|
|
|
Editör'den : Kişi kendinden bilir işi!.. |
İyi haftalar,
Kalkmış muhalefete "Edep yahu" demiş. Tercümeye gerek yok ama ben edeyim, "Edepsizler" demek isterken dili sürçmüş sıcaktan. Ardından MHP'nin tabanına sevgi mesajları yollamış. "Edep" bunun neresinde Recep Bey? “Manşetle gelenler manşetle giderler. Kendi arkadaşlarına, kendi dostlarına, kendi liderlerine ihanet edenler başka ihanetlerin mağduru olurlar.” Bu lafı söyleyen de kendisi. Belli ki kullarının beynini bulamaça çevirdiğinden pek emin. Kılıçdaroğlu'nun Baykal'a ihanet ettiğini söyleyene "Yılan kendi eğrisin görmez, deve boynun eğri der." özdeyişini hatırlatmalı. Edebi de tam burada aramalı. Erbakan'a kazan kaldırıp kurduğu pertiyi inkar edercesine müritlerine seslenebildiğine göre, beyinlerin yeterince yıkadığından hiç şüphesi yok. Tam bu noktada aklıma bir soru takıldı, "Yüzsüzlüğün kitabını yazın desek yazarlık payesini kim alırdı?" Düşünüyor düşünüyor cevabı bir türlü bulamıyorum, siz buldunuz mu?
ÖSYM mi ne karın ağrısıysa, son sınavları maymun k.çına çevirince hepimiz pek kızdık. Oysa kızmaya ne hakkımız var? Onları o görevlere atayanlar, 26 soruluk sınavda tüm sorulara tek ve aynı cevabı vermemizi, bununla koca memleketin geleceğine ipotek koymamızı istemiyorlar mı? Peki imamın yellendiği yerde cemaatin ne yapmasını bekliyoruz? Üstelik karşılaştıracağımız bir sıralama, ekleyeceğimiz orta halli yaşam başarı puanımız bile yok. Ya "Evet" ya da "Hayır" diyecek, üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü değil, bir yanlışın 26 doğruyu götürdüğü bir sınavda ter dökeceğiz. Gelin bu oyuna gelmeyelim, hepbirlikte şu adamlara ağız dolusu bir "HAYIRRRR" diyelim.
Fazıl Say'a dil uzatan tatlısu şarkıcılarına ne diyorsunuz? Şimdi Recep Bey'in ağzı ile kocaman bir "Edep yahu" diyeceğim o olacak. Sanatçı duyarlılığını, aydın insan olmakla harmanlamış bir Dünya starıyla kendini aynı kefeye koyup, cevap yetiştirmeye çalışmak hakikaten edepsizlik. Ziya Paşa demiş ki; "Ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz." Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Umutsuz Sevda |
|
Gülüyorlar…
Ellerinde kar, yollarında har
Bir bakmışsın anlatmayı seçiyorlar
Sonra, susmalar.
…
Uzun kesik şakasız anlamsız ya da anlamı yalnızca kendilerince anlamlı telaşlar buluyorlar.
…
Yürüyorlar…
Geçmiyor ama gidiyorlar.
Mesafeler uzun
Mesafeler kısa
Mesafeler konuk
…
Renk değiştiriyor. Kabuğundan sıyrılmak güzel sanıyor. Anlattım. Dedim ki etme, kabuğun senin kalkanın. Dinlemedi.
O zaman aldığı bütün yaraları önce teninden kanattılar.
Kabuğundan sıyrıldıktan sonra yarası çoktu.
En son gördüğümde derin yanıyordu
Çok yazık oldu
…
Kazandılar…
Kaybedenlerin sızlandığı yollardan geniş ve çok odalı mekânlara terfi edenler oldu.
Kazandıklarını ilan ederken umutluydular.
Kaybedenler, kaybetmiş olmanın çaresizliği içinde kendilerini ezik saydılar.
Oysa kazanmak dediğin hadise, kaybedenlerin arasındayken içindeyken önündeyken anlamlanan durumdu.
Kaybedenler meydanları doldurup gittiler derken.
Kazananlar o gün yenildiler.
Bir daha kazanamayacaklarını düşünecek kadar yeniktiler.
…
Sıcaktı…
Isınmışın ten tanıklığı kadar
Soğuktu…
Halden bilmezin inadı keder.
…
Gittiler…
Geçebilen de var içlerinde
En sonsuzluğun esnekliğinde kendine mülk edinen de.
Hep çocuk özleminde
Anneliğin kerevetine çıkamayacak olmak beter
Babasından öğrendiği tek güzel şey masalları olan bir kız
Üstelik anneliğin de kerevetine çıkamayacaksa
Kime anlatır ki o zaman masalları
Eş dost kardeş çocuklarına belki.
Belki…
…
İnceden sızı akar yüreğine
Birikmez yara
Sabaha unutulur gibi yapılır
Hiç yaşanmamış sayılır
Yoksa nasıl yaşanır
…
Bir bakmışsın
Ne kadar zaman geçer bilinmez
Hesabına düşülmez
Çözülmüş kilit
…
Kalanlar var.
Mecbursuz Mecnun olmaya dağ gibi duran
Göğsünü kalkan bilip her olmaza dayanan
Esaretinin asaletiyle önce gusüle, sonra namaza uyanan
…
Ben dedim "anlat kardeşim, susmak çözüm işi değil; anlat, anladım gözlerinden hikâyen benziyor hikâyeme…"
Parmağını kaldırdı.
Sessizce suya çizdi yaşadıklarını.
…
Dedi ki sonra
"haydi, sendedir sıra. Gözlerinden anladım söyleyeceklerinin son gecesine gelmişsin şimdi"
Yüreğimi çekip aldım demir parmaklıkların ardından
Ateşe yazdım adını
Yandı.
Umutsuz sevdaydı.
…
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran DOĞAN AVCIOĞLU'NUN KURTULUŞ TARİHİ |
|
Dünya ve ülkemiz allak bullak ya, yazları Nilgün'le akıl sağılığımızı korumak üzere dönüp eski kitapları, özellikle Mustafa Kemâl'i, Kurtuluş Tarihi'ni yeniden okuyoruz; bu kez önce sevgili Metin Aydoğan'ın "Ülkeye Adanmış Yaşam"'ını bir kez daha bitirdik; ardından, Doğan Avcıoğlu'nun dört ciltlik "Millî Kurtuluş Tarihi"ne daldık. En iyi bildiğimizi sandığımız olayların ayrıntılarını açık seçik öğrenmek çok çarpıcı elbet.
Bunlardan biri, Atatürk'ün ünlü, talihsiz Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip'in ülkenin kurtuluşu için düşünüp önerdiği çözüm yolu. "Türkiye'yi, Anadolu'yu kurtaracak yol nedir?" diye sorduktan sonra şöyle diyor o güzelim devrimci:
"Türk yurdu, ancak Türk köylüsü dünyada olup bitenlerle ilgilenmeye başladığı vakit kurtulacaktır…Biz köylümüzü olaylarla ilgilendirebilir, onun haklarının neler olduğunu ve nasıl elde edebileceğini anlayacak düzeye çıkarmayı becerebilirsek, işte o zaman köylüyü ve köye dayanan memleketi kurtarma olanağına kavuşuruz…Bütün köylü ve halksever kişilerin altında toplanacakları bir tek bayrak, bütün güçleriyle açıp savunacakları bir tek çalışma yolu vardır: Toplumsal köycülük!"
"Herhalde şuna kesinlikle inanılmalıdır ki, hükümet ile köylü arasında, ilerleme ve eğitim düşüncesiyle bütün gücünü bilgisizlik ve yobazlıktan alan zorbalık arasında duran bu ağalar sınıfı kaldıkça hiçbir ciddi uyarma çabasının köylü halka kadar varmasına olanak yoktur. Her şeyden önce aradaki Çin duvarı yıkılmalı, çıkarını yalnız tutuculukta gören eşrafın inatçı direnişi kırılmalıdır.
Ağaların bu zorbalık düzeni nasıl değiştirtirelecektir?
Halkın ve en büyük sınıf olan köylünün bağrından çıkacak bir devrimin ancak iki ilkesi olabilir:
1 - Senetsiz, kanunsuz biçimde köylüyü borçlandıran karakaplı defterleri yok etmek, yâni halkı borç köleliğinden kurtarmak.
