|
|
|
Editör'den : "HAYIR"lı olmadı!.. |
Merhabalar,
Sıcağı sıcağına boş sözler kullanma olasılığına karşı önlem almak adına susma hakkımı kullanmak, yanılgı ve yenilgi olarak nitelemek yerine, ortaya çıkan sonucun anlamını değerlendirmek için kendime zaman ayırmak istiyorum. Siz de öyle yapın. Ne "evet" dedim diye böbürlenin, ne de "hayır" dedim diye yerinip üzülün. Anti demokratik bir kampanya döneminin ardından alınan bu sonuçla demokrasiyi güçlendirdiğini sananların da gelecek günleri iyi gözlemleyip değerlendirmeleri gerektiğini unutmamak lazım. Bizleri, sultanlığını imparatorluğa dönüştürmüş şımarık bir Recep mi, yoksa aklıselim bir Erdoğan mı bekliyor, bunu zaman gösterecek. O nedenle, erken zafer çığlıkları atmak yerine sakin olmalı, durumu iyi değerlendirmeliyiz.
Fakat bir saçmalık var ki, bunu kullanıp en aşağılık yorumları yapabileceklere bile haklı bir koz veren bu olayı es geçmek olmaz. Bu nasıl bir teşkilattır ki, genel başkanlarının seçim listesinde var olup olmadığını, en azından hangi sandıkta oy kullanacağını öğrenmek için bile, kontrol etmez, koca genel başkanı maskara durumuna düşürür. O yoğun tempo içinde Kemal Bey'in ilgilenememiş ya da aklına bile gelmemiş olması haklı görülebilir ama etrafındaki onca adamdan bir tekinin bile bunu akıl etmemesi tam bir skandaldır. Art niyetli bir silinme olayının olduğu aşikar ama bunu 12 Eylül'den önce belirlemek te teşkilatın görevdi, beceremediler.
...
12 Dev Adam için ne desek az. Dünya şampiyonluğu çok yakışacaktı ama olmadı. Göğsümüzü kabartanların canları sağolsun, varolsunlar. Kendinize iyi bakın, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu FLAMENKO KANI |
|
8.ULUSLARARASI BODRUM BALE FESTİVALİ
"Kan! " diye başlıyor dans. "Nar" diye bağırıyorum ben de. Ka(n)ar içi ki, sevgi ateşlerini
sonsuzlamaya gelmiş. İki deste tekin içinde binlerce tek. İçimdeki ses, Flame(n)ko'nun İspa(n)ya'sı bu olsa gerek, diyor.
(n) bir fenomen artık benim için. Granada'nın granad'ı ayrışıyor hücre hücre, tane tane:
"Değirmi
yol kavşağında
dans ediyor
altı kız.
Üçü etten,üçü gümüş"(1)
Dans, bedene hükmetmekse eğer; dans, ezginin kanatlarında uçabilmek ve uçurabilmekse
İzleyeni, Bodrum'un gece yarısı bile maviliğinden ödün vermeyen gökyüzüne ben çoktan uçup gitmişim.
Ezgi, hançerede suya ardı arkasına atılan taşlar gibi yayılıyor. Guernica'da:
"Bir Bursa bıçağıyla kesiyorum umutlarımı
Erkenci badem dalından"
derken, birden tutkunun elifbasını hatmetmeye daldığımı fark ediyorum ve bir sürgün sesiyle dönüyorum gerçeğe:
"Sesim karada ölürse
Deniz düzeyine indirin onu,
Götürüp kıyıya bırakın" (2)
"Kum!" diye bağırıyorum bu kez. Her biri başka bir kor tanesi. Şimdi çok iyi anlıyorum neden
"Kırmızı ve siyah"tır Julien Sorel'in hikâyesi.
Önümde oturan sarışın adamın omuzlarından tutup "Acı nedir?" diye bağırıyorum. Adam
afallıyor:
"Nein, nein!" diyor. Ben adım ne Franko, ne Hitler…
Belli ki yolu Guernica'ya düşenlerden değil. Belli ki bilmiyor, boğalarla neden ölümüne dans eder
matador.
Evren ne küçük değil mi diye mırıldanıyorum.
Sağımda oturan Amerikalı madam, buruş buruş elini, elimin üstüne koyup "Bilincimizin,
büyüklüğüne bağlı" diyor gülümseyerek. Oysa oyun öncesi ona Türkiye'yi, yüksek sesle konuşarak anlatmaya çalışmıştım. Nasıl duydu ki beni?
Rüzgâr, üstümüze yosun kokuları sepelerken hiçbir düşe fırsat vermiyor saçları kızıl
gül sokulu Kızlar.
Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü sürmeli,
Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kere öpmeli…(3)
Ah be rüzgâr! Hele eğleş, soluklan biraz desem, söz dinlemezsin. Bilirim sen de bir
aşkın peşindesin. Dağları aşman, denizleri geçmen, çöllerde alaz olman bundan.
Aaiyaah ah!
En uzak iki nokta
İki parmak ucudur.
Tımmm trırrrrm tım…
Sevincin yedivereni
Acının değirmenidir kalp.
