|
|
|
Editör'den :Gelin değerlendirelim!.. |
Merhabalar,
Referandum geride kaldı. Sonuçlar pek çoğumuz için şaşırtıcı oldu demek mümkün. Ama kazın ayağı öyle mi gelin birlikte bir sonuçlara bakalım.
Yüzde 58'e yüzde 42 "HAYIR" yenildi. Öncelikle "EVET" ve "HAYIR"ın ne anlama geldiğini irdelemekle başlayalım.
"EVET"çiler argümanlarını içerik üzerine kurdular, zira, asıl değiştirmek istedikleri yargı yapısını kamufle etmek için, etrafına serpiştirdikleri, "olsa ne farkeder" maddeler ve zamanında alkış tuttukları 12 Eylül 80 darbesinden sözde hesap soracak madde ile, beyni buruşmuş romantikleri saflarına çekeceklerini hesaplıyorlardı, öyle de oldu. AKP'ye, daha doğru bir deyişle, Tayyip Bey'e biat etmiş, ağzının içine bakan yüzde 40-45'lik bir oyun cepte olduğu herkesin malumu. Parti gönüldaşlarının yanında, baskı, tehdit ve sadaka ile ele geçirilenleri de bu sınıfa dahil ediyorum, yanlış anlaşılmasın. Geri kalan yüzde 13-18'lik bölüm ise işte o, kandırılmış, bindirilmiş, beyin damarları dumura uğramış romantik şaşkınlar. Bilinçli ya da bilinçsiz, gözlerini olana bitene kapamış dangalaklar sürüsü. Sorun kendilerine bakalım, demokrasi adına ne elde ettiklerini söyleyebilecekler mi? Referandumda biti kanlananların hemen başkanlık sisteminden bahsetmeye başlamaları, HSYK'yı çaycısından başkanına dizayn ettiklerinin anlaşılması ve devam edecek bir sıra uygulamadan sonra, "Yandım Allah" diyecekler olacaktır aralarında mutlaka. Ama ne yazıktır ki, şimdiden sapkınlık emareleri gösterenleri de gırla. Alın tarafın çongarını vurun radikalin çandarına. Kemalizm'e vurulan darbe diyenden, ortaya çıkan haritayı kendince çorba edene kadar bir sıra aklıevveller sürüsü. Yavaş yavaş kaynayan kazanda, yemek olmaya hazırlanan aymazlar. Sorsan, hepsi birer ulema.
Bu arada şov da başladı. Eline dosyayı alan savcılıklara suç duyurusunda bulunuyor. Dün, vakit denilen paçavranın manşetinde şu haber vardı; "Yüzde 58 'Evet' ile sonuçlanan referandum sonrası , "Hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını, Anayasa değişse dahi, yasalar değişse dahi korumak azmindeyiz" açıklaması yaparak milli iradeye başkaldıran Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya hakkında "görevi kötüye kullanmak"tan suç duyurusunda bulunuldu." Bilin bakalım sırada kim var? Memleketi emperyalistlere terketmeyerek Cumhuriyeti kuran, bu hainlerin varlığını seksen yıl öncesinden gören ve söyleyen Mustafa Kemal Atatürk. Dediydi dersiniz.
Peki siz hepiniz akıllısınız da, Türkiye'yi besleyen, en eğitimli, en görmüş geçirmiş, en Avrupa'ya yakın, Dünya ile, çevre ile barışık, denizle yaşamaktan beyin damarları açılmış kıyı kentlerinde yaşayan onca parlak insan salak mı? Memlekette ki her türlü propagandaya rağmen, durum normal olsa, oylanan 26 maddenin 24'üne hemen, 2'sine ise AYM tarafından traşlandıktan sonra, şerh koyarak ta olsa "EVET" diyebilecek yüzde 42'lik bir memleket sevdalısı, neden "HAYIR" dedi, hiç düşündünüz mü?
