|
|
|
Editör'den : Rabbim ufukta "HAYIR" var dedi!.. |
Merhabalar,
Mutlu mudur acaba? Huzurla yatıp uyuyabiliyor mudur? Yarattığı eserle gurur duyuyor mudur? Otuz yıldır, öyle ya da böyle, aklımıza bile getirmediklerimizi, yine yeniden, sayesinde yaşadığımız için kıs kıs gülüyor mudur? İnegöl'de, Dörtyol'da, Erzincan'da olup bitenler canını ne kadar sıkıyordur? "Sıradan adli olaylar" diye mi sayıklıyordur, yoksa "Biz ne yaptık" diye vicdanını mı sorguluyordur?
Yukarıdakilerin hepsi, cevaplarını kolaylıkla tahmin edebildiğim sorular. Son iki yıldır insani duyarlılıklara karşı takındığı tavrını hatırlayınca farklı olacağına ihtimal vermiyorum çünkü. Diyeceksiniz ki, her fırsatta ağlıyor, adamcağıza haksızlık etme. Doğru, ağlıyor ama neden ağladığını anlayan anlıyor. Tebası içinse, ağlamasına zaten gerek yok, kulağını kaşısa o bile yetiyor.
Referandum ise bir başka alem. Yaklaştıkça tahminler de alıp başını gidiyor. Kıl payı farklardan yüzde onlara kadar tahmin yapanlar var. Oysa çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçek var. Anayasa Mahkemesi, küçük te olsa, yaptığı değişikliklerle AKP'nin hülyalarını bir hayli törpüledi. Diğer maddeler ise AKP için zaten anlamı olmayan vitrin mankenleri. Bu durumda, her ne kadar meydanlarda "Evet" diye bağırsa da asıl aklından geçenin "HAYIR" olduğunu düşünmek abesle iştigal olmaz. Öyle ya, mevcudiyetini "Mağdur Edebiyatı" ile sürdürmeyi politika olarak benimsemiş bir parti ve onun sayın yöneticilerinin, bu malı kaybetmeye gönülleri razı olmaz. Gönülleri olsa cepleri müsaade etmez. Bana kalırsa, Recep Bey'in aklından geçen, referandumda "HAYIR" çıkması, ardından kürsülerde gözü yaşlı iç geçirmeler, hemen bir erken seçim ve yeniden zafer çığlıkları. Bize düşense, o çığlıkları vuvuzela gürültüsünde yok etmek. Ha gayret az kaldı.
Yukarıda cepten bahsedince dün aldığım bir eposta aklıma geldi. Birçoğunuza gelmiştir sanırım ama gerçek yazarından okumak, vergi rekortmenleri arasında AKP'ye yakın işadamlarının neden olmadığını, hangi üç kağıtla vergiden kaçtıklarını öğrenmek istiyorsanız burayı tıklayın ve Antalya'dan Adnan Çoban'ın yazısını okuyun. Okuyun ki, AKP'nin kanun yapma yetkisini nasıl kullandığını, pekçok kılıfı daha başında nasıl dikip hazır ettiğini öğrenin. Ve tabi gözünüzü açın. Bir de kendinize iyi bakın. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
Bâki Selamlar : Kıymet Nadir Bindebir |
Dumlupınar denizaltısında olmak
Babamı ilk kez ağlarken gördüğümde 10-12 yaşımdaydım.
Beşiktaş Deniz Müzesi’ne götürdü bizi. Daha camlı panolarda ilk resimlere bakarken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor bir yandan “Bak bu Ahmet, bu Mehmet, bu komutanımız...Bu çavuşla aynı gün başladık Dumlupınar denizaltısında” derken mendiliyle habire gözyaşlarını siliyordu.
Müzede Dumlupınar denizaltısına dair her obje, her fotoğraf babama ‘tanıdık’tı.
Babamızı ağlarken hiç görmemişiz, afalladık. Bahriye’de askerliğini ilk kez o müzede dinledik.
Dumlupınar’ın batışından bir hafta önce Fahri Korutürk gemiyi teftişe geliyor. Babamla da tanışıyorlar. Fahri Korutürk “Sen Erkin gemisine geçeceksin, sana orada ihtiyaç var” diyor.
Babamın askerliğinin bitmesine 2-3 ay kalmış. Dumlupınar’da çok mutlu, komutanına “Askerliği bu gemide bitirsem” falan diyor ama emir demiri kesiyor. Teftişin ertesi günü Dumlupınar’dakilerle vedalaşıp Erkin gemisine geçiyor.
Babaannemin tayinden haberi bile yok. Babamı Dumlupınar’da zannediyor. Ve 1953 yılının 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gecesinde Dumlupınar batıyor.
Babamın adı hala Dumlupınar’ın listesinde. İlk liste 81 kişiden fazla, radyo haberlerinde gemi personelinin arasında babamın adı da okunuyor.
Babam kendi adını radyoda duyduğunda aklına annesine haber vermesi gerektiği geliyor. Telefon falan yok, komutanından izin alıp eve koşuyor. Babaannem radyonun başında, elinde kehribar tesbih, haberleri dinliyor, ağlıyor, dua ediyor. Babamı kapıda gördüğü an düşüp bayılıyor.
Sonrasını şöyle anlattı babam;
“Üç gün boyunca uyumadan, yemek yemeden radyo dinledik. Kurtarılamayacakları denizcilere tebliğ edildiğinde “VATAN SAĞOLSUN” dediler. Ve sonra sesler kesildi. Hava bitti, ümit kalmadı. Ben üç gün boyunca nefes alamadım. Aldığım her nefeste kendimi suçlu hissettim. Üç gün boyunca sırf ben değil, bütün Türkiye nefes alamadı. Dumlupınar’dakilerin suyun altında çektiğini biz aynen yerin üstünde çektik. Radyonun başında oksijensiz ortamda nefes almaya çalışan, karaya vurmuş balıklar gibiydik...”
---
Silivri esir-rehinelerinden Mustafa Balbay, Mustafa Mutlu’ya mektubunda “Dumlupınar denizaltısında gibiyiz” yazmış. “Denizin dibinde, kurtarılması olanaksız bir yerde, yukarıdan gelen her mesaj, küçük bir ses; o denizaltındakileri nasıl etkilemiştir, bir düşün” demiş.
ABD-AB, AKP marifetiyle 2020’lerin General kadrosunu ve Türkiye’sini şekillendirmeye çalışıyor. 102 subay için daha (kaçıyorlarmış gibi) yakalama kararı çıkartıldı. AKP, gittikçe dibe vuran Ergenekon denizaltısında oksijeni bitirmeye uğraşıyor. AKP, kurbanlarının nefes almasını engelliyor.
Ve biz ‘dışarıdakiler’ “Halat bağlandı, çekiyoruz sizi yukarıya” mesajını veremedikçe, içeridekilere umut, oksijen pompalayamadıkça, içeridekilerin ‘nefessizliğini’ aynen hissedemedikçe, Silivri-Hasdal’daki vatanseverler batmış bir denizaltında umutsuz, çaresiz ve oksijensiz gibiler.
Babam sağ olup Balbay’ın “Dumlupınar denizaltısında gibiyiz” sözünü duysaydı çok üzülürdü. Çünkü Dumlupınar’da olmanın ve olamamanın ne demek olduğunu bilen son adamdı.
Ben o batan Dumlupınar’da olmanın ve hatta olamamanın acısını birinci ağızdan defalarca dinledim. Babam her seferinde nefes almakta zorlanır gibi anlattı. “En son vatan sağolsun dediler. Sonra irtibat kesildi” diye bitirirdi.
O yılların Türkiye’sinin, kulağını radyoya dayayıp Dumlupınar’daki askerler nefes alamıyor diye nasıl nefesini tuttuğunu,
“Vatan sağolsun!” diyerek ‘susan’ denizcilerin arkasından devlet dairelerinde, kahvehanelerde, sokaklarda insanların nasıl birbirine sarılıp ağladığını, konuşamadığını bilince, Mustafa Balbay’ın ve diğerlerinin ‘havasızlığını’, çaresizliğini göğsümün ta orta yerinde hissediyorum.
Yabancı istihbarat servislerine, saklanmaya bile gerek bırakmadan faaliyet gösterecek, büro açacak cesareti/yetkiyi veren, yıkıcı, bölücü, satıcı, cahil ve aslen nitelikli dolandırıcılık çetesi AKP hükümetine lanet olsun!
Bu ‘hükümeti yıkmaya çalışmak’ suçsa eğer, ben bu suçu işlemek için yıllardır can atıyorum!
Elimde herhangi bir güç, bir yetki olsaydı kullanmakta bir an bile tereddüt etmezdim. Gerçekten bu hükümeti devirmek isteyen bir örgüt olsaydı, gönüllü nefer yazılırdım. Amerikan beslemesi hergelelerin bir vatansevere yapabilecekleri nedir en nihayetinde? Ergenekon denizaltısında batırmak mı? AKPKK çetesinden korkan AKPKK çetesinden beter olsun!