Ya yi yaaaaha yaaa…
Ezgi işledikçe hücrelerimize
Can evinde deviniyoruz Hektor'un.
Bir şair kendini gökyüzüne atmış:
"Ay ışığı gibi
Esmer bir kadın
İplik iplik dökülür
Üzerine beşiğin."(4)
Ruh, acının ırmağından geçiyor sınırsız:
Frederico Garcia Lorca
Mezarını kazıyor korkusuzca
Gösterge
Mutluluğa, mutluluğa, mutluluğa…
"Flamenko Kanı" ne diye sorsalar, "İspanya" dan tüm dünyaya atılan bir demek çiçek, derim. Büyük dansçılar Angel Rojas ve Carlos Rodrigez, Bodrum'a çok iyi bir ekiple gelmişler. Gelenekselle modernitenin,, yerelle evrenselin böylesine iç içe sunulabildiği bir oyunu seyretme olanağı bulan Bodrumlular, gerçekten şanslıydılar.
Notlar:
(1) Frederico Garicia Lorca, Bütün Şiirleri, Çev. Sait Maden, Yazko, İstanbul 1983
(2) Rafael Alberti, Sürgünden Şiir, Çev. Ülkü Tamer,Cem Yayınevi, İst. 1978
(3) Yahya Kemal Beyatlı, kendi Gök Kubbemiz, Devlet Kitapları, İst, 1969
(4) Miguel Hernandez, Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri I, Çev. A.Kadir, İst. 1973
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun KUŞ(ku) BAKIŞI |
|
Nasılmıyım ?
Mecburi kapkara bir telefon sonrası ; nerede kaldıysak nerede yaralandıysak orda öldürelim birbirimizi diyen bir sesteyim.
aslını sorarsan ; iyi değilim diyen bir sesin gerçeğiyim.
Nasılmıyım ?
Yine kalemim elimdeyse
Yine böyle yazmaya başlamışsam (ah ne yazık ki durmuyor yüreğim) kimin kalbine inecek sence?
Nerde başlar sevdalı kavgaların hükmü?
Her eylül birileri gitmek zorunda mı benden, Bir ben ölmek zorunda mı?
Daracık bir sokakta derin bir darağacı sessizliği gibiyim olric.
Sahi; topu topu kaç savaş parçası yüzümün aynası?
Nasılmıyım ?
Tamamlanmamış kara bulmacalardaki hatırlanmamış harfler gibiyim.
Yani; iyi değilim
Cinnet; aynada saçlarımı kazıdığımı hayal eden halim ki bendeki sadece mükemmel aşkı aramanın hırsı.
Neden aşkı ben gibi bilmiyorlar olric? Oysa ayrıntılardan kaçınılmamalıydı, yine mi tükettik yine mi tükendim olric? ( anladım. Akrep de benim semender de ben)
Kapasam gözlerimi hiç uyanmasam ve çık git içimden gelme diyen bir sese kulak versem
Bir ses ki içimden çatlayıp da çıkmış
İlk defa bir erkeğin olmak ve sonrasın da yaşanmamış saymak gibi
Yasa dışı bir cumartesi gibi
Anlık bir yanılgı barındırıp kasıklarımda kasım biriktirmek gibi
Gözlerimde söndürülmüş bir yangın gibi
Hep gibi işte
Yani; Uygunsuz içerik olmak gibi.
Nasılmıyım ?
Alelacele yaşanmış alelacele dost sohbetlerinde anlatılmış, ayaküstü sarhoş olunmuş ve kusulmuş
Sonra yine alelacele vazgeçilmek zorunda kalınıp unutulmuş aşklar gibiyim.
Yani; iyi değilim olric
Seyrine geç kalınmış iki intihar gibi, iki çivit çivi.
Yani; gelişi güzel olduğu kadar gidişi'de başka güzel diyen , bırak unutayım seni diyen içimde ki o çatlak sese kulak veriyorum.
Yoksa sen geçerken öylesine mi uğramıştın?
Soluğumla tüm tenine değdiğimi unutayım misal , bırak unutayım seni.
Yoksa sen sadece bana mı ayak uydurmuştun?
Bir ben mi biriktiriyorum bozuk hüzünleri olric?
Hadi bırak da unutayım seni nasıl olsa bütünlenemeyeceğiz diyen bir cümlenin son çıkmazındayım.
Nasıl olsa seni bıraktığım o şehirde bulamamaktan korkuyorum olric. ( bir şehre gidememek!)
Nasılmıyım ?
Dokununca titreyen adamlar sevdim ben olric
Gözlerinde yaş buz olup kalan , lal olan adamlar sevdim
Hepsi tek bir aşk'tı
Kendi içine gizlenen adamlar sevdim ben.
Ellerim cebimde soluk soluğa sokağa fırladığım her gece ceplerimde taşıdığım adamları denize attım bir bir.
Oysa ellerim hiç kutlanmamış bir sevgililer günü!
Oysa ellerim siyahta huzur bulan en militan duvar yazısı.
