|
|
|
Editör'den : Ben tarafım da, senden taraf değil!.. |
Merhabalar,
"Bitaraf olanlar bertaraf olurlar" buyurmuş hazret. Dervişin fikri neyse zikri de o mudur acaba? Benden tarafsanız amenna, tarafsızsanız yok olmaya mahkumsunuz. Hele karşı taraftaysanız vay halinize. Malak yalaması saçlarıyla, dün küfrettiklerine bugün yalakalık yapan yiğit gazetecinin teşne sorularına güle oynaya verdiği cevaplardan biri bu vecize. Sıkılmadan yandaş medyadan da söz edebiliyor. Kendisini eleştirmekten başka bir iş yapmamalarından şikayetçi başbakan. Sana yağdanlık olmayan medya mı kaldı Recep Bey? Kimden söz ediyorsun söyle de öğrenelim. Dün, seni, politikalarını eleştiren yiğit gazetecinin önünde yapma bari, utanır çocukcağız. Anayasa değişikliğini açıklama programları birer evet propagandasına döndü, daha ne istiyorsun? "Evet derseniz çocuk istismarı önleniyor, hayır derseniz istismardan yanasınız demektir." diyor, önde gelen haber kanallarından birinin spikeri. Bugüne kadar çocuklar kanunla korunmuyormuş ta bu aklı evveller korumayı akıl etmişler gibi bir hava yaratmak istemiş yalaka televizyoncu. Yahu, el insaf. Yetmiş yaşında dini bütün sapık gazeteci bozuntusu çocuklara tasallut ederken aklınız neredeydi?
Yalan, dolan, tehdit, rüşvet gırla giderken, akşam evde aş pişirmeye gücü yetmeyen dört çocuk babası kendini asıyor bu memlekette. Binlerce öğretmen atama beklerken, başarılı yöneticiler sürgüne yollanıyor, yüzde yüz başarı sağlamış bir efsane okulun müdürü, bilmemne köyü ilköğretim okuluna müdür atanıyor aynı memlekette. Hala umutluyuz, hala bu memleket satıcılarından, kardeş kavgasının eşiğine getirenlerden, memleketi soyanlardan hesap sorma umudumuz, azmimiz ve inancımız var. Önemli olan bu gücü bir araya getirmek. İlk adım referandum. Kurtuluş için "HAYIR". Hepinize HAYIR'lı ramazanlar. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TAZE FASÜLYE VE REFERANDUM |
|
Taze fasulye ayıklarken ellerimin otomatiğe bağlandığının farkına bile varmadan aklım uçup uzaklara gitmiş. Dağları aşmış, yolları tüketmiş, zamanın çok ötesinde bir yere ulaşmış. Ama suç benim değil ki. Kaç defa söyledim, bu işleri bana yaptırmayın diye. Dinleyen kim. Akşam olunca sen de bizimle yemek yemiyor musun? Öyleyse sende işlerin bir ucundan tutacaksın. İyi ama ben de pazara gittim. Burada genelde erkekler değil bu işi kadınlar yapar. Bir daha dünyaya gelirsem Amazonlardan evlenmeyeceğim. Hepsi de kılçıklı işte. Bi çuval para verdik üstelik. Taneleri de kapkara, zenci gibi…
Gazeteler, sokaklar, reklam panolarının bütün gündemi referandum'a kilitlenmiş. Kentimizden bilmem kim gitmiş, bilmem kim gelecekmiş. Minibüsler sokak sokak, bangır bangır yaygara. Bu sıcakta da hiç çekilmiyor. Ülkemde politik tansiyonun üç beş yılda bir yükseldiği bu dönemleri aslında seviyorum. Bizi uyuşukluktan kurtarıyor. Gürültü patırtıyı görünce uykumuzdan silkiniveriyoruz. Bir şeyler olacakmış gibi biraz umutlanıyoruz. Sonra bir bakıyoruz değişen hiçbir şey yok. Bizi sandıklarda yine kandırmışlar. Bir şey olmamış gibi eski yaşamımıza geri dönüyoruz. Ve her seferinde insanları meydanlara çağıranlar daha güzel bir ülke, daha mutlu bir yaşam vaat ediyorlar. Ama fırtına ansızın geçip gidiyor. Biz kendimizi yine bitmez tükenmez bir ekmek kavgasının içinde buluveriyoruz.
Yalnız bu kez film biraz değişik. Olan biten zaten serçe kadar olan beynimi allak bullak ediyor. Hakimiyet Allah'ındır, kul iradesiyle yönetim olmaz diyenler şimdi birdenbire daha çok demokrasi lazım demeye başladılar. 12 Eylül 1980 darbesinde tutuklanmayan, fişlenmeyen, okullardan atılmayan, hatta bu ülke yemyeşil bir siyasi görünüme kavuşmalı diyerek korunan devlet babanın tonton çocukları generallerle kapışıyorlar. Darbecilere karşılar ama onların yargılanmasını da istemiyorlar. Belli ki geçmiş güzel günlerin hatırı var. Siyasi olarak darbeciler tarafından ezilenler, çalışma hayatından, üniversitelerden atılanlar, yıllarca idamdan yargılanan ve işkence görenler askerlerin bu durumuna iki gözü iki çeşme ağlıyorlar. Güçlü ordumuz bu hallere mi düşecekti, vah vah diyorlar.
