|
|
|
Editör'den : Anamı ağlattın, sıra bana mı geldi?!.. |
Merhabalar,
Oley... Oley... Oley... Tribün şov başladı... Hayırlara vesile olur inşallah. Meclisin kürsüsünde, milyonların gözü önünde Manakyan tiyatrosuna rahmet okutanlara selam olsun. Yirmialtı maddelik paketin, göz boyamaktan öteye gitmeyen bir maddesine istinaden oynanan sitkom, hem de üçyüz kişilik kadrosuyla Guinness Rekorlar Kitabına girecek cinsten. İmam ekrandakileri okuyup ses çatlatıyor, cemaat elde mendil sümük siliyor. Neymiş, 12 Eylül'de ölenlerin intikamı alınacakmış. Nasıl? Anayasadan iki satır silerek. Peki mahkeme önüne çıkıp hesap verecekler mi? Haşa? Boşuna mı bekledik onca yıl? Zaman aşımına girdi, artık kaldırma zamanı geldi. Ne şiş yanar ne kebap netekim.
İstismar çetelelerine bir çentik daha atmaktan asla çekinmiyorlar. Gündeme göre taktik belirliyorlar. Şu memlekette tek bir Allahın kulunun bile itiraz etmeyeceği bir maddeyi diğer saklanması gerekenlerin arasına sokarak göz boyamaları yetmiyor, kalkıp bir de en hassas duyguları sömürüyorlar. Oyuncakla kafalayamadıklarını kömürle, kömürle kandıramadıklarını beyaz eşyayla, o da olmadı tüylerini diken diken ederek, ikna yöntemi uygulamaya çalışıyorlar. İyi de kimin umurunda 12 Eylül, Evren,vs? Arka bahçe konuyla ne kadar ilgili? Bit kadar. Asıl canı acıyanlar yutmuyor bu timsah gözyaşlarını, ne kadar ağlarsan ağla yutmayacaklar da!..
Kendisi kürsüde ağlarken, analar evde şehitlerine ağıt yakıyor, açılımın neferleri olarak Habur'dan kahraman edasıyla girenler, can güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle, en yasalından el kol sallayarak yurdu terk ediyor. Tek eksikleri gelişlerinde marş çalan "Selamsız Bandosu". Şimdi biri kalkıp bu durumu açıklayabilir mi? Merak etmeyin, dünyaya indiklerinde ağlamaktan şişen gözleri normale dönünce bir açıklama yapacaklar inşallah. Her işin başı sağlık, bakmayın siz bunlara, siz siz olun akıl sağlığınıza sahip olun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Nedir ve kimdir bu USAID? |
|
BD hükümeti nüfuzunu güçlendirmek, ekonomik ve stratejik çıkarlarını gözetmek için, çıkarı olduğu her ülkede, sivil toplumu, ülkenin tüm sektörlerine sızmak için kullanır ve bunu güçlü bir araç olarak görür.
Bu olgunun son günlerde ki en çarpıcı örneklerinden birisi, Küba'da ajanlık suçlaması ile tutuklanan Alan Gross'un çalıştığı şirketi fonlayan kurumlardan birisinin USAID olarak ortaya çıkmış olduğu gerçeği. Bu konuyu detaylı olarak Haziran 2010'da hazırladığım bir makalede incelemiştim.
Bknz: http://www.kmarsiv.com/sayilar/20100630.asp#cuneytgoksu
Venezuela'da, BD'in bu stratejisi, 2002 yılında şekillendi. Chavez muhaliflerinin finansmanına "National Endowment for Democracy" (NED) ve USAID'in Caracas'da açtıkları bürolar öncülük ettiler. Bu kurumlar, Chavez'e yapılan darbe girişimi başarısız olmasına rağmen, muhalefet hareketini konsolide ederek, ekonominin başındaki kilit yöneticileri, özellikle de petrol sanayiini kullanarak ülke ekonomisine zarar verdiler. Karşı hareketin bölünmesinden sonra bu strateji şekil değiştirdi; fakir halk ve medyayı hedeflerine aldılar. Carakas'daki BD konsolosluğu, Dış İşleri'nin izni olmadan, 5 eyalette bürolar açtı. Bu bürolar, petrol, mineral ve doğal kaynaklar yönünden zengin olan Anzoátegui, Bolívar, Lara, Monagas ve Nueva Esparta (Margarita) eyaletlerinde açılmıştı.
USAID'in çalışmaları Venezuella'daki karşı devrim hareketini daha da derinleştirmiştir. 2007'ye kadar, USAID'in taşaron şirketi DAI tarafından devrim karşıtı sosyal örgütlere, partilere, politik projelere, 11,5 Milyon USD tutarında, 360 burs imkanı sağlanmış. (Not: Bu ilişki yumağının aynısını Küba'da da görüyoruz) DAI'nin yani dolaylı olarak USAID'in fonlandığı bu programların çoğunlukla, siyasi diyalog ve kamuoyu tartışmasına odaklandığı görülüyor. Venezuela'da sözde insan haklarının savunucusu STK'lar, USAID'in diğer anlaşmalı şirketlerinden biri olan "Freedom House"tan ciddi finansman sağladılar. Örneğin, "Freedom House", BD'in propoganda ofisi yönetcisi Karen Hughes'ı, BD Kongre'sinden Florida'dan Cumhuriyetçi senator Ileana Ros-Lehtinen'ı televiyon programına çıkarttılar. (Not: Florida Küba'lı karşı devrimcilerin BD'lerde en fazla yaşadığı eyalet) USAID, Venezuela'daki çabalarını "sivil toplumu ve siyasi partileri güçlendirmek", "yerel yönetim ve belediye meclislerini teşvik etmek" ve "insan hakları savunucularını" desteklemek olarak özetliyor. Bütün bu çalışmaların yoğunluğunun Chavez iktidarı ile arttığı, yönünün de sürekli olarak Chavez karşıtlığı olduğu gözleniyor.
