Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.795

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 16 Temmuz 2010 - Fincanın İçindekiler


  • İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -11 ... Seyfullah Çalışkan
  • ADA, BOZCAADA, GÖKADA ... Hamdi Topçuoğlu
  • Lunaparklarımdaki atlıkarıncalar ... Oğuzcan Önver
  • Ekmeklerini Çöpten Çıkaranlara Selam Olsun ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • William Crosner'in Günlüğü XVII ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Cehennemden sevgilerle!..


    Merhabalar,

    Sizlere, Girne'den, klimayla ancak yaşanabilir hale gelen bir otel odasından sesleniyorum. Dışarısı tam anlamıyla bir cehennem. Otelin dışı ile içi arasındaki sıcaklık farkı yirmi, hatta otuz derece desem inanın yalan olmaz. İnsan vücuduna giren ve çıkan suyu ölçmek mümkün olsaydı, İSKİ'nin aldığı gibi atık su parası ödemem gerekirdi. Aklınız varsa Temmuz 15 - Ağustos 15 arası bu cenaha sakın ola gelmeyin. İşin ucunda ekmek parası olmasaydı ben de gelmezdim ama oldu bir kere. Bundan sonra ekmek te yetmez, pasta parasına bile zor gelirim. Havuz mu? Var. Var ama sıcaklığı Eskişehir hamamlarındaki havuzla yarışır. Önce serinliyorum zannediyorsunuz, bir zaman sonra suyun içinde bile terlemeye devam ettiğinizi farkediyorsunuz. Yalanım varsa bu gece klima bozulsun.

    Ben en iyisi laf ebeliğini bırakıp çekileyim aradan. Sizlere de ılık bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -11

    Annem daha kapıdan adımımı atar atmaz ne bu hal diye sorguya çekmeye başladı. "Gözünü seveyim annem… Canım annem, gülüm annem. İtiştik biraz arkadaşın biriyle. Önemli bir şey değil. Gözünü seveyim babama bir şey deme. Zaten adam burnundan soluyor." Yalvarmalar yakarmalar işe yaradı. Olan biten babamın kulağına gitmedi.

    Bizim sevdamız uzun mesafeli engelli bir koşuydu. Sorunun biri biter öteki başlardı. Ve biz ikimiz cılız, taze bir dal kadar gençtik. Rüzgârlar peşimizi hiç bırakmıyordu. Aniden, hiçbir şey yokken adı bende saklı kız ortadan kayboluverdi. Önceden planladığımız iki buluşmaya da gelmedi. Koşup kiremitlerin altındaki mesaj kutuma baktım. Küçük bir kâğıt parçası beni bekliyordu. "Annem hastalandı, ameliyat olacakmış. Kursa ara vermek zorundayım. Fırsat buldukça sana yazacağım. Benden haber bekle. Seni çok özledim, "yazıyordu. Ben de onu çok özlemiştim. Canım eve gitmek istemedi. Kendimi sokaklara vurdum. Oysa epey zamandır harçlıklarımı biriktiriyordum. Onunla pastaneye gitmeyi, ona sevdiği pastadan kocaman bir dilim ısmarlamayı planlıyordum. Kadın da tam hastalanacak zamanı bulmuş.

    Yürüdüm, uzun uzun yürüdüm. Sokaklarda mevsimin kış olduğunu unutturacak kadar güzel bir akşam vardı. Beyazfil'in ilersinde küçük çocuklar kaldırıma oturmuş tanesini yirmi beş kuruşa çizgi roman okuyorlardı. Onların benim gibi sıkıntılarının olmaması ne güzeldi. Şimdi çizgi roman karelerinin birinde Zagor baltasını fırlatmış kötü adamın silahını elinden düşürmüştür. Tommiks Konyakçı'yı uyandırmaya çalışıyordur. Hatta Güneş'in oğlu Yataka bir çağlayanın üzerinden tutunduğu sarmaşık dalıyla nehrin karşısına süzülüyordur. Mandrake kollarını ileriye uzatmış sihirli güçleriyle düşmanlarını az önce canından bezdirmiştir. Ve her zaman kitaplar çabucak bitmiş, başka bir kitaba başlamak için harçlığınız kalmamıştır.