Bildiğiniz gibi değil. Kafam çok karışık çok… Kent kent, kasaba kasaba gezen demokrasi yanlısı iktidar partisi değişmesini istediği yasa maddelerini alanı dolduran kalabalıktan sır gibi saklıyor. Değişen yasaların yaşamımızı nasıl demokratikleştireceğini söylemek yerine "Hayır" oyu verecek olanların ne kadar cüce, kel ve fodul olduğunu anlatıyor. Onlar kötüdür, sizin düşmanınızdır diyor. Oysa benim aklımda başka sorular var. Daha demokratikleşeceksek Sağlık ve Eğitim hizmetlerine ulaşmak ucuz ve kolay olacak mı? Yaşlıları ve çocukları kollayan düzenlemeler var mı? Kadın hakları hangi alanlarda genişleyecek? Çalışanlar taşeron firmaların ve vampirlerin ellerinden kurtulacak mı? Örneğin asgari ücret yükselecek mi? Memurlar grevli, toplu sözleşmeli sendikal haklar elde edecekler mi? Partiler tarafından önümüze konulan kişileri seçme mecburiyetinden kurtulacak mıyız? Siyasi partiler padişahlık yönetiminden kurtulacak mı? Kentlerde daha çok yeşil alana, sağlıklı ve temiz içme suyuna, daha sağlıklı bir çevreye, daha ucuz elektrik ve doğal gaza, kolay ve daha ucuz ulaşım olanaklarına sahip olacak mıyız? Ne olur biri çıkıp söylesin. Biz 12 Eylül günü yapılacak referandumdan sonra daha insanca bir yaşama kavuşacak mıyız?
Eşime söyledim ama beni dinlemedi. Taze fasulye ayıklamak bana iyi gelmiyor. Kafama şeytanlar üşüşüveriyor. Fukara bir memur böyle zararlı şeyler düşünmemeli. Anayasa oylamasında "Hayır" oyu verin diyenler de başka bir terane. Başbakan ona Memur Kemal Efendi diyor. Bir tek burada yollarımız kesişiyor. Ben de memurum ya… İktidar partisinin yüksek yargıyı kuşatmayı amaçladığını, HSYK ve Anayasa Mahkemesini YÖK gibi hükümet güdümlü hale getirmeyi istediğini anlatıyor. Siyasi rejimi değiştirmeyi amaçlıyorlar diyor. Benim mahkemelerle falan hiç işim olmaz. Bir kere kapılarına yolum düştü. Dosyamı koltuğumun altına verip geri yolladılar. Tam iki sene bekledim. İki sene sonra sen haksızsın, devlet baba doğru yapmış dediler. Siyasi rejim meselesi de beni aşar.
Rejimi korumak, bu ülkeye sahip çıkmak her vatandaş gibi benim de görevim. Ancak rejimin beni pek taktığını da sanmıyorum. Şimdilik yapacak bir şey yok. Belki kırk dört derece sıcakta kömür kamyonları bizim mahalleye de gelir. Makarna, un, şeker, yağ dağıtır. Eskiyen buzdolabımızı, çamaşır makinemizi değiştirirler. Bir gün bizim kapımızı da çalar, oğluna iş vereceğiz, kızına hayırlı kısmet bulacağız derlerse. Ben de ikna olabilirim. Demokrasiye bağlılığım artar, padişahım çok yaşa diyebilirim.
Eşime söyledim ama dinletemedim. Erkek adam fasulye ayıklar mı? Tanelisini boşalt, sapını ve ucunu kır, kılçığını al. Bu sıcakta yapılacak iş mi yani bu? Sıkılınca insanın aklı kaf dağını dolaşır. Biliyor ama domuzluğundan yapıyor. Gariban bir devlet memurunun siyasetle ne işi olur? Yaparım işimi, alırım maaşımı. Sabahları kimseye "Hayırlı günler arkadaşlar," bile demem.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Günaydınlara Elveda |
|
Üç yıldır her sabah günaydınlarla yürüdüğüm sokaklara elveda deme zamanım geldi. Taksim'in otellerle dolu sokaklarından işyerime giderken neşeli günaydınlarla karşılaştım hep. Geçmişle geleceğin kaynaştığı binaların sıralandığı, araçların girmediği bu yollarda yürümek bana daima keyif verdi. Sabah vakitlerinde güneşin girmesine izin vermeyen yüksek binalar ve ağaçlarla çevrili olan ve kış günü yürürken üşüdüğüm ama yaz günü püfür püfür esen rüzgarla serinlediğim bu sokakları özleyeceğim. Ve buraların artık sahipleri olmuş büfecimi, öğle yemeklerimi sipariş verdiğim lokantaları, kırtasiyecimi, eczacımı, hatta hep kendimden başka birilerini mutlu etmek için hediyeler satın aldığım incik boncukçumu…
Simitçi sarayının yanındaki sokaktan girince hemen sağdaki dükkan, bana günaydın der öncelikle. Ben buradaki vitrin düzenini hiçbir zaman beğenemedim. Mankenlerin üzerine giydirilmiş tuhaf kombinasyondaki giysileri düzenlemek geldi hep içimden. Ama ne yazık ki elimden bir şey gelmeyip mankenlerin önünden geçerken onların soğuk bakışlarına sadece günaydın demekle yetindim. Akşam çıkışta bu dükkana birkaç defa uğramışlığım var. Camlı kapısından içeriye girince kapı üzerindeki çıngırak komik bir şekilde öter. Tezgâhtar kadın, eğer gelen Türk müşteri ise yerinde oturur kıpırdamaz. Yabancı müşteri ise o ufak tefek boyu ile hemen yanlarında biter, toptancılardan çok ucuza satın aldığı giysileri yüksek rakamlarla satmaya çalışır. Ufacık tefecik cadı görünümlü, küçük yüzlü, kırklı yaşlardaki bu kadınla birkaç defa sohbet etmişliğim oldu. Bahse varım ki benim güler yüzüm olmasa tezgahın başından kalkacağı yoktu. Ona hep sormak istemiştim "Bu vitrini kim düzenliyor?" diye, ama güncel durumlardan başka bir türlü şu manken giyinişinden bahsedemedim. Sabah dükkanın önünden geçerken üzerlerindeki giysilerin tuhaflığından şikayetçi gibi görünen mankenlerin sıkıntısını anladığım için üzülerek onlara son kez günaydın dedim.
