|
|
|
Editör'den : Failin daniskası aranıyor!.. |
Merhabalar,
Bu nasıl bir ucuzluk anlayan beri gelsin. Bu memleketin başbakanı icraat yerine dedikodu yapıyor ve bunu gazetecilerle paylaşma cesaretini kendinde bulabiliyor. Pes. Başbakana gazeteciler, "Kemal Bey size, Baykal’a komployu kimin kurduğunu tespit ettiniz mi, soruşturmadan ne çıkacak? diye soracakmış” deyince şöyle cevap vermiş; "Bunları bize soranlar, faillerine sorsunlar, bize niye soruyorlar?" "Failler belli mi?" diye sorulunca da; "Hayır, failler birbirleriyle tokalaşmıyor da onun için söylüyorum.” diye eklemiş. Bravo Recep Bey, Türkiye Cumhuriyetinin bilmem kaçıncı başbakanı olarak, üstün bir sorumluluk bilinciyle, taşı gediğine koymuşsunuz. Helal olsun size!..
Fail dedikleri Baykal'la Nesrin Hanım, yani olayın mağdurları. Faili bulmak göreviyken, yandaki fotoğrafa bakıp, kelimenin tam anlamıyla dedikodu yapan da bu memleketin sekiz yıllık başbakanı. Nesini yorumlayacaksın ki bunun? Neyse...
...
12 Eylül'de oylayacağımız Anayasa değişikliklerini, anlatma, anlama ve kavrama dönemi başladı. İktidar demokratikleşme naralarıyla yalan söylerken, muhalefet te oyunu bozma planları yapıyor haklı olarak. İktidarın söylediği şu; "12 Eylül'de, 12 Eylül'ün faşist, despot anayasını değiştireceğiz. Bu memlekete demokrasi gelsin istiyorsanız, 12 Eylül rejimine karşı iseniz referandumda "Evet" demelisiniz." Kocaman kuyruklu bir yalan. Sekiz yıllık hayal aleminin, ranta devşirilmiş son hıçkırıkları adeta. Ya herru ya merru. Olmak ya da olmamak. "Evet" derseniz kalırız, "Hayır" derseniz ipimizi çekersiniz. Sonuna kadar "HAYIR" be Recebim, sonuna kadar "HAYIR". Varlığını sürdürme telaşıyla pakete koyduğun 2-3 son kale operasyonu olmasa, eyvallah demek bile mümkündü belki. Ama geri kalanında da hayat yok be arkadaşım. Birkaç süslü maddenin dışında hepsi pratiğin kağıt üzerine geçirilmesi. Kalanlar ise, dediğimiz gibi, son kaleleri ele geçirme ameliyesi.
Amacın demokratikleşme ise, kaldırsana YÖK'ü. Kaldırmazsın çünkü artık anahtarı sende zaten. Barajı düşür, dokunulmazlıkları kaldır. Yapamazsın çünkü yaran var, canın acır. Dün gece baktım, vuvuzela TRT'de bir gözlüklü öğretim üyesi, elini kolunu sallaya sallaya "Efendim sadece Evren'i yargılama şansını doğuracağı için bile bu değişikliğe "Evet" denmeli." diyor. Zaman aşımından bihaber bir zavallı yalaka öğretim üyesi. Değil mahkeme önüne çıkarmak, bu saatten sonra hatırını bile soramazsın Evren'in. Pek yaşlı değildi hasbam, 82 Anayasa'sını oyladı mı, oyunun rengi neydi? bilemiyorum ama ben, ilk defa sandığa gidip oy kullandığım o referandumda "HAYIR" diyen yüzde sekizlik dilimin içindeydim. Kardeş kavgasını en derinden yaşamış biri olarak bile, sözde huzur söylemlerine kanıp geri kalan yüzde doksanikinin düştüğü tuzağa düşmemiştim. Bu sefer de, Anayasayı demokratikleştireceğim diye gerisini kurtarma projesini hayata geçirenlere boyun eğmeyeceğim. Ve "HAYIR" diyeceğim.
Hâlâ kafası karışık olan binlerce insan var bu memlekette tahmin edebiliyorum. Sizler de aynı durumdaysanız lütfen anlatılanlarla yetinmeyin. Okuyun, araştırın. Ne değişecek? Ne getirip ne götürecek? öğrenmeye çalışın. Bir arkadaşımdan bugün gelen, sizlere yardımcı olacağına inandığım bir belgeyi buradan indirip okuyabilirsiniz. Bu pdf dosyada, karşılaştırmalı olarak, hangi maddelerin değiştiğini, eski ve yeni hallerini bir arada görebilirsiniz. Başlangıç için yararlı olacağı kanısındayım. Anlayıp yorumlama için çok acele etmeyin. Herkesi dinleyin ve sonra kararınızı verin. Sekiz yıllık tiyatroya devam mı, tamam mı? İşte bütün mesele bu.
...
İki günlüğüne İstanbul dışına çıkıyorum. Cuma sayısına yetişebilir miyim bilmiyorum. Yetişirsem Cuma, yetişemezsem Pazartesi görüşmek üzere, kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Buket Çetin BİR KEMAN, BİR KEMANCI… |
|
İlk yapıldığı zamanlarda hep onu çalacak iyi bir müzisyen hayal etmişti. Tablası, üst gövdesi, salyangozu ve telleri yapılırken hepsinde yavaş yavaş yaşama doğuyor olmanın ilk acılarını ve sevinçlerini yaşamıştı. Gövdesi yapılırken ağacını yavaş ve güçlü ellerle bileyen ustasının elinde günlerce acılı bir sabırsızlık yaşıyordu. Ne zaman tamamlanacaktı, tam olacaktı acaba. Yapılma süresi birkaç günü geçmemesine rağmen uzun bir yıl gibi gelmişti ona yaşadıkları. Belki de daha uzun. En son telleri takılıp da akordu tamamlandığında kundağa sarılmış bir bebek gibi hissetti kendini. Ve sonra ömür arkadaşı olan yayla tanıştı. Ne kadar zarif ve ince görünüyordu öyle. Onu tamamlayan ustanın sabırsızlıkla elindeki yayı da bir an önce tamamlamasını bekledi. Ve işte beklediği an gelmişti, artık kendisini tamamlayan ustasının güçlü ellerinden çıkan yay da yeni yaşamına hazırdı ve sanki o da büyük bir sabırsızlıkla onun tellerine dokunacağı zamanı bekliyordu. Onları tamamlayan usta, adeta bir törenle bir kutuya koydu onları. Nasıl yani, diye düşündü. Tamamlanmış olmalarına rağmen kendisi çalmayacak mıydı?