Düşünecek uzuvları kalsa düşünecekler de, hepsi kalk gidelim etmiş çoktan. Ben söyleyeyim öyleyse, korkuyoruz arkadaş. Kendimiz için olsa etek öper diz çöker kı.ımızı kurtarırız ama memleketimiz, çocuklarımız, geleceğimiz için korkuyoruz. Ovuştura ovuştura, alıştıra alıştıra dışa vurdukları gizli emellerinden, sağ gösterip sol vurmalarından, dün kaka dediklerini bugün yalayıp yutmalarından işkilleniyoruz. Okyanus ötesine sallanan mendillerden, fişlenip, dinlenmekten ürküyoruz. Oy uğruna dilenci edilen vatandaşın halinden utanıyoruz. Yabancı basında 25 milyon dolar parayı yardım kuruluşu aracılığıyla bizzat lüplettiği söylenen başbakanın, memleketi düşürdüğü duruma üzülüyoruz. Sırada ne var acaba diye geceleri uyuyamıyoruz. Zaten astığı astık, kestiği kestik olan liderin, padişahlıktan başkanlığa geçiş serüveninin başladığını görüyor, titriyoruz. Memleketi bölmek için bölücülerle ittifak yapanların, onlardan güç alarak, memleketten ayrılmayı planlayanların, kürtçe eğitim istiyoruz diye çocuklarını okula göndermeyecek neo-faşistlerin varlığını biliyor, kızıyoruz. Daha sayayım mı, yoksa yeter mi?
Neden 58'e 42 sorusuna cevap ararken bir dostum şu cümleyi kurdu; "Türkiye'de bu işin püf noktası siyaseti aptal insanlara göre yapıp, sonra da dönüp halka "karşı taraf seni aptal yerine koyuyor" deyip, bir o kadar daha oy almaktır. Bu işi de en iyi Recep yapıyor." Katılmamak mümkün mü? Katılmayanlar için iş zaten bitmiş, geçmiş olsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BURAM BURAM BURSA |
|
Yolum buralara düşeli takvimler kafayı sıyırdı, yağmurlar yağdı, referandum yapıldı. Daha ikinci haftasını bile bitirmedi ayaklarım bu kaldırımlarda… Fomora (şehreküstü) Meydan'ında güvercinler birkaç avuç buğday yiyemeden henüz yoruldum, bittim. Alper ile iki gün apartmanlarda kiralık yazısı aramaktan anamız ağladı. Hadi bana reva neyse ama Alper'e yazık değil mi? Bereket ramazan bizi pas geçiyor yaksa dayanmanın imkânı yok. Boynumuz tutuldu dolaşmaktan. Üçüncü günün akşamında pes edip kaşına gözüne bakmadan bir ev kiralayıp bu sıkıntıdan kurtuldum. Çocuklar ve hanım gelince şimdi kurtulduğum bu dert yeniden belki gırtlağıma sarılacak ama pes yahu. Yeter… Güzelliği anlatma bitirilemeyen Bursa'ya alıca gözüyle bakamadan günlük dertlerin arasında boğuluverdim.
Bu kentin en ünlü semtlerinden biri Çekirge'dir. Yada ben öyle sanıyorum. Sokaklarında dolaşmadan önce bir Uldağ'ı duymuştum, bir Ulu Cami' yi, bir da Çekirge'yi. Semtin adını duyup zıplayan bir şeyler var sanılmasın. Ulu çınarları, eski taş yapıları ve çeşmeleri ünlüdür bu semtin. Ayrıca kayaların altı kaynayan bir kazan gibidir. Altından bol bol termal sular çıkar durur. Bu kentte yaşayıp bunu hayra yormayanlar da çoktur. Olası bir depremde zeminin çok çabuk sıvılaşacağı ve felakete neden olabileceği kaygısı dile getirilmektedir.
Bursa'nın çarşıları da Ulu Camii kadar ünlüdür. Kapalı çarşıya bitişik veya yakın birçok ayrı tarihi çarşısı vardır. Onu bunu bilmem. Kenti gerçekten içinize çekmek istiyorsanız bir akşam vakti mutlaka Tophanede olmalısınız. Akşamın ilk ışıklarıyla gerçekten eşsiz bir görüntüyle karşılaşacaksınız. Başkalarını bilmem ama Setbaşı Köprüsü'nden geçerken de hoş bir sürprizle karşılaştım. Tesadüfen köprünün altına baktım. Derinde ta derinde çınarların altında rengarek çiçeklerle bezeli güzel bahçeler, lokantalar vardı. Üstelik yorgundum ve gözlerim bir güzellik görse bile fark edemeyecek durumdaydı.