Bolivya'da da durum çok farklı değil! Mart 2004'de USAID Bolivya'da bir ofis açtı. Nasıl Chavez güçlendiğinde Venezuella'ya geldiyse, Evo Morales'in de yükseldiği dönemde hemen Bolivya'ya girdi. Burada da C&A isminde bir şirketle anlaşarak, "ülkede ki gerilimi azaltmak ve seçimlere destek olmak için geldiği haberini yaydı". Bolivya'da 379 parti, stk ve projeye toplam 13 Milyon USD yardımda bulundu. C&A'nın çalıştığı diğer kurumlara baktığımızda, BD Ordusu, Donanması, Enerji Dairesi Başkanlığı, "Voice of America", İç Güvenlik Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve çok daha fazlasını görüyoruz. USAID'in özellikle, ülkenin zengin olan Santa Cruz ve Cochabamba bölgelerinin ayrılması için uğraştığını görüyoruz. Bolivya'da BD Büyükelçiliği yapan Philip Goldberg'in bölücülük konularında bir uzman olduğunu, eski Yugoslavya'nın Bosna ve Sırbistan olarak ayrılmasında çalışan, BD ekibinde lider olduğunu biliyoruz.
Bütün bu bilgileri yanyana koyduğumuzda USAID organizasyonunun bölgeden kolay kolay gitmeyeceği, bu açık müdehale ve devrim karşıtı hareketin kolayca söküp atılamayacağı görülüyor. Hangi grup ve kurumların, hangi şartlarda yerel ve uluslararası kaynaklardan destek alacağının düzenlenmesi gerektiği ortada. Çünkü "insan hakları" kalkanı arkasına saklanıp, karşı devrimci bir çok kurum ve kuruluşu fonlayarak bölgeyi istikrarsızlığa sürüklemek, kaynaklarını sömürmek, yönetimleri değiştirmek isteyen BD'in yeni oyuncağı USAID!
USAID'in resmi web sitesinden, hedeflerini anlatan bir alıntı ile sonlandıralım bu yazıyı;
"...USAID, BD'in ulusal güvenliği, dış politikası ve Terörism'le Savaş konularında hayati rol oynar. Fakirliği, bugün yaşanan şiddetin temel sebebi olarak görür... USAID'in bütün çalışmaları, dünya çapında, BD değerlerini ve çıkarlarını gözeten insanların barış ve refahını geliştirmek için gerçekleştir..."
Bu alıntıyı kısaca şöyle de yorumlayabiliriz;
"USAID, BD'in çıkarlarına ve ulusal güvenliğine aykırı yönetimleri değiştirmek için fakirliği yok etme kalkanı arkasında, o ülkelere müdehale etme hakkını saklı tutar"
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran EDUARDO GALEANO DİYOR Kİ |
|
Cumhuriyet Radi-Cum olalı beri okunacak yazı bulmak hemen hemen olanaksız; sevgili Buket Şahin'in yazı dizisi bu çoraklıkta iksir gibi geldi doğrusu; Güney Amerika sevdasını geçen yılki yazılarından biliyorduk; o sevdayla bu yıl ünlü yazar Eduardo Galeano'yla konuşmaya gitmiş. Çok da iyi etmiş. Derin yüz çizgilerine beş yüz yıllık sömürürünün acıları sinmiş soylu insan gerek Güney Amerika'da, gerek başka anakaralarda anamalcı-sömürgeci talanın açtığı yaraları kitaplarında çarpıcı biçimde dile getirmiş; bunların en ünlüsünü geçenlerde yerli halkın onurlu-soylu çocuğu Başkan Chavez, göle maya çalar gibi, Afrika kökenli kölelerin yavrusu Obama'ya armağan etmişti, belki okur, utanır, titrer, kendine gelir diye. Oysa titrese de kendine gelemez, kıpırdamasına izin vermez onu seçtiren yalancı-talancılar; ayrıca o da, her yanından kanlar akan allı pullu başkanlık urbasını üstünden atamaz; atmaya kalkarsa Martin Luther King'den de, Kennedy'den de beter ederler.
Neyse biz gelelim Galeano'nun dediklerine; bir süredir hemen hepimiz küresel bunalım deyip duruyoruz ya, işin aslı yapısal bunalım. Galeano bunu çok iyi biliyor, hiç sözünü esirgemeden dile getiriyor.
"Köle sahibi Thomas Jefferson, özgürlüğüyle kötü örnek olan Haiti'ye vebanın mübah olduğunu söylemiştir. Oysa şeker üretimin mahvettiği sömürü, devrime ağır bir miras bırakmıştır. Yıllar sefaletten sefalete, diktatörlükten diktatörlüğe geçtikten sonra sömürü yerini pirince bıraktı. Yerli halkı doyurmak için önlemler alındı. Bu kez İMF ve Dünya Bankası uzmanları gereken önlemleri aldılar. Sonuçta Haiti'nin pirinç tarlalarında çalışan köylüler dilenci oldular. Çıplak bırakılan ülkeden kaçarken Karayip denizinde köpekbalıklarına yem oldular. Son deprem Haiti'nin ilk yıkılışı değildir, ilk yıkım Fransa'nın sömürgeciliği sırasında olmuştur ve özgürlüğünü ilan etme küstahlığını gösterdiği için Fransa'ya 150 yıl boyunca haraç ödemek zorunda kalmıştır.
Heyecanla Eduardo Galeano'nun sözünü keserek araya giriyorum:
- Bugün aynı Fransa; Haiti'den özgürlük vergisi almaya devam eden Fransa, ülkem Türkiye de aralarında, üçüncü dünya ülkelerine özgürlük dersleri vermeye kalkıyor.