2- Büyük toprakları dağıtıp köylüyü kendi payına sahip kılmak. Bu, sermaye ile hükümet nüfuzuna dayanan ağalık zihniyetini, zorbalığı yok edecektir.
Seve seve dövüşüp düşmanı yurda sokmayacak ordu asıl ordu bundan sonra meydana gelecektir. Türkiye'yi kurtarmak, iliciliğe ve uygarlığa kavuşturmak için biricik çıkar yol budur. Bir vuruşta zorbaları ortadan kaldırabiliyor, köylüyü kurtarabiliyor muyuz? Bunu yapabilecek gücü bulabilirsek, yüreklerimizde bu cür'et varsa, hiç durmadan işe girişmeliyiz. Yoksa, işe A'sından başlamalı ve köylüyü örgütlemeye önem vermeliyiz. Bu örgütlenme sayesinde, asal öğelerini doktorlarla öğretmenlerin oluşturacağı bir aydın kadrosu ile sessiz, ama inatçı bir çaba harcayarak köylüyü uyarmalı, hakkını kanun yollarından elde etmesi sağlanmalıdır. Bugünün tehlikesini yok etmeye çalışırken yarını da göz önünde bulunduralım. Her ne olursa olsun, elimiz kolumuz serbest yürüyebilmek için, tutuculuğun sağlam dayanakları, kaleleri olan zorba sınıfıyla çarpışmak gerekecektir. "
Bunlar Ekim 1920'de söylenmiş; Kurtuluş'un Büyük Önderi çok daha öncesinden böyle düşündüğü için, Dr Reşit Galip gibi genç devrimciler kolayca uygulama alanı bulmuşlar; birbirine eklenen yangınlar, sonunda kılıca karşı sabanı güçlendirmek üzere, Halkevleri'yle, Köy Enstitüleri'yle sonuçlanmış. Ama bu atılım, yürürlükteki yalancı talancı anamalcı buyurganlık için Moskova'daki eksik bilgili, zorba, cezacı devrim girişiminden çok daha tehlikeli olduğundan, içerdeki tutucularla ( üstelik bunlar arasında Mustafa Kemâl'in en yakın arkadaşları, Türk siyasetenin en ünlü adları, CHP'nin en ateşli savunucuları vardır ) dış sülükler el ele vermişler, 1939 Nisan'ından başlayarak, Atatürk Devrimi'nin bütün kazanımlarını hızla geri almaya koyulmuşlardır; bu saldırı gönümüzde de sürüyor, ülkemizin yer altı yerüstü bütün kaynaklar; çalışkan, zeki, üretken insanlarının biriktirdiği bütün değerler yağmalanıyor.
Hep vurguluyorum, Fidel Castro ile arkadaşlarının büyük talihi ve başarısı, Atatürk'ün, Dr. Reşit Galip'in, İsmail Hakkı Tonguç'un, Hasan Âli Yücel'in ya da tam iki yüz yıl önce Güney Amerika'da, Bolivar'ın öğretmeni Rodriguez'in tasarladıkları, ama koşullar elvermediği için gerçekleştiremedikleri şeyi; ülkenin en uzak köşesindeki köylüyü uyandırıp devrimi önce yaratıp sonra korumayı sağlatacak biçimde, 365 gün, 24 saat doğru, bilimsel bilgiyle donatmak olmuştur
Paraya tapanların çılgınlığı son sınırına vardı; şu güzelim mavi gezegeni güneş dizgesi soğuyana dek yaşatmak istiyorsak, bütün dünyadaki sivil-asker okutulmuş halk çocuklarına Küba'nın başardığı, Venezüella'nın ABD'nin bütün oyunlarına karşın yeşertmeye çalıştığı atılıma dört elle sarılmak düşüyor.
Yoksa insan soyu tükendi, mavi gezegen soldu diye evrenin kılı bile kıpırdamayacak!
Bertan Onaran bertanonaran@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Siyah At -1
Nerelerdesin Siyah At?
Siyah sümbüllerin kaybolduğu geçmişlerde misin?
Köpüklü dalgalardan haber mi aldın da vaz geçtin aramaktan?
Aşkı getir bana Siyah At, susuzluğumu dindir; bacaklarından gelen seslerle.
Güğüm güğüm lale topladım sana, özgürlüğüme kavuştur beni.
Azrail'den daha hızlı ak rüzgarla, arkana al tüm nedenleri; amaçları geç.
Yitirdiğim bir ruh var şuramda.
Bana batan şırınganın kime ait olduğunu bul.
Meleklerle konuşuyorum; onlar da küskünler bana.
Çünkü göklere yarık açamadı bedenim;
Ruhumsa şırınganın içinde; hışırtısı geliyor kulaklarıma.
Beni arıyor ruhum da.
Senin ak kemiklerin, siyah derinle kavga halinde;
Benim rengini kaybetmiş tenim; hayata meydan okuyor.
Hiç olmazsa, değirmencinin yolda düşürdüğü buğday tanelerini topla nallarına;
Onları bir bir ek, her adımında.
Aşk eken hayal çocuklar gibi; gerçeği utandır.
***
Siyah At: özgür martıları bilir misin, denizleri yüzerek mi geçtin, üzerlerinden atlayarak mı? Eğer rüzgar senin hızını kıskandıysa, fırtınamsın benim; asla dert yanma: Koş! Koş! Koş bana Siyah At!
Yürek'ini sırtından düşüren kadınlara bak; kadınını öyle ara. Ders olsun sana tüm düşmüş memeler. Sarkan buzlarda, zamanın durgunluğu kandırmasın seni. Soğuklar da üşürler, o yüzden çağırırlar güneşi. Güneş toprağa batarken ok ok , sensizlik de beni batırıyor yerin diplerine; bal bal. Bal bal batıyorum, bal gözlü sevgililerin yalanlarına. Bak, nasıl da kaçıyorlar benden Siyah At; gerçeklerden nasıl kaçarsa bir insanoğlu, öyle...Sana Ak Güvercin'i haber saldım. Ak Güvercin'i gördüğünde, yönünü takip et o içindeki sesin. Sen bana ulaştığın an, ben can vereceğim. Tenlerin ölesi olmadığı, canların ölesi olduğu bu Cehennet Dünya; güç bırakmadı bende. Yine de, fikirlerin kurşun geçirmezliği ile anacaksın beni. En sarp dağlardan yükselirken göreceksin ışığımı; en inilmez yokuşları inerken hissedeceksin beni teninde. Karalar giymiş cadılar kovalarken beni bir oldum rüzgarla. Hiçbir insanoğlu bulamaz beni. Düşmanlarını, kaleler kurarak değil; kaleleri yıkarak alt edeceksin. Nallarına beyaz terler bağlayacağım damla damla. Gücümüz, damla damla akıyor bizden sonra gelen yunuslara. Yunusların sırtlarına aldıkları gözyaşları ile var oldu bu köpüklü okyanuslar. Sanma ki derinlerine ulaşabilir bir damla suyun bu cahil insanlar. Ben onlara tek bilgelik yolu gösterdim; o da Sevgi. Nefret'i üstün kılan şeytanla göz göze geldiğinde; öğretimi hatırla. Ah benim Siyah At'ım! Seni seviyorum! Yelelerini geçirsen de ruhuma, yükselsek şu menekşelerin bol olduğu diyarlara. Diyar Kadını'nı görsem; sarsam, sevsem. Sarılmayı sarılmayı ayrı kaldım dişilerin güçlerinden. Diyar Kadını bir sarsa dünyayı, erir bu kül bulutlar; ışığa boyunlar eğer, karanlık olurlar. Aşk'tan boş yere mi kaçıyor sanıyorsun mercanlar? Gözlerini açıp da görmekten korkuyorlar. Açıldı gözüm, fikrim inceldi Siyah At; sen de o masmavi evreninde kutsal amaçlara yat. Geceleri uykusuz geçen günlerinin hediyesini alacaksın elbet; bembeyaz, azgın, sonsuz bir kısrak. Kemikleriniz müzikler çalacak siz sevişirken; harmoni ve uyum şaşıp kalacak. Kim yarattı diye soracaklar bu kendinden gelen melodiyi. Bir bemol bir diyez bir de anahtar. Seviştiklerinde açılacak evrenin müziği. Hiç duymadığın sesleri işiteceksin Siyah At. Aşk müziğinin notaları, kanında dolaşacak.