    Yürüdüm, uzun uzun yürüdüm ama içimdeki özlem ve engellenmişlik hissinin zerre kadar azalamadı. Sinemaya gitsem en azından iki saatliğine her şeyi unutabilirdim diye düşündüm. Beyazfil'in duvarlarına ve kapı önüne asılmış afişlerde kafama göre bir şeyler aradım. Daha önce adından övgüyle söz edildiğini duyduğum "Sürü" filmini seçtim. Bu gerçekten çok iyi bir seçimdi ama içimin sıkıntısını azaltmak yerine daha çok arttırdı. Çünkü filmdeki yoksul insanların işleri bir türlü yolunda gitmiyordu. Sıkıntının biri bitmeden öteki başlıyordu. Birini sevmek, âşık olmak, sevdiğini görememek filme konu insanların dertleriyle kıyaslandığında ergenlik sivilcesi gibi olağan ve basit bir sorun olarak kalıyordu. Ben onlardan daha şanslıydım.

    Ben elbette Yörük Ahmet'ten de şanslıydım. Yörük Ahmet babamın asker arkadaşı... Saruhanlı'nın Azimli Köyünde yaşar. Tütüncülükle geçinir. Tütüncülüğünün yanında dağlardan kekik toplayıp satar. Biraz da zeytini vardır. Manisa'ya yolu düştüğünde babamın yanına uğrar. Akşam eve geldiğimde Yörük Ahmet'in hikâyesini babam sofra başında anlattı. Anlatırken de yüzü şekilden şekle girdi. Ağlasın mı gülsün mü karar veremiyordu. Tütüncülük rezil bir iştir. İnsanı bütün yaz tarlada zorunlu bir kamp hayatına mecbur eder. Tarlada yatıp kalkarsınız. Ege'de tütün sabaha karşı veya akşamın ilk saatlerinde havanın serinliğinde kırılır. Sıcakta yapraklar kendini saldığı için hasat neredeyse imkânsızdır. Günün serin saatlerinde kırdığınız yaprakları sıcak saatlerde oturup gelgede dizer ve kurutursunuz. Neyse fazla ayrıntıyla girmeyelim. Ekim ayında teslim ettiğiniz ürünün parası ise tekel tarafından size ancak mart ve nisan aylarında ödenir. Tütünle ilgili her şey kötü değildir. Örneğin o yıllarda parası güzeldi.

    Yörük Ahmet aylarca sonra eşeğine atlayıp Saruhanlıya tütün parası almaya gitmiş. Para alacaksınız kolay değil. Bayrama, düğüne gider gibi gitmiş. Devletin bankasından parasını alıp iki saatlik yoldan eşeği ile köyüne dönmüş. Eşeğini götürüp ahıra bağlamış. Fukara bu gün çok yoruldu. Cebimiz de para gördü deyip ahırdan dışarı çıkmış. Aklı sıra eşeğine güzellik yapacak. Hayvanına samanı az, arpası bol güzel bir ziyafet hazırlamak niyetindeymiş. Sevinçten mi yorgunluktan mı bilinmez. Bankadan aldığı paraları bir kese kağıdı içinde ahırda eşeğinin yanında bırakıp çıkmasın mı? Yörük Ahmet eşeğinin yemini hazırlayıp ahıra geri döndüğünde bir de ne görsün? Eşek kese kâğıdı içindeki paraları saman gibi yemiyor mu? Bizimkinin aklı yerinden fırlamış. Yetişip eşeğin ağzından alıncaya kadar tütün parasının yarısı gitmiş. Kolay değil koca bir yılın emeğinin karşılığı. Çoluk çocuğun rızkı... O öfkeyle çıkarmış hayvanı ahırdın. Yer misin yemez misin? Eşeğe veryansın etmiş sopayı. Eşek bu dövsen kaç yazar. Altın semer vursan bile yine eşek.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      ADA, BOZCAADA, GÖKADA

    Hafta sonu Bozcaada Derneği'nin bu yıl 9.sunu düzenlediği "İlliada Okumaları ve Ozanın Günlüğü" etkinliği için Bozcaada'ya davetliydik.