Oysa sen sevgime, aşkla sevişmeye açtın ama korkuyordun olric
Sonu mutlu biten bir masal aradık ağzımızın içinde , dilimiz kaç git buralardan diye haykıran ses olurken , henüz gidilmemiş sinemalar,tiyatrolar,operalar ve barlarımız var bizim.
Henüz okunmamış kitaplarımız var ve döllenip ölmüş bebeklerimiz!
Nasılmıyım ?
Mayısla eylül arasına sıkştırılmış bir mayın gibi üzgün ve yarım.
Bir saat vaktin varsa beş dakika konuşacağım diyen arsız acemi kekeme aşk'ım.
Yani ; ben en çok maviyi severdim eskiden, çok az insan bilir bunu.( martılarımın gözlerini çıkarmadan önceydi bu)
Sonra mora çaldım olric , sarı kesildim , turuncuya boyandım , çok sır çok aşk gizledim
Sonrası siyah!
Yani; kısacık bir ana uzun metrajlı bir film sığdırmaya çalışmak gibi alelacele. (ağlamaklı)
Yani Hep gibi işte.
Oysa deniz üzerinde bir edatsız otel yanıyor ve sen bunu dahi kabullenemiyorsun olric
Bitersek
Ayrılırsak bir daha asla başlayamayacağız
Bir daha asla tanışamayacağız, yabancılaşacağız sonra.
Nasılsın diyen soğuk bir tül çekilecek aramıza
Yani; hasret yaratan bir eylül ikindisi.
yani; aynalarda kendi yüzüme ağlamak gibi, kendi kendime dokunduğumda bile "o" na ihanet etmiş saymak gibi, ağzında ateşler taşıyan kurak bir nisan gibi.
Öylece ağzından kaçıveren bir ayrılık kelimesi gibiyim olric. Yani; iyi değilim.
İçimde kendi delilerimi keşfetme hadisem bu.
Bu; esrarlı bir sevişme sonrası dudağındaki elveda'nın acısında sersemlemek gibi olric.
Yani …gibi işte.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Devrimin Başarısı - La Colmenita |
|
"La Colmenita, Küba Devrimi'nin 2000'li yıllarda yeni insanı yaratma uğraşındaki en önemli başarılarından biridir."
Fidel, 2007'de UNICEF'in İyi Niyet Elçisi ilan ettiği Küba Çocuk Tiyatrosu Küçük Arı Kovanı "La Colmenita"yı böyle tarifliyor bizlere. Ülkemize 2008'de gerçekleştirdikleri ilk ziyaretten sonra, ikinci defa gelen, yaşları 5 ila 15 arasında değişen 17 çocuk ve 8 yetişkinden oluşan kadrosuyla Türkiye turnesine çıkan Küçük Arı Kovanı'nın guzel bir hikayesi var.
1989'da, Iraida Malberti ve Carlos Alberto ("Tin") Cremata (Anne ve Oğul), bir su sporları gösterisine katıldılar. Burada gördükleri onları çok etkiledi ve 1990'da çocuklardan oluşan bir tiyatro grubu kurmaya karar verdiler. Ilk gösterilerini 5000 kişi önünde, Havana Karl Marx tiyatrosunda, Jose Marti'nin uyarladığı, "Küçük Parmak" isimli bir oyunla yaptılar. 1996'ya kadar bütün gösterilerini Küba Halkı'yla paylaştıktan sonra, Japonya, İspanya, Belçika, Panama, Venezuela ve ABD'de de gösteriler yaptılar. 2003'de grubun merkezi talihsiz bir yangınla zarar gördü; önemli miktarda kıyafet ve müzik aleti kaybettiler, zarar yaklaşık 40,000 ABD Dolarıydı. Bunun da altından kalkan küçük arılar artık dünyanın dört bir yanında gösteri yapıyorlar.
Grubun amacı kısaca söyle açıklanıyor; Evrensel insani değerleri, sanat yoluyla, özellikle tiyatro ve müzik dilini kullanarak, insanlık ile paylaşmak ve daha çok anlatmak. Kız ve Erkek çocukları, sanatın kaynaştırıcı ve eğlendirici yönlerini kullanarak kaynaştırmak, böylece kişisel gelişimlerine yardımcı olmak. Dünya literatüründeki sahnelenebilen en iyi sanat eserleri ve folklorik ürünleri, çocukların hayal dünyalarının gelişimine katkı yapmak için Küba Halkı ve Dünya ile paylaşmak.
Kurucusu ve yönetmeni Carlos Alberto Cremata, La Colmenita'yı şöyle anlatıyor: Yaşamın bu erken evresinde tiyatro çok yararlı olabileceği gibi çok zararlı da olabilir, çok dikkatli olmak gerekir. Bizim ilk gösterimimiz Havana'da, beş bin kişi önünde Karl Marx Tiyatrosu'nda gerçekleşti ve bu büyük tiyatroda daha sonra onlarca kez oynadık. Çocuk tüm o çalışmalarının sonucunu yaklaşık bir saat süreyle sergiledikten sonra, çoğu zaman ayağa kalkmış, ve bu kadar çok heyecanlanmış, gülümseyen insandan o duygulu alkışı aldığı zaman, her sanatçıda olduğu gibi, kendini beğenme termometresinin hızla yükselmesinden kaçınamaz ve bu, bazen kontrol edilemeyebilir; özellikle de çocuk ertesi gün okula döndüğünde ve kendisini sınıf arkadaşlarından farklı hissetmeye başladığında....