***
Şu ağaçlara bak; sürekli yükselmek kaygısı ile dolular. Keşke akılları da olsaydı bu ağaçların; insandan daha akıllı olurdular. Dağların saçlarıymışlar gibi bakıyorlar gözlerime; en yüksek dağlara tohum atan bir inatları var. Kesinlikle aşık etmişlerdir yıldırımı kendilerine. Bak şu yanan ağaca, nasıl da sevişiyor yıldırımla. Yılmadan yakıyor erkek yıldırım. Yarmış özünü yıllanmış meşenin. Kibrit çöpü kadar geçmişi yoktur hayal gücünün; oysa yazıya saygı duyan bir yanı var bu düşünen ruhun. Sahi! Nerelerdesin ruhum? Yavaş yavaş emmişler seni, fark edemedim. Küskün müsün de almıyorsun beni koynuna? Anneler nasıl emzirirse yavrularını; hangi şeytanı kandırdım ki emdi seni memelerimden? Pişmanlığımı duy! İhtirasımı affet. Seninle vardım seninle yokum ben. Atlayıver Siyah At'ın sırtına; birlikte göreceğiniz çok manzara var. Şırıltıyı duyuyor musun? Kurumuş gökçelere nefes nefese taşınan şelaleciğin sesi bu. Nasıl da yarık açmış amaçları, sert kayalıklara. Sert kayalarla dost olmuş, damlalarını vura vura. Onurlu düşmanları seven, dosdoğru akan şelaleciğin sularının sesi bunlar. Yağmurlu bir günde tenekelere vuran amaçların bilgeliği ile beslendi içlerindeki kuruluklar. Onlarda da vardır elbet, Aşk ile Nefret. Gördüğün gibi; yılmadılar. Öyle bir kudret saklamışlar ki bilgeliğin içine; tırtılların bacak sayısı artar; daha az zamanda, daha çok vurarak yer yüzüne. Yerin yüzü buruşmuş, altında sakladığı ateş yüzünden. Yaşlanmış mı dersin Siyah At, annenin gözlerindeki buruşuk çukurluklar gibi? Ne kadar acımasızdır, ölümü içine alan bu dünya? Öldüğün an ölüm yok; ölüm bu dünyada. Yaşadığın an da ölüm yok; ta ki ölene değin. Bu nasıl bir kapıdır ki daracık; açacak mısın nallarını tokmak yapıp? Vuracak mısın tokmak tokmak; Tanrı'nın acısına. Vur ki acıdan doğsun cennet, bu Cehennet Dünya'ya. Vur ki Tanrı işitsin sesimizi, dur durak bilmesin taşıdığı güçlü çuvallar. Şeytan mı çuvalladı bu güçleri? İçeriden yangın sesler geliyor; yıldırım ile meşe ağacının sesleri bunlar. Kadere inanır mısın Siyah At? Ben inanırım. Bu yüzden de inanıyorum bulacağına beni. Yere düşmüş buğday tanesinden haber aldım; değirmencinin düşürdüğü. Un ufak edemediler o buğday taneciğini; doğayı izledi baykuşların göz yaşlarından.
***
Tanrı yalnızca acılar biçer bilgelerin kaderlerine. Bilgeliğe uzanan yollara bedel bedel işaretler koymuşlar. Bedel bedel tırmanıyorsun; adım adım yerine. Renkler daha bir renk oluyor tırmandıkça; acı, daha bir acı. Yeşil, daha bir dişi, daha bir yosma oluyor; toprağı baştan çıkartıyor. Karların beyazı daha bir beyaz oluyor; örtüyor üzerini kendinden utanan her ne varsa; bir süre yalnız kalıyor çimenler; komşularından gizli, kendileri üzerine düşünüyorlar: Neyim ben? Nereden gelsim? Nereye gidiyorum? En günahkar çim tanesinin üzerini kapatmaz kar taneleri. En günahkardır; en günahkar soruyu sorduğu için: Neden? En yananıdır bu neden sorusuyla; eritir üzerine düşen karları bir bir. Seni günahkar; sevgilim olur musun? Siyah At'ımın üzerine üşüşen bu kıskanç kar tanelerinden intikamımı alır mısın? Siyahlığını kıskanıyorlar O'nun; ah bu kibirli beyazlar. Tüm renklerin doğurganı olmakla övünen; çapkın beyazlar. Siyah At'ımdan korkunuz neden? Krallığınızın devrilmesinden mi ürküyorsunuz?
Gel yanıma günahkar çimen. Seni Siyah At'ın karanlık yelelerine ekeceğim. Yemyeşil evlatların olacak; dişi erkek. Çoğalacaksınız Siyah At'ımın boynunda. Çocuklarınız alacak intikamınızı beyaz kar tanelerinden. Siyah At'ımın boynu yer ile cilveleşirken; fırtına gibi koşuyor! Bakar mısınız! Görmek için, gözlerini kapatman gerekir. Siyahtır O! İlk Siyah yeşili, boynuna ekeceğim; canım Siyah At!
***
Yağmur bir yağmak istiyor, bir de yağmamak. Ben miyim kararsız şimdi? Gürültüler geliyor uzaklardan, bir tür zafer gürültüsü. Sonunda iyi olan kötünün maskesini; kötü olan da iyinin maskesini kaldırmış olmalı. Asıl iyi olanın, mutlak kötü olanın, maskelerin kendileri olduğu keşfedilmiş olmalı. Hangi ateşte yakacaklar bakalım bu maskeleri; aşk ateşi olmadan. Dürüstlük parlamış olmalı; maskelerin altından. Gün, daha bir aydınlık çünkü. Şimdi keşke ayaklansam; kızılcıkların olduğu ormanlara dalsam. Her ağaçtan bir tane kızılcık yesem; bir obur gibi kilolarca değil. Ruhum obur benim; neyle beslenirdi benim ruhum: Müzik! Müziğin olduğu yerlere saklanmış olmalı, seni özgür ruh. Benden bile kaçacak kadar özgür olduğun nasıl da gelmedi aklıma. Seni aşka bengi dönen. Seni yılmayan. Seni maskeli yıldırım. Meşenin namusunu temizleyen ışık.
***
Aklın gözünü keşfettim ben. Bu yüzden, keşfimi açamıyorum kimselere. Açtığım an, anlaşılmaz oluyorum. Aklın gözünü anlatamıyorum size, ama siz de keşfedebilirsiniz. Çünkü sıkıldım ben yalnız kalmaktan. Gözlerinizin önündeki perdelerden kurtulmanızı iple çekiyorum. Ama çektiğim yalnızlık da çekilir gibi değil. Lütfen, lütfen acele edin! Aklın gözünü keşfedin! Aşık oldum mesela, aşkı bildiğim için, kaçtılar benden tüm dişilerim. Devrimci oldum mesela. Gerçek bir devrimci olduğum için, tüm sahte devrimciler kaçtılar benden. Tek yapacakları eğilmekti, bana değil. Ben yalnızca basit bir insanım o kadar. Yedi milyar pirinçten bir tekiyim. Tek başına hem de. Sanki, değirmencinin taşıdığı buğday çuvalında bir küçücük delik açılmış ve ben de düşmesi benim kaderime düşen bir buğday tanesiyim. Düştüğüm yol neresi bilmiyorum. Sanki bu yola düşen ilk taneyim. Bir taneyim ve biricik olduğunuzu keşfettim. Şimdi de yargılanıyor tüm bedenim, keşfettim diye. Keşfimi anlamak değil ki derdi bu yolun, beni yargılamak o kadar. Yaşamak değil amacı, bu yoldan geçenlerin. Yaşamı öldürmek. Keşke yaşıyor olsalar. Keşke değirmenci, beni dönüş yolunda fark etseydi. O zaman belki fark ederdi keşfini, düşürdüğü buğday tanelerini. Yoksa, aşk mıyım ben? Çünkü insanın keşfi, düşürdüğü buğday tanesi olmalı. İnsanın keşfi, gittiği yollara dönüp bir bakmak olmalı. İşte o zaman taşıdığı yükün, neden azaldığını anlayabilir. Aşk mıdır düşen yoksa? Yalvarıyorum Tanrı'ma, düşlere düşürsün diye beni. Çünkü ben bir buğday tanesi, sıkıldım, insanoğlunun körlüğünden. Gerçeklerinden. Onlara her zaman, o yaşadığı gerçekleri, hep birlikte yaratmış olduklarını söyledim. Bu ortak dertlerin de, onlara bir öğreti olduğunu söyledim. Düştüklerini söyledim. Dünya bir buğday çuvalıymışçasına, her insan bir buğdaymışçasına, dünyadan kovulduklarını söyledim. İnanmadılar bana, bir buğday tanesine kim inanır? Hele ki düşmüşse. Ama düşlüyorum ben, düşlemeseydim eğer, çıldırırdım. Yatağında uykusuzluk ve kadınsızlık çeken bir ozan gibi, bir düşünür gibi çıldırırdım. Çıldırdığım an da, yepyeni bir dünya yaratırdım insanoğluna. Ama çılgın derlerdi sonra. Tüm hayatımı, bir çılgın olarak geçirirdim, itilirdim, kakılırdım. Sadece saldırırlardı bana, yırtıcı kuşlar arasında. Düşünüyorum da şimdi, iyi ki buğday tanesiyim. Yoksa, o kadar çılgınlığa ve ölüme karşı, bir de överlerdi beni arkamdan.