    Bu benim Bozcaada'ya ilk gelişim. Ada, adı üstünde bozca. Ana karadan bakınca ilk göze çarpan bozca bir tepe: Boztepe (Piri Reis'e göre. Yeni adı Göztepe'ymiş) Arabalı, adaya yaklaşırken kale iyice netleşiyor: O da boz. Güvertede, adanın resmini çekmek istiyorum; ama zor. Rüzgâr savuruyor. Burada iki rüzgâr esermiş: Poyraz ya da lodos. Adada yaşamak isteyen rüzgârla barışık olmak zorundaymış.

    "Bir gün bir yağmurla garip garip
    -Çoluk çocuğu terk edeceğim-
    Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım.
    Alıp başımı gideceğim."

    Ege Otel'de bana ayrılan odanın önünde Turgut Uyar'ın kapıya işlenmiş dizelerini okuyunca bir süre oracıkta çakılı kalıyorum. Bu, özellikle benim için hazırlanmış bir sürpriz olamazdı. Koşup öteki kapılara bakıyorum. Her kapıda bir başka şairden birkaç dize karşılıyor konuğu. Her biri, başka bir dünyanın çığırtkanı. Turgut Uyar, benim has şairlerimden. Onun Salihat-ı Nisfandan Saffet Efendi'sini Türk şiirinim köşe taşlarından bilirim. Hemen kapımın önüne dönüyorum, yeniden yeniden okuyorum dizeleri.

    Ada, kimlerin alıp başını gitme duygusunu kışkırtmamıştı ki! Defoe'nun Robinson'unu kim bilmez? Tomas More'un Utopya'sı…Ya Gullever'in adaları? Servet-i Fünuncular dönemin pisliklerinden kurtulmak için kendilerine sığınacak bir ada aramışlar.

    Kalbimin bir sevgiyle doymayacağını öğreneli on yıllar olmuştu. Bu yüzden ben de "başını alıp gitme" duygusunu hep iliklerimde duymuş, kendimi her fırsatta başka şehirlere, başka ülkelere hatta başka kıtalara da kaçırmıştım. Şimdi ben de bir adadaydım; ama yağmurla değil; rüzgârla gelmiştim. Bu akşam Süreyya Berfe kendi dizelerini okuyacak, yarın sabah gün ışırken denizin dudağında Homer'in, yiğit Hektor'un yasını sonsuzlayan dizelerini 9 dilde dinleyecek, bu küçük adadan gökadalara ses salkımları bırakacaktık.

    Bizi Bozcada'ya davet eden Haluk Şahin bir yazısında 'İslomani'den söz ediyor. Ona göre İslomanyaklar adada doğmadıkları halde ada sevdalısı olan, adaya değer katma duygusuyla dolu olanlarmış.Yol arkadaşım, rehberimiz Selçuk Bey ( Haluk Beyin ağabeyi) de İslofobiden söz ediyor:

    "Bende 'islofobi' var. Kendimi bir adada çaresiz ve tutsak hissederim." deyiveriyor.

    Ada severler olduğu gibi ada korkusu yaşayanların olması da doğal. Hadi günübirlik yaşamların dağdağasından bunaldığınız bir anda kendinizi Robinson gibi bir adada buldunuz diyelim kavgasızlığa, barışsızlığa, yalnızlığa ne kadar dayanabilirsiniz. Ada asude bir yaşam yeri olduğu kadar da yoksunluk da demek. Ben kavgaları çatışmaları kendimizi öğrenmemizin en değerli yolu olarak görenlerdenim. Her şeye katlanabilirim; ama insansızlığa katlanamam. İnsanın kendi kendine yaşadığı iç çatışmalar sanki daha mı iyi?

    Aslında herkesin bir adası var. Onun sınırlarını da biz çiziyoruz. Aileden, okullardan, kitaplardan ne alırsak alalım adamızın sınırlarını belirleyicisi de bekçisi de biziz. Doğru da yanlış da bizim eninde sonunda. Bu nedenle her nereye gidersek gidelim, acılarımızı da sevinçlerimizi de ruhumuzun başköşesine yerleştiriyoruz. Sözün özü: boz ya da yeşil; engebeli ya da düz; rüzgârlı ya da dingin... ada bizim içimizde. Konstantin Kavafis'in:

    "Yeni bir ülke bulamazsın.
    Bu şehir arkandan gelecektir.
    Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
    Aynı mahallede kocayacaksın;
    Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
    Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
    Başka bir şey umma-
    Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok"
    dizeleri bu gerçeğin dillendirilmesinden başka bir şey değil.
    Otel Ege, eskiden Rum ve Türk çocuklarının birlikte şarkılar söyledikleri, geleceğe dair düşler , kurdukları, hayata dair gerçekler öğrendikleri ilkokulmuş. Şimdi o eski çocuk şarkılarını arıyor mu bilmem; ama koridorları Solmaz Aksoy'un resimleriyle rengin ve ışığın dansına çağırırken. oda kapılarındaki dizelerle de sözün büyüsüyle buluşturuyor konuklarını. Ana kapıdan çıkarken Özdemir Asaf'ın duvara iliştirilivermiş dizeleri gözüme ilişiyor:

    " Öyle bir kelime söylesem ki diyorum
    Dışarıda bir başkası kalmasa"


    İşte diyorum, bu dizeler beni daha iyi anlatıyor. Benim 'ada'm büyük. Yüreğim, gökadalara bile sığmıyor.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Yazan Yöneten: Oğuzcan Önver


    Lunaparklarımdaki atlıkarıncalar

    Başkaları tarafından kazandırılmış duyarlılıklarını ve bu "kazandırılmış duyarlılıkların" oluşturduğu "insanları sevme duygusu"nu hızla yitirmeye başlamıştı. Ne zaman kendini bir ayna oyununda düşlese, kendinde ve hayalindeki aynanın izdüşümünde, "replikleri unutan ben'liği"ni, yabancılaşmış bir hücreye benzetip, bu benzetmeyi, beyninin tüm hücrelerinde sımsıkı hissediyordu.

    Hayalinde, hiç kimsenin yaşamadığı, bir an bile olsa, bir tek canlının yaşayamayacağı ıpıssız bir köy vardı. Tanrılar tarafından dahi terk edilmiş bir köy diledi; Araf meleklerinden… Hayalindeki o ıssız köyde yaşamak, orada yaşlanmak ve orada ölmek istiyordu. O hep bahsedilen, ancak bir türlü bulunamayan iç huzuru, hayalindeki bu köyde bulabileceğine inandırmıştı kendini.

    "Lirik Masallar ve Diyalektik Masalar", gözbebeklerinin büyümesi için yeterli bir sebepti. Her gece sabahlara dek, çalışma masasında saatlerce oturup şiir yazmaya çalışıyordu. Son günlerdeki en büyük uğraşı buydu. Hayatı boyunca hiç şiir yazmadığını fark ettiğinden beri her gece, kahve ve sigarayla bezenmiş dünyasında kafeinsiz şiirler yazmak istiyor, ama bir türlü yazmayı başaramıyordu. Eğer hayatı boyunca bir kez bile olsa, bir kadına âşık olabilseydi, belki her şey, daha kabul edilebilir gözükürdü gözlere.

    Günlerce süren ve giderek şiddetini artıran şiir yazamama nöbetleri, onu bir hayli yormuştu. Hastalanıp şiir yazamayacağını ve böylelikle, hayalindeki köye asla gidemeyeceğini düşündü. Bu düşünce, onu oldukça korkutmuş ve her şey için çok geç olmadan, uzun bir yolculuğa çıkma kararı almıştı. Yolculuk kararını alır almaz, nereye gittiği belli olmayan bir trene bindi. Bu yolculuk, onu daha da yormuş ve iyice bitkin düşürmüştü. Öleceğini anlamış ve ölmeden önceki son gece şu iki dizeyi yazmıştı :

    "… Ve tabii ki, bu lunaparklarımdaki atlıkarıncalarımı öldürmeyeceğim anlamına gelmez

    Bilinçaltımın toprak altında kalması, bazı şeyleri asla değiştirmez."


    Oğuzcan Önver


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Ekmeklerini Çöpten Çıkaranlara Selam Olsun

    (Maalesef, onların hiçbirisinin bu yazıyı okuma şansı yok…)
    Hani bir deyim vardır: "Ekmeğini taştan çıkarmak" diye.