Biraz ileride, birisi sokağın sağında diğeri solunda birbirine rakip iki lokanta, renkli saten üzerinde temizliği ifade edermişçesine beyaz örtü serilmiş masalarını, araba geçişinin olmamasından istifade ederek lokanta önüne her sabah sıra sıra dizerler. Kahvaltı eden, sohbet eden, sigarasını bu rüzgarlı sokakta keyifle tüttüren insanlar... Onların isimlerini bilmesem bile her gün görürüm, genelde rezerve etmiş gibi hep aynı masaya otururlar ve karşılarındaki kişiler de hep aynıdır. Her sabah dikkatimi çeken biri vardır bu masalarda oturanlardan. Kıvırcık sarı saçlarını tavuk gibi yukarıdan toplayan bir kadın. O saçlar hiç değişmeden her sabah nasıl aynı şekilde tepeye kaldırılıyor anlayamadım. Ve her sabah karşısındakinin uykulu bakışları arasında hararetli hararetli konuşacak konuları nasıl bulduğuna şaşarım. Onu tanımasam da yanından geçerken benim dikkatli bakışlarımı fark ettiğinde, havada kalan bir günaydını ortaya çıkar. Öğle yemeklerimin siparişlerini söylediğim ve her defasında ofise güler yüzüyle gelen lokantanın çırağı, bana her sabah günaydın der. Üzerindeki beyaz doktor önlüğünü asla çıkarmayan, çalışkan, kirpi saçları olan kara gözlü genç delikanlının gülümsemesinde bembeyaz dişleri ortaya çıkar. Günaydın demekle kalmaz, bana hal hatır sorar ve bir çay ikram etmek ister. Ofise erkenden gitmem gerektiğinden bu nazik daveti için teşekkür ederim. Aslında son bir defa günaydın dedikten sonra sıcacık çayından içebilirdim.
Lokantalardan sonra sol tarafta kalan kırtasiyecim her sabah viledanın paspasını iyice sıktıktan sonra sağ sol, ileri geri dükkanın içini siler. Temizlik hastalığı mı var bilmem ama bir eczacı kadar temiz olur dükkanı. Ona da son defa uzaktan günaydınımı söyledim.
Sokağın sağında bulunan baklavacı Said'in dükkanı biraz yeraltında olsa da dükkan önüne koyduğu bir iki masada illa birkaç müşterisi vardır. Bunlar sıcacık kahvenin yanında bir dilim baklava yemek isteyen yabancılardır. "Sabah sabah olur mu?" demeyin, vitrin camı önüne dizdiği çeşitli baklavalar, yanından her geçtiğimde "gel bir tadıma bak" diye avaz avaz bağırırlar bana. İtiraf ediyorum ki bir sabah bu çağrıya dayanamayıp kendimi dükkanın içinde buldum. Bir tane ondan, bir tane bundan, bir tane de şundan... Hımm… Ayıptır söylemesi mideye bir güzel indirdim. Güne tatlı tatlı başladım. Onu da esirgemeden günaydınlarımdan son bir tane söyledim.
