu, eşek eşektir olmasa da çulu" Çalık. Bırak uğraşmayı, zaten yaralı.
- Beyler, "her şey incelikten, insan kalınlıktan kırılır"mış. O nedenle, üzerine gitmeyin canım. Onun üzüntüsü ona yeter. Bu Anuşka konusunu da kapatın artık. Kimse bugün, söz etmesin bu konuda.
- Haklısın Haydar baba.
- Aktar ne fısıldıyor öyle.
- Haydar baba, Aktar diyor ki "Haydar baba da kıraathanede polis devleti kurdu. Siyaset yasak, Anuşka'dan konuşmak yasak. Yakında kıraathanenin muhtelif yerlerine kamera ve ses alıcılar da yerleştirirse hiç şaşırmam."
- Doğru mu söylenen Aktar Reşit?
- Şaka olsun diye söylerim, Haydar baba. Bu Marsık belası da ciddi sanıp yetiştirdi sana. Dedikoducu, n'olacak… Hiddetlenme sakın!
- Bak Aktar: "Yiğit adam harpte, dost dertte, olgun adam hiddette belli olur"muş.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XIV |
|
Şahsî kanaatim şudur ki, modern paganlığın kadın cinselliğine yönelttiği bu iğrençliğin beslendiği en önemli mecrâ, Roma İmparatorluğu'nun toprak sistemine dayalı toplumsal yapısıdır ve hattâ, boşanmayı yasaklamak da romantik aşkı romanslara özgü bir baştan çıkarıcılık ve şehvet düşkünlüğü olarak gören bu zihniyetin bir ürünüdür.
Bu toprak sistemi içinde mülkiyet sorunlarının, ilkel bir mîras hukukunun ve kadını kocasına bağlamaya çalışmanın bir sonucudur bu. Dolayısıyla, kadın kendini sürekli "âciz" ve "kocasına bağımlı" hissetmelidir(!), ona bu "âcizliği" ve "bağımlılığı" her ay periyodik olarak hatırlatılmalıdır(!). Kadın o kadar "âciz ve bağımlıdır" ki, âdet dönemlerinde kocasının ona katlanması(!), ondan görebileceği en büyük lûtuflardan biridir(!).
Bu iğrençliklerin paganlık târihindeki kaynağı ise sanırım Yunan paganlığıdır; çünkü Yunanlılar, kadınların âdet dönemlerinin aslında isimli kötü bir ruh tarafından onlara cezâ olarak verildiğine, tanrılara karşı işledikleri suçların karşılığı olarak bu şekilde cezâlandırıldıklarına inanırlardı. Kadınlar âdet dönemlerinde cinsel ilişkiye girmez, günâhlarından arınmamışken cinsel doyuma ulaşacakları takdirde tanrıların daha büyük cezâlarına mazhar olmaktan korkarlardı.
Yunan mitolojisindeki bu kültü, hemen tüm Ege Adaları'nda etkin olmuş, bütün bir Ege Havzası'na yayılmış; ancak, ona değişik isimler vermişler; örneğin ve bunlar arasında önde gelenleri. Ortak noktaları ise kadınların kendi anatomik yapıları itibâriyle vücutlarında yaşadıkları bu değişimleri günâhla ilişkilendirmeleri ve kadınları lânet varlıklar olarak gösterip eşcinselliği özendirmeleri.
Görünen o ki Vatikan, değişen ekonomik ve siyasî şart ve gereklere göre kültü ile Yahova kültünün iğrenç bir sentezini yapmış. Ve düşünüyorum da Yahudiler, Talmud metinlerini diledikleri gibi bozup yeniden yazarken eşcinselliğin lânetlendiği bölümlere hiç dokunmamışlar. Örneğin isteselerdi, Lût kavmi bölümünü; Sodom Gomora'nın yerle bir edilmesi olayını Tevrat'tan silebilirlerdi, ama bunu yapmamışlar.
Yahudiler, kendilerini seçilmiş bir millet olarak görüyordu. Ayrıca, sürgün edildikleri yerlerde ve uğradıkları asimilasyon politikaları nedeniyle sayıları hızla azalıyordu. Dolayısıyla, Yahudiler için çoğalmak, en önemli sorundu; bu nedenle, homoseksüel ilişkinin yasaklanması, heteroseksüelliğin özendirilmesi gerekiyordu.
Diğer taraftan, gerçekten de Avrupa kültüründe Havvâ imgesi ile Meryem Ana imgesi arasında sürekli bir çatışma olmuş. Avrupa'da değişen ekonomik ve siyasî şart ve gereklere göre Vatikan tarafından kimi zaman bunlardan ilki, kimi zaman da ikincisi ön plâna çıkartılarak Vatikan'ın bu şart ve gerekleri en iyi biçimde yönetmesi ve kullanması sağlanmıştır.