La Colmenita'nın temel işi bunu engellemeyi hedeflemektedir. Bugün Camila "Küçük Hamamböceği" olabilir, yarın koronun yirmibirinci arısı olacaktır, bir sonraki gün makyajcıdır ya da perdenin arkasında diğer çocukları cesaretlendirmektedir. "Mini diva"lar ya da "yıldızcık"lar yaratmama konusunda çok özel bir duyarlılığımız var. Psikologlar, "mini diva"ların ya da "yıldızcık"ların kişiliklerine geri dönüşü olmayan zararlar verildiğini vurgulamaktalar.
La Colmenita'da etik eğitimi birinci sırada gelmekte ve estetik eğitime öncülük etmektedir. Daha önce çocuk oyuncular yetiştirme merakında olmadığımızı belirtmiştik ve gerçekten de, büyüdüklerinde grubumuzdan "mezun olan" çocukların önemli bir bölümü kendilerine sanat alanını seçmemişlerdir. Biz, sanatı bir araç olarak kullanmakla ve okula ve aileye yakın bir noktaya konumlandırmakla ilgileniyoruz. Dayanışma, karşılıklı saygı, disiplin, iyilik yapmak ve sevgi gibi insanlık değerlerinin kök salmasını sağlamak için tiyatro ve kolektif çalışma ideal birer araçtır.
İşte bu değerlerle yoğrulmuş küçük arılar Istanbul, Ankara ve Eskişehir turnelerini tamamlayıp, Istanbul'da bir dunya prömiyerini bizlere sunarak Küba'ya döndüler. ABD'de tutuklu beş Küba'lı kahramanı anlatan, "Beş Kübalı Kahraman" ve Nazım Hikmet'in Sevdalı Bulut (La Nube Enamorada) adlı oyunları, La Colmenita'nın 21. kuruluş yıldönümü olan 14 Şubat 2011'de Havana'daki kendi tiyatrosunda Küba'lılarla buluşacak. Sevdalı Bulut'un La Colmenita uyarlaması Küba devriminin efsanevi müzisyeni Silvio Rodriguez'in müziği ve şarkıları ile gerçekleştirilecek. La Colmenita'nın Nazım Hikmet'in Sevdalı Bulut uyarlaması ve Beş Kübalı Kahraman oyunu ile 2011 yılı boyunca Londra, Paris, Berlin, Viyana, Atina, Roma gibi başlıca Avrupa kentlerini kapsayan bir turneye çıkması planlanıyor.
Yolunuz açık olsun küçük arılar.
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ödipal Dram
İntihar, bazen insanın boğazına düğümlenen kelimelerin arasına sızıp gözbebeklerinden boşalır. Bilmiyorsun. İç kimsesizlik nasıl bir şey bilmiyorsun. Deliriyorum fakat senin bunu anlaman imkansız.
Sabahlar var ya... O hiç değişmeyen, saat kaçı gösterirse göstersin gözümü açtığım her an yaşanması mecbur olan o sabahlar… İşte onlar teşrif edene kadar tavanı seyrediyorum. Uçsuz bucaksız bir denizi seyreder gibi.Bunun ne demek olduğunu bilemezsin.Bilemezsin… Geceler mi diyorsun? O bahsettiğin şey ne anlama geliyor biliyor musun? Hani gitmeyecek gibi seven sevgililer var ya… Her seferinde bileklerime yapışıp, ellerimi uzun soluklu öpen sevgililer…Yataklarında çırılçıplakken bana dokunamayan sevgililer… O kadar çok seviyormuş gibi yapan sevgililer… Hani gitmeye yakın kalbimi soymadan altına alıp beceren, gittikten sonra yüreğimin kürtaj masasında bacaklarını ayırmasını önemsemeyen sevgililer… İşte gece onların diğer adı.Hala geceye sığınıp, o'nun içinde uyumamı istiyor musun?
Boğuluyorum bunu fark edemiyor musun?
Tırnaklarımı geçirerek tutunduğum her bir gün, dipten kanatıyor ellerimi.Değil tırnaklarım parmaklarım kopup geliyor tutunduğu yerde.Benim avuçlarımda sadece durmayan kan kalıyor. Hem de o kana dokunabilecek parmaklarım bile yokken!..
Ne yapmak istiyorum biliyor musun? Beş dakika önce başladığım fakat sonlandıramadığım eylemi… Şöyle bağıra çağıra ağlamak istiyorum.Ama'sı var ki o tanrı benden çaldığı gözyaşlarıyla her gece bir başka kente yağmur yağdırıyor. Şu da azımsanamayacak bir gerçektir ki hata kimsede değil yanlış bende.O adamlar sadece içimden geçerken çakmağı çakıp sigarasını içmek istediler. Benimse üstüm başım benzinden sırılsıklamdı bunu hiç mi göremediler?