***
Ya bir düşünür olsaydım, zehir içerdim o zaman. Binlerce yıl ihanet edilirdi arkamdan, hem de her ölümsüz olan bana. Bu büyük adamların hataları yok, hatalar biz küçük adamlarda. Neyse ki bir buğday tanesiyim, ve hiç bir sorumluluğum yok, düşürüldüğüm çuvaldan. Değirmenci suçlu. Bak işte bir özgür kuş daha, şimdi geçti baş ucumdan. Gölgesi vurdu buğday bedenime, buğday gözüme. Güneşimi çaldın, buğday düşmanı kuş, iyi ki de sen kuşsun ve ben de buğday tanesi, yoksa öldürürdük birbirimizi. İnsanlara tepeden bakıyorsun sen uçan kuş, hakkın da var buna. Sen, bir yerden bir yere göçebe, ne var ne yok önünde. Dünyayı kuş bakışı görüyorsun. Ya insanlar öyle mi? Hepsi de yeryüzünde birbirini öldürmekte, tek çözümleri yıkım, onlar bakacağına tepeden, sen bakıver kuş. Sen göçerken, kendi doğanın öbür yarısına, insanlar kendi doğalarını çokça parçalıyorlar. Neyse ki düştüm yola, beni ekmeklerine un ufak yapamazlar. Beni sen yesene kuş, el sallayacağım sana. Ama sen de görmüyorsun beni. Hep şu kalın gövdeli çimen yüzünden. Birazdan yağmur yağıverir, hemen boynunu eğiverir üzerime, ısıtır beni. Benim hiç sevgilim olmadı uçan kuş, beni tek saran da bu ıslak çimen işte. Üşüyorum ben geceleri, neyse ki düş gücüm var, kaybetmedim bana verilen en büyük hazinemi.
***
Bir insan olsaydım eğer, hele ki bir düşünür, bana: Neden düşünüyorsun bu kadar?,derlerdi. Hatta; Neden yalnız oturuyorsun?, diye de sorarlardı; hem de farklı zamanlarda, farklı mekanlarda, aynı ete bürünerek sorarlardı. Çirkin çirkin gülerlerdi. Sen bu yalnızlığı ömür boyu da sürsen, senden yüz yıl sonra gelen, sana aynı soruyu sorardı: Neden düşünüyorsun bu kadar? Neyse ki bir buğday tanesiyim, ve düşünmek yerine düşlüyorum ben. Şimdi bir karga gelse, neden düşlüyorsun bu kadar dese, o kargaya: Ben senin dilinle konuşmuyorum ki?,derdim. Benim gibi düşleyen buğday taneleri, başkalarının bilmediği bir dil bilirler. Herkesin içindeki iyinin dilini. Kendi başlarına kaldıklarında öğrendikleri dilleri. Başka acıları kendi acıları yaparken keşfettikleri dili. Hepimizin, tüm insanlığın ortak dilini yani. İyi ki de bir düşleyenim, yoksa kelimeler gerekecekti bana, anlatmak için kelimelerin yetmediği var oluşları.
***
O halde tutsak değilim ben, bir buğday tanesi olmakta. Düş gücümü kullanıp, bir baykuş olabilirim pekala! Evet, şimdi gecenin kör karanlığında, bir baykuşum ben. Yine insanlar karşımda. Felsefe'nin sembolüyüm ben, onlar uyurken karanlıklarda. Bu insanlar hep bakarlar bana, hele kimileri vardır ki, benzerler bana, baykuş suratlı adamlar gördüm ben yıllarca, yine de düşünmüyorlardı. Demek ki, gerçeklik yüzde değil, derinin altındaki ruhta. Bir baykuş olarak, en çok, çocukları severim ben insanoğlunda. Tertemizdir onlar. Bu yüzden, yıldızlar ışık saçıyor zannederken insanlar, gelecekte kirlenecek çocuklara göz yaşı dökerim ben. Toprak, hemen alır haberimi. Eğer ki toprak değilse düştüğüm yer, mutlaka bir su damlası vardır yakınlarda. Su da hemen duyar sesimi ve iletir en yakın topağa. Oradan, ateşlere yürür benim gözyaşım, yerin en derinlerine. En sıcak, en yoğun yerinde yer altının, buhar olur göklere çıkarım ben. En kısa zamanda, en kısa yoldan, en uzun mesafeleri, ben baykuşun göz yaşı kat eder, en kısa zamanda buharlaşarak. Işıktır benim göz yaşım ve yıldız olurlar. İnsanlara, bir yıldızın ışığıyla bakarım sonra, bulduğum her delikten sızarım. İnsanlarsa, yıldızları, yalnızca keyif alınan bilinmezler zannederler. Bir baykuşun gözyaşının, onları bir ışıkla çağırdığını bilmezler. Ama çocuklar, ah benim düşçülerim, onlar hemen anlarlar, benim bir yıldız değil, baykuş gözyaşı olduğumu . Gülümserler bana, ben de onlara gülümserim. Kendini bilmiş sanan bir anne baba gelir sonra: Uyu artık, der, uykusunda da düşlerine devam eden çocuğa. Neyse ki bir baykuşum ben. Bir insan olsaydım eğer, kendi evladımın düş gücünü yok etmek zorunda kalacaktım. O da kendi evladına yapacaktı bu kötülüğü. İnsan olmak, kötülük gerektirir. Heraklitus da: İnsanların çoğu kötüdür, demişti benim düşlediğim, yıldız olduğum bir gecede. İnilen yolla çıkılan yolun aynı yol olduğunu bilirdi Heraklitus, çünkü düşlerdi çokça. Bir gece, beni keşfedecek diye ürperdim. Öyle dikkatli bakıyordu ki göz yaşı ışığım bir yıldıza: İşte şimdi, bu bir yıldız değil, bir baykuşun gözyaşı, diyecek,dedim. Demedi ama, çok yaklaştı benim sırlarıma. O, düşleyenlerin dilini bilen bir düşleyendi. Neyse ki bir buğday tanesiyim, bir baykuşum, hatta bir baykuşun göz yaşıyım ben, hatta bir yıldız. Neyse ki bir insan değilim. İnsan olsaydım eğer, düşleyenlerin dilini keşfetmem, uzun yıllar alacaktı, yalnızca bir dili öğrenmenin acısı, tüm insanlık tarihini saracaktı, neyse ki bu yaşlı çimen sarıyor beni düşlerimde...Bir gözyaşı düştü sanki üstüme, çiğ bir gözyaşı...Evet; çiğ, sıcak, tuzlu bir değirmenci gözyaşı bu; ama yeterince sıcak değil, ısıtamıyor bir buğday tanesini bile...