Babamızın asker arkadaşları gibi son cigaramızı içer, son sözümüzü söyleriz: VATAN SAĞOLSUN!!!
Ama; AKP’nin ülkeyi sürüklediği uçurumu gören tüm aydınlar, Kürt ırkçısı bölücü örgütle mücadele eden tüm askerler denizin derinliklerinde, sahtekar imamların ayağına gülsuyu döken sahtekar tüccarlar yerin üstündeyken vatan da sağ olamıyor be!
Kıymet Nadir Bindebir kiymetnadirbindebir@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Temirağa Demir Bilinmez saniyeler… |
|
Beş gündür kimseyle konuşmadım…
Kendimle bile…
Sesimi unuttum…
Odada kaldım…
Dolabın içindeki askıları on sekiz kere saydım…
Karşımda duran aynaya otuz dört kere baktım…
Suyu açtım ve karşısına geçtim izledim, tam dört yüz seksen saniye…
Camları açtım cereyan yaptı…
Ama bir enerjiye dönüşmedi bu cereyan, dönüştüyse de gören olmadı…
On dokuz öğün yemek yedim…
Kırk altı bardak su içtim…
Su konuştu bir şeyler anlattı…
Güneş konuştu bir şeyler anlattı…
Deniz konuştu bir şeyler anlattı…
Söyleyeceklerimin hepsini susturdum…
Kadim bir dinleyici oldum…
Anlattılar saatlerce…
Güneşle çiftleştim akşamüstü ve seher vakitlerinde…
Ama hiç konuşmadım…
Sonra geçti zaman…
Düşündüm biraz…
Düşünmemem gerekenler hiç çıkmadı aklımdan…
Denizin üstüne yakamoz düştü…
Gemiler yanaştılar sahil kıyısına…
Ağ çekti bazıları canlı balıklar zıpladı…
Demir attı tekneler alkollü kadınlar ağladı…
Bu çıt çıkarmadan "tıp" oynayan sessizliğim beni biraz daha bağladı…
Lal gibi davrandım…
Soru soranlarla, bir şeyler isteyenlerle, bir şey istediklerimle, hep hareket diliyle anlaştım…
Gün döndü sabah oldu…
Dağların arkasından kırmızı ışıklar kafasını uzattı…
Biraz tuz yuttum…
Biraz taş tuttum…
Bildiklerimi unutayım artık dedim kendime ninni söyledim uyuttum…
Kimse yoktu, çok kalabalıktı civar yerli yabancı sayısız insan…
Ama kimse yoktu…
Ya ben görmüyordum kimseyi ya da kimse görmüyordu beni…
Güzeldi bu tek kişilik senfoni…
Evet, şimdi eksik kalmış tüm besteleri yeniden notaya alacağım ve anlatacağım yeni yazdığım güfteleri…
Vaktin birazı böyle geçti…
Yutkundum…
Altı yüz on altı bin yetmiş yedi etti…
….
Temirağa Demir temiragademir@temiragademir.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Asırların Sonu Başı |
|
Nicedir, ardına dek, boynumda sızlayan baharlara açıyorum pencerelerimi. Yeşerikliği düşlerindeki bayırlardan ödünç, gözlerime değenin. Senin düşlerin, barış rengi, huzur mevsimi...
Sen yol yorgunu, sen yolcu.
Sen benim için; yol başlangıcı.
Mühürsüz mektuplarımın sararan zarflarındaki dağınık mürekkep... Sahi, el yazısını bilmediğim düş.., düşle karışık. Düş-le. Düş müsünüz?
Geçerken uğradığım taş sokak esnafından bir kese dolusu yeşil erik, yaz gecelerinde sana aşk. Aşk, yeşerik.
Ufkundaki maviliğe yakıştırdığın bir isim var mı, belki dağınık defter aralarında saklı birkaç tarih...
En sevdiğin yazarı bilerek ve sevdiğin filmi izleyerek bir başınalığında mevsimin, lavanta eksilmez el değmeyen çarşaflardan.
Ahşap kokusuna kalemlerimi düşürdüm. Rica etsem ellerimi iyileştirir misiniz, yazacağımız yeni ve belki tanıdık, çokça uzak, pek içimizde dizelerin kalemlerini tutmadan..?
Henüz vaktindeyken turnaların ve ağustos henüz dilimlenmişken sofralarımıza, dilimde portakal tadı, kanımda kızarmış erik rengi gezinirken...
Ve sergi salonları seslenirken arkamızdan manzara kuşuyla, şarkılardan en vişneye çalan mevsim dökülürken, gece karışırken rövanşı alınmış kasım çiçeklerine ve düşerken dolunay göğüs kafesime... "..sıran gelir de, bir tesadüf olmak için beklemez misin?..."...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Siyah At -2
Bir düşçü olmasaydım eğer, at gözlükleri ile gelirdim hayata. Büyürdüm, sorgulamazdım, karşı çıkmazdım, at gözlükleri ile dönerdim toprağa. At gözlüğü de, benden daha kalıcı olurdu. Bir düşçü olarak, ölümü değil, yaşamı seçtim ben. Hayat, insanlar için, hayatı ölmemek iken, benim gibi bir düşçü için, hayatı yaşamaktır. Doğum ile ölüm arasında, bir de yaşamın olduğunu her an hatırlamaktır. Benim sözcüklerimin eylemleri hep olumlu biter. Belki insanoğlu da bir düşçüdür ama olumsuz düşlüyordur. Belki insanoğlu hep bir aradadır, hep ortak hareket ediyordur; ama olumsuz yönde...İnsanlar, bir merdivenden aşağı inerlerken, bir düşçü, tek başına o merdivenden yukarı tırmanandır. Neyse ki bir insan değil, bir kar tanesiyim ben. Benim, çimenlerin üzerine serildiğim yerlerde, üzerime, düşçü çocuklar ayak basarlar, cennete ayak bastıklarını bilirler. Bazen bir sarkıt olurum, eski bir evin çatısına. Beni gözleyen çocuklar, bir mucize görmüş gibi olurlar. Çocukların gözleri ile görenler, mucizeler görürler bu yüzden. Büyüdükçe, tüm mucizelerin yerini, sorumluluk yalanı altına gizlenmiş, sorumsuzluklar alır...İyi ki de bir insan değilim. İnsanlardan biri olsaydım, ağustosböcekli hikayelerim alınırdı elimden, güzele dair ne varsa, bir bir terk edilişini izlerdim...
***
Neyse ki bir ressamın kırmızı boyasıyım ben. Beni alıp, tinere batırıyor, fırçası ile okşuyor her yanımı, sonra da tuvale çarpıyor beni. İşittiğim seslerden herkes habersiz. Işıkla kurutuyor beni, bir bir gözler geçiyor önümden, kimisi görüyor ve fark ediyor beni. Kimisinin gözlerinde ışık yok, hiç bir şey görmüyorlar. Bir keresinde, bir kadının dudağına boyanmıştım ben. Bir kadın geldi ve dudaklarıyla öptü beni. Bir düşçü olmanın ödülünü aldım o gün. Kendimi gördüğüm, kırmızı odaları daha çok seviyorum. Kırmızı odaları seven bir fotoğrafçı alsın benim boyandığım tuvalleri. Bir tango akşamının kırmızı elbisesine bulaşmayı çok isterdim. Güzel bir kadının eteğinde, savrulmak, ışıkla başımın dönmesini çok isterdim. Belki sevgilisi, dans ederken bulaştırırdı beni ellerine, sonra da kadının boynunu sarardı kırmızı boyalı elleriyle. Kırmızı bir leke olurdum, kırmızı elbiseli kadının boynunda. Belki dansın sonunda, benim bulunduğum yerden öperdi adam, kadınını, emerdi beni içine. O an tatlı bir kremaya dönüşürdüm, aşk adlı mucize ile, bedenini dolaşırdım aşık adamın, merak ederdim yüreğinin derinlerini, kana karışır bir ziyaret ederdim. Kalp de, kirli kanı ayırırken temiz olandan, benim bir düşçü olduğumu fark eder, beni ayırırdı diğerlerinden. Bir konukevi açardı benim için, aşık adamın yüreğine. Aşk, adamın yüreğinde konuk kaldığı sürece, ben de orada yaşardım. Sonsuz bir aşka konuk olurdum belki de, sonsuza dek yaşardım. Neyse ki bir düşçüyüm ve her kırmızı lekeli elbiseye, lekeli olarak bakmıyorum...