    Onlar ise ekmeklerini çöpten çıkarıyorlar. Kıyafetleri pislik içinde, elleri kirli, saç-baş dağınık.Yani görüntüleri belki de hiç hoş değil, ama bence en çok saygı duyulması gereken insanlar arasındalar. Neden? Çünkü:
    Birincisi: "İş bulamadık, iş vermiyorlar, bana uygun iş yok" bahanelerinin arkasına sığınıp yan gelip yatmıyorlar, ya da boş boş gezmiyorlar.

    İkincisi: Memleket ekonomisine önemli ölçüde katkı sağlıyorlar. Hergün tonlarca atık madde onlar sayesinde yeniden ekonomiye kazandırılıyor.

    Üçüncüsü: Belki de en önemlisi kendileriyle beraber onbinlerce, hatta yüzbinlerce insanın karınlarının doymasını sağlıyorlar.
    Balkona oturup apartmanların önlerindeki konteynerlerin içini karıştıran bu insanları izlediğim çok olmuştur. Tespitlerime göre:

    - Belli bir çalışma saatleri var. Sabah onbirden önce ve akşam beşten-altıdan sonra onları çalışırken göremezsiniz. Sanırım kapıcı ya da temizlik görevlilerinin çöpleri atma saatiyle ilgili bir şey bu.
    - Her türlü çöpü toplamazlar. Kağıt türü çöpleri toplayanlar ayrıdır, metalleri ayrıdır, cam eşyaları ayrıdır.
    - Birbirlerine karşı saygılı davranırlar. Aynı yerde rastlaşırlarsa, biri ötekinin işini bitirmesini sabırla bekler. Sıra ona geldiğinde kendisine uygun olanları çöplerin içinde aramaya başlar.

    - Ya tek çalışrlar ya da en fazla iki kişi. İkiden fazlasını birlikte çalışırken görmedim. Bunun nedeni belki de elde edilecek olan gelirin ikiden fazla insana yetmiyecek olmasıdır.
    - Zaman zaman apartman kapıcıları veya site güvenlik görevlileri çöpleri dağıttıkları için onlara kızarlar. Genelde bu kızgınlığa tepki vermezler, sessizce oradan ayrılırlar, ama ortalık sakinleşince tekrar aynı yere gelirler.
    - Çoğunlukla çöpleri çıplak elle karıştırırlar, nadiren de olsa eldiven kullananları da var.

    - İki tekerlekli kendileri önüne koşulup çektikleri arabamsı bir araçları var. İstanbulda görmedim, ama bazı şehirlerde at arabası ile atıkları toplayanlara da rastladım.

    Gözlemlerim sırasında ilginç bulduğum olaylar da oldu:

    - Bir tanesi işine yarayan atıkları ararken yeni olduğu uzaktan bile fark edilebilen bir elbise buldu ve yerde bir köşeye koydu. İşi bittiğinde elbiseyi alıp gideceğini sanırken tekrar konteynerin içine attığını gördüm.

    - Yiyecek bulduğunda orada yiyen ya da alıp götürenler oldu.

    - Bir tanesi kağıt türü şeyleri topluyordu. Balkondan evde çok miktarda gazete olduğunu, gelip alabileceğini söyledim; "Belim ağrır be abey. Ta oraya kadar gelemem" dedi.

    - Giyimleri kuşamları onlara benzemeyen (genelde yaşlı) kimi kadın ve erkeklerin de çöpleri karıştırdıklarını ve bazen bir şeyler aldıklarını gördüm. Bunlar etraflarına iyice bakıp hiç kimsenin kendilerini görmediğinden emin olduklarında bu işi yapıyorlardı.

    - Yeni taşınan birisi hava karardıktan sonra bir arkadaşıyla birlikte uzun ve ağırca tahtadan bir karyola başlığını konteynerlerin yanına bıraktı. Beş dakika geçti geçmedi; görüntüleri çöp toplayıcılarına benzemeyen orta yaşlarda iki kişi bu karyola başlığını aldılar ve hızla oradan uzaklaştılar.