***
Hayalleri büyülemek isterim ben, gerçek bir büyücü olmaktan iyidir bu. Hayalleri büyülersem eğer, her insan kendi hayaline koşar, ben de bir yaratıcı olmaktan kurtulurum. Ben yarattıkça, benden yaratmamı isteyenlerden kurtulurum. Gerçek bir büyücü olacağıma, bir yıldız olurum. Kimse de ışığıma, büyü diyemez. Işığım ben, budur benim ödevim. Şimdi bir toprak parçası olacağım, üzerime basan insanı seyredeceğim. Üzerimden geçenlerin ayak izleri olacağım. Geri dönecekler bakmak için bana, yani ayak izlerine, toprağa. Geçmişi bilecekler, böylece geleceği daha iyi bilecekler. Geçmişte, çok az düşleyen çok fazla büyücü vardı. Bunu keşfedecekler. Büyüyecekler. Genç olana, büyümesi gerektiğini söylemeyecekler, çünkü büyümek adı altında, aslında ölmelerini söylüyorlar gençlere, bir toprak olarak görüyorum gündüz gece. Gençler, uyanıyorlar, cennete hem de. Çünkü düşleyenlerin sayısı artıyor benim üzerimde yürüyen ayak izlerinde. Ben, insanın bedenini emerken, acı çekiyorum çokça. Beslediğim binbirtürlü canlı var, ve canı alınmış insan bedenine bir toprakmış gibi davranıyorlar. Çokça kırılıyor içim, ben düşleyen bir toprak olarak, insanlara düşlemeyi öğreteceğim. Geri dönüp kendilerini görecekler bende. Ayak izlerinde, kendi zamanlarının, kendi ayaklarının izlerinde... Ana dediler bana, doğuramazsam eğer, insanlık küser bana. Ben de düşleyen bir toprak olamam. Neyse ki sadece toprak değil, düşleyen bir toprağım. Yalnızca bir ana değil, düşleyen bir anayım. Platon, Diotima ile Sevgi üzerine konuşurken, dinledim onları ben. Doğurmak, yalnızca bedenle olmazdı. Zihin de doğururdu. İşte tüm zihinlerin doğurduğu bir ana olmalıyım ben, yağmur yağsın da saçayım yeni tohumumu.
***
Bir insan olsaydım eğer, en çok aşktan kaçardım. Erkek ya da dişi, fark etmez. Kadın ile erkektir aşk, bu gerçekten kaçardım. Platon, Diotima ile sohbet ederken, felsefenin de, insanın da, filozofun da, aşk olduğunu söyler. Bu yüzden, kendimden kaçardım. Bir düşleyen olduğum gerçeğiyle yüzleşmeme az kaldı. Neyse ki yağmurum ben, yoksa yağamazdım insanlığa, toprağın en kuru anında. Düş gücü olmasaydı, bir romancının kitaplarında yağamazdım, okurun en kuru anında. Düş gücüm olmasaydı, insan bile olamazdım. Belki insan olduğumu zanneder, insanın ne olduğu sorusunu sorardım. Belki de düş gücüm verecektir cevabını, insanın ne olduğunun. İnsan olamazdım, belki bir aydın olurdum, aydınlatmayan. Belki de bir çöpçü, çöp üreten. Belki bir hekim, hasta olan, hastalığı değil, hastayı tedavi eden. Düş gücüm olsaydı eğer, sağlığı tedavi ederdim. Çöpçü değil, çöpü silen olurdum, aşık değil, aşk olurdum. Belki o zaman, aşkı arayan bir insan değil, düşleyen bir aşkın kendisi olurdum. Neden, aşkın, ya da içkin gibi düşçü kelimeler var felsefede? Çünkü bana yaklaşıyor insan da, düşledikçe, aşka. Kadın ile erkektir aşk, aşk, kadın ile erkektir benim düşlerimde. Bulunmuş olandır, aranan değil. Neyse ki ben yağmur, bulutları düşlüyorum düş gücümle ve bir insan değilim. Kendini kandırmanın ağırlığını, ancak bir insan taşıyabilir, kötülüğe mahkum. Bir yağmursa yağamaz, kendini kandırırsa. Neyse ki bir buğday tanesiyim, yıldızlı bir gecede üşüyen, üzerine uzandığı topraktan bir yağmur düşleyen, bir değirmencinin ayak izi içinde, bir çimenin, üzerine vuran ışığı örttüğü...
***
Bir insan olsaydım eğer, gerçekliği temsil etmek isteseydim, bunu da var olarak gerçekleştirmek isteseydim, bir yazman olurdum. Kafelerde pastasını yiyen, mutlu rolü yapan, kaçak, bağımlı adamları görürdüm. Onların nelerden kaçtıklarını, neden kaçtıklarını yazardım, tüm zayıflıklarını sererdim ortaya. Böylece, aç bir yazman olurdum, okuruna aç bir yazman. Mutluluğu bir tabak pastadan, bir sıcak kahveden bekleyen, sırtındaki yarıktan, yüreğindeki buğday tanesini düşürmüş adamları ve kadınları yazardım. Şöyle derdim tüketen etlere: Pardon bayım! Aşkınızı düşürdünüz. Ya da aşk tohumu taşıyan bir kadına: Pardon, bayan! Yüreğinizi düşürdünüz. Neyse ki bir düşçüyüm ben. Böylece, mutluluğu, tüketmekte değil, sahip olmakta değil, içine alıp sindirmekte, daha çok sindirmekte değil, aşkta arayan insanlar düşleyebilirim. Kimse de bir düşçüyü, düşlediği için suçlayamaz. Belki bir düşünüre saldırabilir düşünmeyen, ya da bir ressama saldırabilir, tutkuyu bilmeyen; o halde, düşlerken ben aşık erkek ve kadınları, bir ressam da yüreği yerinden fırlayacakmış gibi vursun spatulasını; kırmızı ve yeşil... Düşçü kulaklarım: Ah! ,diyorlar aşkla... Neyse ki yemyeşil-kıpkırmızı bir çaydanlıkta bir su tanesiyim ben. Bir baykuşun yıldızından süzüldüm de düştüm ben. Şimdi, aşksızlık adındaki ateşin üzerindeyim, kıpkırmızı-yemyeşil çaydanlıkta. Milyarlarca su damlası dostum var benim, aşksızlar benim gibi, bir araya geldik ve yaktık aşk ateşini, ısınıyoruz şimdi. Bakıyorum da, yapayalnızım bu çaydanlığın içinde, bu ateşin üzerinde; ama şimdilik: Bekle!,diyor takım elbise giymiş bir akbaba. Bekliyorum ben de olacakları, büyük bir heyecanla, ressamın resmi de duvarda. Mutluluğun resmi bu! Abidin Dino, merhaba Çukurova! Yalnızlıktan bunalıp, en yakınımda duran dişi bir su damlasına yaklaşıyorum: Merhaba! Acaba birleşmemiz mümkün mü? Bu aşksızlık ateş oldu, sıcaklığı geliyor uzuvlarıma, bizi yakacak da?! Sözlerim kulaklarına gitmeden, dişi damlanın, başka kaçak bir erkek damlayla bir oluyor. Böylece daha hisli yapıyor beni aşksızlık, üzerinde yandığım ateşi körüklüyor. Kulaklarım, uzaklardan bir ses işitiyor: Banane! Sanane! Aynı sözcükler çoğalarak yaklaşıyorlar bana: Banane! Sanane! Sanırım, onlar da hissetmeye başladılar, diye geçiriyorum aklımdan. Yanmaya başladıklarında, bir araya geleceğiz. Yanmaya başlıyorum, beklemediğim o anda. Etrafıma bakıyorum, hislerime geç kalmış, erkek ve dişi damlalar. Kimi yalnız benim gibi, kimisi de bir arada. Ama hepimiz yanmakta. Banane! Sanane! seslerinin yerini, fokurdayan bir sessizlik alıyor. Neler oluyor?! Sessizliği de o sözcükler bozuyor: Haydi hepbirlikte! diye haykırıyorum, kendi sesime yabancı...Bir kanal açıveriyoruz ilk önce, altımızda yanan ateşin sıcaklığını, tabandan tepelere, suyun yüzeyine taşıyacak. Orada biraz soğuklanacak ve geri döneceğiz. İlk ben fırlıyorum suyun yüzeyine, peşimden gelen yangın damlalar. Soluk alır gibi alıyorum soğuğu havadan, bir demet de hava kabarcığı, içinde buz tutan, geri dalıyorum, ateşin en yangın yerine ve kırıyorum hava kabarcığını. Tüm damlalar, kurtarıcımız olan kanala odaklanmış ve soğukluk taşıyoruz yüzeyden, yangınımıza. Suyun yüzeyine ikinci turumda, yok oluyorum! Bir hava parçacığı olarak...Artık bir su damlası değil, aşk ateşiyle yanmış, daha hafif bir hava parçacığıyım. Bir düşleyen, uçan, diğer; eski ağır su damlası, yeni hafif düş damlaları ile...