Sokağın bitiminde sağ döndüğümde hemen köşede küçücük bir iç çamaşırı dükkanı var. Top sakallı, orta yaşta bir adam tezgahın arkasında durmadan bir şeyler yapar. Şu iki adımlık dükkanın içinde yapacak ne çok iş bulur anlayamam. Küçük müçük bazen turistler dışında biz bu semtin çalışanları bile buradan ne zor zamanlarda ihtiyaçlarımızı karşıladık. Kendimden örnek verirsem bir sabah tam otobüsten indim iş yerime gitmek için karşıdan karşıya geçicem bir yağmur, hani söylemesi ayıp mı bilmem don ıslatan bir yağmur yağdı ki elimdeki şemsiye bana mısın demedi, yıkanmış kedi gibi ıslandım. Sokaktan hızlı adımlarla yürüyüp bu küçük dükkana girdim, sağ baktım sola baktım iş yerine uygun bir giysi yok, burası sonuçta iç çamaşırcı. Bir sürü raf, tavana kadar eşyalar doluydu, son anda askıda duran kadife bir eşofman takımı gördüm ve hemen aldım. Başka yerden çok ucuza satın alabileceğim ama nerdeyse iki katına para verdiğim bu eşofmanı bulduğum için sevincimden adamcağızı alnından öpesim geldi. İş yerine gidince kurulanıp hemen giydim. Şanslıyım ki kıyafet zorunluluğu yoktu da müdürüm bir şey demedi. İşin kötü yanı ben o eşofmanı bir daha hiç giyemedim. Defalarca yıkamama rağmen köpek kılı gibi nereye dokunsam hep tüy döktü. O küçük dükkana son kez günaydın dediğimde açık kapısından yeni bir kadife eşofmanın raflardan birinde askıda sallandığını gördüm. Satın alanın vay haline, dedim içimden.
Küçük dükkanı geçip sokağın devamında terk edilmiş birkaç eski bina var. Ben onları selamladıktan sonra her sabah incelerim. Karanlık ve tozlu pencerelerine bakarken ilk sahiplerini düşünürüm. Nasıl terk edildiklerini? Elbette ki en sonunda birileri tarafından el konulacaklar ve sahipleri olacak. Şansları varsa orijinal görüntülerine uyulup restore edilecekler ya da tamamıyla bir gümbürtü ile yıkılıp yerlerine modern binalar yapılacak. Onların işlemeli duvarlarını, pencerelerini bir daha göremeyeceğimi düşünerek son bir kez hüzünle onlara da günaydın dedim.
Sıra geldi incikçi boncukçuma. Burası benim en sevdiğim günaydınlaşma durağı. Biraz durup hal hatır sorabileceğim her yerden daha güler yüzlü bir yer. Burada çalışan kız ben dükkan önünden geçerken hep bir şeyler asar, dizer, katlar, paketler… Rengarenk hediyelik dükkanına bakmak benim içimi açar. Bu dükkandan kendime sadece birkaç şey almışımdır. Asıl alışverişim hep başkalarına oldu. Benim insanları mutlu etme sevdam buna neden oluyor. Bir türlü akıllanmam, akıllanmak istemem. Olsun, ben mutlu insanları gördükçe daha çok mutlu olurum, önemli olan da bu benim için. Buradaki kızla sabahın kısa sohbetleri ile az çok birbirimizi tanıdık. Günaydınlar daha içten ve sıcacık oldu. Bu ışıltılı ve rengarenk dükkana son bir defa günaydın demek beni içten içe üzdü.
Son olarak büfecime günaydın dedim. Benim bu sokaklardaki son durağım burası. Çok erken saatte bile gelsem sığındığım, sıcacık tost ekmeğini yediğim yer. İki kardeşin çalıştırdığı bu büfedeki sohbetlerim iyi oldu daima. Duvara asılı televizyondan haberleri seyrederken benim görüşlerimi de alıp kendi düşüncelerini bana aktardılar. Her sabah aynı müşterileri, aynı masalarda buluşup kahvaltı ederken, içlerinden koca göbekli olanı, büfeci kardeşlerden birine "Hancıııııııı" diye bağırıp sipariş vermesine hep güldüm. Bana komik geldi. Sanki eski bir filmdeymişim de büfe bir hanmış da siparişi söyleyen koca göbekli de bu hanın daima biracı müşterilerindenmiş gibi hayal kurdum. "Hancıııııııı, bana bir çay ver" demesiyle de kendimi toparlayıp, portakal suyumu sessizce içmeye devam ettim. Her sabah bu büfede politika, ekonomi, son güncel gelişmeler ve insanlık konuşulur. Ben genelde dinleyici olurum ama bazen de benim fikrim sorulursa bilgi dolu bu sohbete katılırım. İşte bu sohbetlerin içinde son kez günaydın diyerek hancı büfecimin taze portakal suyunu son kez içtim.
Günaydınlarıma elveda dedim bu sokaklarda… Belki çok, belki de çok zaman değildir üç yıl; ama günaydınlarım hep dolu dolu oldu. Çok kısa bir zaman önce bu rüzgarlı sokaklara ve sahiplerine son bir defa günaydın dedim.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nuran Talay Bastırılıyoruz! |
|
Dersim'de isyanların bastırılması,
Yunanlıların denize dökülmesi,
Çanakkale cephesi,
Atatürk'ün İnkılâp ve İlkeleri,
Vs. vs..
Hepsi hatalı…
Sen tut "geldiğiniz gibi gidersiniz" de ve düşmana meydan oku, hem de tek başına.
İstanbul'un, İzmir'in, Ankara'nın en kıymetli arazilerini satın alıp paraları saymak dururken, gemileri limanlara dizip rahatına bakmak varken, sen git savaş.