Galeano gülümseyerek kaldığı yerden devam ediyor:
Bağımsızlık günahı, gurur günahıdır 150 yıl ödetilen. Beyaz lanettir bu yerlilerin ağzında.Haiti'nin kendi topraklarında istediği tahılı ekmesi yasaklanır. Borçlarından dolayı topraklarına, yani ülkeye el koyan İMF ve Dünya Bankası pirinç ekimini yasaklar ve Haiti pirinci ABD'den satınalmak zorunda kalır. Bugün Haiti'nin kendi üretimini koruma hakkı yoktur, ABD ise istediğini üretme hakkına sahiptir. Çünkü her şeyin sahibidir, İMF uzmanlarının da sahibidir, Dünya Bankası zaten ABD'nin özel mülküdür. Kim yemek yediği tabağa tükürür?
Ülkeniz Türkiye için bu konuda bir şey söyleyemem, bu buzlu rakı satmaya benzer. Ülkenizde olup biteni bana ancak siz anlatabilirsiniz. La Paz'a, Caracas'a, Buones Aires'e gelip havaalanında birkaç gazete okuyup her şeyi öğrendiklerini sanan Amerikalı, Avrupalı gazetecilere hep karşı olmuşumdur. Yarım saat içinde kitap yazarlar, aslında gerçek anlamda bu ülkelere inmemişlerdir. Koşullandıkları gibi, kendi kurallarını dile getirmişlerdir. Günümüzün eşit olmayan dünyasında buyurucu (emperyalist) programlamanın sonucudur bu. Kimisi yorum yapar, kimisi yorumlanır. Kimileri dünyanın, kimileriyse kendi sessizliklerinin efendisidir.
…
- Aynalar adlı kitabınızda sözünü ettiğiniz, Bolivar'ın öğretmeni Rodriguez'in okulları bana bizim Köy Enstitüleri'ni anımsattı.
- Bolivar'ın öğretmeni Rodriguez'le Atatürk'ün epey ortak yanı var sanırım. Bolivar Atatürk'ten 100 yıl önce yaşadı. Yaklaşık 200 yıl önce Bolivar ve Rodriguez gerçeği görüp yazmışlardı. Hâlâ yaşayan bir gerçektir bu. Sanatın zamanın yaralarını saran ölümsüz gücü gibi. Günümüzde insanlar yarım saat, bir hafta, bir ayda yokolup gidiyor. Sanat öyle değildir. Her zaman geçerliliğini korur. Örneğin Latin Amerika'da insanlar "bağımsız" değiliz derler. İspanyol sömürgeciliğinden kurtulup bağımsız doğduk, ama kendi aklımızla düşünemiyor, kendi yüreğimizle duyumsayamıyoruz, çünkü her şeyi dışarıdan alıyoruz" diyorlar. Bolivar yeni efendilerin egemen gücüne karşıydı. Bağımsız olmalıydık. Gerçekten bağımsızsan, neden ABD ve Avrupa mallarını kullanıyor, kopya ediyorsun? Kopya edeceksen, en önemli şey olan kendini kopyala. Başkasının bulduğu şeyi kopyalama, kendin bul! Yoksa kaybolur gidersin. Rodriguez, Peri, Kolombiya, Venezüella ve Bolivya'da kurduğu okullarda yele bırakılan değerleri yeniden evlendirmeye çalıştı. Ellerle beyinleri buluşturmaya çalıştı. Düşünen beyinle iş yapan eli. Kızlarla oğlanları, çocuklarla anababaları birlikte eğitmeye çalıştı. Yazı nasıl yazılır, sayılar nasıl kullanılır, ev nasıl kurulur, marangozluk nasıl yapılır, tarla nasıl ekilir gibi hünerleri insanlara kazandırmak istedi. Ondan sonra her kız, her oğlan istediği dalı özgürce seçebilecek, özgürce düşünebilecikti. Hem elini hem beynini kullanacaktı. Bugün Latin Amerika'da( yalnız orada mı?) insanlar açlıktan ölüyor, çünkü üstünde yaşadıkları toprağı işlemeyi bilmiyorlar yazık ki.
- Bizim Köy Enstitüleri uygulamasına benziyor. Babam anlatırdı, kendi okul sıralarını, fırını, masayı, tabureyi kendilerinin yaptığını. Yaparak ve yaşarak öğren.
- Aynen öyle. Bütünsel eğitim. Günümüzdeyse her şey kopya…Dünya bir yıkıntının altında kalmış gibi. Bozuk, yoz, cinsel ve çete kültürü. Sarhoş insan gibi. Sarhoş insan dünyanın dönüşünü gözüyle gördüğünü sanır. Çılgın bir Tanrının yarattığı bir dünya sanki. Kendi parçalarından kopmak üzere yaratılmış bir kültür. Bu nedenle günümüzde eğitimin amacı, yüzüstü bırakılan, unutturulan değerleri geri getirmek olmalı, onlar üzerinde yoğunlaşmalı. Ana yapıdan kopan, toparlanmaya çalışan başka bir ulusal değer de dil'dir. İnsanın kimliğini parçalara ayırmak, herkesi ayrıştırmak insana zarar veriyor. Herkesin alnına bir yafta yapıştırılıyor. Yazar, avukat, yoksul, zengin gibi. Yazın dünyasında böyle. Ne tür kitap yazıyorsunuz diye soruyorlar bana. Ben, çılgınca bir tutkuya dönüştürülen ayırma, sınıflandırma yerine, ortak insanlık dilini geliştirmek istiyorum. Yine soruyorlar, şiir mi, çocuk kitabı mı? Bilmiyorum. Ben yalnız insan birliğinin, insanlık duygusunun belleğini yeniden anımsatmak istiyorum. Başkalarının kapıları ardına sığınamazsınız, ben, yazınsal dili kullanarak, yazınsal gümrüğü ortadan kaldırmak istiyorum.