***
Çoğu var saydıklarımız, yokturlar aslında. Bir görüntü kirliliğidir bu dünya, gören gözler varsa o da. Var saydığımız iki sevgili, yokturlar aslında, çünkü ete sarılan et görürüm onlarda. Oysa, birbirinden uzakta, birbirini düşleyen iki sevgili, yok gibi görünürken, varlığın kendisini taşırlar yüreklerinde. Çoğu yaşananlar, yaşanmıyordur aslında. Kafede, pasta yiyen ve kahve içen adam, bir tür sindirim yapıyor, kendi hayatını sindiriyor. Var gibi görünmekte usta. Oysa, açlığı yaşayan düşçü öğrenciler, yok gibi görünürlerken çıkarlar karşına, zihin tohumları saçarlar var oluşa, bilemezsin, nereden girdiğini hayatına. Sen kendini yaşıyorken, bir düşçünün düşünü yaşıyorsundur, onun düşünün bir parçası olarak. İşte tam da maddesin sen ve yoksun. Ruh olan, kendine madde yapmış seni ve izliyor bulutların arasında. Nice yok sayılan yaşanmışlıklar, tam da vardırlar. Özgür bir kadının geçmişini oku bakalım bu anda. Kadının balıkçı ile sohbetini gör, nasıl da aç kalmış bilgiye, senin görüntü kirliliğinde gezinen, doyumsuz kadınların arasında. O kadının aldığı hatıra, uzun yolculuklara çıkacak; hatıra asla eskimeyecek. Halen yaşıyor yüreklerinde, bir çok düşçünün. Neyse ki bir hava parçacığı olan ben, görüntü kirliliğini var eden, buna da gerçeklik yükleyen insanoğlundan uzaklardayım. Dilerim, almaz beni bir insanoğlu, soluğuna. Dilerim, bir düşçü erkek ve bir düşçü kadın bulurum, birbirlerine sokulurlar, derin de bir nefes çekerler var oluştan. Aralarında duranı, aşkı sararlar, birbirlerini sararak. O an kapanır sırtlarındaki derin yarık, akan kanları da son bulur akmaya; işte o an, o aşk soluğuna karışmak ve kendimi bırakmak isterim aşka. Bir düşçüyüm ben. Aşık iki bedenin ruh olduğu anda, aşk parçacığı oldum ben. Gördüğüm tüm hava parçacıkları, özeniyorlar bana. Sürekli yükselmektir benim düşçü zihnimin düşü. Düşler tarlası olacak bu dünya, düşlerin birbirine karıştığı... Şimdi ben, bir aşk parçacığı olarak, yolculuğa çıkmalıyım. Henüz daha su damlası olan çiğ göz yaşlarına ateş olmalıyım. Böylece doğuracağım kendimi, yakarak aşk ateşini, aşksızlık hastalığında. Hem var edeceğim kendimi doğurarak, hem de yok edeceğim kendimi, kendi kendimi yakarak. Ey yağmur! Yıldırım gönder bana!
***
Birbirine aşık iki bulut, bir şimşek çaksaydı eğer, bir yıldırım olabilirdim. Işığım da sesimden önce ulaşırdı yüreklere. Bir güç yüzüğü taşıyan bir çocuk olabilirdim, yüreğim de, ışığımdan önce dolardı gözlere. Neyse ki insan değilim. Bir insan olsaydım eğer, iş adamlarına, sizler iş adamı değil, düş adamısınız derdim. Kendisini yalnızca kendisinin bildiği, düşlerini yalnızca kendisinin düşlediği o iş adamına, dünyanın dört bir yanına dağılmış uğur böceklerinden söz ederdim. Sevgiyi bilen yüreklerden bahsederdim. Yalnızca düşçülerin bildiği dillere, tek bir uğurböceğinin katkısından bahsederdim. Neyse ki bir uğur böceğiyim ben. Düşlerinin peşinden koşan, yaratıcı gençlerin omuzlarına konuyorum. Bir tek gülümsemeleri yetiyor bana. Gölete gezintiye çıkmış yüksek sorumluluk sahiplerinin dizlerine konuyorum, bir tek gülümsemeleri yetiyor bana. Bir uğur böceğiyim ben, çocuklardan çocuklara uçuyorum, kalıcı değilim hiçbir bedende, çünkü ruhlardan ruhlara uçtukça, ağlarımı örüyorum. Bazen bir deniz kıyısında oluyorum, bir çocuk yaklaşıyor yanıma, beni, ölümü tatmış kardeşlerim arasında görüyor, üzülüyor. Kendince, hayatımı kurtarıyor benim, işaret parmağını eğerek önüme. Ben de, tırmanıyorum çocuğun yüreğine. Alıp beni evlerinin bahçesine götürüyor ve özgürlüğü seven bir çocuk olacak ki, toprağa beni özgürce bırakıyor. Bazen, bir çalışma odasının panosuna konuyorum. Hayatının en önemli yazışmasını yapmış bir genç, soluk soluğa oturuyor çalışma masasına. Beni görüyor, o bir tek gülümseme yetiyor bana. Neyse ki, kirli bir insan değilim. Kendini çamurdan kurtarmaya çalışan yüreklerden yüreklere konan bir uğurböceğiyim ben. Yırtık çuvaldan yola düşen buğday tanesini bir tek ben bilirim. Bir tek ben konarım çimenlerin üzerine. Ben konunca, eğilir çimen kudretime. Böylece, yıldızın ışığı ulaşır; küskün, yalnız buğday tanesine. Baykuşların yüzleri güler, bir tek ben bilirim. Şimdi bu yıldızın ışığı, bu buğday tanesine can verecek. Üzerine basılması gerekiyor bir parça daha. İşte, değirmenci de geliyor. Ayak izlerine tekrar basıver değirmenci! Bu buğday tanesi toprağa kök salmak istiyor. Şimdi beni çağıran, başka bir aşka uçmalıyım buğday taneciği, aşkı var et kök salarken toprağa...
***
Neyse ki bir masalın kahramanıyım ben, tüm senfoni orkestrası toplanmış, hareketlerime uyum sağlamaya çalışıyor. Ben de, yarı insan, yarı midilli bir sevgi parçacığı, adımlarımı, beni izleyen çocuklara göre atıyorum. Öyle mükemmel atılmalı ki bu adımlar, evrenin sevgi müziğine ayak uydurmalı. Bebeklerin yüzlerinde gülümseme yaratmalı. Bir sinema filminin şeridi ile gelemem bir araya; ama bir sinema filminin en ruhlu parçacığı ile kendi ruhum birleşebilir bir parça. Sevgi, öyle gizli bir su işte, öyle bir ışık, sızacak yerler ve yürekler bulan. Bazen de bir kutsal kitap olduğumu düşlerim. Kitabın kağıdı olurum, matbaacının oğlunun yüreği olurum. En çok da, kutsal kitabın Sevgi öğretisi olmak isterim. En çok da şu cümlelerden bir harf olmak isterim: Sevgi her şeye inanır. İman, umut, sevgi son bulmaz. Neyse ki bir insan değilim. İnsanlardan olsaydım eğer, hafife alırdım sevgi öğretilerini. Erdemlerin yarattığı kutsal acıları bilemezdim. Çok az düşünürdüm. Kutsal acılardan doğan kutsal kitapları raflara, tozlanmaya bırakırdım. Belki bir temizlikçi tutardım, rafların tozunu alan; benim kirlerime ise dokunmayan. Neyse ki, kutsal acılardan biriyim ben, çocuklara, erdemlerin dinlerden değil, dinlerin erdemlerden doğduğunu öğreten.
Devamı var
Uğur Arslan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XXI |
|
Kitap bir hayli enteresan. Büyük de bir berraklıkla yazılmış. Kitapta; Eski İran, Mısır ve Güney ve Batı Anadolu hakkında ayrıntılı bilgiler var. İbn-î Ceydân bin Ekber, dönemin ticâret yollarını, kervansarayları ve bu bölgelerdeki kentleri en ince ayrıntılarına kadar anlatmış. Bu o kadar öyle ki, ticâret yolları üzerindeki namazgâhları bile saymış.
Kitabı incelemeye Mezopotamya bölümünden başladım. Eğer Sümerler hakkında doğru şeyler yazmışsa ki yazmış, diğer yazdıklarının da doğru olma ihtimâli yüksek olacaktır diye düşündüm. Ve gördüm ki, İbn-î Ceydân bin Ekber, bu bölgenin târihsel coğrafyası hakkında biz Sümerologlardan daha fazla şey biliyor.