Paranoyalarımın azıp, uykularımın kapıyı çekip gittiği bu günlerde, kendi ördüğüm labirentten çıkmaya çalışıyorum sadece. Bir de eylül geliyor ya daha da bouuluyorum bu çıkmazın içinde. Keşke' lerle baslayan cümlelerin damarlarıma dolup, varlığımı uyuşturması pişmanlığın diğer adı mı? Ben bunu daha önce hiç yaşamadım da bilemiyorum .
Söyle sağlam bir sarhoşluk yakalayıp sarıldıktan sonra O'na, bileğimde bıçaklar gezdirip '' Daha Sonra, Daha Sonra '' demesem her sey hallolur bana kalırsa.
Bu kadının ne yapmak istediğini düşünüp durma boşuna,
Murathan'ın dedigi gibi,
''Büyümenin vazgeçmek demek olduğunu anlıyor!''
Gülseren Aydın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XXXV |
|
Kahvaltı için yemek salonuna geçtiğimizde, masada yine fısıltılar yükseliyordu. Ekip, dün de böyleydi. İki gündür kamarada Athenagoras'la uzun uzun görüşmemiz ekibin fazlasıyla dikkatini çekmiş olmalı. Bizi gördüklerinde herkes normal davranmaya çalışıyorsa da tüm bakışlar üzerimizde toplanıyor.
Harold, dün bir ara Edward'ın ağzını aramaya çalışmış. Ona, ben ve Athenagoras'la ilgili bazı şeyler sormuş. Tanışıklığımızın nereye dayandığını, aramızdaki bu samîmiyetin kaynağının ne olduğunu, vb. öğrenmek istemiş. Edward'ın ağzı sıkıdır, hem çok da zekîdir Edward. Harold, ondan lâf çıkmayacağını anlayınca epeyce bozulmuş olmalı.
Aslında, ben de ekibe ulaştığımız bu bilgileri açıklamak isterdim. Ama, gerçekte kimin, ne için ve kime hizmet ettiğini bilemediğim için, yapacağım bu açıklamanın zararlı sonuçlar doğurmasından endişe ediyorum. Ben ve Athenagoras, bölgede incelemelere başladığımızda, önceden kararlaştırdığımız yorumları o anda geliştirmişiz gibi açıklayacağız ve ekibi olabildiğince kontrol altında tutmaya çalışacağız.
Bugün Athenagoras'la birlikte, bölgedeki incelemeler sırasında, Lysisya hakkında en sağlam bilgilere ulaşmadan önce, ekibe bu bölgenin Lydya'ya bağlı sıradan bir yerleşim birimi olduğu; târihsel ve arkeolojik bakımdan pek bir önemi olmayan bir mesîre yeri olduğu sonucuna ulaştığımızı söylemeyi kararlaştırdık.
Ekipteki masonlar, Vatikan'a haber uçurarak bizlerin Lysisya'yı en doğru biçimde keşfetmemize engel olmamalı. Lordlar Kamarası ve British Museum da herhangi bir nedenle bu kazı projesini yarıda kesmemeli. O yüzden, atacağımız adımlarda çok dikkatli olmalıyız. En ufak bir şüphe uyandıracak olursak, her şeyi mahvedebiliriz. Tanrım…
Dün Carlo'yla, Ephesos kazılarının niçin yarıda kesildiği hakkında da daha etraflıca konuşmuştuk. Kendisi, 1869-74 târihleri arasında Wood'un başkanlığında yapılan kazılarda Gelis'le birlikte yer almıştı. Carlo bana, ekibe kazıların durdurulma gerekçesi olarak yalnızca ödenek yetersizliğinin gösterildiğini; ancak, Wood'un Artemis Tapınağı bulunduktan sonra ekibe karşı daha sinirli davranmaya başladığını söyledi.
Bugün Athenagoras'la konuşurken, Wood'un Artemis Tapınağı'nın kayıtlarında Lysisya'ya ilişkin bir şeyler bulmuş olabileceği olasılığı üzerinde durduk. Ben, Wood'u hiç tanımıyorum. Adını birkaç kez duymuştum, o da British Museum'da hatırı sayılır bir arkeolog. Ama, onun mason olup olmayabileceği hakkında kulağıma hiçbir şey gelmemişti. Yâni, buradan da kesin bir sonuca ulaşmak güç.
Şahsî kanaatim şudur ki Ephesos kazıları, ekibin Lysisya'yı öğrenmemesi için yarıda kesilmiş olabilir. Bu durumda, düz bir mantıkla, Wood'un Vatikan'la gizli birtakım ilişkilerinin olabileceği sonucu çıksa da gerçek, her zaman düz mantıkla kavranılabilecek kadar yalın değil. Off… Tanrım… Ne biçim bir kâbus bu…
İzmir'e bir hafta içinde varacağımızı tahmin ediyoruz. Ben o olaydan sonra Kaptan Plummer'le hiç konuşmadım. Bugün Athenagoras, kahvaltıdan sonra Kaptan Plummer'le konuşmuş, onun ağzını aramaya çalışmış; ama, o da hiçbir yere varamamış. Sonra, yine bizim kamaramıza geldi ve onunla şu Pontus meselesini konuştuk.