- Dünyada ve ülkemizde medya, insanları eğitmek yerine uyuşturmak, unutturmak, sorgulamamak üzere programlanıyor.
- Size katılıyorum. Televizyon, kurulu düzeni yineleyip duran görüntülerle yankılanan sesler bırakıyor boşluğa; yeryüzünde bunların ulaşamadığı tek nokta yok. Bütün dünya kötü dizilerin banliyösüne döndü, bizler dışarıdan alınmış duyguları konserve gibi tüketirken, yaşamı oluşturmak, düşünerek, paylaşarak yaşayacak yerde yalnız izlemek üzere koşullandırılan televizyon çocukları yetiştiriyoruz. Latin Amerika'da anlatım özgürlüğü, birkaç radyo istasyonunda ve yerel gazetede bir şeyleri kınama hakkıyla sınırlı. Polisin kitap yasaklamasına gerek kalmadı, fiyatları kitapların yasaklanmasına yetiyor."
Görüldüğü gibi, bütün dünyada insanların sorunu aynı: doğarken getirdiği yeteneklere uygun yetişip yaşayamamak, hem bedensel, hem beyinsel besinleri gerektiği kadar alamamak.
Çünkü özellikle buharlı makinenin bulunmasından sonra azgınlaşan bir avuç zırdeli, dünyanın dört bir yanındaki güzelim halkların bilgili, bilinçli olmasını da, kalmasını da önlemek üzere akla gelen gelmeyen bütün oyunları çeviriyor, önlemleri alıyor, tuzakları kuruyor.
Oysa Galeano'nun Cumhuriyet'teki söyleşide değindiği gibi, Avrupalı kuramcıların öngördüklerini çürütmek üzere, çoğu kez ülkeleri boyunduruk altına alıp acımasızca sömürmek üzere gönderilenler arasından benim bilinçli bencil adını verdiğim kimileri, bir Bolivar, ya da öğretmeni Rodriguez, ya da orta boy da olsa bir toprak ağasının ( oraya ilkin Küba halkına boyun eğdirip köleliği sürdürmek üzere gönderilmiş askerlerden birinin) oğlu Fidel Castro ve arkadaşları, yürürlükteki tanımla egemen sınıftan sayıldıkları, kolayca o sınıfın ayrıcalıklarından yararlanmayı sürdürebilecekleri hâlde, ezilenlerden; özellikle de köylülerden, çiftçilerden yana geçiyorlar; halklarıyla anamalcıların öldürücü tüketim ürünlerini değil, bilgiyi, sevgiyi, sanatı paylaşmayı seçiyorlar.
Bu yolun 20. Yüzyıl'daki öncüsü Anadolu topraklarında yetişmişti; Mustafa Kemâl Atatürk. Gerçi o insanların emekleriyle birikmiş artıdeğeri cebine indirenlerin çocuğu değildi, ama yine de çağına göre çok önemli bir ayrıcalıktan yararlanmış, yıkılıp dağılan Osmanlı'nın görece en sağlam kalmış kurumunda, Harp Okulu'nda eğitim görebilmişti; bu küçük, çok önemli ayrıcalığı h dolu dolu hak etti, hem yurdundaki insanların, hem dünyadakilerin hangi kıskaçta inleye inleye can verdiklerini kusursuz gördü; bu kısırdöngüyü kırabilmenin yolunu da buldu: kadın erkek bütün yurttaşlarını eğitmek, doğru bilgilerle donatmak.
Ancak, yanında Dr Reşit Galip, Mahmut Esat Bozkurt gibi inançlı devrimciler olsa da, adlarını art arda sıralamak gerekemeyen bütün öbürleri, en ünlüleri bile ürkek, korkak, tutucu, dolayısıyla son hesapta karşıdevrimci oldukları için, iki önemli atılımı; kızlı erkekli gerçek eğitim birliğini sağlamayı ve toprakları sülüklerin elinden alıp köylülere, köylü ortaklıklarına dağıtmayı başaramadan can verdi.
Fidel Castro ile arkadaşlarıysa, gerek ülkelerindeki koşulların, gerekse dünyanın o günkü dengelerinin ( o sırada, sonunda tuttuğu yanlış yoldan dolayı kendisi de adı toplumculuk olan gizli devlet anamalcılığını bırakıp vahşi anamalcı yalan-talana geçmek zorunda kalan SSCB'nin varlığından ötürü ) uygun olmasından yararlanıp 500 yıldır İspanyolların sömürdüğü halkını eğitip aydınlatmayı başardılar.
Bunun somut sonucu ortada: Devrim'le hemen hemen yaşıt boğma girişimine karşın, Küba dimdik ayakta; halkın tamamı okuma yazma biliyor; Guantanamo gibi insanlığın yüzkarası bir köşesinde varsayımsal yıldırmacılar türlü işkenceler altında inlerken, veca ve tutukevlerinde üniversite eğitimi veriliyor bilgisizlikten kurtulup topluma yararlı yurttaş olmak isteyen tutuklulara; tıpta ve sağlık hizmetlerinde ulaştıkları düzeyi yeniden anımsatmaya gerek bile yok.
Şimdi aynı aydınlık yolu hem kendi ülkesindeki yurttaşlarına, hem de özendirme yoluyla bütün Güney Amerika'ya açmaya çabalayan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, o güzelim anakarada yüzlerce yıl ezilmiş harcanmış yerlilerin öcünü herkese sevgi, bilgi dağıtarak alıyor. Ve bütün insan kardeşlerini 21. Yüzyıl Toplumculuğu'na çağırıyor.
Görüp anlamayı unutmamış olanlar için başka yol yok zaten.