Sonra aradan geçen bir süre sonra çok büyük bir kalabalığın içinde hissetti kendini. Dışarıda bir sürü insan vardı ve onların seslerini duyuyordu. Sonra birisi bir şeyler konuşmaya başladı. Bir şeyler konuşan kişi içinde oldukları kutuyu aldı ve başka birisinin eline "bundan sonra seninle birlikte, ona sen yaşam vereceksin, o, hem senin arkadaşın, hem de senin sırdaşın olacak, sen onun kıymetini bilmelisin ki o da senin kıymetini bilmeli, sen onun kıymetini bildikçe o da sana en gizli en özel seslerini vermeli, sen duygularını ona açtıkça, o da sana sesleriyle hayatını açmalı, senin duyguların onda, onun duyguları ve sesleri sen de hayat bulmalı, bir büyüdür o, bu büyüye inanırsan yaşamın onun sesleriyle renklenir, onunla yaşadığın her duyguda olduğun her yerde sen de renk verirsin yaşama, onun yaşı da senin ki kadar küçük belki, ikiniz de bugün birlikte yeni doğuyormuşsun gibi düşün, bugün senin doğum günün, bugün onun da doğum günü, onun gözlerini hayata ilk açtığı gün" diyerek kutuyu onun ellerine bırakıverdi. Kutuyu elinde tutan çocuk kutunun kapağını büyük bir sabırsızlıkla açıverdi. Kutunun kapağı açılır açılmaz bütün süre boyunca kutuda kilitli kalan kemanın gözleri kamaştı. Karşısında gördüğü dokuz on yaşlarında küçük bir çocuktu. Kocaman bir sevgiyle gülümsedi ona. Çocuk kemanı kutunun içerisinden aynı sabırsız ve hoyrat darbelerle çıkarıverdi. Onu nasıl tutacağını biliyordu. Biliyordu ama onun da duyguları olduğunu anlayamıyordu. Kemanı alır almaz koşar adım arkadaşlarının arasına fırladı. Önce hava attı arkadaşlarına elindeki kemanla. Sonra hızlı ve acımasız darbelerle çalmaya çalıştı. Çalıyordu ama hep bir şeyler eksikti dokunuşlarında. Sanki çalarken duygularını vermiyordu da kemanın duygularını söküp alıyordu yerinden. Çalarken onunla birlikteymiş gibi değil hep yarışıyormuş gibiydi. Kemanın notaları döküldükçe tellerinden kendi duygularıyla birleştiğini hiç hissedemiyordu. Daha çok kemanın tellerinden çıkan sesleri garipsiyordu sanki. Kemanı ona veren ustanın söylediklerini unutmuş belki de hiç anlamamıştı. Usta ona duygularını o sana verir, sen de ona ver ve birlikte yaşayın demek istemişti. Çocuk ise birlikte yaşamıyor, kemanın seslerini, tüm duygularını söküp, parçalayıp canını acıtıyordu sanki.
Çocuğun kemanı arkadaşlarına göstermeye çalışırken yaşadıklarını fark eden keman ustası koşarak yanına geldi çocuğun, "ne yapıyorsun, tellerini parçalayacaksın, daha yavaş sürtmelisin yayı" diye uyarmak istedi çocuğu. Çocuksa koşarak annesinin yanına gitti. Adeta ağlayarak ustanın kemanı geri almak istediğini söyledi annesine. Onların yanına yaklaşmakta olan usta ise inanamadı çocuğun söylediklerine ve biraz da utanarak "kemanı doğru çalması için yardımcı oluyordum" diyebildi. Anne gülümseyerek ustanın yanına geldi. "Sizi anlıyorum" dedi sadece ve çocuğu da alıp oradan uzaklaşmaya başladı. Keman ustası anladı ki ogün, bu zengin ailenin evinde yaptığı keman da kendi ustalığı da alınıp satılan bir eşyadan ibaret olacaktı. Kendi ustalığının da günlerce alın teri dökerek yaptığı kemanın ve duygularının da bu evde bir değeri yoktu. Kemanı ve kendi ustalığını satın alan bu ailenin tek derdi, çocuklarının eşe dosta "bakın bizim çocuğumuz keman çalıyor" demekten ibaret olduğunu anladı. Öyle ya bu muhitteki bütün çocukların bir çalgısı vardı ve çalıyorlardı işte, çaldıkları şeyin onlar için bir önemi yoktu.
Bundan sonra keman için ise zor günler başlıyordu. Hiç bilmediği, tanımadığı tellerini, seslerini verebileceği tüm duyguları burada öğrenecekti… Öğrenebilecek miydi? Bundan sonraki günler ona ne getirecekti? Çocukla tanıştığı ilk gün canının çok acıdığını hissetmişti. Ama ne demişti kendisini yapan usta, onunla birlikte demişti, o sana seslerini verdikçe, sen de ona duygularını vermelisin… Ama sonra arkadaşlarının yanında onu çalmaya çalışırken usta koşarak yanına gelmişti. Uyarmıştı çocuğu ama o dinlememişti. Bundan sonra ne yaşayacaktı? Ya başına gelecekler kötü şeyler olursa diye düşündü. Belki ilk kez çaldığı içindir diye düşündü. Beklemesi gerektiğini belki daha her şeyi yeni öğrendiğini düşündü ve beklemeye başladı. Onunla gerçekten uyumlu olabilmeyi, kendi dilinden anlamasını, seslerinin sıradan değil onun duygularıyla birleşerek aktığını, verdikleriyle kendinden bir şeyler alabileceğini, bir kemanı olduğunu ama sıradan bir keman değil, onun kemanı olduğunu…
Günler geçtikçe beklemek yorucu oldu keman için. Anlaşılmadığını düşünüyordu. Çocuk ona dokundukça seslerinin çıkmadığını, sesleri çıkmadığı gibi çıkanların da hiçbir duygu taşımadığını. Sonra kursa gitmeye başladılar birlikte. Gittikleri kursta bir keman hocasıyla tanıştılar. Çocuk hocayı ilk gördüğünde annesine hocayı sevemediğini ve gitmek istemediğini söylemişti. Annesi ise bütün arkadaşlarının gittiğini ve kendisinin de gitmek zorunda olduğunu söylemişti. Ama demişti çocuk, karate kursuna giden arkadaşlarım da var ben onlarla birlikte olmak istiyorum, keman çalmak istemiyorum. Annesi iyice bir azarladıktan sonra kursa annesinin zoruyla devam etmek zorunda kalmıştı. Sanki kemanla birlikte olduğu vakitler annesine olan hıncını çıkarıyordu ondan. Her keman kursu öncesi kavga ediyorlar, sonra da zorla kemanın yayıyla tellerine dokunuyordu. Dokunmuyor adeta vuruyordu, parçalıyordu tellerini. Her bir yayı uzatışında saldırıyordu adeta.