Şimdi kitabı incelemeye ara verdim ve Edward'tan, kitabın Mezopotamya ve Güney ve Batı Anadolu bölümlerinin kopyasını çıkartmasını istedim. O da büyük bir hevesle bu işe girişti, sağ olsun. Biricik dostum Edward, kitap kopyalama konusunda son derece başarılıdır. Başpiskopos Baldwin'in yanında ayda iki kitabı rahatlıkla kopyalayabiliyordu.
Bu kopyalar benim için çok önemli; ileride Sümeroloji çalışmalarını son derece etkileyebilecek ayrıntılar var içinde. Her ne kadar, bugünkü teknoloji bu ayrıntılardan etkin bir biçimde yararlanmamızı olanaklı kılmasa da ileride bu konuda büyük başarılar kaydedilecektir. Edward kitabı kopyalamakla uğraşırken, ben de aldığım notları ve bunlar hakkındaki görüşlerimi günlüğüme kaydedeyim.
İbn-î Ceydân bin Ekber, Mezopotamya'nın en güneydoğusuna Dilmun Krallığı'nı yerleştirmiş ki bu doğrudur. Çalışmalarımız sırasında biz de bu krallığın Basra Körfezi'ndeki Bahreyn Adası'nda kurulduğunu gösteren bulgulara; Dilmun krallarının Lagaş krallarıyla yaptıkları yazışmalara ve tapınaklara gönderdikleri hediyelerin tutanaklarına rastlamıştık.
Muhtemelen, Fâilâka Adaları da bu krallığın siyasî egemenliği altındaydı; çünkü, Pusarık Geçidi'nin Dilmunlu tüccarlar tarafından kullanıldığına eminiz. Ancak, İbn-î Ceydân bin Ekber, Dilmun'un Sümerler ile İnduslular arasındaki ticâret yolunun geçiş kavşağı olduğunu söylüyor ki, biz bunu doğrulayabilecek sağlam bir bulguya ulaşamadık.
Biz bu yolun, İran'ın Erak-Dizful yolu üzerinden geçtiğini sanıyorduk; daha önce Arthur Talcott, Kemre Düzlüğü'nde yaptığı çalışmalarda, İndus tanrı ve tanrıçalarına âit heykelcikler bulmuştu. Biz de Lagaş'ta sabuntaşından yapılmış yuvarlak mühürler ve değişik bir bakır türünden yapılmış bilezik ve kolyeler bulmuştuk ki, bunların İnduslulara âit olma ihtimâli kesine yakındır. Ve Sümerler ile İnduslular arasında canlı bir ticâret olduğunu düşünmek için haklı nedenlerimiz var.
Eğer Avrasya'dan kalkıp Mezopotamya'ya inen istilâcı-göçebe kavimler karayolunu denetim altına almışlarsa, bu durumda Erak-Dizful ticâret yolunun kapatılarak bu ticâretin deniz üzerinden gerçekleştirildiğini ve böylelikle, Dilmun'un yeni bir ticâret kavşağı hâline geldiğini düşünürsek, taşlar yerli yerine oturmuş oluyor. Çünkü, Kemre Düzlüğü'nde yapılan kazılarda Arthur Talcott'un elde ettiği buluntular yabana atılır gibi değil.
Bundan iki yıl kadar önce Amerikalı sözde arkeologların, Bahreyn Emîri'ne kazı için başvuruda bulunduklarını duymuştum; ama, Emîr buna izin vermemiş; Amerikalıların aslında petrolün peşinde olduğunu anlamış olmalı. Tâkip edebildiğim kadarıyla, şu sıralar Bahreyn'de çok ciddî siyasî çalkantılar var ve Emîr'in devrilmesi de an meselesi.
Asıl amaçlarının ne olduğunu bilmiyorum; ama, bunun aşîretler arası siyasî bir mesele olduğunu sanıyorum. Dilerim, bu karışıklık ortamı birilerince fırsat bilinerek kullanılmaz ve gerçek bir kazı ekibi, bu bölgede ciddî araştırmalar yapar. Bu tür çekişmeler, bölge halklarını etkilediği gibi, dolayımsız olarak bizleri de etkiliyor.
Eğer İbn-î Ceydân bin Ekber haklıysa, Dilmun'da İnduslulara âit bir tapınak olmalı; eğer burası önemli bir ticâret kavşağıysa, Dilmun kralları İnduslu tüccarların dînî gereksinmelerine kayıtsız kalmış olamaz. Hem, Dilmun'daki paganlık inanışlarının İnduslularınkinden etkilenmiş olabileceği de düşünülebilir.
İbn-î Ceydân bin Ekber, Sümerlerin ilk yerleşim bölgesi olduğuna inandığımız Eridu'nun, Eski Zî Kâr kentinin 5 km. kadar güneyinde, Birsam Vâdisi'nin 8 km. kadar kuzeybatısı ile Kardelen Geçidi'nin 6 km. kadar doğusunda kaldığını söylüyor ki, bunlar doğruysa şâyet Eridu'yu elimizle koymuş gibi bulabiliriz.
Ben, Lagaş kazıları sırasında Kenneth Ouchi'yle birlikte Zî Kâr'ı ziyâret etme fırsatı bulmuştum. Burası Osmanlı idâresine girdiğinden beri, tıpkı pek çok Ortadoğu kenti gibi, fazlasıyla Araplaştırılmış bir kent. Kent câmîsinin temelleri de eski bir tapınağın üzerinde yükseliyor. Kalıntılar bile taşlardaki el emeğini fazlasıyla gösteriyor.
Biz Eridulu taş ustalarının, tüm Sümer ülkesindeki en kaliteli ustalar olduğunu biliyoruz. Eski Zî Kâr kent yerleşiminde de bu ustaların emeği olabilir. Burası uzunca bir dönem Perslerin yönetimi altında kalmış ve Persler, burada kendi tapınaklarını inşâ edecek köleleri civâr kentlerden ya zorla almış, ya da para karşılığı kirâlamış. Bu nedenle, Eridulu ustaların buraya gelmiş olma ihtimâli yüksek.
Dolayısıyla, Eridu'nun buraya yakın bir yerlerde olma ihtimâli kabul edilebilir. İbn-î Ceydân bin Ekber'e güvenebilmemiz için mâkûl nedenlerimiz var. Ancak maalesef, Kardelen Geçidi'nde şu sıralarda Şiîler ile Sünnîler arasında bazı anlaşmazlıklar var ve bu bölgede de inceleme yapmak epeyce ileri bir târihe ertelenmek zorunda.
İbn-î Ceydân bin Ekber, bu geçidin 3 km. kadar doğusunda, Ali Kemâl Paşa Kervansarayı olduğunu söylüyor ki, ben de bu kervansarayın adını çok duymuştum. Bölgedeki Sünnî Araplar, bu kervansarayın Yavuz Sultan Selim zamânında bizzat Pâdişah tarafından yaptırıldığını ve denetiminin de kendilerine verildiğini iddiâ ediyor, Şiî tüccarlar ise bu kervansaraydan yararlanamıyor.
Şahsî kanaatim şudur ki, bu kervansarayın denetimi yeniden Osmanlı idâresine geçmedikçe, Yeniçeriler burada denetimi sağlamadıkça, bu anlaşmazlıklar ortadan kaldırılamayacak ve her geçen gün Kardelen Geçidi'nde inceleme yapmak iyice imkânsız hâle gelecek. Bu da tabiî ki, kesin sonuca ulaşabilmemizi epeyce güçleştirecek.
İbn-î Ceydân bin Ekber, Eridu'nun eski adının Abu Salabikh olduğunu söylüyor ki, bunu nereden öğrendiğini veya bu adın hangi dilde konduğunu söylemiyor. Zâten, kitapta hiçbir kaynak da belirtmemiş. Bu, onun güvenirliliğini sarsıyor; ama, yine de bize kaynaklık edebilir. Abu Salabikh adının Tevrat'ta geçip geçmediğini araştırmam lâzım.
İbn-î Ceydân bin Ekber, Abu Salabikhlilerin pagan olduklarını, Allah'ı inkâr etmeleri nedeniyle kum fırtınasına mâruz kalarak yok olup gittiklerini söylüyor ki, bunu kendi kutsal kitabından öğrenmiş olamaz. Bildiğim kadarıyla, Kuran'da buna dâir bir iz yok. Eğer çeşitli hadis kitaplarından da değilse, bunu nereden öğrendiği önemli bir nokta.