***
Bir dansçıyım ben ve kendimi yalnızca dansa bıraktım. Ben üzerine gittikçe figürlerimin, bedenim, kimsenin bilmediği bir dille hayal gücümü genişletiyor benim. İnsanlar arasına girmemiş hayallerim var benim. Keşfetmeyi seviyorum, ikna etmek yerine. Keşiflerin birer sır keşfi olduğunu, tüm insanlığa yayıldığını biliyorum. İkna edenlerinse yalan söylediklerini...Bu yüzden, kimsenin taklit edemeyeceği bir dans yarattı bedenim, herkesten uzakta dans ederken. Bakıyorum aynada kendime, kendimi teslim ediyorum yüreğimden gelen sese. Boynumu eğiyorum, kolumu kaldırıyorum: Ah!, diyorum uçabilsem, hemen şimdi. Tanrım, duymayacak hiç kimse, uçur beni! Ayaklarımı yerden kesiyorum, dizimi kendime doğru çekiyorum, geri eğiliyor saçlarımı yerin çekimine veriyorum. Saçlarım kıskanıyor ruhumu, çekilirken yer tarafından. Bir tutam alıyorum saçımdan ve yavaşça kaldırıyorum bulutlara doğru. Diğer elimle gökyüzünü işaret ediyorum, avucum yukarıda, parmaklarım yukarıda, kutsal bir kaseye dönüşüveriyor elim. Saçlarımın, göğe tırmanan tutamı, renk değiştiriyor; önce kırmızı, sonra da yeşil. Bir sarkıta döndü şimdi de. Eriyor...Damlalar, dans salonunda, müziğin ritmine göre vuruyor parkelere. Parkeler de her damlada birer su haline geliyor. Bir denizin üzerindeyim şimdi, dalgalar katılıyor bu kez müziğin ritmine. Merhaba rüzgar! Sen de gelsene! Rüzgar beni çevirmeye başlıyor, iyice geçiyorum kendimden, kendi etrafımda döndürüyor beni. Bedenim yumuşuyor, ısınıyor. Bir ateş topu olup, kül oluyorum.Rüzgar, kendi dansında savuruyor küllerimi denize...İşte bir denizci, uzaktan gördüğü ışık benim işte. Bir şehrin, denizcileri seven kadını da mumunu üfleyerek değil, elini yakarak söndürüyor, denizciler ölmesin diye. Sonradan biliyorum ki, denizcileri korumuş benim dansımın rüzgarı. Oyun Bozan dans koyuyorum adını. Benim adım da Oyun Bozan bundan sonra, neyse ki bir düşçüyüm ben.
***
Bir düşçüyüm ben, tek başımayım. Güvensiz bir kiracının, ucuza verilmiş çatı katı denilen bir kümesinde yaşıyorum. Burada rahatça düşleyebiliyorum. Yemek yemek istemiyorum burada, su içmek istemiyorum. Yalnızca sevgi ile doymak istiyorum. Arzularım hep insanlıktan yana. Bu evin kırmızı-yeşil kapılarını seviyorum. Mavi karton tavanını seviyorum. Yan çatıdan bir kedi miyavlıyor bana: Beni içeri al ve sev, anlamına geliyor bu miyav. Onu içeri alıyorum ve bir kaç adım ötedeki kapıdan dışarı salıyorum. Bir kaç dakika sonra yine geliyor cama ve miyavlıyor. Bu kez alıyorum kucağıma ve okşuyorum. Kar tanelerinin toprağı okşaması gibi... Bir büyükannenin torununun saçını okşaması gibi... Tekrar geri bırakıyorum onu kaderine, kendi mücadelesini versin diye. Onu ömür boyu okşayamayacağımı bilerek... Titreyen ellerle, yazmaya devam ediyorum. Kar yağmaya başlıyor bu kez. Çatımdan kar damlaları yatağıma düşmeye başlıyor. Uyku getiriyor dışarıdaki ses. Masmavi gökyüzünü düşlüyorum. Annemden gelen minderleri yere sererek, uykuya dalıyorum, O'nun sıcaklığını, ömür boyu sürecek sevgisini hatırlayarak, özleyerek...Düşümde bir bilim adamı oluyorum. Ateşin önüne oturmuş bir Descartes gibi düşünüyorum. Yalnızca teorinin bir işe yaramayacağını itiraf ediyorum kendime. Yalnızca, hayatın gerçeklerini kör gözlerle kabul etmek, yetmez diyorum gerçekçi olmaya. Tüm gerçeklerin ilk önce hayal kapısından geçtiğini hatırlıyorum. Bir akademisyen olarak, öğrencilerime rol yaptığımın bilincindeyim. Bir Ölü Ozanlar Derneği'nde ders vermek istiyorum, gerçek bir eğitimin yalnızca bu şekilde verilebileceğini itiraf ediyorum kendime. Kalplerine dokunmam gerektiğini itiraf ediyorum kendime. Onlara, kendilerini keşfedecekleri yollar açmam gerektiğini itiraf ediyorum. Her gün sınıfa girip, bir eğitimci rolü yaptığımı, onların da bunun farkında olduklarını itiraf ediyorum kendime. Birbirimize rol yapıyoruz,diyor ve düşümden uyanıyorum...
***
Neyse ki bir iç sesim ben. Socrates'in zamanına yolculuk yapıyorum. O'nun iç sesi, daimonia'sı oluyorum. Platon'a sanılardan bahsediyorum. "Sanı'dır onlar." diyorum. "Doxa'dır. Onların sevgileri de, bilgileri de sanıdır.", diyorum. "Diyaloglarında, gerçek bilgiden bahset onlara. İdealar dünyasının gerçekliğinden... İç sesin her zamanda daima yaşayacak oluşundan bahset. Anlayabilecekleri bir dille bahset. Karşıt fikirler de olsun içlerinde. Keşfetmekle ilgili olduğundan bahset, bilginin. İçimizde bir yerlerde, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olduğundan bahset. Karşı tarafa da şu sofistleri koy. Kendini bilge zanneden bu sofistler de, daima bir antagonist/düşman olarak, biz gerçek düşünürlerin karşısında olacaklar. Bu düşmanı, iyi ile kötüyü aştığımızda, zıtlıklarla düşünmeyi bıraktığımızda, yeneceğiz. Diotima'dan bahset. O'nun sevgi üzerine basamaklarından bahset. İkna edici, retoriği seven, zengin adamların kölesi bu sofistleri, alt et. Ben, zehrimi içtiğimde, adalet, sonsuza dek kurulacaktır yeryüzüne..."
***
İnsanlardan biri olsaydım eğer, bir makineci olurdum. Dünyanın en büyük, en parça bütün makinesini yapardım. Ne kadar parça varsa sökerdim. Diğer insanların duygularını sökerdim sonra. Yürek, beni delirtir, bir deha ederdi. Yüreği sökmeye başlardım. Ne kadar kapak, kapakçık varsa... Yüreği üzen, ne kadar parça varsa, paramparça ederdim. Sonra da o tarif edilemeyen, sökülemeyen parçacığı bulurdum: Sevgi. Dünyanın en iyi makinecisi olmaktan utanır, kendimi şiirlere verirdim. Artık, çok geç olurdu benim için. Yıllarca, söktüğüm parçaları bir etmeye çalışırdım, günah çıkartır gibi... Umut isimli durakta beklerdim, Sevgi'ye giden yolda. Yolculuklara çıkardım, belki hacca bile giderdim. Yeter ki iç huzurumu bulayım... Sevgi, doğru an geldiğinde, affederdi beni. Diğer parçalarla bütünlerdi beni: O Sevgi'yi bilen yüreklerle... Cehaletimi anlar, kimselere anlatamazdım. Başka bir zamanda yaşardım artık. Şiirlerimi de yalnızca ben anlardım, günahkar şiirlerimi... Son şiirimi de şöyle yazardım: Yürek, yutkunur. Neyse ki, yürekleri söken bir insan değilim, bir düşçüyüm ben, yüreklere matematikle saldıranlardan uzak, bir uğurböceğinin kanatlarına yakın...
***
Bir insan olsaydım, savaşlarım ve barışlarım olurdu. Değişmeyen erdemlerim, değiştiğini zannettiğim değerlerim olurdu. Bilenler ve bilmeyenler olarak bölünürdüm. Zenginler ve fakirler, iyiler ve kötüler olarak bölünürdüm. Eşitler, eşit olmayanlar, eşitlik isteyenler, benciller olarak bölünürdüm. Kaosta bir yitik olur, bir köle olurdum. Özgürleşme peşinde giden bir köle olurdum. Köleliğe giden özgür bir birey olurdum. Aşkın var olduğunu iddia eden, aşkın yok olduğunu iddia eden olarak bölünürdüm. İçsel bütünlüklerden bahsederdim, ülkelerden ülkelere koşardım, dünyayı değiştireceğim sanısıyla. İçten kitaplar yazar, her kalbe ulaşmaya çalışırdım. Benim bölünmüşlüğüm, dünyayı bölmekten öte geçmezdi. Farkındalık sandığım, unutmuşluğumla eşdeğer olurdu. Yaşayanlar ve ölüler olarak bölerdim insanlığı. Bu benim bölünmüşlüğüm olurdu. Çünkü bir noktada hata yapardım: Düşçü olduğumu unutmakta... Olumlu olanlar ve olumsuz olanlar olarak bölünürdüm. Yüzü gülenler, somurtganlar, bir gruba ait olanlar ve hiçbir gruba ait olmayanlar olarak bölerdim kendimi. Neyse ki bir düşçüyüm ve Hegel'in satırlarındaki donmuş bir mürekkebim ben; "Hepimizde ben olan bir biz, hepimizde biz olan bir ben.", diye yazan. Neyse ki bu satırların sonuna, donmaya, düşe, sonsuzluğa bırakılmış bir noktayım ben. Diğer noktalarla iletişim kuran... Marx'ın noktalarına ziyarette bulunan: "Bir gün, başka ellerle dokunacağız, başka gözlerle göreceğiz..."...Kutsal kitaplara zıplayan: " Bir gün peygamberlikler kalkacak, o zaman, bildiğim gibi bileceğim... Dağları yerlerinden oynatacak gücüm olsa; ama Sevgi'm olmasa, bir hiçlik olmaktan öte gidemem..." Bir denizde Yunus'um ben ve bir ben var bizde...!