Keman hocasıysa olmadığını söylüyordu her seferinde daha yavaş olmasını, daha sabırlı olmasını, seslerini duyarak hareket etmesini. "Sen onun sesini hiç dinlemiyorsun" diyordu. "Onun da sana anlattıkları var, dinlemelisin, ona dokunduğunda sana ne dediğini, hangi sesi verdiğini bilmezsen, duymazsan onu nasıl çalabilirsin?" Çocuk daha çok hırçınlaşıyordu her seferinde, daha çok saldırganlaşıyordu. O saldırganlaştığında bile keman yaşadıklarına inanamıyordu. Her seferinde hocası onu durdurup "kendi duygularını ona aktarıyorsun ama onu dinlemiyorsun" diyordu "aslında biliyor musun öfkeli olduğun zamanlarda bile anlar o seni, öfkeni anlat sadece, sense ona öfkeleniyorsun, bir arkadaşına canının sıkkın olduğunu anlatır gibi anlat, yaşamaktan en çok zevk aldığın en gizli duyguları bile anlar, senin mutlu olduğunu, ya da korktuğun zamanları anlat ona, dinler seni, sen anlattıkça seslerini verir sana, duygularını hissettikçe açılır, ancak böyle çalabilirsin onu." Keman can çekişiyordu adeta, bu anlattıkları gerçek miydi? Ama kendisi hiç yaşayamamıştı bunları, hiçbir duygusuna ortak olamamış ve hiçbir duygusunu paylaşamamıştı onunla. Öyleyse asla bir keman olamamıştı o. Duyduklarına inanamıyordu. Keman hocası kemana dokunarak: "O bir keman" diyordu. İnanılması çok güç şeyler yaşıyordu bu hoca ona dokundukça, dokunması bile bir başkaydı. Bir keresinde tellerinin üzerinde ellerini gezdirmişti. Böyle tutmalısın, demişti çocuğa. Yine o dokunduğunda tellerinin, tüm duygularının uçup keman hocasının içinde bir yerlere gittiğini hissetti. Onun dokunmasını istiyordu kendine. Onun ellerini, onun duygularını istiyordu. Belki kendisini çalar birazdan diye düşündü. Öyle ya, daha bir kere olsun bir şarkı çalmamıştı onunla daha. Nasıldı acaba. Onun duygularını yaşamak istedi.
Sonra birden çocuğu hırçın bir el darbesiyle telleri yerinden oynadı adeta, neye uğradığını bilemedi, canı çok yanmıştı, sanki telleri ve tüm duyguları birbirine karışıyor gibi hissetti ve güçlü bir baş ağrısı duydu. Sonra da hocanın "ne yapıyorsun" diye bağırdığını, akordunu bozuyorsun, yapma…" diye bağırıyordu hocası. Çocuk ise hiç durmadan tellerini çekiştiriyordu kemanın koparmak istercesine. Hoca ani bir el hareketiyle kemanı çocuğun elinden alıverdi. Çalışma saatinin dolduğunu söyledi çocuğa, o ise "çok umurumdaydı" diyerek uzaklaştı oradan çıkış kapısına doğru. Kapıda annesi bekliyordu zaten. Hocası kemanın tellerinin biraz akordunun bozulduğunu ve yarına kadar kendisine kalmasını isteyerek kemanı çocuğun annesine gösterdi. Kadın kemanı görünce ağzını kocaman açarak şaşkın bir "aaaa" demekten kendini alamadı. O sırada çocuk hızlıca apartman merdivenlerinden inmeye başlamıştı bile. Keman hocası, "hiç istekli değil" dedi. "Kemanı çalmak istemiyor, sanki daha çok parçalamak istiyor gibi, bir süre ara verelim, daha sonra devam edelim, ben de bu sırada kemanı tamir etmeye çalışıyım" dedi.
O gece orada kalacaktı keman, duyduklarına inanamadı. Keman hocası onu eline aldı. Tellerini yavaş yavaş onarmaya başladı. Onarırken konuşuyordu onunla: "ne kadar yara almışsın, ama seni yapan usta gerçek bir ustaymış doğrusu her şeyin çok güçlü görünüyor." Ellerini sürtüyordu bir yandan kemanın yüzüne, tablasında, akord kulaklarında, salyangozunda gezdiriyordu ellerini. Keman inanamıyordu. Onun ellerini tüm kalbinde hissediyordu adeta, ellerindeki büyüyü hissediyordu. Onun ellerindeki ve içindeki duyguları hissedebiliyordu. Onun içinde de yaralar vardı. Elleri çok güçlüydü ama güçlü olduğu kadar da tuhaf bir acısı vardı. Bazen neşeliydi mesela ama neşeliyken de bambaşka duygularını hissediyordu. Canı yanıyordu sanki kendisine dokundukça, içimde bir şey var diyordu, bir şey var, sen onu anlayabilir misin?