Athenagoras, gerek Horace'ın günlüğünden, gerekse Atina Devlet Kütüphânesi'nden bu konuya ilişkin çok fazla bilgi derleyip toplamış, Yunan Diasporası'nın eski Bizans İmparatorluğu'nu yeniden diriltmek için eski İonya kolonileri hakkındaki amaçlarını geçersiz kılacak bulgulara ulaşmış.
Ayrıca, bana şu sıralar Kıta Avrupa'daki bazı felsefe tartışmalarından da bahsetti; bunlar da Yunan Diasporası'ndaki oryantalistler tarafından kasıtlı olarak ortaya atılmış ve Yunan emperyalizmine hizmet eden tartışmalarmış. Onu dinlerken, bu meselelere ilişkin bazı notlar aldım, yeri gelmişken bunları da günlüğüme kaydedeyim.
Athenagoras'a bakılırsa, Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki ilk yerleşimler, M.Ö. 5500'lere kadar uzanıyor. Herodotos, bu bölgede Khalybilerin yaşadığını yazmış; ancak, fazla bir bilgi vermemiş. M.Ö. 2000'lerde ise bu bölgeye Türkler göç etmeye başlamış. Oğuz boylarından Akhun, Avşar, Kıpçak, Peçenek ve Yazır Türkleri, zamanla Khalybilerle kaynaşmış ve ortaya melez bir ırk çıkmış.
Athenagoras'a bu sonuca nasıl ulaştığını sordum, bana daha çok eski kaynaklardaki yer ve kral isimlerine dayalı olarak böyle düşündüğünü söyledi; bu isimler Eski Türkçeden türetilmiş. Athenagoras, gerçekten de çok güvendiğim bir dilbilimci ve bu konuda yanılmış olabileceği ihtimâline pek olanak tanımıyorum.
Dahası, Çin kaynaklarında da bu târihlerde Türklerin Orta Asya'dan bu taraflara doğru göç ettiği yazıyormuş. Dolayısıyla Athenagoras, bölgedeki Türk varlığının Greklerden çok daha eskilere dayandığını, asıl işgâlci olanın Grekler olduğunu tanıtlamış oluyor ki bu kanıtlar, Yunan Diasporası'nın çıkarlarına çomak sokuyor.
Kezâ, Athenagoras'a göre zamanla Oğuzlar ile Khalybiler arasında ortak bir kültür gelişti. Ve Oğuzlar onlara; demiri işlemeyi, hayvan evcilleştirmeyi ve daha iyi avlanma yöntemlerini öğretmişse ki, bu çok kuvvetli bir olasılıktır; bu durumda bölge zamanla zenginleşmiş olmalı. Athenagoras, bölgedeki ilk Grek varlığının ise M.Ö. 650'lerde görüldüğü sonucuna ulaşmış, kaynaklarda bundan daha eski bir târih yokmuş.
Herodotos ise İonya'nın kolonilerinden biri olan Miletos'un bu dönemde Pontus'un zenginliklerinden haberdâr olduğunu ve burayı kolonileştirmek istediğini yazıyor. Ancak, Herodotos pontus adını, Greklerle kültürel, siyasî veya ekonomik bir ilişki içinde olan bir kent-devletini adlandırmak için değil, Karadeniz'in kuzeydoğusu anlamında kullanıyor.
Yâni, Eski Yunan kaynaklarında bile Pontus, aslında Greklerin eski bir yerleşim bölgesi olarak geçmiyor; pontus adı yalnızca coğrâfî bir nitelik belirtiyor. Ve Athenagoras bana, Yunan Diasporası'nın bu gerçeğe gözlerini kapayarak, Herodotos'un yazdıklarını apaçık bir biçimde çarpıtarak dünyâ kamuoyunu yanılttığını söyledi ki, sonuna kadar haklı görünüyor.
Yunan Diasporası, Pontus'ta Greklerden oluşan homojen bir insan kitlesi varmış gibi gösteriyor, bu kitlenin Türkler tarafından yüzyıllardır baskı ve zulüm gördüğüne dünyâ kamuoyunu inandırmaya çalışıyor. Dilerim, Osmanlı târihçileri de daha fazla geç kalmadan bu bilgilere vâkıf olurlar. Yoksa, önce bu sözde Pontuslulara tazmînat ödemeye, sonra da onlara otonomi sağlamaya mecbur bırakılabilirler.
Athenagoras'a bakılırsa Pontus, demir ve gümüş kaynakları bakımından son derece zengin bir kentti ve Miletoslular bu kaynakları İonya'ya taşıdılar. Böylelikle Miletos, M.Ö. 5. yüzyılda üstün bir refah ortamına sâhip oldu ve düşünsel faaliyetlerde de üstün başarılar kaydedebildi. Ve Felsefe de Miletos'ta bu refah ortamı içinde "doğdu".