***
Kaderin cilvelerine söyle, göz kırpmasınlar artık bana. Buz Tanrısı'nın gönderdiği işaretleri bir bir geri yolladım, kendi yarattığı kölelik diyarına. Özgürlüğümle alay edemeyecek artık bu hışırdayan yapraklar. Kaç tür çiçek varsa, her türünü açacağım bedenimde. Kaç tür ağaç varsa, her tohumunu eriteceğim; bir iksir türeteceğim; en güzel kadının dudak derisine dalacağım bu iksirle. Kadın; tadın ne olduğunu, geldiği çiçekleri, dudaklarında emerek hatırlayacak. Suyun milyarlarca yıllık kavgasını ve mücadelesini hatırlayacak. İnsanın, suyun ölümlü hali olduğunu hatırlayacak. Buluttu binlerce asır önce; bu güzel kadın. Bulutluğu öldü ve bir damla suya tutundu. Can veren bulut, ağaçlara can veren sulara dönüştü. İşte bu gördüğün yunuslar, sular can verdiğinde balık oldular. Su, can verirken fısıldadı yunusların kulaklarına: Asla pes etme! Yunusların kanlarında dolaşan bu bilgelik, haberleri uçurmak istedi karalara. Deniz kuşları oldu; can veren balıkların dönüştüğü sulardan. Deniz kuşları öldüler, karalara tutundular. Son deniz kuşunun öldüğü gün, serçeler aldı bilgeliğin sırlarını. Artık bu savaş bitmeli diye düşündü hayvanlar, toplanarak bir ormanda; ve insanın doğa ile sevişmesi gerektiği kararına vardılar. İşte bu karardan sonra, bir hayvan gibi yaşayan insanların kürek kemiklerine Eros'tan oklar atıldı. Bu oklar yüzündendir, ilk insansı erkeğin Yürek'i çıldırdı. Beynindeki en lider hücre, aşk doldu. Doğa daha önce hiç bu kadar terlememişti. İşte o ilk hücrenin döllediği ilk özgür kadın; tüm doğa ile sevişti. O gün bugündür, insansı artık insana yükseldi. Şimdi ise bu gerilmiş ip gibi duran kaderde, insan-üstü olacağı günleri bekliyor insan.
***
Duydun mu Siyah At'ımın Yürek'inden düşen ilk kan damlasının sesini? Ey cesur kadınlar; yakalayın kolaysa O'nun Yürek'ini! Bu henüz daha ilk damla! Sonsuz kanını akıtacak bütün topraklara Siyah At'ım. Böylece kan dökmekten vaz geçecek insanlık. Tüm hataları kendi başına işleyecek Siyah At'ım. Orkestra O'nun için çalıyor; hatalı notaları. Bu müzikten rahatsız olan kulaklar, kulaklarını ilk açan insanlara ait. Aslan gibi kükrüyor soluğu. Leopar kadar aslandan gelen bir kan var bu At'da. Gerekirse tırmanır Everest'in doruklarına. Bir hedefi var O'nun! Kolaysa durun önünde, sizi sahte surlar. Sizi gidi maddeyi maddeden kopartan oyuncaklar! Sizi gidi Tanrı'nın yaratmaktan utandığı insanlık türü! Tüketin bakalım; dağlarını yiyebilecek misiniz Siyah At'ımın tepelediği!? Yiyin bakalım; çekebilecek misiniz içlerinize, Siyah At'ımın ateş soluğunu? Nefesleri bir eden bir ritimde koşuyor bana; siyah bir bandana bağlamış sol ön bacağına; konan sinekleri bir bir savuruyor, yapıştıkları kirlerin üzerine. Biraz daha tıkınsınlar. Sümüklü böcekler gibi yapışmışlar; et yiyen bitkilerin dudakları; şarkılar söylemek için vaz geçmişler var oluşlarından. Sen, ey insanoğlu! Vaz geçecek misin türkü söyleyen dudaklarından; kendini değiştirmemek uğruna? Bu etçil bitkiler, daha bir hızlı değişiyorlar senden. Neden bıraktın yükselmeyi, seni tembel yaratık!? Hep bedenini mi besleyeceksin; biraz da ruhunu doyursana! Seni savaş açmış antagonist; Siyah At'ımın gelmesini bekle. Kılıcımı O'nun kanlı Yürek'inden çekip de çıkaracağım; öyle savaşacağım seninle. Kanların yarattığı şelaleler sulayacak, bu etçil bitkileri. Bu kendini insan zannedenler de bu etçil bitkilerle doyacaklar. Nasıl da susamışlar, et yemeye; birbirlerini yemeye? Son akşam yemekleri olacak onların; kendilerini unutanların. Orkestra şefi mi bu kavak ağacı; bir o yana savuruyor dallarını bir bu yana? Bir üçgen çizdi kenarları eğik; eğik bir ufkun yamaçlarına. Yoksa bir ressam mısın sen kavak ağacı? Boyaların renksiz; ama görüyorum boyadığın şekilleri. Neyse ki açtım gözümü ben dostlarıma; bana sarılacakları anı bekliyorum; o en düşman zamanda. Nefret, çığlıklar atacak yokluğa koşarken. Sevgi, bir adım daha tırmanmış olacak, kendi var oluşunu. Sevgi'nin ışığı bir yıldız kadar daha parlak yanacak; bu yangın gecede...
***
Çürük tahtaları sağlam tahtalardan ayırmak istiyorsan eğer; üzerine bas onların. Köprülerden geçerken; kibrinden arınmış bu sağlam tahtalara ihtiyacın olacak Siyah At'ım. Mavi yelkenleri düşün, yorulduğunda; o yelkenler ki bir olmuşlar rüzgara yön vermek; rüzgarı arkana alman için. Seni izleyen yılkılar var. Kızına aşık bir baba nasıl izlerse babasının parmaklarını; bedenindeki her parçayı; annesine aşık çocuklar nasıl izlerse annelerinin gülüşündeki her notayı; öyle izliyorlar seni yılkılar. Bir lider nasıl yol açıyorsa, üzerine basılmamış çayırlarda; bir tahtakurusu nasıl tırmanıyorsa duvara, peşinden gelenler hatrına; yılkılar da öyle izliyorlar senin havayı yaran burnunu. Adımlarını, ritmini, farklılığını ve hiçbir gruba ait olmayışını izleyecekler. Bir yılkının ne olduğunu, senin ayna oluşunla bilecekler. Kendilerini bilmiş, bildiklerini bilmiş olacaklar. O arayan yılkı gözlere, göster onlara ne olduklarını! Kuşların kalbi gibi atsın kalbin. Genç kızların kalplerine tutku yolları aç. Nietzche'ye saldıran yırtıcı kuşlar çıkacak önüne. Onların üzerlerine basmadan geçme; üzeceklerdir seni. Bildikleri tek var oluş biçimi, saldırmaktır onların. Saldırganları, onları ezerek geç. Yalvarırlar onlar Tanrı'ya: Bir Siyah At geçse de üstümden, bilsem kendimi, ne olduğumu! Kanından içmek isterlerse, kan yerine ter uzat onlara. Suyun ne olduğuna dair bir dayanak olsun. O suyun tadını bilmezlere verirsen, ırmakların gür temiz nimetini; çatlarlar cehaletten. Kızgın bir demir, soğuk suyu nasıl yerse öyle çatlarlar. Çöldeki kum, yağmuru nasıl yerse öyle çatlarlar. Acı çeken bir düşünürün damarlarından damarlar nasıl çıkarsa; öyle çatlarlar. Bırak da çatlasınlar kıskançlıklarından.