*
Çalışkan dostum Mehmet Kıyat üç kitabını basmış, gönderdi: Dokuz Canlı Sessizlik, Karanlığın Gölgesinde, Küstüm Otu Günleri.
Başka bir kahraman, İsmet Arslan da, ülkeyi kasıp kavuran olumsuz koşullara karşın, beş kitap çıkarmayı başarmış: Deniz Tural'ın Hüseyin ve Mezar Kazıcı Mahdumları; Yılmaz Ünlü'nün Giritli Gelin'le Felsefeci Halil ( 2)'i; Müslüm Uusoy'un Devrimci Türkler'i ve Zülfikâr Akar'ın Mavi Kadın, Faika Sarp'ın İstanbul'a Aşk Düştü adlı şiirleri.
*
Şiirimiz yine Ali Yüce'den.
GARGANTUA
Mahmut Makal'a
Hız ocak söndürür
Sayın salyangozlar
Biraz yavaş yürüyün
Müdüriyet
Günler günleri
Aylar ayları kovaladı
Yılları yuttu yıllar
Trenler rayları yuttu
Gelmedi beklediğim yolcu
Gemiler denizleri
Uçarlar gökleri yuttu
Çölleri yuttu tanklar
Timsah timsahı yutar gibi
Barbarlık barbarlığı yuttu
Dünyayı yuttu emperyalizm
Bir ömür boyu beklediğim
Güzel yolcumu yuttu
Homo homini lupus
İnsan insanın kurdudur
Demiş adamın biri
Dizgi hatası olmuş
İnsan insanın köpeğidir
Düzeltir özür dileriz.
- Müdüriyet-
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Oruç Baba'dan Aforizmalar-1
- Konuşmak bilgili olmanın göstergesi midir,bilinmez;ama susmak bilgelik gerektirir.
*
- Işık hep aydınlanmanın sembolü olarak kabul edilmiştir, karanlık ise cehaletin. O yüzden çoğunlukla ışığı karanlığa yeğleriz. Fakat bazen karanlığa öylesine muhtaç olur ki insan, "keşke hiç ışık olmasaydı" der. O dinginliği yaşamanın da zevki bir başkadır çünkü.
*
- Seven kadından kork, onun silahları çift taraflı çalışır.
*
- Şiirlere, şarkılara bel bağlamış olan o kadar çok insan var ki; adeta yaşamı şarkılaştırmışlar, şiirleştirmişler. Kaderleri şiirle, şarkıyla yazılmış gibi. Doğrusu bu insanların kelimeler ve nağmeler kaybolduğunda ne yapacaklarını görmek isterdim.
*
- Sevdiklerimize, dostlarımıza sarılırız. Niye? Onlar da bize sarılsınlar diye mi? Belki sarılınmaya ihtiyacımız var, sarılmadan daha fazla…
*
- Her şeye yeniden başlamak isteyen insanlara şaşarım. Çünkü bu mümkün değil. Yapabileceğimiz tek şey, eskiyi devam ettirmektir.
*
- Ellerimin ne kadar soğuk olduğunu söylediğinde onun beni benim de onu sevmediğimi anladım. Çünkü eğer ortada bir kusur varsa yanmayan ateş kadar ateşi yakamayan da kusurludur.
*
- Beni tanımalarından korkuyorum, çünkü o kadar çok utanılacak tarafım var ki… "Sonuçta ne de olsa insanım" diyerek mazeret üretiyorum. Bu da bir kusur değil mi?
*
- Sevdiğimde bazen pişman oldum; sevmediğimde ise hep!
*
- Mutluluğu kilo ve metre ile satsalardı. Kaç kilo ya da kaç metre alırdınız? Ben santimetre ve gram olarak rica etsem!
*
- Şairleri pek sevmem, şiirleri eh işte. Kıskançlığım mı beni böyle konuşturuyor?
*
- Zeki insanlardan korkun. Büyük felaketlere yol açanların yüzde doksandokuzu geri ya da normal zekalı insanlar değildi.
*
- Başkalarının söylediklerini kulakardı edenler, kendi söylediklerinin baştacı edilmesini ummasınlar.
*
- Kendinden nefret ettirmek istiyorsan, başkalarına dertlerini anlatabilirsin.
*
- Hoşgörülü insan var mı? Sanmam. Olsa olsa "gibi davranan" vardır.
*
- Kızgın insan bozuk terazi gibidir. Bazen eksiktir, bazen fazladır.
*
- "Korkularınla yüzleş" diyorlar. Diyenlerden başlayayım mı?
*
- Nefret kötü bir şeymiş, sevgi iyi. Hadi canım, aslında ikisi de insanlarda sıkca görülen birer heyecan çeşidinden başka bir şey değil. Her şeye bir değer yükleme alışkanlığımızdan ne zaman vazgeçeceğiz?
*
- Çelişkiye düşmekten korkuyorsan, hiç konuşmaman gerekir. Hatadan çekiniyorsan da hiçbir şey yapmaman. O zaman da hiç konuşmayan ve hiçbir şey yapmayanları en mükemmel insanlar olarak kabul etmemiz gerekmez mi?
*
- Üzülme, benden gizlediklerinin sana ait olmadıklarını zaten biliyorum. Çünkü benim için sen, benim bildiğim kadarsın.
*
- Bulunduğun toplulukta su gibi ol. Çünkü su; bardakta başka şekildedir, sürahide başka, fincanda başka.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XIX |
|
Tanrım… Bugün sıra dışı bir olay oldu. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Bu satırları yazarken bile ellerim titriyor. Hâlâ sâkinleşemedim, olayın şoku hâlâ üzerimde. Edward da çok gerildi, şu an Tanrı'ya duâ ediyor. Ben de az sonra üzerimi çıkartarak ona katılacağım ve Tanrı'ya sığınacağız…
Sabah şükür duâmızı yaptıktan sonra, durumunu öğrenmek için Miles'ın kamarasına uğradım. Miles epeyce terlemişti. Üzerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Geary ile Stephen onunla hiç ilgilenmiyormuş. Bu işi benim yapabileceğimi söyledim ve temiz fanilâ ve gömlek çıkartmak için dolaba doğru yöneldim.