Sadaka kültürü ile yoksul bir milletin üzerinden rant kazanmak varken yoksula iş imkanı sağla, eğitim imkanı bulamamış millete okuma yazma öğretip çağdaş seviyelere yükselt.
Dünyanın hayranlıkla izlediği, hali hazırda örnek lider olarak gösterilecek başarılara imza at.
***
Ne gerek vardı ki tüm bunlara.
Selanik'te ki evinin bahçesi olsaydı ya dünyan.
Kuşların fotoğraflarını çekseydin mesela.
Yağlı boya tablolarınla ünlü olsaydın.
Öyle Cumhuriyet kurup, inanıp güvendiğin millete armağan etmek yerine krallık kurup paşalar gibi yaşasaydın.
Üstelik kurduğun Cumhuriyet'in kazanımlarını koruyacak, temel değerlerini muhafaza edecek yasa çıkarmak yerine canın ne istiyorsa yazsaydın.
Şanı tüm dünyaca duyulmuş orduyu yüceltmek yerine karalasaydın ya.
***
Belki bugün Referandumda değişmesi, kişiselleşmesi istenen Anayasamız da olmazdı.
İşte o yüzden diyorum ya...
Haremlik, selamlık yaşardık.
***
Hoş yaşamasak ne olacak.
Hayır'da hayır yok, Evet demezseniz hayır'lara vesile olmazsınız, dinlerim, korkuturum gibi söylemler ile bastırılan vatandaşlar olurduk.
Her köşeye sıkışan da sana saldırmazdı.
Allah'tan bastırılmıyoruz…
Nuran Talay Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XXX |
|
İçe dönük bir oryantalizm yapmakta olan Osmanlı aydınları, aslında homojen bir görünümde değil ve bunlardan bazısı, yanlış bir objektivizm görüşüne dayalı olarak bu işleri sürdürüyor. Nitekim, ben bu aydınlardan Mahmut Hilmi Bey'i yakînen tanıyorum, kendisiyle Londra'da özel bir dâvette tanışmıştım.
O zamanlar, İslâm Üzerine Düşünceler isimli risâlesini henüz yeni yayınlamıştı. Risâlesini İngilizce olarak yazmış, ilk baskısını Londra'da yapmış, Osmanlıcaya da çevrilmek üzereydi. Bana da bu risâlenin bir baskısını hediye etmişti. Sevgili karım Selmâ'yla birlikte okumuştuk bu risâleyi ve bunun üzerinde uzun uzun tartışmıştık.
Maalesef, Mahmut Hilmi Bey, aslında yanlış bir objektivizm görüşüne sâhipti ve kendisi, risâlesinde sergilediği tutum nedeniyle mâsum; ama, oryantalistlere vermiş olduğu destekten dolayı insanlık vicdânında sorumlu tutulması gereken bir Osmanlı aydını. Ve onun gibi aydınların sayısının da az olmadığını düşünüyorum.
Gerçekten de din olgusu karşısında kişinin objektifliğini koruması çok güçtür. Daha doğduğu ilk andan itibâren içinde bulunduğu çevre, kişiyi belirli yönlere doğru sürükler. Ve nasıl ki, bir kâğıdı gözümüze ne kadar yaklaştırırsak, üzerindeki yazıları okumamız da o kadar zorlaşır; insan dünyâsında olup bitenler hakkında da benzer bir durumla karşılaşırız.
Ben örneğin, modern paganlığın bu kadar sıkı bir eleştirisini yapabiliyorsam, bunu kuşkusuz Naturalist olmama borçluyumdur. Ve eğer sâdece bir Sümerolog olarak kalsaydım, modern paganlığın eleştirisini belki de hiçbir zaman yapamayacaktım; çünkü, edindiğim bulguları nereye oturmam gerektiğini, nereden hareketle neyi yerip neyi savunmam gerektiğini hiçbir zaman anlayamayacaktım.
Gerçekten de bâzen kendimize; hayâtımıza, ilişkilerimize, dünyâ görüşümüze, vb. dışarıdan bakmamız gerekir ve biz kaçsak da attığımız her adımda bu gerekliliği çoğaltır, sonunda anaç bir hâle getiririz. Ancak, dışarıdan bakmak için eğer özel birtakım amaçları olan insanlardan yardım isteyecek olursak, o zaman işler değişiyor.
Mahmut Hilmi Bey, risâlesinde kendi dînine dışarıdan bakmak nâmına oryantalistlerin sözcüğüne soyunmuştu. Örneğin, Nicolas Andre isimli bir Fransız oryantalistin, bütün tek tanrılı dinlerin aynı tanrıya inandığı, aynı tanrıya ibâdete yöneldiği; ancak, ibâdet ritüelleri arasında farklar olduğu, bunların ötesinde özü itibâriyle tüm tek tanrılı dinlerin aynı olduğu yollu görüşü Mahmut Hilmi Bey'i de etkilemişti.