***
Kurnaz bir tilki de çıkabilir yoluna; ama vakti olmayacaktır seni yolundan çevirecek kadar. En iyi savunmanın hareket olduğunu göster onlara. Koş Siyah At'ım! Bu papatyalar, gri dallara tutundular; umudun beyazıdır bunlar. Bu mor-mavi; buz-mavi çiçekler; döküldüler yollarına, baharının müjdecisi. Şafak, Yürek'inden nasıl sökemezse acını; öteki olan da, bu yaşamdan sökemez seni. Sen, Yürek'inden bu dünyaya takılmış bir nazar boncuğusun, boncuk gözlüm. Yüreğine batan iğnenin acısı, bedeninin coğrafyasını değiştiriyor; ayakbastığın her coğrafyada. Her coğrafyanın, kendine özgü acısına bürünüyor Yürek'inin büklümleri. Salkım saçak üzümlere sordum seni; şarap gibi yıllanıyormuş bacaklarının kuvveti. Bu kuvveti tadanlar vazgeçemeyecek senden. Koş Siyah At! Senin yaşamın, tarihe bir eleştiridir. Çelişkinin olmadığı zamanlarda; çelişkinin olmadığı mekanlardasın; kendi zamanında; daima süregiden. Kendi mekanındasın; kuvvetli bedeninde. Değirmencinin dövdüğü çuvallara takıldı gözüm. Buğday özü aktı, dövdüğü çuvaldan. Bu buğday özleri; gecenin karanlığında, kimselerin bilmediği renklere bürünüyorlar. Yarasalar da saklanırken gündüzlerden; acının bu rengine bürünüyorlar. Aldatan kadınlar kaçarken gerçeklerden; acının bu rengine bürünüyorlar. Sincaplar saklarken yavrularını düşmanlarından; acının kendisi, bu renge bürünüyor. Herkesin çok iyi bildiği; hepimizin inkar ettiği o renk; acının rengi! Meyveler topladım, periler çıksınlar hayal dünyalarından ve bu dünyaya tutunsunlar. Gerçeğin ilk girdiği kapı nasıl ki hayal dünyası ise; bu dünyaya girsin, tüm insanlığın gerçek dedikleri. Yalanı, yılana sordum tatlı bir dille; yılan bile itiraf etti yalanın varlığını. Oysa, kimi düşmanlar çıktı benim karşıma; en sağdık dostum oldular; sırtımdan ince hançerlerle vurmakta dost! O hançerler öyle incedirler ki, hissetmezsin. Onların gözleri öyle mazlum bakar ki; sanki bir kadının silahı dersin: gözyaşı. Onların hayata kurduğu planlar, öyle inlidir ki; en ince su damlası bile sığamaz bu ince kötülüklere.
***
Kalelerin kapıları açıldı bir gün. İçeriden, sırtında eski bir battaniye taşıyan yoksul adam çıktı: Neden çıktın? diye sordum kaleden. Çıkmadığını, kovulduğunu söyledi. Kovulmuştu; çünkü ceylan gözlü bir şeytana kanmıştı. O şeytan ki yüzünde meleklerin gülümsemesi. Teninde, ayın ışığını çalan bir ışık. Derisinin gözeneklerinden, ışık parçaları saçan güzel. Her günahında, iyilik cümleleri kuran düzenbaz. Rüyaları vardır erkeklerin. Bu rüyalarda; gözleri kapkara, zeytin gözlü güzeller görürler. Bu güzellerin bilekleri, fındık dallarına benzer. Bacakları; yeni ekilmiş bir fidanın hayata kafa tutması kadar diridir. Küçücük memeleri olan bu huriye; aşık olmakmış günahı. Bu günahtan kaçamaz olduğunu anlattı bana. Ruh eşi olduğunu söyledi bu huri güzelin. Meğer, dikensiz güller de varmış; O'ndan öğrendim. Çok dürüstmüş bu adam. Öyle dürüst ki; öteki şeytan halklar sızamamış O'nun kurduğu erdem sütunlarından. Bu yüzden, erkek cadı ilan etmişler bu dürüst aşık adamı. Sonra keşfetmiş işte en büyük günahını; güzele aşık olacak kadar dürüst olmak. Aşık olacak kadar dürüstmüş bu adam. En günahkar yeşil çimeni bulmaya çıkmış; beyaz kar tanelerinin; aşkından korkuyor oldukları o en günahkar çim tanesini. Sen de yollarda görürsen dikensiz güller; göz yaşından bir tutam da onlara dök, koşarken; Siyah At'ım! Güzele bat; çamura batmak yerine. Dikensiz güller; dikenli güllere batıyorlar. Homurdanan bir asi sarmaşık; şikayet eden kendini bilmezler gibidir. Bu hayattan şikayet; insanın kendinden şikayetidir. Ellerinde çelikten sopalarla beklerler seni; yükseldiğin kayalıklarda.
***
Halil Cibran'ın aşıkları; aşkları için ölüme gittiler. Ölümsüz kılmak için değerleri; ölmek gerekir. Budur senin yazgının ironisi. Ölene dek koşacaksın gerekirse. Ağaçlar gibi dimdik ve hür çatlayacaksın; eserken çatlayan bir at olacaksan eğer. O'nun aşıkları sararken birbirlerini; aralarında duranı sararlar; aşkı. O'nun doğru zamanda terk ettiği halklar; Sevgi'nin bilgeliğini terk etmediler. İnanmayanlar da çıktı karşılarına bu cennet adamların; ama cennet yanları kök saldı bu topraklara. Dünyanın en büyük tarikatı, Sevgi Tarikatı'dır. Her üyesi bellidir bu tarikatın, gizli değil. Her yanına dağılmışlardır dünyanın. Hepimizin aynı ırktan geldiğini haykırırlar; Yürek'lerini açmayanlar, işitemediler söylediklerini; Halil Cibran'ın. Aynı ota tutundu, dereye düşen bir buzağı ile bir kedi yavrusu. Aynı ota tutunurdu; bir insan yavrusu olsaydı eğer, boğulmaya düşecek olan. Aynı açardı bu acıyı gören çiçekler; acının renginde açarlardı. Acının kendisini kapatan sofistler hep olmuştur tarihte. Antik Yunan'ın sofistlerine rastlarsan; onlara bir çifte atmak yerine saklanıver onlardan; düşmanlarının kim ve ne olduklarını bilmesinler: kazanılması güç olan, güç de gerektiren bilgi, güçtür! Tek işi yıkmaktır onların. Bu yüzden hatırla Socrates'in sözlerini; Kötülüğe uğramak, kötülük yapmaktan iyidir.
***
Ben de toprak olduğumda cennete kavuşacağım senin gibi. Belki bir yıldız olur, gökyüzünden insanlığı izlerim; bir baykuşun gözyaşı gibi. O cennetlerde bir sedire uzanacağım. Yapayalnız bir köy bilgesi olup; suyun sesini dinleyip, tüm gün uyuyacağım. Yanıbaşımda, erkek bir tavuzkuşu duracak; her rengi taşıyacak bedeninde. Dünyanın değil, cennetin nimetlerinden geçmek gerek. Sen neye karşı durursan bu düşmanı bol dünyada; o da karşı duracaktır sana: Cenneti istemiyorum!, diye haykır o yalancılara; cenneti isteyeceklerdir.
***
Bacaklarını derenin üzerinde oluşmuş doğal köprüden uzatan çocuk; Özgünlük'ü keşfediyor. Yol gösterici ağabeyleri, ablaları olacak O'nun. O'na bırakılan hayal kırıntılarından besleyecek; hayalleri omuzlarında taşıyan yunusları. Zahir, tüm hayatını kaplayacak O'nun. Yapayalnız olduğunu bilecek bu hayatta; vakti geldiğinde, tutkusunu en derinine kadar yaşayan bir çocuk gibi ağlayacak. İçine akıtmayacak dürüst gözyaşlarını; dosdoğru akacaklar; okyanuslardan çıkan bir tuzlu su gibi burnunun ucuna ve oradan da derelere, derelerden ırmak kollarına; denizlere ve en nihayetinde okyanuslara: işte böyledir acının döngüsü! Tüm hayatı bir hac yolculuğu olacak; gerçeğin etrafında, bir değirmenci atı gibi dönecek. Güneşin altında, dinlenmeden tavaf edecek. "Dinlenmemek için yola çıkanlar, asla yorulmazlar." Gerçeğin peşinden koşuşu, son soluğuna dek sürecek. Bu gökekini biçen yiğitlerin son soluğunu duysun burnun; gücünü bu soluklardan al yorulduğunda. Tanrı'ya: Etme!, diye yakaran aşıkların sesleri gelsin o ok kulaklarına. Kukla et düşman yayları kendine; okun doğruluğu, yayın eğriliğindendir.