Ama neyse ki, Ilgım Tepesi'nin, Eridu'nun yok olup gitmesine neden olan kum fırtınası sonucunda ortaya çıktığını söylüyor ve bu tepenin açık koordinatlarını veriyor ki bu, söylediklerini sınamamız ve Sümerler hakkında çok ciddî ipuçlarına ulaşmamız için eşi bulunmaz bir hazîne. Açık koordinatlar şu şekilde: Kardelen Geçidi'nden doğuya doğru giderken Zeker Geçidi'nin 2 km. güneyi ile Fülüs Ovası'nın 4 km. batısı.
İbn-î Ceydân bin Ekber, bu koordinatlar hakkında nasıl bu kadar emin konuşuyor, bunu bilmiyorum. Ve bu kesinlik, beni heyecanlandırıyor. Zîrâ, Abbâsîler zamânında yaptırılan Seyyid Ali Han Câmîsi'nin koordinatları tamâmen doğru; bu câmî, gerçekten de Zülfâris Ovası'nın Fırat'a bakan yamacından 5 km. güneyde.
Bu câmî ve imamının bizim anılarımızda yeri büyüktür. Lagaş kazıları sırasında câmînin imamı Hacı Abdullah el-Nusrî, bize gerçekten de çok yardımcı oldu, bize kendi evinin kapılarını bile açtı. Cemaatine de bize yardımcı olmaları için Cumâ Hutbelerinde vaazlar verdi; biz "tanrı misâfirleri"ni en iyi şekilde ağırlamaları gerektiğini öğütledi.
Cemaati de bu öğütlere uygun olarak bize destek oldu. Aklımda kalan en önemli şey ise günün hemen her saati yaptıkları soğuk ayran servisiydi. Tanrım… Ne kadar da iyi yürekli insanlardı… Gerçekten de hava sıcaklığı aşırı yüksek olan bu coğrafyada ve bizim gibi yabancılar için, soğuk ayranın değeri paha biçilemezdi.
Ben bir konuşmamız sırasında İmam Nusrî'ye, bize olan bu ilgisinin nedenini sormuştum; bana bu yaptığımız işin, Allah katında yüksek bir değeri olduğunu, "helâk olmuş kavimler" hakkındaki araştırmaların insanları Allah'ın şeriatına bağlayacağını, bu kavimlerin nasıl yok olup gittiği aydınlatıldıkça insanların ondan daha fazla korkup ona daha fazla sığınacağını söylemişti.
İmam Nusrî'nin bu düşüncelerine katılmasam/katılamasam da bize kendisinin ve cemaatinin yaptıkları yardımları unutamıyorum. Ve şahsî kanaatim şudur ki, İmam Nusrî de Tanrı'yı gaddar, kinci ve intikam düşkünü gören ve gösteren Yahudi geleneğinin etkisi altındaydı; ama, Tanrı'ya şükürler olsun ki yardımlaşma, insânî ilişkiler ve konukseverlik bakımından bu geleneğin etkisi altında değildi.
Eridu'nun ise biz Sümerologlar için önemi çok büyük. Bu kenti ivedilikle bulmalı ve tapınaklarını incelemeliyiz. Çünkü, bu kentin Sümerler için hem dinsel, hem de siyasî anlamları büyük ve bu kentin kalıntılarının incelenmesi, Sümerolojide yeni devrimleri berâberinde getirecektir. Dilerim, günün birinde ben de böyle bir kazı ekibinde yer alabilirim.
Sümerler bu kentteki Enki Tapınağı'nın; yâni Abzu'nun, yeraltı dünyâsına giden yolun başlangıcı olduğuna inanmış. Sümercede yeraltı dünyâsı anlamına gelen çok sayıda kelime var; arali, ganzir, irkalla, kigal ve kukku bunlardan birkaçı. Biz, Akadcaya da geçmiş olan ganziri kullanmayı tercih ediyoruz. Ve inanışa göre Abzu'dan bir merdivenle ganzire iniliyor ve kapısının önünde iki kocaman sfenks var, ganziri bunlar koruyor.
Biz, Abzu râhiplerinin ganzire yiyecek ve içecek temin etmek için özel olarak görevlendirildiğini tahmin ediyoruz. Çünkü, kaynaklarda ganzirde de yaşamın sürdüğü, yaşamsal fonksiyonların devâm ettiği; ama, burada yiyecek ve içecek olmadığı yazıyor ve ölümden sonraki yaşam için, yaşayanların onlara karşı sorumlulukları anlatılıyor.
Sümerler için ganzir, aynı zamanda ölü tanrı ve tanrıçaların(!) da yurduydu. Sümerler, tanrı ve tanrıçalarına insânî özellikler atfettikleri için, ölümlü bir tanrı veya tanrıça fikri onlar için çelişkili değildi. Hem, ganzirde de adâleti sağlayacak tanrılar ve tanrıçalar olmalı; bu dünyâda işlenen günâh ve sevapların karşılığı insanlara verilmeliydi.
Sümerler, bu dünyâdaki toplumsal statülerinin ganzirde de korunacağına, aynı toplumsal düzenin orada da süreceğine inanıyordu. Sümercede bu düzeni ifâde etmek üzere namtar kelimesi kullanılmış. Ve şahsî kanaatim şudur ki, namtar kültü de Sümerli râhiplerin kendi krallarının siyasî egemenliklerini meşrûiyet altına almak için uydurdukları bir külttü ve bu kült aracılığıyla da toplumsal yapıyı krallarının hizmetine sunabildiler.
Bu râhipler, krallarına ve kânunlarına karşı çıkarak âsî konumuna düşenlere verilecek cezâların ganzirde de süreceğine Sümerleri inandırmış olmalı. Böylelikle, statükoyu olumlamayı baş değer olarak kabul etmiş olmalılar. Dolayısıyla, aslında ganzire de tanrı ve tanrıça göndermek zorundaydılar.
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
HAİN SENELER
Zülfünün teline düştü yıllarım
Dört mevsim kapalı bana yollarım
Yâri bekler her an açık kollarım
Tüketti ömrümü hain seneler…
Gündüzler hep tuzak geceler Nemrut
Sevdama diktiler gereksiz hudut
Yok oldu bendeki sarsılmaz umut
Tüketti ömrümü hain seneler…
Hızır İrfan ÖNDER
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Hani bir çocuk şarkısı vardı. Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de örmesek de, o köy bizim köyümüzdür. Türkiye başta olmak üzere görülmesi gereken bir çok yerin panoramik görüntülerinin bulunduğu http://www.360tr.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Gitmeseniz bile görmedik dememeniz için mutlaka ziyaret edin.
Yakın zamanda yurtdışına gitmeyi ya da yurtdışından bir şeyler almayı planlıyorsanız bu web sayfası işinize yarayabilir. http://www.yugidi.com/ Bu platformu kullanmak için öncelikle üye oluyorsunuz. Daha sonra araştırma ve görüşmeler başlıyor. Sayfadaki açıklama aynen şöyle: "YUGİDİ yurtdışından alışveriş yapmak isteyen insanlar ile yurtdışına bir süreliğine gidecek insanları bir araya getirmek amaçlı kurulmuştur. Kişiler site üzerinden iletişime geçip anlaşarak yurtdışından istedikleri ürünü getirtebilirler. "
İnternete bağlı bilgisayarınızdan online müzik dinlemek için yeni bir kaynak http://nvine.net/ Gördüğüm kadarıyla ciddi bir arşive sahip. Siz şarkıcı ya da şarkı ismi yazıyorsunuz. Önünüze arşiv dökülüyor. İstediğinizi seçiyorsunuz ve birkaç saniye içinde şarkı tamamen iniyor. Tabi ki siz de keyfinize göre dinleyebiliyorsunuz.
http://tiltshiftmaker.com çektiğiniz manzara resimlerini minyatür görseline çevirmenize yarayan bir site. Resim üzerinde dilediğiniz bir bölgeyi daha belirgin hale getirip diğer bölgeleri flulaştırmanızı ve resme bakan kişinin odaklanmasını istediğiniz yere yönelmesini sağlıyorsunuz. Bu sayede tüm resim içinde belirlediğiniz bölgede kalan objeler sanki bir minyatür ortamında gibi görünüyor. Ben çok beğendim..örnek resimlere göz atmak için; http://tiltshiftmaker.com/tilt-shift-photo-gallery.php web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|