Kendisi risâlesinde, İbrâhimî Dinler biçiminde bir deyim kullanıyor ve Müslümanlığın ibâdet ritüelleri konusunda aşırı bir tutum sergilediğini, başka tek tanrılı dinlerde olduğu gibi bunlarda azaltmalar yapılabileceğini söylüyor ve modern paganlarda yalnızca ruhban sınıfının oruç tutmasını, diğerlerinin kefâletinin bu ruhban sınıfı tarafından ödenmiş olacağı inancını, kendi görüşlerine kanıt olarak sunuyordu. Tanrım…
Mahmut Hilmi Bey bilmiyor ki, Nicolas Andre de tıpkı diğer Fransız oryantalistlerinin yaptığı gibi, Afrikalıları modern paganlığa hazırlamak için modern paganlık ile Müslümanlık arasındaki farkları azaltmak, Müslümanlığı özüne yabancılaştırarak Afrikalıları Kalvinistlerin kucağına oturtmak için bu görüşleri ortaya koydu ve hattâ, Cezâyir'de geniş halk kitlelerini arkasına katmayı başardı...
Gerçekten de Batılılar için Müslümanlık, Hıristiyanlığın heretik bir mezhebidir ve Batılı bir ilâhiyatçı, en temelde bu "heretik mezhep"i "yola getirmek" ister, bu konuda ortaya birtakım malzemeler koyar ve bunlar da oryantalistlerin teolojik nitelikli argümantasyonlarında kullanılır ki, bunların Müslümanlara değil en ufak bir faydası, çok büyük zararlar vereceği ortadadır.
İşte, Mahmut Hilmi Bey, bu yanlış objektivizminden dolayı aslen mâsum; ama, insanlık vicdânında sorumlu tutulması gereken bir Osmanlı aydını. Ve Selmâ da bu risâleyi okur okumaz, Allah'ın Yahova'yla bir tutulamayacağını bu zâtın nasıl olup da anlayamadığını sorgulamış, benimle de sıkı bir tartışmaya koyulmuştu.
Gerçi, bazı konularda Selmâ'yla anlaşamazdık; ancak, her ikimiz de şu İbrâhimî Dinler deyiminin oryantalizmin iğrenç bir tuzağı olduğunu biliyorduk ve bu tuzağa karşı fazlasıyla duyarlıydık. Ve her ikimiz de Mahmut Hilmi Bey'in iyi bir tatlı su aydını olduğunda da hemfikirdik. Dilerim, Osmanlı ülkesinde bu tatlı su aydınlarının sayısı giderek azalır.
Peki o zaman, nasıl bir objektivizm? Ama, önce şunu sormak lâzım: Kendimize dışarıdan bakarken, kendisine başvurduğumuz kişi veya kurumların bizim üzerimizde kötü emelleri olmadığından nasıl emin olacağız? Bence, mutlak bir emin olma durumu aslâ mümkün değil ve bu nedenle, bu tür bir objektiflik aramamak lâzım.
Bence objektivizm, ancak akıl ve olgu bilgileriyle olanaklı ve asıl objektivizm, kişinin kendi akıl ve olgu bilgileri eşliğinde kendini yargılamasıdır, bunu yaparken kendine karşı samîmiyetini aslâ yitirmemesidir. Ve aklın nasıl işlediğini araştırmak, kişi için vazgeçilemez bir ödevdir; çünkü akıl, insan doğasında bulunan irrasyonalizm eğilimi nedeniyle kişiyi çok başka yerlere de sürükleyebiliyor.
Ayrıca, kişi olgu bilgileri konusunda da yine aynı yükümlülüğün altında olduğunu görmeli ve bunun gereklerini de yerine getirmeli. Kezâ, bu konularda bizim oryantalistler, Hindistan'da da son derece aktif; Gadadhar Ramakrişna isimli bir Hinduyu öyle masallarla kandırdılar ki, sonunda Ramakrişna bu masallara îmân etti ve aklî dengesini yitirdi. Tanrım…
Erken yaşlardan itibâren Ramakrişna, Tanrı'ya yönelmiş ve kast sistemine karşı çıkmıştı. Ancak, Kalküta Tapınağı'na girdikten sonra ki bu tapınak, kısa bir süre önce İslâm Araştırmaları Vakfı'nın; yâni bizim oryantalistlerin denetimine geçmişti; işte bu tapınakta, çok değişik birtakım içsel yaşantılara mazhar oldu; daha doğrusu, böyle olduğunu zannetti.
Sözüm ona, sık sık Muhammet'i ve İsa Mesih'i rüyâsında görmeye başlamış; her ikisi de el ele tutuşmuş ve kendisini aralarına dâvet etmiş. Tanrım… Kalküta Tapınağı'nda Ramakrişna'nın beynini nasıl yıkadılarsa artık, tüm tek tanrılı dinlerin bir ve aynı olduğuna inanmasını ve etrâfındaki insanları da oryantalizmin bu aptallık hipnozuna katmaya çalışmasını sağladılar.