***
Tekbaşına dolaşan bir ruhtur sanatçı, bu güruhta. Etrafımı görünmez duvarlarla çevrelediler. Yerlerin altına girdim birgün ve orada bir not buldum. Dostoyewski'nin notlarıydı bunlar. İki kere ikinin dört ettiğiyle övünen güruhlara, yeni olanın kim tarafından üretildiğini soruyordu bu acılı adam. Üstü başı dışlanmıştı. Bir tek ruhu vardı içlenen. İçlenen o ruhtan çıkanlar da çekici değildi. Çünkü gerçeğin kendisi çekici değildir. Acının rengi de bu yüzden görünmez olmuştur. Güruhları görürsen patikalarda, bedenlerine tırman bir keçi gibi. Gözlerinin içlerine bak onların ve sor; iki kere mavi kaç eder? Koyu mavidir sanatçının ruhu. Açık mavidir güruhların, tek renkle baktıkları dünya. Yağmur birazcık bulut taşıdığında, grileri görür onlar. Bense doğanın gücünü görür, daha bir çok severim; gücü seven yanlarımı. Her damarımı tek tek hissederim. Kapatırım gözlerimi, kendi saç diplerimi zihnimle çekerim. Avcılar, yerde ve gökte ne varsa, avladılar. Bir tek, kendilerini avlayamadılar. Kendi derilerini yüzmekten ve ruhları ile karşılaşmaktan korktular. Kendinden kaçar bu güruh; böylece haklı çıkartır günahlarını. Kaçtığı yolların da sonu vardır elbet; günahkarların yarattığı dürüst adamlar yoruldular; çektikleri acı, Yürek'e tam isabet. Şimdi, ellerinde fenerlerle arayacaklar dürüst adamları. Gece fenerlerini gördüğün kasabalardan kaç Siyah At'ım. Artık tek hedefin var senin: Bana ulaşmak. Sahi! Görebilecek miyim o sağdık koyu mavi gözlerini; kendimi görürken Tanrı'nın aynasında?!...
***
Mağraların duvarlarına yazdılar geleceği: Prensesleri herkes sever; yoksul güzeli sevebilir misin? Bir prens olabilir misin? Prensleri herkes sever, çöp toplayan yakışıklı genci sevebilir misin? Bir prenses olabilir misin? Derin sulardaki derinliği herkes görebilir. Sığ sulardaki derinliği görebilir misin? Herkesin ruhu doyar yokuş aşağı. Yokuş yukarı sevebilir misin? Güzel çocukları herkes sever; tüm çocukları sevebilir misin? Güzeli görmek için, güzel olmak gerekir; bedendeki güzellikleri aşarak, ruhtaki güzelliklere yükselebilir misin? Karanlık mağradan çıkmış ve gerçeği görmüş olabilirsin. Geri dönüp, diğer mahkumları kurtarabilir misin? Her insan kaldıramaz zenginliğin verdiği gücü ve refahı. Zenginliği kaldırabilecek kadar zengin misin? Eleştirmek en kolay iş; tavana asıp ruhunu; o tepeden kendini eleştirebilir misin?
***
Hayyam'ın şarap kadehi kadar derin, Spinoza kadar bütün, Hegel kadar tinli bir kadındı Diyar Kadını. Gözü hep, uzaklardaydı. Gitmek istiyordu bu dünyadan. Öyle diyarlar hayal ediyordu ki krallıklar yok, kral yok. Yoksulluğu en sade haliyle görürdü. Havuzlara bakar, doğanın işleyişini izlerdi. Taze suları verirdi havuzun fıskiyesi: dünyaya yeni doğmuş bir yavru gibi; tertemiz, cennet kokulu, mis. Sonra kirletirdi hayat, bu taze suları. Hava ile bir olurdu saklanan su. Rüzgar, ölü yapraklar taşırdı üzerine. Bazen, kendini bilmez bir kuş yıkanırdı havuzda. Kendini temizlerken, başka olanı kirletirdi. Hayatı öğrenirdi, fıskiyeden aşk gibi sıçrayan su damlaları. Kimisi, atılırdı bu çember havuzdan. Acı çekmesine fırsat vermeden, güneş; hemen yakar, uçururdu bu dışlanan suları. Birlikte kuvvet görürdü temiz sular. Bilgelik öğretti ki onlara; temiz olan suya düşen bir damla kirli su, kirletirdi suyu. Tüm sular, aynı anda kirlendiler bu yüzden. Diyar kadını, kirli suyu toprağa akıtırdı. Su, bir yandan ölür, bir yandan da can verirdi; toprağın altındaki sanat düşkünlerine. Düşünürdü ki; acaba suları içerken, yalnızca su mu içeriz, yoksa suyun içerisindeki bilgeliği mi? O tam da bunları düşünürken, havuzun başında esmer bir kadın belirdi. Yanındaki adamla sohbete daldılar. Diyar Kadını, öylece izledi. Bir çocuk koşarak geldi yanlarına. Annesi olmalı ki, bir çiçek uzattı kadına. Kadın, çiçeği aldı ve havuza fırlattı. Çiçeği, kirli olduğu düşüncesiyle fırlatan bu kadın; tertemiz çocuğun kalbini kırdı. Kendi kirini ise toprağa atacaktı...
Temiz sulardan iç Siyah At'ım!
Uğur Arslan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XXII |
|
Şahsî kanaatim şudur ki, ganzir kültü Fenîkeliler aracılığıyla Greklere geçti ve Grek kültürüne adapte edilerek kültünü meydana getirdi. Nitekim, Grekler için de ölü bir tanrı veya tanrıça fikri çelişkili değildi. Grekler de Kronos'un öldürüldükten sonra yeraltı dünyâsını teslîm aldığına aynı nedenlerle inanmış olmalılar.
Bütün bir antik çağda olduğu gibi, Greklerde de kölelik çok yaygındı. Batı Anadolu'da ve Pontus'ta çok sayıda koloni kurmuşlar ve buralardan köleler getirmişlerdi. Bu köleleri itaate zorlarken, ganzir kültünden yararlanmış olmaları da kuvvetle muhtemeldir.
Ve Grek felsefesinde de kültü başat bir konumda bulunuyor. İlk filozoflardan ta Platon'a kadar, insan sorunları ve özellikle siyasî meselelerde gerekli temellendirmelerde bu külte dayanmışlar. Ben bunu ilk defa Başpiskopos Baldwin'den duymuştum. Sonra bunu araştırmış, pek çok önemli sonuca ulaşmıştım.
Bu araştırmalarım sırasında kültü hakkında ulaştığım en önemli sonuç ise Platon'un devlet teorisinde bu kültün yeri oldu. Zîrâ Platon, Politeia isimli kitabında bu teorisini açıklarken, Er Mitosu adı verilen bir mitostan bahseder ve bunu ideal bir devlette olması gerektiğine inandığı sınıflaşmayı haklı çıkartmak için kullanır. Kitabının onuncu bölümünde yer verdiği bu mitos şöyleydi.
Pamphylialı Armenios'un oğlu Er, bir savaşta ölmüş. On gün kadar sonra cesedini bulmuşlar; fakat, bu süre içinde bunun bozulmadığını görmüşler. Alıp şehre getirmişler ve Er, tam gömülmeye hazırlanırken dirilmiş. Kendine gelir gelmez de Hades'te; yâni Greklerin ölüler diyârında olup bitenleri anlatmış.
Er öldükten sonra, ruhu bedeninden ayrılmış ve diğerleriyle birlikte yola koyulmuşlar. Sonunda, kutsal bir düzlüğe gelmişler. Önlerinde bir kapı belirmiş. Kapının önünde, yerde iki delik, bunların tam karşısında, gökte de iki delik varmış. Bu iki deliğin arasında da yargıçlar oturuyormuş. Ölüler yargılandıktan sonra, doğru işler yapan ölüleri göğe, eğri işler yapanları da yere yolluyorlarmış.
Sıra Er'e gelince, yargıçlar onu, burada gördüklerini dirilere anlatmak üzere görevlendirmeye karar vermişler ve ona, burada olup bitenleri iyice izlemesini söylemişler. Öteki iki delikten sürekli ruhlar geliyormuş. Yerden gelen ruhlar kir pas içinde ve çok büyük acılar çekerek, gökten gelen ruhlar ise pırıl pırıl bir görünümle ve büyük bir huzur içinde geliyormuş.
Tüm ruhlar çayırın ortasında toplanıyor, orada birbirlerine yaşadıklarını anlatıyormuş. Bu yaşadıkları da bu dünyâdayken işledikleri günâh ve sevapların karşılığıymış. Ve tabiî, tanrılarına ve krallarına karşı suç işleyenlerin cezâları daha büyük oluyormuş. Bu suçlar karşısında pişmanlık duymaları ise onları kurtarmaya yetmiyormuş.
Daha sonra, sıraya dizilmişler ve önlerine hayat örnekleri sunulmuş. Kendi kaderlerini yine kendileri seçecek, seçtikleri hayâta katlanmayı da bileceklermiş. Kendi kaderlerinden tanrıları sorumlu tutma hakkına da aslâ sâhip olamayacaklarmış. Bir kez bir seçim yaptılar mı, bunun sonuçlarına ilelebet katlanacaklarmış. İşte, Er hayâta dönünce bunları anlatmış.
Platon da muhtemelen Grek râhiplerinin Fenîkelilerden öğrendikleri ganzir kültünden hareketle uydurdukları bu masala dayanarak, ideal devlet teorisini bu şekilde temellendirmeye çalıştı. Yâni, Grek toplumsal yapısı içinde başta köleler olmak üzere tüm ezilen kesimlerin krallarına karşı çıkma olanaklarını ortadan kaldırmaya çalıştı.