Kapağı açınca, bir çift uzun beyaz elbise gördüm, ortasında kızıl haç vardı. Bunların Geary ile Stephen'e âit olduklarını anlamam gecikmedi. Bir an için donup kaldım… Bu elbiseler, Tapınak Şövalyeleri'ne âit özel bir elbiseydi. Miles'a bunların ne zamandan beri burada olduğunu sordum, bana Finisterre'de mola verdiğimiz sırada aldıklarını söyledi.
Bir taraftan Miles'ın üzerini değiştirirken, bir taraftan da Geary ile Stephen'in Tapınak Şövalyesi olmayabileceklerini, onlara yalnızca ilgi duyabileceklerini, bu elbiselerin de Katolik turistlere dönük hediyelik eşyâ satan bir dükkândan alınmış olabileceğini düşündüm. Tanrım…
Buna inanmak ve emin olmak istedim. Eğer gemide Tapınak Şövalyeleri varsa ve bu kazılar Vatikan tarafından düzenlenmiş veya yakın tâkibe alınmışsa, bu dehşet bir durum. Belki Geary ile Stephen, ben ve Edward'ı da biliyor ve bizi tâkip etmek için görev yapıyor! Tanrım…
O an için öylece dondum kaldım. Daha önce Miles'la konuştuklarımızı hatırladım… Gece geç saatlerde kalkarak tuhaf birtakım kıyâfetler giyerek kamaradan dışarı çıkmalar, günlük hayatta birbirinin aynı kıyâfetler giymek, gece yatarken ışığı açık tutmak… Bunlar, Tapınak Şövalyeleri'nin yaptıkları işler. Tanrım…
Miles'a, gece yatarken pijama giyip giymediklerini sordum, bana günlük kıyâfetleriyle yattıklarını söyledi. Bunu da duyunca sapsarı kesildim… Bütün bunlar, Troyes Konsülü'nde kabul edilen Tapınak Şövalyeleri Tüzüğü'nde yazanların aynısı çünkü. Tanrım…
Tapınak Şövalyeleri'nin giydiği bu beyaz elbiseler, daha önceki karanlık yaşamlarını terk ettiklerini ve yeni yaşamlarında günâhsız olduklarını simgeliyor. Birbirleriyle mutlak eşit olduklarına inanıyorlar ve bu eşitliği bozmamak için aynı şekilde giyiniyorlar. Ve geceleri, rüyâlarına şeytan girmemesi için lâmbalar açık uyuyorlar. Tanrım…
Şimdi bir kez de sâkin kafayla düşününce, onların Tapınak Şövalyesi olduklarından hiç şüphem yok. Tanrım… Nasıl kurtulacağız onların elinden? Edward da kaygılı… Miles ise beni öyle görünce çok şaşırdı. Belli ki, kendisinin Tapınak Şövalyeleri hakkında pek bir bilgisi yok.
Onu yatağına yerleştirirken kamaraya Stephen geldi. Beni görünce o da çok şaşırdı. Ben de kendime derhâl çeki düzen verdim ve ona Miles'ın durumunda bir değişiklik olup olmadığını sorarak ortamı normalleştirmeye çalıştım. Ayaküstü birkaç şey konuştuk ve sonra hiçbir şey yokmuş gibi müsaade isteyerek hızla oradan ayrıldım.
Kamarama gelene kadar bacaklarım titriyordu. Koridorda ise Anthony'le karşılaştım, bana çok kötü göründüğümü söyledi. Ben de tansiyonumun düşmüş olabileceğini söyledim ve "Biraz dinlenirsem bir şeyim kalmaz." dedim ve kendimi kamaraya zor attım. İçeri girer girmez, Edward'a durumu anlattım.
Edward'ı ilk kez böyle şaşkın ve savunmasız görüyordum. Bir süre birbirimize sarıldık ve hiç konuşmadık. Ne yapacağımıza şimdi bile karar veremedik. Az önce, yemek salonundaydık. Dikkat çekmemek için normal davranmaya çalıştık. Ama, sanki tüm gözler bizim üzerimizde gibiydi. Tanrım…
Keşke bütün bunlar, yalnızca benim kafamda kurduğum şeyler olsa; bütün bunlar, çocukluğumun o ilk yıllarından itibâren öykündüğüm Fransız yazarlarının kaleminden çıkma olsa. Tanrım… Gemide olup bitenler, Eleanor ve Barbara'yla oynadığımız o tatlı, mâsum, küçük oyunlar olsa. Tanrım…
Keşke şu kapı birden açılsa, içeri halam Karen gelse, "Yine mi hizmetçilerle oynuyorsun, ben sana kaç kere diyeceğim aşağı kata inmeyeceksin diye, bu akşam yine cezâlısınız küçük bayım!" diyerek bana bağırsa. Tanrım…
Keşke Geary ile Stephen'in giysileri, Eleanor'un dolabından çıkma olsa; onlar da bize bu oyunumuzda eşlik etmek için aramıza katılan George ve Christopher olsa… Tanrım, sana sığınıyoruz, bize yardım et! De profundis clamavi ad te Domine!
30 Nîsan 1885
*
Non semper ea sunt quae videntur! Bunu bugün bir kez daha anladım ve böyle olduğuna bir kez daha çok sevindim. Tanrım… O kadar yücesin ki, duâlarımızı karşılıksız bırakmıyorsun. Sana binlerce kez şükürler olsun, ey Ulu Tanrım…
Sabaha karşı saat üç sularında uyandım ve tüm cesâretimi toplayarak, silâhımı kaptığım gibi dışarı çıktım. Tahmin ettiğim gibi Geary ile Stephen, Miles'ın bahsettiği o tuhaf kıyâfetleriyle dolaşıyor ve aralarında konuşuyorlardı.