Ben bir ev bulup yerleşme telaşı ile koştururken ramazan bitti bayram geldi. Bayram bitti referandum geldi. Ülkemin gündemi bir taraftan Dünya Basketbol Şampiyonası öte yandan halk oylaması ile çalkalanıyordu. Evde henüz bir şeyler tam rayına oturmadığı için televizyon yayınlarını izleyemiyordum. İyi ki de izleyemiyordum. Halk oylaması akşamı telefonumun kulaklığını takıp biraz radyo dinleyeyim dedim. NTV Radyo'da konuşan yorumcu Bursa'nın öteden beri sağın kalesi olduğunu, evet oylarının açık ara ile önde gittiğini ve zaten bu sonucun beklendiğini söylüyordu. Bu yorumlara alışık olmayan insan kaldı mı bu ülkede?
İnsan elinde olmadan düşünüyor. Bu kent hangi sağın kalesi? Demokrat Parti'nin mi? Yoksa Adalet Partisi'nin mi? Milliyetçi Hareket Partisinin mi? Saadetin mi Refah Partisi'nin mi? Büyük Birlik Partisi'nin olmasın sakın. Yok yok Mutlaka Adalet ve Kalkınma Partisi'nindir. Hadi solu anladık. İçinde ufak tefek sosyalist veya komünist gruplar olsa da bu tanımlama genelde CHP'yi anlatır. Son zamanlarda bunun içine belki biraz da ulusalcı katmak mümkündür. Ve referandum sürecinde bütün gazeteler HAYIR yandaşlarını sistemden beslenen, ayrıcalıklı bir kesim olarak tanımlayıp durdu. Başkalarının belleklerinde neler olduğunu bilemem. Bu ülke en yüksek sol oyu sandıkta 1973 de görebildi. Arşivlerde bu oran %35 olarak yer alıyor. Türkiye'de ne zaman sol iktidar oldu ve devletin kaynaklarının başına oturup dilediği kadar çorba içebildi.
Başa dönelim. Bu ülkede ne zaman devlet ihalesi ile beslenen ve taşeron işçi olarak yarı aç yarı tokyaşayan,sömürülen insan aynı siyasi görüşte oldu. Sağ liberaller ne zaman dönüşüp siyasal İslamcı oldular. Adnan Menderes'in kırsal kesimli seçmenleri ne zaman AKP'li ve aynı sağcı oldular. Okuldan ve ekmekten uzakta bırakılan gecekondu semtleri ne zaman sermayeden yana ve azıcık da yeşil oluverdiler. Eğer sağ tanımı bu kadar genelse ne zaman aç ile tok, zengin ile fukara, aydın ile cahil, kibirli ile mütevazı aynı sofraya oturdular. Şunu bunu anlamam. Bu ülkenin böyle birleştirici bir sağı varsa zaten başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Yürü be güzel ülken, koş be yeşil Bursam seni kim tutar? Çünkü dünyada hiçbir siyasi görüş aynı çatı altında bu kadar çeşitli toplum kesimlerini kucaklayamadı. Biri çıkıp adam gibi söylesin. Bu ülkede üç kuruşluk çıkar için bütün değerlerimizi satar olduk. Böyle bir sosyal dönüşüm, büyük bir kokuşma yaşanıyor. Desin de canımı yesin. Neyse uzatmalım, Bursa böyle küçük tanımlamalara sığmaz. Bursa Spor şampiyon olunca bütün kent futbol takımının renkleri ile donatılmış. Hala da her sokakta, her meydanda karşınıza çıkıyor. Bu kentin de futbol takımlarıyla gururlanmaya hakkı var. Fakat bayraklarındaki timsah resimleri bence güzel durmuyor. İnsan kendini Güney Amerika'da, Amazonlarda sanıyor. Yâda bütün bayrakları lakost firması vermiş gibi duruyor.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BACH'TAN GÜNÜMÜZE BALE ADIMLARI |
|
8.ULUSLARARASI BODRUM BALE FESTİVALİ
Festival programını tanıtan bir yazı yazarken dikkat çekmeye çalışmıştım. Gördüğüm dostlara da "Bakın bir İsviçreli, bir Amerikalı, bir de İsrailli koreograf, Bach'ın müzikleri eşliğinde uzak doğulu dansçıların sunacağı bir gösteri. Yerelle evrenselin uyumunu seyretme olasılığımız yüksek." demiştim. Sezgilerimde yanılmadığımı daha oyunun ilk çeyreğinde anladım.