Tanrım… Modern dünyânın baş tâcı ettiği Grek filozoflarının en önde geleni Platon'un gerçek yüzü ve ideal devlet teorisinin dayandığı sömürü düzeninin esasları işte bunlar! Peki bu düzenin, Sümerlerin namtarıyla kültürel farklılıkların dışında, ne farkı var! Her iki düzenin de özü siyâseten aynı değil mi! Bu aynılık, bize modern dünyânın kendisini inşâ ettiği temelin sömürü olduğunu ve bunun ta Sümerlerden beri sâhiplenildiğini göstermiyor mu!
Bu o kadar öyledir ki, başta biz İngilizler olmak üzere hemen tüm Batı Avrupa, sömürgeciliği normal buluyor. Birleşik Krallık'ın Çin'i ve Hindistan'ı, Fransa'nın Kuzey Afrika'yı ve Çarlık'ın da Balkanları sömürgeleştirmesine sesini çıkartmıyor, çıkartamıyor. Modern dünyâ için sömürgecilik, dünyânın en sıradan olayı!
Şimdi düşünüyorum da Kaptan Plummer'in tüm İngilizleri sömürgeci olarak düşünmesi hiç de yersiz değil. Ve ona İrlandalıların bağımsızlık mücâdelelerini desteklediğimi söylediğimde yüzünde gördüğüm o gülümseme de sanırım, "Sizin gibilerden kaç tane var ki, hemen tüm Batı Avrupa sömürgecidir!" demeye geliyordu. Kaptan Plummer son derece haklı! Tanrım…
İbn-î Ceydân bin Ekber, Eridu'nun kuzeydoğusunda, Fırat'ın yaklaşık 20 km. kadar batısında, Sergüzeşt Dağları'nın da 10 km. kadar güneyinde Ur kentinin olduğunu söylüyor. Abbâsîler bu bölge üzerinde siyasî egemenlik kurduktan sonra, buraya bir köprü ve bir de han inşâ etmişler; köprünün adı Minâreli Köprü, hanın adı da Ebu Yusuf Hanı.
İbn-î Ceydân bin Ekber'in söylediğine göre, bu handa iki büyük yangın çıkmış ve ikisini de halîfeliği ellerinden kaybeden Emevîler çıkartmış, Abbâsîlerle bir olup kendilerine cephe alan yöre insanından intikam almak istemişler. Ancak, her iki yangından sonra da han eski hâline dönüştürülmüş ve yeniden hizmete açılmış.
Zî Kâr gezimiz sırasında yaptığımız çevre incelemesinde bölgede yerleşimin çok dağınık bir arâzîye yayılmış olduğunu görmüş ve çok eski târihlere dayanmış olduğunu anlamıştık. Sanırım, daha geniş bir çevre incelemesi yapsaydık, bu hanı da bulabilirdik; Sünnîler için böylesine anlamlı olan bir hanın yok olup gitmiş olması pek mümkün değil.
Ancak, bizim yaptığımız incelemeler, bu kentteki yerleşimlerin çok eskilere dayandığını açıkça gösteriyordu; çünkü, pek çok evin ön çeperinde sfenks kabartmaları hâlâ duruyordu ve Araplar için bu tür kabartmalar da birer put olduğu için, bunları Araplar yapmış olamaz. Kuvvetle muhtemeldir ki Araplar, eski Sümer evlerinin üzerine kendi evlerini inşâ ettiler.
Kenneth Ouchi, buranın Ur kenti olabileceğini söylemişti; çünkü, Tevrat'ta bildirilen bazı koordinatların buraya âit olabileceğini düşünüyordu. Şimdi düşünüyorum da haklı olma ihtimâli çok yüksek; çünkü, İbn-î Ceydân bin Ekber, Sergüzeşt Dağları yakınlarında başka hiçbir yerleşim bölgesinden bahsetmiyor ve bu da Tevrat'taki koordinatlarla uyumlu.
Ur kenti de Yahudiler için oldukça önemli bir kent; İbrâhim'in Harran'dan kalkıp Kenan'a gelirken bu kentte mola verdiğine ve yaklaşık bir yıl boyunca burada ikâmet ettiğine inanıyorlar. Kentin merkezinde, kent tanrıları Nanna'nın tapınağı olmalı. Sümerlerin bu tapınağa ne ad verdiğini henüz bilmiyoruz; ama, bu tapınağın fazlasıyla büyük olduğunu biliyoruz.
Biz Sümerologlar, bir kent-devletinin tapınağı ne kadar büyükse, o kent-devletinin o denli zengin olduğunu düşünürüz; çünkü tapınakların, getirilen hediyeleri saklamak için yeterli miktarda odası olmalı ve bir kent-devleti ne kadar zenginse, tapınaklara bağışlar da o denli fazla olmalı. Tabiî, tapınağın nereye kurulduğu, şehrin merkezî bir noktasında yer alıp almadığı da son derece önemli.
Sümer mitolojisinde Ur da oldukça önemli bir kent. Ancak maalesef, bunu henüz tam olarak aydınlatamadık. Fakat, Lagaş kazıları sırasında bulduğumuz Nammu kozmogonyasına gönderme yapan bir tablet, bize fikir sağlıyor. Bu tablete bakılırsa Enlil, yeryüzünde gelişmiş bir medeniyet yaratması için Enki'yi görevlendirmiş ve Enki, bu amaç doğrultusunda yeryüzüne indiğinde, ilk olarak Ur'da mola vermiş ve kentin toprakları verimli olsun diye Fırat'ı kutsamış.
Sümer ülkesinde tarım ve hayvancılığa geçiş ilk olarak Ur kentinde başlamış ve sonra buradan yayılmış olabilir. Ayrıca, Sümer mitolojisindeki bu anlatı sonradan evrile çevrile değiştirilerek İbrâhim'e atfedilmiş de olabilir. Zâten, güçlü bir sözlü anlatım geleneği olan hemen her toplumda, kaynağı ve aktörleri bilinmeyen hemen her anlatıyı bölgenin önemli şahsiyetlerine atfetme geleneği vardır; bu anlatıları, belirgin ve mâkûl kılma gereksiniminin bir sonucudur bu.
Dolayısıyla, Yahudiler de Ur kentine medeniyet getiren kişinin aslında İbrâhim olduğuna inanmış ve Sümerlerin Enki'ye atfettiği şeyleri İbrâhim'e atfetmiş olabilir. Bu konuda kesin kanıt ancak Nanna Tapınağı'ndaki kayıtlara bakıldığında anlaşılabilir sanıyorum. Bu tapınak ne zaman yapıldı? Ur'daki gelişmeler İbrâhim'in buraya gelmesinden önce mi, sonra mı gerçekleşti? Bu sorulara sağlam bir cevap verebilirsek bu konu da aydınlatılabilir.
İbn-î Ceydân bin Ekber, Uruk'un 30 km. güneydoğusunda, Kavil Ovası'nın 5 km. kuzeyinde Larsa kentinin olduğunu söylüyor. Biz bu kentin I. Bâbil Devleti'nin en önemli kentlerinden biri olduğunu biliyorduk; ama, yeri hakkında sağlam bir bilgiye ulaşamamıştık.
Fakat, Lagaş kazıları sırasında Larsa'nın kent tanrısının Utu, tapınağının adının da Ebabbar olduğunu öğrendik. Bulduğumuz silindir mühürlerde Utu, omuzlarından ışıklar saçan bir kral-tanrı olarak resmedilmişti. Sağ dizine çömelmiş yâverinin de Ebabbar'ın eni Bunene olduğunu düşünmüştük. Ayrıca, bu mühürlere Utu'nun, sabah erken saatlerde Ebabbar'dan çıkarak tüm gökyüzünü dolaştığı, akşam olunca da tapınağına geri döndüğü resmedilmişti.
İbn-î Ceydân bin Ekber, yakın bir geçmişe kadar, bu bölgenin Osmanlı idâresinde olduğunu, buraya Şehzâde Mustafa Sancağı adının verildiğini; ancak, İranlı komutan Pehrivânî'nin bu sancağı ele geçirdikten bir süre sonra bölge insanlarını göçe zorladığını ve bölgeye İranlıları yerleştirerek burayı bir İran yurdu hâline getirdiğini söylüyor.
İbn-î Ceydân bin Ekber'in belirttiğine göre Pehrivânî, Şehzâde Mustafa'nın yaptırdığı Mîyâr Kalesi'ni denetim altına almak için, kaleye ve aynı zamanda da Kibriyâ Ovası'na ulaşımı sağlayan Yalvaç Köprüsü'nü yıktırmış. Böylelikle, bu sancak açlığa terk edildiği için, bir ay gibi kısa bir zaman içinde Pehrivânî bu kaleyi denetimi altına almayı başarmış. Daha sonra da köprünün yeniden inşâ edilmesinde, bölge insanları köle olarak çalıştırılmış ve köprü tamamlandıktan sonra bu insanlar göçe zorlanmış.