Müslümanlık neyse de modern paganlık ile Yahudilik, ne zamandan beri tek tanrılı bir din oldu? Bunları Hinduların anlamasını beklemiyorum; modern paganlığın iğrençliğini görmeleri şu sıralar epey güç. Ama, günün birinde Hint Müslümanları, Hinduların gözlerini açacağımız bir zihnî olgunluğa onları getirmeyi başaracaktır. Fakat Hindular, kendi inançlarının bile bu hipnozun içinde nasıl eritilmekte olduğunu anlayamıyorlar. Tanrım…
Gadadhar Ramakrişna, bu rüyâ palavralarını anlatmadan kısa bir süre önce de Yahova'nın kendisine tapınağın bahçesinde göründüğünü, kendisini Hinduları doğru yola sevk etmek için görevlendirdiğini söylemişti. Tanrım… Şu seçilmiş insanlar kültü, sonunda Hindistan'ı da etkisi altına almaya başlayacak gibi. Bunun önüne geçilmesi için ciddî adımlar atılmalı.
Bu adam, çoktan akıl hastahânesine kapatılmalıydı; ama maalesef, bizim oryantalistlerin desteğiyle Hindular onu bir tür Mesih olarak görmeye başladılar. Ve geçirdiği sara nöbetlerini de Tanrı'nın inâyetiyle dolup taştığı vecd nöbetleri zannediyorlar. Tanrı şu Hindulara akıl ve sağduyu bağışlasın; yoksa, en büyük travmaları onlar yaşayacak…
Ben aslında, Türkoloji alanında pek fazla şey bilmiyorum. Benim Türklerle ilgilenmem, şu sıralar Mezopotamya'da Osmanlı Devleti'nin siyasî egemenliğinin sürüyor olmasından geliyor. Ayrıca, bir Naturalist olarak Hıristiyanlığın kutsal mekânlarının da şu sıralar Osmanlı idâresinde olması nedeniyle Türkler benim de ilgimi çekiyor.
Dilerim, günün birinde bu topraklarda da tarikatımız önemli bir nüfuz sâhibi olur ve Naturalizm, bu topraklarda da tatbik edilir. Kezâ, Normon'la Türkler hakkında epeyce konuşmuştuk. Bana bu Turancılık modasından önce, Osmanlı aydınlarının İslâmcılık modasıyla hipnotize edildiğini söylemişti. Tanrım…
Normon, Türkler hakkında gerçekten de çok iyi bir gözlemci. Ben bu İslâmcılık modası hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordum, Normon benim ufkumu açtı. Bana bu konuda anlattıklarını da yeri gelmişken günlüğüme kaydedeyim. Bunlar da ileride yapacağım çalışmalarda önemli satır başlıkları olacaktır.
İslâmcılığın fikir babası Cemalettin Afgânî'ymiş. Eğitimini Bağdat'ta tamamlamış ve henüz öğrencilik yıllarında Rus destekli birtakım siyasî oluşumlar içinde yer almış. Kısa zamanda önemli mevkîlere kadar yükselmiş ve bundan yirmi yıl kadar önce, Afganistan'da Ali Han rejiminin devrilip yerine Âzam rejiminin kurulmasında etkin bir rol üstlenmiş.
Ne var ki, Âzam rejimi uzun ömürlü olamamış ve İngilizlerin desteğiyle Ali Han rejimi yeniden kurulmuş. Bunun üzerine Ruslar, Afgânî'yi İstanbul'da görevlendirmiş; Afgânî burada İngilizler ve Ali Han rejimi aleyhine propaganda yapacak, Müslümanları İngilizlere ve Ali Han rejimine karşı kışkırtacakmış. Tanrım…
İngilizler, Afgânî'nin çıkarttığı gazetelerden, düzenlediği toplantılardan rahatsız olunca, Pâdişâh'a baskı yaparak onu Kâhire'ye sürgüne yollatmış. Aslında bu karar, Afgânî'nin ölüm karârıymış; o sıralar (ve hâlâ), Kâhire üzerinde İngiliz emperyalizminin tahakkümü olduğu için İngilizler, Afgânî'yi Kıptîlere yok ettirmeye hazırlanıyormuş.
Bu dönemde Ruslar, Afgânî'ye olan desteklerini de geri çekmiş; o sıralar (ve hâlâ), ilgi odakları Ermenîlermiş ve Afgânî'yi kullanılıp atılan bir mendil olarak görüyorlarmış. Ama, Fransızların Afgânî üzerinde birtakım hesapları varmış. Afgânî'nin Müslümanlar üzerinde etkin bir konumda olduğuna inanmışlar ve onu saflarına çekmeye karar vermişler.
Bunun üzerine, Afgânî'yi derhâl Pâris'e çağırmışlar ve Kâhire yönetiminin koruyamadığı/koruyamayacağı can güvenliğinin burada emniyet altına alınacağına onu inandırmışlar. Afgânî de bu teklîfi kabul etmiş ve Pâris'e yerleşmiş. Burada Urvetül Vuskâ isimli bir dergi çıkartmasını sağlamışlar.