Kemanın bütün tellerini onardı yavaş yavaş, önce öfkesini dinledi, sonra en tatlı duygularını, sonra korkusunu dinledi, sonra onu yapan ustanın usta ellerinin izlerini gördü. Sevgiyi hissetti dokundukça ona, ama korkak bir sevgiyi, biliyordu ki keman başkasının olduğu için açamıyordu ona duygularını. "Ne yapalım, olduğu kadar" dedi, keman hocası. "Ama unutma ki burası tüm hayallerinin, belki asla başka yerde yaşayamayacağın duygularının mekanı, o çocuk seni anlayamayacak gibi, ilgileri hep farklı şeylerde, sense yaşayabildiğin kadar burada yaşamalısın" dedi. "Ya bir daha hiç gelemezsen?" Birden zamanı düşündü keman, burada sınırlı bir zamanda varolacaktı. "O halde niye olmasın?" diye düşündü. Sonra "olmaz ama" dedi, kendini ona veren usta "o senin" demişti çocuğa. "O SENİN!" Keman çocuğa aitti. Nasıl duygularını bu keman ustasına verebilirdi ki? "Ama onun bütün duygularını hissedebiliyorum" diye düşündü. Belki bir daha asla böyle bir kemancının elinde olamayacaktı. Bir şarkı bile birlikte olamazlar mıydı? Kemancı "sana bir görev veriyorum" dedi. "Bu nota defterinden istediğin bölümleri seç, sonra onları seninle birlikte çalalım. Nota defteriyle birlikte olduğu saatler boyunca düşündü keman, bir düşündü, bir notalara baktı, bir düşündü, bir notalara baktı. Baktıkça hocasını gördü, düşündükçe çocuğu hatırladı. Notaları bir seslendirdi içinde, bir sessizleşti, seslendirdikçe kemancının ellerini düşündü, sessizleştikçe ustanın çocuğa verirkenki sözlerini. Bir notalara geldi, bir sessizliğe gömüldü. Sustukça yandı içi, söyledikçe ateşi anlattı. Sustukça korktu gözleri, söyledikçe korkudan yanan içini anlattı, sustukça çaresiz kaldı yüreği ne yapacağını bilemedi, söyledikçe yardım et bana dedi, yardım et bana., çıkamıyorum buradan, hem aşk var burda, hem acı…
Keman hocası o gece kemanın yanına tekrar geldi ve onun çalıştığı notalara dokundu elleri. İlk kez çalıyordu kemanı. Keman kendinden geçti kemancının ellerinde, ilk kez duygularını açtı kemancıya, içindeki aşkı anlattı, öfkenin dilini, korkunun dilini, en tatlı duyguların dilini çaldı telleri. Kemancı ise tüm anlattıklarını, tüm seslerini duydu kemanın. Hayata yeni uyanan bir keman olduğunu, hiçbir duygusunu sahibinden başka kimseyle daha önce paylaşmadığını, paylaşmazken aslında hiçbir şeyi yaşamamış olduğunu. Sonra içindeki isyanı duydu kemancı, içinden çıkamadığı karmaşayı dinledi, dinledikçe daha öfkeli dokundu tellerine, bir kez daha dokundu, her dokunduğunda kemanın çalıştığı notaların sesleri ilişti kemancının yüreğine. O an derin bir acı hissetti. Birden bıraktı kemanı çalmayı "ben" dedi, "sana dokundukça sen hep böyle acılı çalacaksın, yüreğin bir araya sıkıştı senin, can çekişiyorsun, sana dokunamam."
Ne olduğunu anlayamadı keman, neden böyle söylemişti ki? Kemancı notalara çalışmasını istemişti. O da notalara çalışmıştı işte, neden artık ona dokunmuyordu.? İçinin daha çok acıdığını hissetti. Sinirlendi sonra kemancıya, hem çalış diyor, sonra da çalıştıklarını beğenmiyordu. İçinden geçen beğendiği notaları anlatmıştı işte, niye bırakıyordu ki kendini.
O gece bir daha hiç gelmedi kemancı. Kemanı öylece nota defterinin üzerinde bıraktı ve gitti.
Ertesi gün çabuk geldi. Çocuk tüm saldırganlığı ve duygusuzluğuyla yine gelivermişti. Annesinin zoruyla kemanın olduğu odaya geçtiler. Kemancı, "dersler bitti artık" dedi. "Az da olsa bir şeyler öğrendin işte, söylediklerimi hiçbir zaman unutma, o senin kemanın, onun duygularını dinle."
Keman inanamıyordu yaşadıklarına. Gitmek istemiyorum diye çığlıklar atıyordu adeta: "gitmek istemiyorum!".
Aradan uzuuun zamanlar geçti. Çocuk her çalmak isteyişinde keman eline battı sanki. Önceden tutabildiğini artık hiç tutamaz oldu. Ve en sonunda kemancının verdiği nota defteriyle kutusuna koyarak bir daha çalmamak üzere odasının bir köşesine kaldırdı kemanı. Kemanla yaşadıklarının ardından hep bir şeyler çalması için annesi yeni yeni müzik aletleri getirdi. Bazen gitar oldu getirdiği, bazen bir flüt… Hepsiyle aynı şeyi yaşadı. Kemanın onlardan ayrılan tek yönü ise çocuğun evinde saklı kalmasıydı. Diğerleri onun için eve bir gelen bir giden müzik aletleri olmuştu.
Keman ise yanındaki nota defteriyle yalnız kalmıştı. Onu çalan bir el artık yoktu. O nota defteri ve içindeki parçalarla günlerce yasını paylaştı durdu. "Bir an olmalıydı" dedi kendi kendine, "bir an olmalıydı", kemancıdan ayrıldığı o güne geri döndü, o parçaları tekrar çaldı ve çalarken aslında neyi anlattığını daha iyi anladı ve kemancıya ulaştı düşleri:
Keman hocası o gece kemanın yanına tekrar geldi ve onun çalıştığı notalara dokundu elleri. İlk kez çalıyordu kemanı. Keman kendinden geçti kemancının ellerinde, ilk kez duygularını açtı kemancıya, içindeki aşkı anlattı, öfkenin dilini, korkunun dilini, en tatlı duyguların dilini çaldı telleri. Kemancı ise tüm anlattıklarını, tüm seslerini duydu kemanın. Hayata yeni uyanan bir keman olduğunu, hiçbir duygusunu sahibinden başka kimseyle daha önce paylaşmadığını, paylaşmazken aslında hiçbir şeyi yaşamamış olduğunu. Sonra içindeki isyanı duydu kemancı, içinden çıkamadığı karmaşayı dinledi, dinledikçe daha öfkeli dokundu tellerine, bir kez daha dokundu, her dokunduğunda kemanın çalıştığı notaların sesleri ilişti kemancının yüreğine. O an derin bir acı hissetti. Birden bıraktı kemanı çalmayı "ben" dedi, "sana dokundukça sen hep böyle acılı çalacaksın, yüreğin bir araya sıkıştı senin, can çekişiyorsun, sana dokunamam."
Ne olduğunu anlayamadı keman, neden böyle söylemişti ki? Kemancı notalara çalışmasını istemişti. O da notalara çalışmıştı işte, neden artık ona dokunmuyordu.? İçinin daha çok acıdığını hissetti. Sinirlendi sonra kemancıya, hem çalış diyor, sonra da çalıştıklarını beğenmiyordu. İçinden geçen beğendiği notaları anlatmıştı işte, niye bırakıyordu ki kendini.
O gece bir daha hiç gelmedi kemancı. Kemanı öylece nota defterinin üzerinde bıraktı ve gitti.