İbn-î Ceydân bin Ekber, Larsa'da Hammurâbi'nin eski bir sarayının olduğunu, burayı yaz aylarında ziyâret ettiğini ve kendisine hediye edilen kadın köleleri buraya yerleştirdiğini; ancak, Yalvaç Köprüsü'nün yeniden inşâ edilmesi sırasında bu saraydan bugüne ulaşmayı başaran kalıntıların kullanıldığını ve dolayısıyla, bu sarayın tamâmen yok olup gittiğini söylüyor. Tanrım…
Gerçekten de kültür varlıklarının yok olup gitmesi, hiç kabul edilebilir değil, hele bunların emperyalist faaliyetlere bağlı olarak yok olup gitmesi aslâ kabul edilebilir değil. Bu sarayı bulmayı başarsak, bunun içindeki analı incelesek, kim bilir Sümerler ve Mezopotamya medeniyetleri hakkında daha nelere ulaşabilirdik. Tanrım…
Ama bir ihtimâl, bu kalıntıların temeline kadar inmiş değillerse, bu anala ulaşma olasılığımız var. Gerçi, İbn-î Ceydân bin Ekber, sarayın açık koordinatlarını bildirmemiş; ama, saray yolunun Fırat'ın kuzeybatısındaki Lagahan Tepesi'nden başladığını ve Alâimisemâ Düzlüğü'nden geçtiğini ve bu düzlükte Molla Kebir Hanı olduğunu söylüyor ki, bu han eğer bugüne ulaşmayı başarmışsa, sarayın kalıntıları bu handan çok uzakta olamaz.
Gerçekten de bu anal, bizim için çok önemli; Larsa'nın gizemini eğer Romantiklere özgü kurgularla değil de pozitif bulgu ve belgelerle aydınlatmak istiyorsak bu anala ulaşmamız şart. Çünkü, bu kenti Hammurâbi, hükümdarlığının henüz ilk yıllarında işgâl etmiş ve erken bir yaşta bu denli büyük bir askerî başarıyı nasıl kazandığı bizim için çok önemli.
Larsa'da o dönemler Kral Rimsin, güçlü bir idâreye sâhipti; kendisi kısa zamanda İsin'i ele geçirerek, Bâbil'e gittiğini sandığımız ticâret yollarını denetim altına almayı başarmışsa, Hammurâbi'nin bu kenti nasıl ele geçirdiği bizim için son derece önemlidir. Hammurâbi'nin kendisini tanrılara bile hükmedebilen bir tanrı olarak kabul ettirdiğine bakarsak, Larsa'nın ele geçirilmesinde yerli râhiplerin işbirlikçiliğinin olma ihtimâli kuvvetleniyor.
Lagaş kazıları sırasında Larsalı köle tâcirlerinin mektuplarına da rastlamıştık. Tabiî, bunları da British Museum'a getirmiştik ve ben arşivde bunlar üzerinde de özenle çalışmıştım. Bugün itibâriyle Hammurâbi Kânunları'nı henüz tam olarak toparlayamadık. Hâlâ ciddî noksanlarımız var. Ama, elimizde olan kadarıyla bile bu kânunların önemini apaçık bir biçimde anlıyoruz.
Bu mektuplardan birinde, Ligustar isimli bir köle tâciri kölelerini övüyor, Larsa'da Hammurâbi yönetiminin kölelere son derece iyi davrandığını anlatıyordu. Biz bu tablete Ligustar'ın Mektubu Tableti adını vermiştik. Tablette şu uygulamalara yer verilmişti. Savaşlarda esir alınanlar köleleştirilir; ancak, gerekli ücreti ödemeleri karşılığında özgürlüklerine kavuşabilirmiş, bu bedeli ödeyemeyecek durumda olan kimseler yaşadıkları kentlerin râhiplerinin bu bedeli ödemesi durumunda da yine azât edilirmiş ve kölelerin çocukları köleleştirilmezmiş.
Hammurâbi, hemen tüm Sümer ülkesinde öteden beri yaygın olan örfî ve ahlâkî normları, dînî inanışları, ekonomiye ve siyâsete ilişkin düzenlemeleri toplatmış ve dönemine göre en ileri hukuk düzenlemesini yapmış. Ben daha önce Kral Urgakina Kânunları üzerine çalışırken ki bu kânunlar, insanlığın bugün itibâriyle sâhip olduğunu sandığımız ilk yazılı kânunlardır; işte bu kânunlarda da benzer düzenlemeleri görmüştüm. Belli ki Hammurâbi, kendisine bu kânunları temel almış.
Gerek Kral Urgakina, gerekse Hammurâbi, toplumsal yapıda herhangi bir ahlâkî çöküşe yol açabilecek tüm fiillere, bugünden bakıldığında çok ağır görülen cezâlar getirmiş. Her iki düzenlemede de cezâ hukuku kapsamına giren fiillere esas olarak kısas uygulaması öngörülmüş. Örneğin, bir kimsenin gözünü çıkartan kişinin gözünün çıkartılması (yanlış hatırlamıyorsam madde 196), bir kimsenin dişini kıran kişinin dişinin kırılması (gene yanlış hatırlamıyorsam madde 200) şu an aklıma gelen kısas uygulamaları.
Hem bizim dilimize, hem de hemen tüm dünyâ dillerine giren "göze göz, dişe diş" deyiminin kaynağı da burası olsa gerek. Ve Sümerlerden sonra bu düzenlemeler Bâbillilere geçtiğine göre, başka kavimlere de geçmiş olmalı. Sâdece Mezopotamyalı kavimlere de değil, göçebe kavimlerin etkisiyle başka coğrafyalara da taşınmış olmalı.
Kısasın Yahudiler tarafından da Tanrı'ya; daha doğrusu Yahova'ya, atfedilmesi de oldukça dikkat çekici. Nitekim Musâ, Yahudileri Mısır'dan çıkartmadan önce onlar da Mısır kânunlarına tâbî tutuluyordu. Ancak, Mısır'ı terk ettiklerinde yeni bir hukuk sistemine doğal bir ihtiyaç duydular ve geldikleri coğrafyada hâlâ devâm etmekte olan kısas uygulamalarını sâhiplendiler.
Bunları tanrı kelâmıyla bir tutup kendi kutsal kitapları Tevrat'a eklemlediler. Hâl böyle olunca, kısas sanki Tanrı'nın isteğiymiş gibi bir nitelik kazandı. Böylelikle, Sümerler ve sonraki kavimlerin kânunlar ile tanrılar arasında kurduğu ilişkiler, ilk tek tanrılı(!) din olarak görülen Yahudilikte böyle bir biçim değişikliğine uğratılarak sürdürülmüş oldu.
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÖLMEDİN Mİ
Hücrem tek kişilik oysa ben
Seninle beraberim
Sığmıyor yüreğim hücre demirlerinin
Ardına
Gökyüzünü çekip alıyorlar
Gözlerimden
Çekip alıyorlar canımı
Bedenimden
Ve soruyorlar her işkencede
Sen daha
Ölmedin mi
Bilmiyorlar
Gökyüzüm sensin gözlerimde
Canımın içinde can sensin
Bilmiyorlar
Ve içimde kaç tane ben var
Sana sevdalı
Bilmiyorlar
Her gece birini öldürüp sessizce
Soruyorlar
Sen daha
Ölmedin mi
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Hani bir çocuk şarkısı vardı. Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de örmesek de, o köy bizim köyümüzdür. Türkiye başta olmak üzere görülmesi gereken bir çok yerin panoramik görüntülerinin bulunduğu http://www.360tr.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Gitmeseniz bile görmedik dememeniz için mutlaka ziyaret edin.
Yakın zamanda yurtdışına gitmeyi ya da yurtdışından bir şeyler almayı planlıyorsanız bu web sayfası işinize yarayabilir. http://www.yugidi.com/ Bu platformu kullanmak için öncelikle üye oluyorsunuz. Daha sonra araştırma ve görüşmeler başlıyor. Sayfadaki açıklama aynen şöyle: "YUGİDİ yurtdışından alışveriş yapmak isteyen insanlar ile yurtdışına bir süreliğine gidecek insanları bir araya getirmek amaçlı kurulmuştur. Kişiler site üzerinden iletişime geçip anlaşarak yurtdışından istedikleri ürünü getirtebilirler. "
İnternete bağlı bilgisayarınızdan online müzik dinlemek için yeni bir kaynak http://nvine.net/ Gördüğüm kadarıyla ciddi bir arşive sahip. Siz şarkıcı ya da şarkı ismi yazıyorsunuz. Önünüze arşiv dökülüyor. İstediğinizi seçiyorsunuz ve birkaç saniye içinde şarkı tamamen iniyor. Tabi ki siz de keyfinize göre dinleyebiliyorsunuz.
http://tiltshiftmaker.com çektiğiniz manzara resimlerini minyatür görseline çevirmenize yarayan bir site. Resim üzerinde dilediğiniz bir bölgeyi daha belirgin hale getirip diğer bölgeleri flulaştırmanızı ve resme bakan kişinin odaklanmasını istediğiniz yere yönelmesini sağlıyorsunuz. Bu sayede tüm resim içinde belirlediğiniz bölgede kalan objeler sanki bir minyatür ortamında gibi görünüyor. Ben çok beğendim..örnek resimlere göz atmak için; http://tiltshiftmaker.com/tilt-shift-photo-gallery.php web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|