    Son söz: Ekmeklerini çöpten çıkaran bu insanlarımızın o öpülesi kirli elleriyle verdikleri yaşam mücadelesini takdirle karşılıyorum ve onları saygı ile selamlıyorum.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü XVII

    Mezopotamya mitolojisindeki bu dikilitaş kültünün temelleri de kuşkusuz Sümerler tarafından atılmış olmalı. Nitekim, Sümerlerin tapınak kültlerinden biri de adama törenleriydi ve Sümerler, cinsel bozuklukların kaynağına da tanrılarına karşı işledikleri günâhları koyuyor, yeniden cinsel sağlıklarına kavuşabilmek için paşişulardan yardım istiyordu.

    Paşişular ise tapınaklarda yaptıkları adama törenlerinde, hastalarının cinsel organlarının maketlerini yapıyor, bunları tanrılarına adıyor ve böylelikle, bir tür "diyet" ödeyerek, hastalarının eski performanslarını kazanmalarına yardımcı oluyor(!); bu "diyet"le Sümerler, cinsel güçlerini yeniden kazanacaklarını düşünüyorlardı.

    Ben Musul kazıları sırasında, kent tapınaklarından birinin zemin katında, taştan yapılmış altı adet penis maketi bulmuştum. Ayrıca, Lagaş kazıları sırasında da yine kent tapınaklarından birinin zemin katında, taştan yapılmış sekiz adet penis maketi bulmuştuk. Ve bu buluntular bizi gerçekten de çok şaşırtmıştı.

    Aslında ben bunların, tapınaklarda görevli râhibeler tarafından bir tür vibratör olarak kullanılabileceği olasılığı üzerinde durmuştum. Arthur Talcott da benimle hemfikirdi. Fakat, kısa bir süre sonra yanıldığımızı anlamıştık. Çünkü, Rubert Pilkington'la birlikte, tapınak ritüellerinin anlatıldığı bir tabletten, paşişuların bu adama törenleri sırasında uyacakları ilke ve kuralları çözmeyi başarmıştık.

    Bu maket kültü, sonradan evrile çevrile hemen tüm Mezopotamya'ya yayılmış ve değişik biçimler kazanmış olmalı. Ve görünen o ki, yaklaşık dört bin yıl sonra bu kültler, Avrupa'yı bile; Rönesans ve Aydınlanma'yla birlikte aklı ve bilimi kutsanan değerler olarak benimseyen Avrupa'yı bile işgâl etmeye hazır. Tanrım…

    Bugün bir kez daha anladım ki, benim arkeolog olmayı istememle Naturalist olmayı istemem birbirinden bağımsız değil. Özellikle de Sümeroloji alanında kendimi geliştirdikçe, Hıristiyanlığa daha büyük hizmetler ettiğimi düşünüyorum. Ve Mezopotamya paganlığını yeniden diriltme tehlikesine karşın, Sümeroloji bilgilerimiz geliştikçe, modern paganlığın yıkılması da kolaylaşacak diye düşünüyorum.

    İşte o zaman, Marovenjler gibi heretiklerin de defterleri dürülecektir. Sözde İsa Mesih, Maria Magdelana'yla evlenmiş ve bugünkü Marovenjler, İsa Mesih'in soyundan geliyormuş. Tanrım… Bundan yaklaşık dört bin yıl öncesinin masalları, hâlâ nasıl olur da benimsenir! Mezopotamya kralları ve râhipleri tarafından uydurulan şu "tanrı soyundan gelme" masalı, hâlâ nasıl olur da inandırıcılığını korumayı başarır?

    Modern dünyâ, bu denli büyük bir inkârın, bağnazlığın, çürümenin içinde! Daha Maria Magdelana'nın, Tanrı'nın gelini(!) mi yoksa karısı(!) mı olduğuna bile karar veremiyorlar... Ve Marovenjlerin saltanatı da temelini Vatikan'dan alıyor. Biz Naturalistler ise tüm bu saçmalıkları çürütmeyi başardıkça, Tanrı'ya ve İsa Mesih'e bağlılığımızı apaçık bir biçimde ortaya koyuyoruz.

    Biliyoruz ki, İsa Mesih yeniden yeryüzüne indiğinde, bize olan şükrânını sunacak ve bizi Cennet'e götürecek. Ve işte o zaman tüm Naturalistler, bu emeklerinin karşılığını alacak ve Cennet'te yeniden natural bir hayat sürdüreceğiz. Yâni, Âdem ile Havvâ'nın günâh işleyip son verdikleri natural hayat, bizimle birlikte yeniden başlayacak.