Bu tür gösterilerde genellikle birinci perdeler ısınma turu gibidir. Sanatçılar tüm hünerlerini finale saklarlar. Oysa bu eser daha ilk anda çekip alıveriyor seyirciyi içine. Önce ses büyücüsü Bach, bizi göksel bir güçle buluşturmak için, yüreğimize kanca atıyor. Sonra o kancanın ipine kuğu edalı Koreli kızlar tutunuyor. Ne kadar yükselsek yetişemiyoruz onlara; El Greco'nun ya da Modigliani'nin figürleri gibi uzuyorlar.
Bir rüzgâr geçiyor içimizden:
"Her şey olacak" ,"All shall be!" , "Alles zal zijn!", Vsyo budet, Alle werden, Ola prepi na ine, todos seran, tutti devono eserse, tout doit être…
Kale duvarlarına çarpa çarpa Bodrum'a dağılıyor. Yine söz çekiyor düdenine beni. Dilimden dizeler dökülüyor. Gözlerimi sahneden ayırmadan bir kâğıda not ediyorum.
BACH
Karlı dağ, ıssız göl
ve guguklu saat
Göçmen tarih, tümülüs
ve gözyaşı şişesi
Aralanmış bulut, yamanmış deniz
ve mührü gamze
Uçar gelir ayrışmış bir acıdan
bir kum taneciğini kor yüreğe
ayakları tüy.
Sonra birden gök gürlüyor. İçimden herhalde Japonlar gibi Korelilerin de devasa davulları var diye geçiriyorum. Ama Koreograf Wıllıam Forsythe bir Amerikalı. Müzik Thom Willems, Leslie Stuck'e ait. Sahnedeki sanatçılar ne denli güzel oynasalar da bu müzik bana göre değil. Barbaros'u izlerken de yaşamıştım bu duyguyu. Satır aralarında Mercan Dede'nin biraz da sofiyane müziklerini aramıştım.
Her şey ortada işte… Gören göze, duyan kulağa tarif ne gerek. Bacht'dan günümüze doğru geliyorsak bu tekno müzik eşliğinde, klasik balenin romantizminden uzaklaştığımızı anlamamız gerek. Bu, beğenmedim anlamında bir saptama değil kuşkusuz. Tersine dans ve müziğin çok farklı boyutlardaki uyumunu izlemenin alışılmamış hazzı duyumsadığım.
Mim mi pantomim mi? Neyin parçaları bu kristaller? Görünmez bir el tek tek topluyor parçaları. Bir mıknatıs, zerre zerre çekiyor, ekliyor birbirine her parçayı. Her parça, her adımda biraz daha anlam kazanıyor. Bu bir dünya: sıcacık. Seyirci sahnede, oyuncu trübünde… Herkes her yerde…
Ohad Naharin bunun adına neden "Eksi 7" demiş ki?
Eğer insanlık Bach'tan günümüze bale (sanat) adımlarıyla gelebilseydi, eminim ki dünya bugünkü gibi barut ve kan kokmaz, oynayanlarla izleyenlerin karışıp kaynaştığı bir cennet olurdu.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Bilsen… |
|
Bir başın ağrısında kestiler sözü
Dar'ın çapında aradılar seni
Dediler ki; "nedir senin derdin, görmüşlüğü geçirmişliği yaşamışlığı burkulmuşluğu ne kadar olabilir ki bedeninin…"
…
Çok uzak iki birleşmez yol başı…
Birinde ben varım.
Diğerinde ahvalim.
Umudunu kesince insan ölmelidir diyorlar
Bayramda kurban edecek başka hiçbir şeyi olmadığı için efkârı bol bir adam vardı
Umudumu gökten indirdi
Ona köle etti Tanrı
Söyleyin şimdi;
Kimdir hatalı
…
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ebru Coşgun VERUM FACTUM (OLRİC) |
|
Ben gitmedim, ben çıkmadım yola harflerim gittiler önce
Bu yüzden çok sesli yazamıyorum artık, sen ; acı eşiğimin son noktasısın olric
Bu yüzden anlam denen şey de yok yazdıklarımda
Neden hep kendini arar insan?
Neden hep "orda mısın" diye seslenir ben sandığı dipsiz kuyulara?
Neden kendi içinde kaybettim sandığın aşkı başkalarının arka bahçelerinde ararsın?
Oysa ben yalnızca "Su" ya aşkı anlatıyorum olric.
Ben ,sırf beni sevdiğini söylemeyecek diye bana hata üstüne hata yapan adamlar sevdim.