Benim Felsefe'ye merâkım çok eskilere dayanır. Ancak, öğrencilik yıllarında aldığım felsefe eğitimi daha çok Aydınlanma ve Naturalizme ilişkindi. Başpiskopos Baldwin, derslerde bize Naturalizmin kökeninin Eski Yunan felsefesi olduğunu örneklerle anlatır, bende de bu felsefeye karşı doğal bir merak uyanırdı.
Ne var ki, derslerimize Başpiskopos Baldwin değil de bu konularda etraflıca düşünmemiş bir felsefe hocası girseydi, sanırım ben de şu sıralar müthiş bir Yunan hayrânı olurdum. Bazı Yunan filozoflarının gerçekten de insanlığa ışık tutacak fikirler geliştirmiş olmasına karşın, geneline bakıldığında bu felsefe, Doğu medeniyetinin Batının kendi şart ve koşullarına uydurularak değiştirilmesinde, bu medeniyetin içindeki mitik figürlerin çok daha anti-seküler hâle getirilmesinde önemli bir geçiş aşamasıdır.
Bu o kadar öyleydi ki, pek çok Yunan filozofu, hayatlarının pek çok döneminde Doğuya yolculuklar yapar, oraların kültür ve medeniyetlerini inceler, sonra gelip bunları kendi ekonomik ve siyasî yaşamlarına uydururdu. Romalılar zamânında da bunlar Vatikan öncülüğünde gerçekleştirildi ve Batı medeniyeti bu yolla inşâ edildi.
Bu yapılırken de Vatikan'ın direktifleri doğrultusunda, başta Platon'un Akademia'sı olmak üzere hemen tüm felsefe okulları kapatıldı, bunların yerine kilise okulları açılarak Vatikan'ın felsefî faaliyetlerden sorumlu en yüksek makam hâline gelmesi sağlandı. Böylelikle, Eski Yunan felsefesinin modern paganlığa tam uyumu da daha sağlıklı bir biçimde gerçekleşmiş oldu.
Ne kadar ilginçtir ki Avrupalı oryantalistler, geliştirdikleri çeşitli türden sömürgecilik siyâsetlerine "sağlam" bir temel oluşturmak için, "Batının üstünlüğü" tezini ortaya attılar ve bunu yaparken de özgün bir medeniyete sâhip olduklarını, bunun insanlığın bugün itibâriyle sâhip olduğu en üstün ve en ileri medeniyet olduğunu Asya ve Afrika halklarına yutturmaya çalıştılar, çalışmaya da devâm ediyorlar.
Fakat, Asyalı ve Afrikalı aydınlar çıkıp da bu "ilerleme"nin kaynağını bir türlü soramıyor. Bu aydınların gözleri o kadar köreltilmiş ki, kendi doğal kaynaklarını ve insan gücünü sömürerek ortaya çıkan bu "ilerleme"nin hesâbını sormak yerine, Batıyı taklit ederek aynı "ilerleme"yi sağlayacaklarını zannediyorlar. Tanrım… Sömürüye dayalı bir "ilerleme"! Üzerinde başta emek hırsızlığı olmak üzere hemen her türlü iğrençliğin payı bulunan bir "ilerleme"!
Böyle bir "ilerleme"nin matah bir şey olmadığını biz Avrupalılar, Aydınlanma'yla birlikte anladık. Ve biz Naturalistler için de ilerleme, aslında insanlık ideallerinde ilerlemedir. Eşit, özgür ve kardeşçe bir toplumda yaşama idealinin adım adım gerçekleşmesidir. Asyalı ve Afrikalı aydınlar ise güzelim ormanları katledip büyük büyük binâlar yapmayı, günde on altı saat ve sâdece karın tokluğuna işçi çalıştıran fabrikaların kurulmasını, vb. pek çok iğrençliği "ilerleme" sanıyor. Tanrım…
Bu aydınlar ne zaman akıllanacak? Bu aydınlar, kendi toplumlarında kendilerine özgü bir Aydınlanma'yı ne zaman gerçekleştirecek? Tanrım, sen bu aydınlara yardım et… Asyalı ve Afrikalı aydınların işi gerçekten de çok zor. Aydın olmak zâten çok zor; toplumun kemikleşmiş inançlarını, toplumsal putlarını, komprador burjuvasını karşılarına almaları yetmiyormuş gibi, bir de bu lânet herifleri; Avrupalı oryantalistleri karşılarına almak durumundalar.
Ama zâten, aydınları toplumsal bir değer hâline getiren de bu güçlüklere göğüs germeleri, yine de insanlık değerlerinden taraf olarak kendi toplumlarının insanlık idealleri doğrultusunda ilerlemesi için yol açmaları değil midir? Gerçi, bazı Orta Afrika aydınlarına da herhangi bir haksızlık yapmak istemem; onların yeri ayrı…
Tanrı'ya şükürler olsun ki, şu son dönemlerde Orta Afrika'da bu lânet heriflere karşı çeşitli direnişler başlatılıyor. Zâten, bu bölgedeki komprador burjuvanın zencîleri kontrol altında tutabilmesi çok zordu; dilleri, dinleri, kültürleri, vb. Anglo-Saksonlara hiç mi hiç benzemez. Bu engelleri bizim oryantalistler, halkı ve aydınlarını hipnotize ederek bertarâf etmişti, şimdi ise yavaş yavaş bu hipnoz aşılıyor gibi.