Örneğin, şu cadılık zırvalıklarının zihinleri tahakküm altına aldığı dönemlerde Vatikan, Havvâ imgesini ön plâna çıkartmış; kadınların yaradılışları itibâriyle Şeytan'a daha yakın oldukları, Şeytan'ın Âdem'i tanrı yolundan saptıramayacağını bildiği için Havvâ'yı kullandığı; kadınların Şeytânî varlıklar olduğu yalanını uydurmuştu.
Bu yolla, Avrupa'da hemen tüm dulların diri diri yakılmasını sağlamış ve onların mal ve mülklere konmuştu. Ve hattâ, bu zırvalıklar bizzat dulların mallarına konmak için uydurulmuştu; çünkü, savaşlarda erkek nüfus cephede hayâtını kaybederken mal ve mülkleri eşlerine kalıyordu. Vatikan, bu mal ve mülklere göz koymuş, Avrupa'da erkek nüfusun azalması durumunu kendi lehine kullanmıştı.
Ne var ki, uzun vâdede Vatikan'ın bu politikası, Katolik dünyâsı için ciddî bir tehlike hâline gelmeye başlamıştı; hem erkek, hem de kadın sayısı hızla azalıyordu. Zâten, haçlı seferlerinden de eli boş döndükleri gibi, binlerce insan bu seferlerde hayâtını kaybetmiş, bu da Katolik nüfusu Ortodokslar nezlinde ikinci sıraya düşürmüştü.
İşte, bu ekonomik ve siyasî şart ve gerekler içinde Vatikan, Meryem Ana imgesini ön plâna çıkarttı ve doğumu özendirmeye koyuldu. Doğumun tanrısal olduğunu, bir kadının kadın olabilmesi için mutlakâ anne olması gerektiğini, doğum yapmamış kadınların kişilik haklarından yoksun olduğunu, vb. savundular.
Ve hattâ, bazı piskopos kentlerinde yedinin üzerinde çocuk doğuran kadınlara özel bir endüljans tahsis edildi; böylelikle, Avrupa'da Katolik ordusuna yeni askerler üretildi. Öte yandan, bu şart ve gereklerden bağımsız olarak, bu iki imgeden her biri, belirli kurumlarda gelenekleştirilmiş ve bu imgeler aracılığıyla bu kurumlardaki işleyişler meşrûlaştırılmıştı.
Örneğin, toprak işçisi ailelerinde Havvâ imgesi egemendi; bu imge aracılığıyla, aile içinde erkeklerin denetimi meşrûlaştırıldı. Kadınlar, denetlenmeleri gereken varlıklar olduklarına inandırılarak kendilerini erkeklerin hizmetine adadılar. Manastırlarda ise Meryem Ana imgesi kurumsallaştırılmıştı; bu da manastır yaşamı içinde cinselliğin yasaklanması nedeniyle aseksüel bir kadın imgesine duyulan ihtiyaçtan geliyordu.
Gerçekten de Avrupa kültürü içinde nerede, ne zaman, nasıl bir imgeye ihtiyaç duyulmuşsa bu imgeye tutunulmuş ve sonunda bu işten en kârlı çıkan hep Vatikan olmuştur. Ve ne kadar acıdır ki Vatikan, Meryem Ana'yı hiçbir zaman örnek bir insan modeli olarak görmemiş ve göstermemiştir. Zâten, modern paganlığa bağlılığı nedeniyle ve kendi ekonomik ve siyasî yapılanması içinde bunu yapmasını beklemek de yersiz olurdu.
Düşünüyorum da bu meseleye bir Naturalist olarak dışarıdan bakınca, benim Barbara'da tecrübe ettiğim en önemli özellik de ortaya çıkıyor. Barbara, gerçekten de Meryem Ana'yı kendisine örnek alıyordu. O da bunu sanırım bir Katolik olmamasına borçludur. Çünkü Katolik olsaydı, Vatikan'ın boyunduruğu altına girecek ve hiçbir zaman bunu gerçekleştiremeyecekti.