Alfabenin yirmidokuz harfinden arınarak seviştiğim ,ellerinde ki kullanma kılavuzlarını yırtıp attığım adamlar sevdim.
Biliyorum olric, ellerinde olsa avaz avaz bağıracak adamlar sevdim ben.
Nasıl mıyım?
Elde iki jokerle öylece kalakalmış gibiyim.
Oysa aynı anda oynayamazsın iki jokerle, en az bir el , en az bir hayat bekleyeceksin olric.
Şimdi; beyinlerimize "unut onu" saklı komutunu verip hafızasızlığımızı gurur sayacağız.
Şimdi; birbirimizin yanından denizi yarıp geçen iki gemi gibi öylece geçip gideceğiz farklı yönlere.
Şimdi; aşk mıydı, gerçekten kim sevdi ya da sevmedi önemi kalmadı,
Hangimiz daha çok yaralandı bunun da önemi yok
Yüzüme öyle nefretle bakma olric , gelip sende biten halimi görmek zorundaydım.
"Gördüm…" son kez öpmek için uzandığımda öfkeli bir aşkın son dublörü vardı geceye aykırı vücudunda.
Biliyorum inadıma ,ısrarıma öfkeleniyorsun olric ve susmalara aldanıyorsun , sen susarken ben nefesinin kimyasından oluşan girdaptan geçip gidiyorum..
Aşk tutulan bir nöbet değil mi olric ? elbet bir saat sona erecek
Yani aşk; sarhoşluğuna katıksız bir şarkı olmak gibiydi.
Oysa bilmiyorsun; sen bakışlarını bakışlarımdan kaçırırken ben idam olup çıktım koynundan tan vakti
Oysa bilmiyorsun; senin son kez alnıma kondurduğun öpücük şakağıma dayanan tabancaydı.
Oysa sen; susup uzaklaştıkça, yok saydıkça , bize ait olan her an'dan yakanı sıyırdıkça rahatlayıp her şeye yeniden başlayabileceğini sanıyorsun…doğrudur belki de ,
yani ; verum factum ( gerçek; yapılandır!) olric , gerçek bana o akşam yaşattığındır.
Akşamdır
Yağmurlu bir eylül akşamında sanki don olmuşta buz kesmiş gözlerin
Akşamdır
Ve bitmez sandığın bir aşk da biter gecenin gün yırtığıyla
Akşamdır ve unutursun olric
Kimi sevdiğini kimle seviştiğini unutursun
Nerden geldiğini ve nereye gideceğini unutup kalakalırsın bir başına
Tek hatırladığın yalnız bir otel odasında gözlerini kapamadan önce söylediğin sözdür; iyiki dokunmadın bana!
İyi ki dokunmadın bana olric !
Akşamdır, suskunsundur biraz da öfkeli ve bu maceranın sonusundur.
Nasıl mıyım?
Yerine derin bir iz bırakarak geçecek, hiç nedensiz bir ağlama krizi gibiyim.
Yani; akşamdır ve bu ruhani sürüklenişlerimizin kaos'a ispiyonudur olric.
Bu gece kalbim ayaklanır kalbinin orta yerine bağdaş kurmuşluğundan
Bu gece kalbim önce sorar sonra cevap verir suretine
Bu gece kalbime inen davetsiz misafir toparlanıp gider olric.
Hangi aşk hangi isyanla örtüşebilir ki?
Ses nereye ulaşmak ister önce? Nereye dokunmak ister?
Soyadına bir olamadığım aşklardan bahsetmiyorum olric.
çizik cd'lerin atladığı ezgiler gibiyim.
Sözcükler bu kadar güçlümüdür gerçekten, ulaştıklarında vururlar mı seni
Oturup ağlar mısın mesela yine.
Aşk dediğin nedir, ne işe yarar, kim kimi tanımlayabilir,
Ben gözleri mayıs olup erguvan bakan adamlar sevdim olric
Nasıl bir bakmak kocaman ; çok çok içmiş sarhoş bir gemi gibi bakan adamlar sevdim.
Ben gözlerinde ateşböceği yanan adamlar sevdim olric ; biçimi yok sınırı yok zamanı yok
Yüzünü iyi bilmediğim adamlar sevdim ben ; gözlerine takılıp kaldığım adamlar.