Kısa zamanda, bu derginin Ortadoğu ve Hindistan'da şubeleri açılmış ve burada yazdığı yazılarla Afgânî'nin Müslümanlar üzerindeki nüfuzu katlanarak artmış. Oysa, Fransızların asıl amacı, Müslümanları İngilizlere karşı kışkırtmak ve bu coğrafya üzerindeki İngiliz hegemonyasına son vererek buraları sömürgeleştirmek. Tanrım…
İşte, İslâmcılık ilk olarak Afgânî'nin Müslümanlar üzerindeki nüfuzunu arttırmasının, sonra da İngiliz emperyalizmine karşı Müslümanları harekete geçirmenin bir aracıymış. Afgânî, bu coğrafyada İngilizlere karşı birleşerek dinlerine sâhip çıkmaları gerektiği konusunda onları harekete geçirmeye çalışmış. Böylelikle, hem İngilizlerden, hem de Osmanlı idâresinden intikâmını da almıştır kuşkusuz.
Bütün bunlar, Osmanlı aydınları arasında şu sıralar moda olan Turancılıktan önce Türkleri uyuttukları İslâmcılık afyonu hakkındaki gerçekler. Ve Türkler, ta öteden beri kendi dinlerine sâhip çıkma konusunda çok duyarlı; ama bu duyarlılığı, siyasî entrikaları analiz etmek konusunda maalesef gösteremiyorlar.
Bu o kadar öyle ki, Batı emperyalizminin kendi dinleri üzerinde kurduğu siyasî entrikaları anlayamadıkları için, dinlerini "çağdaşlaştırmak" adına saçma sapan bir çabaya girmişler; İslâm Rönesansı. Sanki bir İslâm Ortaçağı yaşamışlar da! Türkler ne çabuk unuttular Fârâbî, İbn-î Sînâ gibi bilginlerini! Tanrım…
Bu bilginler, henüz Vatikan dünyânın öküz boynuzu üzerinde asılı durduğu saçmalıklarını yayarken matematikte, astronomide, tıpta ve diğer alanlarda çok üstün başarılar kaydetmişlerdi. Hâliyle, Osmanlı aydınlarının şu İslâm Rönesansı'nı desteklemesinin nedeni, oryantalistlere öykünmekten başka bir şey değil.
Tüklerin târihi de bu tür öykünmelerle dolu zâten. Müslümanlığı kabul etmeden önce Çinlilere, sonra da Farslılara ve Araplara ve daha sonra da Avrupalılara hep özenmişler. İşi o kadar ileri götürmüşler ki, Müslümanlığı kabul ettikten sonra kendi öz dillerini bırakarak Fars ve Arap dilinin karışımından oluşan garip bir dil îcât etmişler. Tanrım…
Ben Farsçayı da Arapçayı da bilirim; ama, bu uyduruk dili; yâni Osmanlıcayı bir türlü sökemedim. Şöyle böyle de değil, ben bu dili hiç sökemedim ve Türkler bu dili nasıl konuşuyor, anlayamıyorum. Dolayısıyla, Türk aydınlarında bu tür öykünmeler de kuşkusuz hat safhadadır ki, bu tür etkilenimlerden kurtulamıyorlar.
Oysa ne İngilizler, ne Fransızlar, ne Almanlar, ne de başka hiçbir millet, modern paganlığı kabul ettikten sonra kendi dillerini bırakarak Latinceye yönelmedi ve hattâ, Rönesans ve Reform'la birlikte İncilleri; yâni, şu ilk modern paganların anı kitaplarını kendi dillerine çevirdiler ve kendi ibâdetlerini kendi dillerinde yaptılar.
Gerçi, Britanya üzerinde Normonların; yâni, Fransızca konuşan Almanların siyasî egemenlik kurduğu dönemlerde, bizde Kilise'nin konuştuğu dil pek çok Avrupa ülkesindeki gibi Latince, sarayın konuştuğu dil Fransızca, halkın konuştuğu dil ise İngilizce olmuş, böyle bir dilsel farklılaşmaya gidilmişti.
Ancak, bu mesele kökensel karşılığını siyasî egemenlik sorunlarında bulan bir meseleydi; Normonlar da Roma geleneklerini sürdürmüş ve işgâl ettikleri yerlerin diliyle, dîniyle, kültürüyle oynamaya çalışmıştı. Fakat durum, Türkler hakkında çok daha vahim. Türkler, birileri kendi üzerlerinde siyasî egemenlik kurmamışken bu işlere kalkıştılar. Tanrım…
Britanya'da Normonların siyasî egemenliği sona erince biz, kendi özümüze döndük (belki hiç dönmesek daha iyiydi ya, neyse); ama, Türkler hâlâ aynı tutum ve davranışlarını sürdürüyor ve bundan sonra da sürdürmeye devâm etmeleri hâlinde, onları oryantalizmin tuzaklarından korumaya çalışmak da iyice zorlaşacak.
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ZAMAN ISLAK
Eski İstanbul yok artık gözlerde
Gözlerde yok artık yeni yüzlerde
Zaman ıslakmış umuru değil kimsenin
İnanmıyorsun zaten inandıkların yok yanında
Bir esmer rüzgâr esiyor
Gözlerinin ufkunda
Dalamam diyorsun
Uykular uzak bana
Açtığın pencereden gelmiyor
Çiçekler sana
Solmaz sanıyorsun
Saksıda soldu güller
Anlamaz sanıyordun bak
Dinlediği kaçıncı masal
Zaman ıslanmış umuru değil kimsenin
Zaten yüzü yok yüzünde aldırma
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.
İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.
"bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com
İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|