    Ve işte o zaman, örtünmeye de gerek kalmayacak; çünkü, günâh işlemekle kaybolan naturallik, biz Naturalistlerin bu faaliyetleriyle yeniden egemen olacak. Nil desperandum!
    28 Nîsan 1885


    Bugün sabah kahvaltısından sonra kamarama doğru ilerlerken, Kaptan Plummer bana seslendi ve benimle konuşmak istediğini söyledi. Kendisine az bir işim olduğunu ve işimi hâlleder etmez yanına geleceğimi söyledim. Ve kamarada Edward'la birlikte şükür duâmızı yaptıktan sonra kaptan köşküne doğru yöneldim.

    İçerde bizden başka kimse yoktu. Kaptan Plummer uzaklara, çok uzaklara bakıyor ve arada bir nemlenen gözlerini temizliyordu. Dümenin yanındaki sandalyeye oturdum, ona canını sıkan şeyin ne olduğunu sordum. Kahvaltı sırasında yapılan bir konuşma, ona geçmişte yaptığını düşündüğü bazı hatâları anımsatmış.

    Ben konuşmanın başına yetişemedim. Neler konuştuklarını tam olarak bilmiyorum, sonradan da öğrenemedim. Geldiğimde Geary, vaftiz törenleri hakkında konuşuyor, diğerleri de onaylayıcı ifâdelerle ona destek veriyorlardı. Ve anladığım kadarıyla, o da bu törenlerin doğumdan hemen sonra olması gerektiğine inanıyor.

    Kaptan Plummer, uzun yıllar yaşadığı Amerika'da, yine kendisi gibi bir İrlandalıyla evlenmiş ve bir erkek çocukları olmuş. Adını Jeffrey koymuşlar ve Katolik olmalarına karşın, doğumdan hemen sonra Jeffrey'i vaftiz etmek istememişler.

    Kaptan Plummer'e göre (de) vaftiz törenleri, Tanrı'nın hizmetine katılma törenleridir ve bu tören bir kez gerçekleştikten sonra, işlenen günâhların cezâsı çok daha büyüktür. Bu nedenle, Jeffrey'in yeterince büyümesini istemişler. Ama Jeffrey, dokuz yaşına geldiğinde, yakalandığı verem sonucu hayâtını kaybetmiş.

    Kaptan Plummer, gerçekten de çok bilge bir insan. Pek çok şey görüp geçirmiş. Hayat tecrübesi, nice kaldırım filozofuna taş çıkartır türden ve etkileyici. Ancak, bu gibi konulara sıra geldiğinde maalesef, bu bilgeliğinden eser kalmıyor doğrusu.

    Kendisine, çocukların doğar doğmaz vaftiz edilmesi gerektiği inancının asıl kaynağını anlattım. Bana hemen hak vermesini beklemiyordum; fakat, kulaklarını geriye çekerek ve gözlerini büyüterek bana öyle bir baktı ki, ben o öfkeyi daha önce İngiliz yönetimi hakkında konuşurken bile görmedim. Gerçekten de insanların inançları, tüm siyasî dâvâların önüne geçiyor. Tanrım…

    Kaptan Plummer, bana Markos İncili'nin hemen girişinden bir pasaj okudu ve vaftizin önemini, kendi inançlarındaki yerini göstermek istedi. Orada, İsa Mesih'in henüz vaftiz olmadan önce sıradan bir insan olduğu, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında da herhangi bir olağanüstü olay yaşamadığı falan anlatılıyor.

    Kaptan Plummer bana bu pasajı, Tanrı'nın hizmetine giriş töreni olarak gördüğü vaftiz töreninin mistik yönünü anlatmak için okudu; İsa Mesih'i "Tanrı'nın Oğlu" yapanın bu tören olduğunu, tören sırasında Kutsal Ruh'un bir güvercin şeklinde inerek ona, "Sen Tanrı'nın Oğlu İsa Mesih'sin!" dediğini ve Jeffrey'in bu inâyetten mahrum kaldığını söyledi.