Ve üstelik, halam Karen ile Barbara'yı karşılaştırdığımda bunu çok daha iyi anlıyorum. Halam, tamâmiyle Vatikan menşeli bir Meryem Ana imgesine sâhipti. Hâl böyle olunca, Kilise duvarlarını süsleyen bir ikonadan öte bir varlık nedeni yoktu sanki şu hayatta. Evet, halam Karen tam bir ikona, çiftliğin ikonası. Şu hâlde, sevgili Eleanor da çiftliğin Havvâ'sıydı. Tanrım…
Selmâ'yla evlendikten kısa bir süre sonra, halamın çiftliğine gittiğimiz o günlerde, Bradford'ta bazı karışıklıklar vardı. Sta. Anna Manastırı'nın râhibeleri kasabanın kadınlarını örgütlüyor, Anglikan Kilisesi'nin ve aynı zamanda da Katoliklerin kadın imgesini yıkmak için özel bir çaba sarf ediyorlardı. Amaçları ise Manchester'da iki gün sonra düzenlenecek gösteri yürüyüşüne Bradford'tan da insan götürmekti.
Râhibeler bölgedeki çiftlikleri ayrı ayrı dolaşıyor, hazırladıkları bildirileri dağıtıyor, özellikle de çiftliklerde çalışan kadınların bu yürüyüşe destek vermelerini bekliyorlardı. Halamın çiftliğine gelen râhibe; adını şu an hatırlayamadım, bizimle de konuşmuş ve görüşlerini anlatmıştı. Eleanor onu, giriş katındaki salona buyur etmiş, çiftlik çalışanlarını da yanına katarak râhibenin önünde toplamıştı. Halam Karen ise odasında kalmayı tercih etmiş, ama bu küçük toplantıyı engellemeye de çalışmamıştı.
Râhibe, dînî birtakım görevleri yerine getiren kadınların da erkeklerle aynı yetki ve sorumluluklara sâhip olması gerektiğini anlatıyor, cinsiyete dayalı ayrımcığı kınıyordu. İsa Mesih'in kadın müritlerinin de olduğunu; Maria Magdelana'nın tövbe ettikten sonra İsa Mesih'in yoldaşı olduğunu ve kötü yola düşmüş kadınları Tanrı'nın yoluna sokmak üzere bizzat İsa Mesih tarafından görevlendirildiğini anlatıyordu. İsa Mesih'in kilisesinde kadınların da yetki ve sorumluluklara sâhip olmaları gerektiğini savunuyordu.
Ah, şimdi hatırladım; râhibenin adı Taylor'du, Râhibe Taylor. Evet, Râhibe Taylor, kadınlar ile erkeklerin birbirlerine eşit olarak yaratıldıklarını, erkeklerin kadınlar üzerinde güç kullanmasının Tanrı'nın adâletine aykırı olduğunu söylüyor, Kitâbı Mukaddes'in erkekler tarafından yazıldığını ve bu nedenle erkeklerin kendi arzu ve beklentilerine göre çarptırıldığını anlatıyordu.
Gerçekten de bu görüşler, Naturalizmin kadın imgesine uygun görüşlerdi ve ben o an için Râhibe Taylor'un bir Naturalist olabileceğini düşünmüştüm. Ama, çok geçmeden fark ettim ki, bizim inançlarımızda manastır hayâtı diye bir hayâta yer yoktur; bizim için dünyâ, kendi inançlarımızı yaşamamız için en doğru mekân. Kendimize başka bir dünyâ yaratmak, bu dünyâdan el etek çekerek yaşamak bize göre değil. Bu, insânî görev ve sorumluluklardan kaçıştır bizim için.
Râhibe Taylor konuşmasını bitirdiğinde, Eleanor ve Barbara, yüksek bir heyecan içinde onu alkışladılar. Diğer hizmetçilerimiz de belli belirsiz bir gülümsemeyle bu alkışa katıldılar. Salondaki zencî görevliler de bu konuşmadan etkilenmişti; ama, başta Vincent olmak üzere çiftlikteki beyaz çalışanlar Râhibe Taylor'a karşı fazlasıyla soğuk bakıyor, konuşması sırasında onu onaylamadıklarını da yüz ifâdeleriyle belirtiyorlardı.
Ve hattâ, Parkin henüz Râhibe Taylor konuşmasını tamamlamadan aramızdan ayrılmış, Vincent da yerinden doğrulur gibi olduğunda, Eleanor'un sert bakışlarının üzerine çevrilmesinin ardından bunu yapamamıştı. Ve sonraki yıllarda öğrendim ki Vincent, o sıralar Britanya Adaları'nda fazlasıyla etkin olan Clapham Tarikatı'na üyeymiş.
Bu tarikat, özellikle de Londra ve çevresinde etkin olmayı başarmış Püriten bir tarikattı. Tarikatı, Clapham Kilisesi Başpapazı John Venn kurmuş, daha çok Lordlar üzerinde etkin olmuştu. Ve sonradan anladım ki, bu tarikat da tıpkı diğer Püriten tarikatları gibi, İngiliz ekonomisi ve siyâsetini ayakta tutan ana kurumlardan biriydi; bu tarikat da sınıfsal farklılıklara ve ayrıcalıklara ilâhî bir temel kazandırmaya, sistemi ayakta tutmaya çalışıyordu.