Ertesi gün çabuk geldi. Çocuk tüm saldırganlığı ve duygusuzluğuyla yine gelivermişti. Annesinin zoruyla kemanın olduğu odaya geçtiler. Kemancı, "dersler bitti artık" dedi. "Az da olsa bir şeyler öğrendin işte, söylediklerimi hiçbir zaman unutma, o senin kemanın, onun duygularını dinle."
Keman inanamıyordu yaşadıklarına. Gitmek istemiyorum diye çığlıklar atıyordu adeta: "gitmek istemiyorum!".
Kemancı her söylediğini duydu kemanın, her çınlayan sesini duydu, bir an bırakmak istemedi kemanı. Yanındakilere "yayı içerde kalmış" diyerek yayı almak için içeriye kemanla birlikte gitti. Keman bir kez daha seslendi kemancıya: "ben senin olmak istiyorum, bırakma beni." Kemancı bir şey söylemek ister gibi ellerini gezdirdi kemanın üstünde, keman ellerinin nasıl yandığını hissetti. Sonra bir damla düştü kemanın üstüne kemancıdan. Dudaklarını aralar gibi oldu, tam konuşmak isterken bir damla daha düştü kemanın üstüne. Kemancı acıyla "anlatamıyorum" dedi. "Ben seni anlamak istiyorum" dedi keman. "Anlayamazsın ama" dedi kemancı, "çünkü ben senin yaşadıklarını çok iyi anladım". "Neyi anladın ki?" diye isyan etti keman "hiçbir şeyi anlamadın." "Ama" dedi kemancı "senin anlattıklarını dinledim" "Onlar benim anlattıklarım değildi" dedi keman, "düşündüklerimdi, sen beni gerçekten dinleseydin, beklerdin beni, daha önce hiçbir parça çalmadım ki, ilk kez öğreniyordum notaları, bekleseydin, ben düşünürken öğrenseydim, o zaman anlatırdım sana içimdekileri, sense dinlemedin beni, ne farkın kaldı o çocuktan!"
O günden sonra kemancı hoca da olsa yeni bir şeyi öğrenmişti, beklemek ve dinlemek gerektiğini.
O günden sonra keman, kemancıya tüm duygularını anlatmaya karar verdi. Öfkesini, korkusunu ama en çok da sevgisini.
Onun için her keman, usta bir kemancının elinde duygularını anlatır kendini çalana, çalarken bekleyene ve çalarken dinleyene. Onun için her kemanın bir hikayesi vardır bir kemancıyla… Hep yarım kalmış bir hikayeyi anlatır kemancısıyla, kendilerini dinleyenlere.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Doğan Ormankıran |
Bende Gördüğün Ne Varsa; İşte O Senin Eserin
Bana neden yazmadığımı soruyorsun. Oysa ben günlerdir sana yazmaya çalışıyorum. Yüreğimin en ücra köşelerinde özenle saklayıp büyüttüğüm canım sevgili söyle sana neyi yazayım?Ruhumu yaktıktan sonra, günlerimi harap eden, o acıyı mı? Yokluğunu sakladığım odamın duvarlarında sensizlikten oluşan çatlakları mı? Yenik düşmüş savaşçı gibi, göçebe bir yanımla, sen diye her gece koynuna girdiğim gecenin soğuk yüzünü mü? Yüreğimin öbür yarısı canım sevgili… söylesene sana neyi anlatayım?
Şimdi burada yoksun ama beni bir yerlerden duyduğunu biliyorum. Biran olsun gözlerini kapatmanı ve benim için yüreğini dinlemeni istiyorum. Bak yoksun; İşte yokluğun benim için hüzünlü, karanlık ve yıldızsız bir gece... Yokluğun bende kalan ve avunmak için bakıp bakıp ağladığım resimlerin... Yokluğun yazdığın mektupların, birkaç satırlık karalanmış hüzünlü şiirlerin… yokluğun gizli saklı çekilmiş, yüreğini yazdığın mesajların... Bölük pörçük uykularım. Ve şimdi kapat gözlerini bir de bana bak, bende gördüğün ne varsa; işte o senin eserin…
Bir gece yarısı habersiz çekip gidişlerini, uzun zaman sonra gözyaşları ve yüreğinde çığlıklarınla geri dönüşlerini… Hayata karşı öfkeleri birikmiş, sevdiklerim dediğin kişilerin zor anlarında yanında olacağını sandığın ama olmadıkları yanılgısını fark ettiğinde bana yardım et diyen o ürkek bakışlarını... söyle sana neyi anlatayım. Ben sana tutkundum ama sen ise sadece canın yandığında, kalbin kırıldığında sığınacak bir liman gibi görürdün beni. Ben ise bunları bile bile yinede kucak açardım sana. O hep uzağımda, fakat yüzü başkasına dönük aşklarını anlatırdın.
Öylece yüreği buruk hayretler içinde izlerdim seni. Belki de bir baba şefkatinde dinlerdim seni. Yaşadığın sancıyı, yüreğine açılmış yaraları, yüzündeki umutsuzlukları; kelimeler eksik, kelimeler yaralı, kelimeler cılız olsa da anlatır, sesin bir yağlı kurşun gibi delerken geceyi, gözlerin şişene kadar hıçkırıklar içinde ağlardın... Bir kez olsun itiraz etmeden sarardım yaralarını… Sonra hüzünlü yüzünü, sahte gülücükler kaplar, yalancı baharlara inanmış badem ağaçları gibi yine apansız çeker giderdin. Öylece soğuk bir gecenin koynunda ben gidiyorum bile demeden, uzaklara takılı gözlerle, boynu bükük bırakıp giderdin beni. Aşkımla, deliliğimle, bu hayata her zaman isyankar, her zaman yabancı ruhumla bırakır giderdin. Her gece sen diye koynuna girdiğim, ölümün o soğuk nefesini ensemde hissedip, gözlerim öylece tavana dikili saatlerce seni düşünen beni, açtığın yaralarınla bırakır… İçimin yangınları, külden köze dönerken bırakır giderdin.