    Kaptan Plummer'e İnciller hakkındaki gerçekleri söyleyemedim tabiî. Ve vaftiz törenlerinden sonra yeni bir hayâtın başlayacağı inancının, Havârîlerin o dönemin paganlarını ve Yahudilerini sözde Hıristiyanlığa çekmek için uydurduğu bir yalan olduğunu ve bunun kökeninin de Sümerli paşişuların tapınak kültleri olduğunu söyleyemedim.

    Sonradan bu yalanın da Kilise tarafından sâhiplenildiğini de söyleyemedim. Buna karşılık onu, çocukların henüz o yaşlarda mâsum olduklarına, işledikleri günâhlar(!) nedeniyle hesâba çekilmeyeceklerine/çekilemeyeceklerine iknâ etmeyi denedim. Bu sefer de bana, Augustinus'un İtirâflar'ından bahsetti ve çocukların henüz o yaşlarda da günâh işlemiş olduklarını söyledi.

    Ah Augustinus!.. Katolikler seni bile aziz yaptı ya… Tanrı, günâhlarınızı bağışlasın!.. Başpiskopos Baldwin'le Augustinus hakkında uzun uzun konuşurduk. Çünkü, benim ve kız kardeşimin yetiştirilmesi de Katolik usûllerine göre olmuştu ve Başpiskopos Baldwin'in anlattığı hemen her şey, benim daha önce inandıklarımın tam aksini söylüyordu.

    Başpiskopos Baldwin, bana günâh ile sevap kavramlarından bahsedilebilmesi için, belirli bir ahlâkî olgunluğa ulaşmış olmanın zorunlu olduğunu; çocukların henüz ergenlik öncesinde herhangi bir günâh işlediğini iddiâ etmenin, Tanrı'nın kurduğu düzene aykırı olduğunu söylemişti. Gerçekten de haklıydı.

    Oysa Augustinus, "Hiç kimse, bir günlük bebek bile, senin karşında günâhsız değildir." diyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, şöyle devâm ediyordu: "O zamanlar ne gibi günâhlar işliyordum? Ağlayarak meme emmek için ağzımı uzatmam günâhtı. Aynı şeyi şimdi yapsam; memeye doğru değil de ağzımı bir karış açıp yaşıma uygun bir yiyeceğe uzatsam bana gülerler, haklı olarak da ayıplarlar. Gerçekten de bu kötü bir oburluktu, büyüyünce bu oburluğu içimizden söküp atıyoruz. İnsanların çocuk yaşta bile olsa ellerinden geldiği kadar kötülük yapması iyi bir şey mi?"

    İşte, Tanrı adına hüküm vermek; Tanrı'yı gaddar ve zâlim, kinci, intikam düşkünü bir varlık olarak göstermek; hattâ o kadar ki, küçük çocukların en doğal davranışlarını bile bir günâh nedeni olarak göstermek… Henüz ahlâkî olgunluğa erişmemiş bir çocuğu bile ahlâkî eylemin öznesi olarak konumlandıran Katolikliğin zırvasının zırvası…

    Kaptan Plummer'e bunları uygun bir dille anlatmayı denedim. Gerçi, başaramayacağımı biliyordum, ama yine de denemek istedim. O sırada, kaptan köşküne Edward geldi; beni merak etmiş. Kamaradan çıkarken ona söylemeyi unutmuştum buraya geleceğimi. Ben de bunu fırsat bilip Kaptan Plummer'den müsaade istedim. Kamaraya geldiğimde Edward'la bunları konuştuk.

    - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    başkalaştırılmış hüzünler

    aşka vokal yapıyor başkalaştırılmış hüzünler
    yüksek sesle kal diyor boynu kısılmış bir şarkı
    çevre evrenler tarafından evrilip çevrilip katlediliyor gerçekler
    her ne kadar mevsim normallerinin altında gözükse de gözyaşı
    ikna edici bir duygu olmaktan çıkıyor bu yas
    mürekkepler altında kalmakla ünleniyor şehirler ve şiirler
    hiçbir hayalkırıklığı temizleyemiyor sakin bir çığlığın kanlarını

    cennette açan bir çiçek iyi güneş alamadığı için
    cehenneme gönderiliyor
    kötüler bu hediyeye çok seviniyor...

    Oğuzcan Önver

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
      İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    New Kid in Town
    Eagles









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100716.asp
    ISSN: 1303-8923
    16 Temmuz 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com