Ben, mutfağa gitmek için kalkmış numarası yapıp onları tesâdüfen görmüş gibi, ne yaptıklarını sordum. Geary bana, "Gece âyini yapıyoruz, biz Tapınak Şövalyesiyiz." dedi… Tanrım, bu cevâba bu kadar sevinebileceğimi hiç ummazdım! Tapınak Şövalyeleri, kimliklerini dâimâ saklamak zorundadır; oysa onlar, daha ilk soruda, "Biz Tapınak Şövalyesiyiz." diyor.
Herkes uykudaydı, bu konuyu sessizce hâlletmeliydim. Onları kollarından tuttuğum gibi güverteye götürdüm. Etrafta kimse yoktu. Kaptan köşkü de burayı görmüyordu. Pantolonuma sıkıştırdığım silâhı çıkartarak Geary'nin kafasına dayadım ve onlara işin aslını sordum. Stephen bülbül gibi öttü.
Bu iki kafadar, meğerse şu meşhur Kutsal Kâse'yi aramak için yollara düşmüş iki defîne avcısıymış. Yıllardır bu kâsenin peşindeymişler ve şimdiye kadar buna dâir en ufak bir ipucu bile bulamamışlar. British Museum'un böyle bir ekip kurduğunu ve Ephesos yakınlarında kazı yapacağını öğrendiklerinde ise Lordlar Kamarası'ndan bir yetkiliyle pazarlık yapmışlar ve kendilerini arkeolog olarak göstererek isimlerini bizim listeye yazdırmışlar. Tanrım…
Her şeyimiz tamdı, bir defîne avcılarımız eksikti. Şimdi o da tamam oldu… Kendilerini Tapınak Şövalyesi olarak göstermelerine gelince; foyaları meydana çıkmasın diye, etrafta bir belirsizlik ve şüphe atmosferi yaratmak istemişler. Onlarla konuşup bir şeyler danışırsak, arkeolog olmadıklarını hemen anlardık. Tanrım…
Ama tek eksikleri var; Tapınakçılar hakkında yeterli araştırma yapmamışlar! İyi ki de yapmamışlar! Tanrım… Bundan böyle, bu maskaralığa son vermeleri konusunda onları uyardım. Sicilya'dan Athenagoras'ı almak için durduğumuzda, uygun bir mâzeret bulup gemiden ayrılmaları ve Birleşik Krallık'a gerisingeri dönmeleri konusunda güvence istedim.
Pek kolay iknâ oldular; üstelik, iknâ olmaya pek hazır gibi bir hâlleri de vardı. Sanırım, kendilerini deşifre etmemden çekindiler. Ben de gönül rahatlığıyla kamarama döndüm ve Edward'a durumu anlattım. Sonra da üzerimi çıkartıp bir güzel uyudum.
Kutsal Kâse… Haçlı seferlerine katılan çapulcu sürüsünün afyonu… Kral Arthur ve şövalyelerinin peşinde olduğu söylenen kanlı çanak… Sözde, Son Akşam Yemeği'nde İsa Mesih'in şarap içtiği kâse… Vatikan'ın sâhiplendiği belki de en popüler yalan… Tanrım…
Bu tamâmen bir uydurma; ama, gerçekten de böyle bir kâse var olmuş olsaydı bile, bunun için kan akıtmaya değer mi hiç? Sözde bu kâse, Tanrı'nın yeryüzündeki gücünün kaynağıymış. Bu tanrı nasıl bir tanrı ki, tüm gücü kilden yapılmış bir kâsenin yere atılıp kırılmasıyla elinden gidecek! Bir insanın bu saçmalıklara inanması için aklını yitirmiş olması gerekir. Tanrım…
Peki ya I. Richard'ın, ta Britanya'dan donanmayla birlikte yola çıkıp, yolu üzerinde Sicilya ve Kıbrıs'ı yağmalayarak Filistin'e varıp, burada ve özellikle de Akkâ kentinde o çapulcu sürüsüne destek amacıyla Müslümanları kadın-çocuk, genç-yaşlı demeden göz göre göre katletmesine ne demeli! Tanrım…
Hem, Akkâ'da tutsak ettiği Müslümanlar karşılığında Selâhattin Eyyûbî'den istediği fidyelerin kendisine ödenmesine karşın, bile bile ve kasıtlı olarak onların Akkâ kalesinin surları üzerinde kafalarını kopartmasına ne demeli! Tanrım…
I. Richard, Anglo-Sakson vahşîliğinin en açık örneklerinden biriydi. Biz Anglo-Saksonlar, yakıp yok etmeyi en yüksek erdem sanıyoruz. Bu o kadar öyle ki, I. Richard gibi bir cânîye bile "aslan yürekli" unvânını vermiş ve onu onore etmişiz. Tanrım…
Ben oldum olası, bir Anglo-Sakson olmaktan utanmışımdır. Biz değil miyiz silâh zoruyla Çinlileri afyon içmeye zorlayan, onları uyutarak doğal kaynaklarını yağmalayan, Kızılderililerin soyunu kurutmak için çiçek hastalığı bulaştırılmış battaniyeleri "insânî yardım"(!) adı altında onlara veren… Ve daha niceleri…
Anglo-Sakson ruhu modern paganlığa, özellikle de haçlı zihniyetine son derece uygun görünüyor. Ve bence bir modern pagan ne kadar çarpık bir zihniyete sâhipse, Anglo-Sakson bir modern pagan ondan iki kat çarpık bir zihniyete sâhiptir. Tanrım…
Bunlar bir tarafa, yüzyıllardır defîne avcılarının rüyâlarını süsleyen bu kâse masalının da aslında eski bir Sümer kültü olduğunu acaba kaç kişi biliyor? Sümerli râhiplerin, tarım tanrısı Tammuz onuruna düzenlediği bahar bayramlarında, kilden yapılmış bir kâseden bir miktar suyla toprağı kutsadıklarını, bu kâsenin Tammuz'un yeryüzündeki gücünün kaynağı olduğuna inandıklarını acaba kaç kişi biliyor?