Ben ise susardım… içimde biriktirir, biriktirir sana karşı tek söz etmeye kıyamadığım için susardım. Oysa sayfalarca yazardım sana. Her satırında sevgimi, yüreğimi gizlediğim mektuplar yazardım sana. Ama sırf sana, hayatına, seçimlerine duyduğum saygıdan dolayı gönder(e)mez biriktirirdim. Bütün yaptıklarına rağmen ben yinede senin mutluluğun için sustum…. Denizden gelen, o büyük dalgaların kayalara vurduğu gibi sürekli dövdün yüreğimi ama ben yinede sustum…
Şimdi kapat gözlerini ve beni dinle, bunu sana söylemeye ancak bir kez cesaretim var: Aşk yüzünde taşıdığın değil, yüreğinde taşıdığın o derin yara izidir sevgili… O iz, senin sonsuzluğa kadar gururla taşıyacağın onur madalyandır.O iz, insanın benliğidir. O iz, insanın aşk için beslenen umutlarıdır. Ama sen nedense, sana hep hayattan daha acımasız olanları sevdin.Beni umutsuz, soluksuz ve en kötüsü sensiz bıraktın… Beni yine kırık dökük bir halde, bilmediğim soğuk bir şehrin, ölümü çağıran o karanlık sokaklarında bıraktın. İçimi döven isyankarlığım yalnız kendi yüreğimi kanattı…
Sendeki aşk değil, kanma gülüşlerin yakamozuna aldanmış sadece bencillik… Senin özgürlüğüne değil, fırtınalara sürüklendi aşkımız… Korkularının, yaralı geçmişinin, savruk hayatının dalgalarında beni kaybedip kaybedip sonra yeniden buldun. Sana inanmış yüreğimi, parçalanmış düşlerimi sensiz geçirdiğim sürgünlerde sadece sana olan tutkumla tekrar topladım. Sana olan aşkımla sardım yaralarımı… Hayata dair, sevdaya dair inandığım bütün değerleri neredeyse hayatımla ödedim. Ama asla pişmanlık duymadım.
Şimdi sorular yavaş yavaş cevabını buluyor. Biliyorum ki, sana olan sevgimin inadı hiç kırılmayacak. Ve yüreğimdeki " yasadışı gülümseyiş" asla sönmeyecek… Ben bütün bu çektiğim acılarımla, kendi kendime yaşamayı sürdürürken, bana neden yazmadığı soruyorsun…
Şimdi söylesene canım sevgili! Sana neyi anlatayım?
Ben gördüğün ne varsa; işte o senin eserin…
Doğan Ormankıran
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XVI |
|
Bütün bunlar bir tarafa, Mezopotamya'da tanrılar ile insanlar arası ilişkide Sümerlerin tüm bu boş inançlarını Hammurâbi daha da ileri götürmüş. Hammurâbi, iktidârına tanrılar aracılığıyla meşrûiyet kazandırmak ve kendini tanrıların "evlât edindiğine" inandırmanın da ötesinde, bizzat tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olduğuna başta Bâbilliler olmak üzere hemen tüm Mezopotamya'yı inandırmayı başarmış.
Görünen o ki, insanın tanrı olma isteği, Hammurâbi'de en uç noktasında tezâhür etmiş. Tanrım… Daha önce, ben bu değişim üzerine epeyce kafa patlatmıştım. Bunlar hâlen daha üzerinde düşündüğüm ve beni derinden etkileyen konular. Ve hattâ, bu konular üzerinde düşündükçe, kafamda her defasında yeni birtakım bağlantılar ortaya çıkıyor.
Mezopotamya'da iki Bâbil Devleti kuruldu. Bunlardan ilki M.Ö. 2000'ler ile 1000'lerin henüz başlarına kadar hüküm sürmüş olmalı. İkincisi ise M.Ö. 700'ler ile 500'ler arasında. I. Bâbil Devleti, Sümerler zamânında Ur'un bir uç karakolu niteliğindeydi. Ur kralları Bâbil'i, Güney Mezopotamya'ya inmeye çalışan göçebe-istilâcı kavimlere karşı bir barikat olarak kullanmışlar. Bâbil'e ilk yerleşenler de muhtemelen Ur'dan giden askerler ve kölelerdir.
Zamanla, Sümer ülkesindeki iç karışıklıklar nedeniyle Bâbil'le ilişkiler kopmuş olmalı. Batı Sâmilerden Ammurular bu kenti işgâl edince de ortaya melez bir ırk çıkmış olmalı. Eğer yanılmıyorsam, I. Bâbil Devleti'nin kurucusu da Sumu Abum olmalı. Ve kaynaklardan anladığım kadarıyla Bâbilliler, kısa zamanda güçlenmişler ve sınırlarını genişletmeye koyulmuşlar. Hem, yalnızca Sümer ülkesinde de değil; kuzeyde Elâm, güneyde de Kenan iline kadar gidebilmişler.
Sümer ülkesindeki iç karışıklıklar ve otorite boşluğu konusu Bâbillileri epeyce meşgûl etmiş olmalı. Hammurâbi zamânına gelindiğinde, kendisi güçlü bir merkezî teşkilât geliştirmeye çalışırken bunların bilincinde olmalı. Sümerlerin hatâlarından sakınmayı mümkün kılacak yeni arayışlar içine girmiş olmalı. Ve kuvvetle muhtemeldir ki, kendisini tanrılara yakışır mutlak egemen bir güç yapma ihtiyâcı da bu arayışların bir sonucudur ve Hammurâbi'nin bu buluşu, insandaki mutlak egemen güç saplantısının resimleşmesidir.
Hem üstelik, sınırlar genişledikçe ve farklı kent-devletlerinde Sümer panteonuna ilişkin ritüeller arasındaki farklılıklara bağlı olarak dînî birtakım tartışmalar başlamışsa ve bu tartışmalar da Bâbil Devleti'nin siyasî birliğine zarar verecek bir hâl almaya başlamışsa, Hammurâbi'nin mutlak egemen bir güç olarak kendini öne sürmesinin bir diğer nedeni de bu tartışmalar olmalı ki, bunlar da insanın tanrı olma saplantısını ve hattâ, tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olma saplantısını beslemiştir.
Ve kuvvetle muhtemeldir ki, Hammurâbi zamânında kent-devletlerinin tapınaklarında ciddî birtakım dezenformasyonlar gerçekleştirildi. Hammurâbi, kendisini tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olarak ilân ettikten sonra, bu tapınaklarda baş tanrılara ilişkin olarak düzenlenen ritüellerde önemli birtakım farklılaşmalara gidilmiş olmalı. Çünkü, benzer uygulamalar Eski Mısır'da Ramses tarafından da kaydedilmiş.
Ramses de Mısır panteonunda kendisini en tepeye yerleştirmiş ve tapınaklardaki tüm hiyeroglifleri kazıtarak kendini baş tanrı olarak kaydettirmiş. Ancak ne yazık ki, son elli yıldır British Museum'a bağlı ekipler Mezopotamya'yı yağmalıyor ve bu kaynaklardan pek çoğu tahrip oluyor. Üstelik, son üç yılda bu yağmalamalar, emsâli görülmemiş bir düzeye ulaştı ve bu kayıpların telâfîsi mümkün değil.