Bu tarikatlara Lordların, aristokratların ve burjuvanın desteği anlaşılabilirdi; ama, Vincent gibi insanların bu tarikatı ve öğretileri benimsemesi gerçekten de çok düşündürücüydü; insanlık idealleri adına son derece kaygı vericiydi bu. Hele, bu tarikatların yayın organı olan The Christian Observer'ın baskılarını öteye beriye dağıtmak için gösterdikleri çabaları görünce…
İlk soru, Selmâ'dan geldi; "Bu gösterinin işe yarayacağından emin misiniz?" Râhibe Taylor, vakur bir gülümsemeyle ellerini birleştirdi ve Selmâ'ya dönerek; "Koskocaman ormanları yakan ateşin de ilk olarak küçük bir kıvılcım olduğunu unutmayınız küçük hanım!" dedi. Tanrım…
Bunun üzerine Eleanor ile Barbara'nın heyecanları daha da coşkulu bir hâle gelmişti ve râhibe sözünü bitirir bitirmez, sanki önceden anlaşmışlar gibi, aynı anda, "Biz bu gösteriye katılacağız." dediler. Bunun üzerine, çiftlikteki diğer zencîler de aynı şeyi söylediler. Ve hattâ, Selmâ da, evet bu Müslüman ve insan sevgisiyle dolu eşsiz kadın da bu gösteriye katılacağını söyledi ve Râhibe Taylor, gönül rahatlığı içinde çiftlikten ayrıldı.
Râhibe Taylor'u henüz yeni yolcu etmiştik ki halam Karen, merdivenlerden aşağıya indi ve yere bastonunu vurarak ve kaşlarını da çatarak; "Sizin yeriniz burası, miting meydanı değil. Siz çiftliğimize Tanrı'nın lânetini çekmek mi istiyorsunuz? Tanrı'nın emir ve buyruklarını anlamak sizin gibi küçük beyinlilere mi kaldı! Kadınsanız şâyet, bir kadın gibi yaşamayı öğrenmelisiniz. Gösteriye katılanlar, bir daha bu çiftliğe adım basamaz. Şimdi dağılın ve bu saçmalıkları da unutun." dedi.
Halamın sesi salonda çınlıyordu, ben onu uzun zamandır hiç bu kadar sinirli görmemiştim. Ancak, Vincent'ın ağzı kulaklarına varıyordu; pek neşelenmiş, pek sevinmişti. O an Vincent'ın gözlerinin içinde, sâhibine en iyi şekilde itaat eden ve bunun mükâfâtını da fazlasıyla alan bir köpeğin neşesini gördüm. Tanrım…
Sonunda halamın dediği oldu ve biz de dâhil olmak üzere, Manchester'daki gösterilere bizim çiftlikten hiç kimse katılamadı. Gösteri ise son derece olaylı geçmişti; Sta. Anna Manastırı râhibeleri ön saflarda yerlerini almış ve gösteri sırasında üzerinde "Tanrı Anamız" yazan bir pankart açmışlardı.
Gazete manşetlerine yansıyan bu fotoğraflar, başta Ada Avrupası olmak üzere hemen tüm Avrupa'da dikkatleri bir anda Manchester'a ve Sta. Anna Manastırı'na çekmişti. Vatikan'ın resmî yayın organı olan Osservatore Romano'da da bu manastırın artık lânetlendiği ve ivedilikle tasfiye edilmesi gerektiğine ilişkin yazılar çıkıyor, hemen tüm Avrupa bu olayı konuşuyordu. Tanrım…
Sonunda Anglikan Kilisesi, kamuoyunda artan talepleri geri çeviremedi ve Sta. Anna Manastırı'nı tasfiye etti. Ne var ki, aynı râhibeler bu sefer de Sta. Maria Magdelana Manastırı'nı kurdular ve çaktıkları bu ilk kıvılcımı, Vatikan'ın ve modern paganlığın yok olup gideceği bir yangına dönüştürmeye çalıştılar. Buna hâlâ devâm ediyor olmalılar. Tanrım…
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BAŞINDA
Bir masanın başındayım
Saat zamanların içinde
Bir yerde
Gözlerin oturuyor yüreğimin
Orta yerinde
Bir masanın başındayım
Oturuyorum sensizliğin ile
Sanki aydınlık gelince
Geleceksin gibi
Bekliyorum sabahı
Bir masanın başındayım
Yalnızlığın yalnızlığım
Ve ben
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|