Bunda kuşkusuz, bu bölgelerde etkinliklerini sürdüren Naturalist kardeşlerimizin üstün başarılarının payı büyüktür. Dolayısıyla Afrikalılar, Başpiskopos Baldwin'e ne kadar minnet duysalar azdır. Ve keşke, Kuzey Afrika'ya da tarikatımızı benimsetmeyi başarabilseydik. İşte o zaman, hem bizimkiler, hem de Fransız komprador burjuvası tam yenilgiye uğrayacaklardır.
Şahsî kanaatim şudur ki, Türkleri ötekileştirmeden koruyan, ötekileştirmenin zararlı etkilerinden sakınan toplumsal genetiklerinin yerine getirdiği fonksiyonları, Orta Afrika'da biz Naturalistler yerine getiriyoruz. Dilerim, günün birinde Kuzey Afrika'ya da gireriz ve tüm Afrika, bizim kontrolümüz altında insanlık ideallerinde ilerlemesini sürdürür. Tanrım, biz Naturalistlere bunu bağışla…
Diğer taraftan, bence oryantalistlerin, özellikle de bizimkilerin en büyük esin kaynaklarından biri, John Locke'un "tabula rasa" söylemidir. John Locke bu söylemiyle, insan zihninde doğuştan gelen hiçbir ide ve ilke olmadığı, her şeyin sonradan istenildiği biçimde şekillendirildiği görüşünü ortaya atmış ve başta tanrı idesi olmak üzere, zihinde mevcut sanılan tüm idelerin oraya ancak sonradan yerleştirildiğini savunmuştu.
Locke'a göre insan zihni, içinde bulunulan çevreye göre istenildiği biçimde yeniden formatlandırılabilirdi. Ve Locke bu görüşünü, Aydınlanma'nın genel eğilimi doğrultusunda geliştirmiş, herhangi bir art niyet gütmemişti. Ancak, bizimkiler başta olmak üzere hemen tüm oryantalistler, bu söylemi alıp kendi zihin formatlandırmalarına meşâle yaptılar; zihinde değiştirilemeyecek hiçbir şey olmadığını savundular. Hem, târih dediğimiz şey nedir ki, toplumların zihninden başka…
Locke'u bu işlerden sorumlu tutmak için değilse de oryantalizmin kaynakları ve gelişim serüveni açısından bence bu, oldukça önemli bir düşünsel odaktır. Oryantalistler, Asya ve Afrika halklarını ve aydınlarını, bu insanların zihinlerini ve târihlerini önce tabula rasaya çeviriyorlar, sonra da kendi hedefleri doğrultusunda yeniden yazıyorlar; kendi toplumsal ve kültürel unsurları aracılığıyla bu insanların zihinlerini ve târihlerini ele geçiriyorlar ve onları sömürgeleştiriyorlar.
Bugün eğer, Hindistan'da yerel dilde konuşmak yasaklanmışsa; gerek resmî dil, gerekse gayri resmî dil olarak yalnızca İngilizce kabul edilmişse, bunda Hinduların zihinlerini ve târihlerini yok etmeyi, sonra da tabula rasaya çevirdikleri bu zihinlerin ve târihlerin üzerine Anglo-Sakson toplum yapısını ve kültür unsurlarını kazımayı ve Hinduları köleleştirmeyi amaç edinen bizim oryantalistlerin payı büyüktür.
Hindular artık, Hinduizmi bırakmaya başlamış; Anglikan Kilisesi'ne bağlı papazlar eşliğinde hızla modern paganlığa yöneliyorlar. Dilerim, günün birinde Hindular da çağdaşlığın Anglo-Saksonlara özgü boş ve gereksiz bir kibarlık olmadığını; beş çayları düzenlemenin, çayı cam bardakta değil de porselen fincanlarda içmenin, vb. çağdaşlıkla hiçbir ilişkisinin olmadığını, bunların toplumsal ve kültürel farklılıklar olup başka toplumlar ve kültürler nezlinde herhangi bir üstünlük yaratmadığını/yaratmayacağını anlarlar.
Gerçi, İngilizce konuşmaya devâm ettikleri sürece, bu biraz zor gibi görünüyor; ama, dilerim günün birinde bunu anlayan bir aydınları ortaya çıkar ve Hindular da Anglo-Sakson boyunduruğundan kurtulur. Yoksa, Hindistan'da da modern paganlık, tüm mânevî unsurları yok edecek ve Hinduları sömürgeciliğe karşı korumaya çalışmak da iyice zorlaşacaktır.
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SORAMAM NEREDESİN DİYE
Odanın kapısında elim
Korkuyorum
Açmaya biliyorum
Yıkılır duvarlar üstüme
Öldürür beni
Yalnızlığım
Sual edemem kimseye
Soramam neredesin diye
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.
İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.
"bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com
İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|