İngilizler Mısır'ı, Güney Asya'ya geçişte bir üs olarak kullanmak istiyordu. Hem, yaklaşık on beş yıl kadar önce açılan Süveyş Kanalı da Mısır'ın ekonomisini canlandırmış, burayı yeni bir câzibe odağı hâline getirmişti. Mısır, bu süreç içinde kendi ekonomisini geliştirebilmek için Batılı devletlerden borç almıştı; ancak, zamanla bu borçları ödeyemez hâle geldi.
Ve sonunda, Hidiv İsmâil Paşa döneminde ekonomisi iflâs etti. Bunu fırsat bilen İngilizler, bundan üç yıl kadar önce Ahmet Urâbî Paşa'yı rüşvetle kandırarak Kâhire yönetimine karşı ayaklandırdı. Kâhire yönetimi bu ayaklanmayı bastırmakla meşgûlken, Krâliyet Donanması da İskenderiye'yi topa tuttu ve böylelikle Mısır, Birleşik Krallık'ın siyasî egemenliği altına alınmış oldu.
İşte, bu târihten sonradır Eski Mısır'a âit taşınabilir ne varsa tüm bunların British Museum'a kaçırılmasının aşırı bir biçimde ivmelenmesi. İngiliz yönetimi, Mısırlı köleleri karın tokluğuna çalıştırarak bu eserlerin gemilere yüklenmesini sağlıyor. 1882 öncesinde yerel yöneticiler bu işe pek yanaşmazken, şimdi artık bu yağmacıların önünde hiçbir engel kalmadı.
Ve Fransızlar da İngilizlerden geri değil. Napolyon'un Mısır işgâlinden beri Fransızlar da Eski Mısır'ı fetiş hâline getirdi. Kezâ, Almanlar da Eski Mısır'a karşı son derece hassas; onlar da Romantiklerin açtığı çığırla bu furyaya katılıyor. Ve görünen o ki Eski Mısır, Avrupa'da yeniden inşâ ediliyor ve Ramses'in başta ölümsüzlük olmak üzere hemen tüm saplantıları gerçekleşmiş oluyor!
Bütün bu gidişat, insanlık adına gerçekten de tehlikeli… Yazacak olduğum kitabımda bu tehlikeleri göze almalıyım, modern paganlığın Sümerlerle ilişkilerini gösterirken, onların tanrılarını yeniden diriltmemeliyim. Ve bunun ne kadar zor olduğunu da aslâ unutmamalıyım… İnsanın öyle bir doğal yapısı var ki, bâzen en apaçık gerçekleri bile kolaylıkla reddedebiliyor. Tanrı bana yardımcı olsun!
Şu son dönemlerde Eski Mısır'ın fetiş hâline getirilmesi gerçekten de kaygı verici. Napolyon, Mısır işgâli sırasında aslında İskender'e özendiği için; onun gibi büyük bir lider(!) olarak anılmayı ve dünyâ târihinde unutulmaz bir yer edinmeyi kafasına koyduğu için, İskender'in Mısır'da yaptıklarına öykünmüştü. Ve bu işgâl için Direktuvar'ın onayını almak için de Birleşik Krallık'ın sömürge yolunu kesmek gibi bir gerekçe sunmuştu.
Bu onayın çıkması zor değildi; çünkü Direktuvar, Napolyon'un ileride Fransa'yı boş hayâllerin içine sürüklemesinden endişe ediyor, vakit varken bu cânînin güçlenmesini engellemeye çalışıyordu. Birleşik Krallık'ın böyle bir şeye fırsat vermeyeceğini, Napolyon'u Mısır'da ağır bir hezîmete uğratacağını bildikleri için onu Mısır'a yolladılar.
Gerçekten de Napolyon, Mısır'da çok ciddî bir hezîmete uğradı; İngilizlerin de yardımıyla Osmanlı Devleti, Mısır'da yeniden siyasî egemenlik kurdu ve Birleşik Krallık'ın sömürge yolu üzerinde yeniden bekçilik yapmaya başladı. Ama, Direktuvar'ın öngördüğünün aksine Napolyon, maalesef daha da güçlendi.
Napolyon bunu, Fransız masonlarına borçludur. Fransız masonları, Napolyon'un Mısır seferini büyük bir zafer olarak pazarlamayı başardılar. Bu masonlar, "Tanrı'nın lûtfu sonucu" Eski Mısır'ın hemen tüm gizemlerinin çözüldüğü, başta Tufan olmak üzere hemen tüm Yahudi efsânelerinin çöpe atılması için Eski Mısır kayıtlarının incelenmesini olanaklı kılmak üzere bu seferin Tanrı'nın irâdesi altında gerçekleştiği yalanlarını uydurdular.
Ve sonunda o kadar ileri gidildi ki, Avrupa'da Eski Mısır kültleri, hem de modern paganlığa aktarılmamış biçimiyle yeniden canlandırıldı. Bunlar arasında sanırım en önde geleni de dikilitaş kültü. Şu son dönemlerde Avrupa'da ve hattâ Amerika'da bile, şehir merkezlerine Mısır'dan getirilen bu taşlar dikiliyor. Kâhire'deki İngiliz yönetimi, bu taşları Batılı devletlere kendi şahsî mülkleriymiş gibi tahsis ediyor.
Yâni, kocaman bir târih, göz göre göre Anglo-Sakson ruhuna teslîm ediliyor; parçalanmaya, bozulmaya, yok olmaya mahkûm ediliyor… Dilerim, Mısırlılar daha fazla geç kalmadan bu târihî hazînelerini korumak konusunda sorumluluk hissederler ve bu işlere bir son verirler. Eğer bu çılgınlık devâm ederse, korkarım günün birinde Piramitleri de Avrupa'ya taşımak isteyen birileri çıkacaktır. Tanrım…
Belki de Auguste Ferdinand François Mariette, ölmeden önce bunun bile plânlarını yapmıştır. Fransız masonları, bu adam sâyesinde Pâris'e çok sayıda târihî eser kaçırdılar. Bu lânet herif, Hidiv Said Paşa'yı satın alarak, Osmanlı idâresinin bu işlere seyirci kalmasını sağladı. Böylelikle, Osmanlı idâresi altında üç yüz yıl kadar hiç el sürülmemiş ve olduğu gibi korunmuş olan bu târihî hazîneler, Hidiv Said Paşa öncülüğünde Fransız masonların evlerini, iş yerlerini, mason localarını süslemeye başladı. Tanrım…
Bu lânet herif, Sakkara kazıları sırasında elde edilen buluntular arasında taşıyabildiği ne varsa hepsini gemilere yükletti, taşıyamadıklarını da Fransız masonlarına verilmek üzere koruma altına aldırttı, başına da Osmanlı askerlerini bekçi dikti. Tanrım… Yeniçeriler, bu buluntuları kendi âit oldukları coğrafyalarda korumaları gerektiğini, bunların kaçırılmasına aslâ göz yummamaları gerektiğini, bunu insanlığa borçlu olduklarını ne zaman anlayacak?