Peki ya, Apollon Tapınağı'nın tam ortasında, içinde bir miktar suyla duran kilden yapılmış kâseye bakarak kehânette bulunan Grek râhiplerinden acaba kaç kişinin haberi var? Bu masalın da değiştirilmiş bir pagan geleneği olduğunu şu Katoliklerin ve tabiî ki defîne avcılarının anlaması için daha kaç yüzyıl geçmesi gerekiyor acaba? Tanrım…
Peki ya, Kudüs'ü işgâl eden çapulcu sürüsünü korumak için Tapınak Şövalyeleri gibi bir örgüt kurup sonra da şehrin sokaklarında bilek hizâsına kadar kan akıtmaya, Müslümanları ve Yahudileri katledip cesetlerini yırtıcı hayvanlara parçalatmaya vicdan dayanır mı! İsa Mesih bize, "… sol yanağını da çevir!" diyordu, bu çapulcu sürüsü ise kendilerine zarârı dokunmayan binlerce insanı bir hiç uğruna katletti. Tanrım…
Tanrı'nın bütün lânetleri üzerine olsun; o alçak, o nâmussuz, o insanlık düşmanı Papa II. Urbanus yapmıştı yapacağını; "Gittiğiniz yerlerde kan akıtmaktan çekinmeyiniz, nasıl olsa Tanrı kimin heretik, kimin mâsum olduğuna karar verecektir."
Tanrım… Ne suçu, kimin suçu, neye karşı suç, ne cezâsı, kaynağını nereden ve nasıl alan bir güç kullanımı bu! Binlerce yıllık insanlık târihinde geliştirilen ve bundan sonra geliştirilebilecek hiçbir argümantasyon, bu cinâyetleri haklı çıkartamaz; eğer ki bu argümantasyonlar, vicdanî bakımdan kötürümleşmiş kişilere; Katoliklere ve Vatikan Hıristiyanlarına hitâp etmiyorsa…
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Cennet kokusu
Gün karardı geceye döndü, hayat yine duygularını yaşatıyor bana.
Sözler sıralanıyor düşüncelerime,
Bazen sırasını buluyorum, bazen kaybediyorum.
Geliyorum, gidiyorum, dönüyorum, çekiyorum bir nefes cennet kokusundan,
Dışa vurmadan diyorum iki gözüm.
Bu nasıl bir sevgidir,
Bilinmezlerden gelmiş, bilinir olmuş da tadına varılmazmış.
Sen benim alın yazımsım.
Geç kalmışlığımın içinde buldun beni ya da ben seni.
Hayat sen ne güzelmişsin.
Neden geç kaldın ulaşmakta bana?
Bilmez miydin muammalarım arasında beni?
Bilmez miydin de geç kaldın hayat!
Sen benim alın yazımsın.
Gece ilerlerken güneşine doğru,
Ben sayarken an'ları, an'lar birleşir, zaman olur.
Zamanlar birleşir hayat olur.
Sayarken yaşamın çeyreğini, çıkılmaz olur içinden bilinmezlerin.
Bilirim bilineni.
O da cennet kokusu.
Halil Demir
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Hani bir çocuk şarkısı vardı. Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de örmesek de, o köy bizim köyümüzdür. Türkiye başta olmak üzere görülmesi gereken bir çok yerin panoramik görüntülerinin bulunduğu http://www.360tr.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Gitmeseniz bile görmedik dememeniz için mutlaka ziyaret edin.
Yakın zamanda yurtdışına gitmeyi ya da yurtdışından bir şeyler almayı planlıyorsanız bu web sayfası işinize yarayabilir. http://www.yugidi.com/ Bu platformu kullanmak için öncelikle üye oluyorsunuz. Daha sonra araştırma ve görüşmeler başlıyor. Sayfadaki açıklama aynen şöyle: "YUGİDİ yurtdışından alışveriş yapmak isteyen insanlar ile yurtdışına bir süreliğine gidecek insanları bir araya getirmek amaçlı kurulmuştur. Kişiler site üzerinden iletişime geçip anlaşarak yurtdışından istedikleri ürünü getirtebilirler. "
İnternete bağlı bilgisayarınızdan online müzik dinlemek için yeni bir kaynak http://nvine.net/ Gördüğüm kadarıyla ciddi bir arşive sahip. Siz şarkıcı ya da şarkı ismi yazıyorsunuz. Önünüze arşiv dökülüyor. İstediğinizi seçiyorsunuz ve birkaç saniye içinde şarkı tamamen iniyor. Tabi ki siz de keyfinize göre dinleyebiliyorsunuz.
http://tiltshiftmaker.com çektiğiniz manzara resimlerini minyatür görseline çevirmenize yarayan bir site. Resim üzerinde dilediğiniz bir bölgeyi daha belirgin hale getirip diğer bölgeleri flulaştırmanızı ve resme bakan kişinin odaklanmasını istediğiniz yere yönelmesini sağlıyorsunuz. Bu sayede tüm resim içinde belirlediğiniz bölgede kalan objeler sanki bir minyatür ortamında gibi görünüyor. Ben çok beğendim..örnek resimlere göz atmak için; http://tiltshiftmaker.com/tilt-shift-photo-gallery.php web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|