Dilerim, günün birinde bu târihî hazîneler, âit oldukları topraklara yeniden getirilir ve çok daha titiz ve duyarlı yöneticiler tarafından koruma altına alınır. Ve geçmiş ile bugün ve gelecek arasında bağlantı kurmak, daha önce kurulan bağlantıları sınamak isteyen tüm araştırıcıların hizmetine sunulur. Dilerim, günün birinde Louvre Müzesi'nin Eski Mısır Yapıtları Bölümü tamâmen tasfiye edilir ve bu eserler Kâhire Müzesi'ne nakledilir.
Şüphesiz ki, işte o zaman insanoğlu, Auguste Ferdinand François Mariette gibi lânet insanların târihe ve kültüre karşı işlemiş oldukları suçların hesâbını da soracaktır. Ve belki bir tür "insanlık mahkemesi" kurulacak, bu şahıslar hak ettikleri cezâları en ağır biçimde çekecekler, bir daha bu tür olayların yaşanmasının önüne geçilecektir.
Bundan altmış beş yıl kadar önce Mısır Vâlisi Mehmet Ali Paşa, bu dikilitaşlardan birini Birleşik Krallık'a hediye etmişti. Ama, bunun Londra'ya getirilmesi epeyce gecikmişti. Bu işi sonunda Sir James Aleksander, Kraliçe Victoria'nın talebi üzerine başardı ve bu dikilitaş, Londra'nın merkezine dikildi. Açılış törenleri de bundan sekiz yıl kadar önce yapıldı.
Birleşik Krallık'a bu dikilitaş fetişizmi Fransızlardan geçmiş olmalı. Yoksa, onca zamandır aranıp sorulmayan bu taş, neden bir anda kıymete binsin ki. Kraliçe Victoria sâyesinde biz İngilizler de bu dikilitaş kültünü yaşatmaya başladık(!). Ve bu gidişat, beni gerçekten de çok endişelendiriyor. Modern paganlık, kendi özsel köklerine mi dönüyor, nedir!
Modern paganlar, biz Sümerologları kıskandıracak biçimde, kendi köklerini bizzat kendileri mi araştırıyor? Kim bilir, belki de İngilizlerin Mısır'ı ele geçirmesinin bir nedeni de bu gibi araştırmaları daha iyi bir biçimde yapmak istemeleridir… Hele, Kraliçe'nin Eski Mısır'a olan yoğun ilgisini de bir kez daha hatırlayınca…
Mezopotamya mitolojisinde Osilis kültü son derece önemlidir. Efsâneye göre Osilis, kız kardeşi İsis'le evlidir. Ama, kardeşleri Set de İsis'e âşıktır. Sonunda Set, Osilis'i öldürür ve cesedini parçalayarak altın bir tabuta koyar ve Nil'e atar. İsis, haberi alır almaz kocasının cesedini bulmak ve şânına yakışır bir törenle onu defnetmek ister ve onu aramaya koyulur.
Sonunda, Biblos yakınlarında onu bulur ve cesedin parçalarını birleştirmek ister. Tüm parçaları birbirine diker, ama bir parça balıklar tarafından yenilmiştir; penis. Osilis'in cesedini, penissiz bir biçimde gömdürür ve Osilis, bir süre yeraltı dünyâsında kalır. Bu sırada Osilis'in oğlu Horus, Set'i yakalayarak öldürür ve babasının intikâmını alır. Daha sonra da mezarının başına giderek Osilis'i diriltir.
Bu süreç zarfında Osilis, yeraltı dünyâsının kralı ve aynı zamanda da baş yargıç olmuştur. Onun yeniden dirildiğinde erkeklik fonksiyonlarını yerine getirememesi ise hem aile içinde, hem de halkın gözünde hoş karşılanmayacaktır. Bunun üzerine İsis, kocasına taştan bir penis yapar ve ona monte eder ki, dikilitaş kültü işte bu penisten gelir. Başta Eski Mısırlılar ve Bâbilliler olmak üzere Mezopotamya'da dikilitaş; yeniden doğuşu, erkeklik fonksiyonlarının yeniden dirilmesini simgeler.
Kim bilir, belki de Kraliçe Victoria, bu dikilitaşla, eşinin eski günlerindeki performansına duyduğu özlemi anıtlaştırmak istemiştir… Belki de Kraliçe, eşinin ilk gençlik yıllarında tecrübe ettiği penisine duyduğu özlemi bu dikilitaşla başta İngilizler olmak üzere tüm dünyâya anlatmak istemiştir…
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇOCUKLUK AŞKI
Düşün, düşün ki anne ben daha çok küçüğüm,
Ilık ellerimden tut, beraber götür beni,
Oyuncakçıda büyük mavi bir gemi gördüm,
İşlenmiş, dalgaların köpüğüyle yelkeni.
Şu renk renk toplara bak, anne, ne güzel renk renk
Dönüyor içimde bir bayram yeri dönüyor,
Yuvarlanıyor gönlüm şu uçan toplara denk,
Bir yokuştan koşarak kalbim sana iniyor.
Kan değil, zafer akar benim savaşlarımda,
Hürriyet için ölür genç kurşun askerlerim,
İnsanlığın cenneti saklı göz yaşlarımda,
Yeni bir bahar çağı getirecek zaferim!
Korkma, korkma kaçmam ben, tahta atımla dağa,
Senden daha güzel bir dağ var mı rüyalarda?
Niçin uğraşsın küçük kuş yurdundan kaçmağa,
Yaşarken annesinin yeşerttiği kırlarda?
Kırılır, bütün iyi oyuncaklar kırılır,
Çocuk kalblerinden mi yaparlar hep onları,
Niçin oyun biterken en sonra hatırlanır,
Hâtıralarımızın en tatlı oyunları?
Satılır mı zengin bir oyuncakçıda söyle,
Anne, dün okuduğun masaldaki güzel kız?
Yeter, altın bir kalbim olsun, Tanrıdan dile,
Bütün zenginliğimi verir onu alırız.
Ceyhun Atuf KANSU
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|