Akşamdır ; gözlerini cebine koyarım biri beyaz biri yeşil
Akşamdır ; masanın üzerinde bir çay çok şekerli , bir de 1-0-1
Akşamdır ; bana bira da vermezler zaten bu saatte , televizyonda maç ve tuttuğumuz takım yenilmek üzere tamda geceye yakışır şekilde.
Şimdi hangi telaşız , hangi sesin yankısıyız , hangi dalgalarla köpürüp duruyoruz birbirimize
Şimdi ; yani tamda şu anda tut elimi desem , ne senin elin el artık nede benimki olric
Biz hiçbir oyun da asla çift gelemeyecek zarlarız.
Ebru Coşgun ebrucuk6@yahoo.com.tr
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Fidel bir şey demiş! |
|
"The Atlantic" dergisinin muhabiri Jeffrey Goldberg, dünyanın en özel yunus gösterisini izlemek ve Fidel'le de bir röportaj yapmak için Havana'daydı. Röportajın önceden belirlenmiş belli bir şablonu yoktu. Dünyadaki gelişmeler ve Küba'ya yansımaları ile Küba'da günlük hayata yönelik yeni düzenlemeler başlıca konulardı. Jeffrey Küba'ya, Birleşik Devletler Dış İlişkiler Komisyonu (CFR) Latin Amerika Araştırmaları bölüm başkanı Julia Sweig ile birlikte gitti. Fidel gibi bir ayaklı kütüphaneyle politika konuşacaksa beraberinde bir uzman getirmesi son derece doğaldı.
Fidel, karısı Dalia, oğlu Antonio ve Küba medyasından Randy Alonso, Julia ile Jeffry küçük bir masanın çevresinde, İran ve Ortadoğu'ya odaklanmış 3 saat süren yorucu bir toplantının ardından öğle yemeği yiyorlardı. "Havadan sudan" konuşurken, Jeffry Fidel'e aniden Küba modelinin hâlâ ihraç edilebilir bir model olduğuna inanıp inanmadığını sordu. Fidel, Küba modelinin kendileri için bile artık işlemediğini söyledi. Devrimin maksimo liderinin bu sözlerine inanamayan Jeffry, Julia'ya cevabı yeniden tercüme etmesini söyledi. Julia'nın yorumu, Fidel'in "Devrimci Fikirleri" asla reddetmediği, ülkenin ekonomik hayatında devletin ne kadar büyük bir rol üstlendiğini vurgulamak için bu cümleyi söylediği oldu.
Bu soru ve ona verilen yanıt bir yemek sırasında sarfedilmiş yalnızca bir kaç cümle. Üstelik Fidel'in cevabı olan cümle üzerine "Aaa, Fidel sen bunu nasıl söyledin, altında yatan gerekçe nedir, ne oldu da böyle söylüyorsun?" gibi hiçbir araştırma ve devam konuşması yok, açıklama beklentisi yok!
Bu cümle, Jeffry'nin blog'unda yayınlanıp habere dönüşüp ortaya çıkar çıkmaz dünya ayağa kalktı. Herkes, koca bir röportaja odaklanacağına, yemek sırasındaki sohbette Fidel'in ağzından çıkan bu cümleyi yorumlayıp durdu: Ortalık Küba Devrim'ini alaya alan, Fidel'in sonunda ağzından baklayı çıkardığını söyleyen bir sürü dayanaksız yorumla doldu. Fidel bu cümleyi, Raul'un ekonomi üzerindeki devlet kontrolünü azaltan bazı yapısal değişikliklerine destek olsun diye de söylemiş olabilir miydi? Örneğin, bazı küçük esnaf kendi işini kurabilecek ve karşılığında vergi verecek, devletin istihdam ettiği insan sayısı düşürülecek, verimsiz çalışan işletmeler daha modern çalışma süreçleriyle verimli hale dönüştürülecek ya da yabancı yatırımcılar (BD dışında) Küba'dan gayrı menkul satın alabilecek…
Jeffry aslında "Küba Modelinin ihraç etmeye değer bir model olup olmadığını" sorarken, Küba'nın devrimini ihraç ettiğini de üstü kapalı olarak kabul ediyor. Fidel ise verdiği cevabı "kelime kelime" inkar etmiyor ama aslında tersi bir durumu anlattığını söylüyor: "Sermaye sistemi ABD'ye ve bütün dünyaya bu kadar zarar verirken, fayda sağlamadığı bu kadar ortadayken, bu sistemin Küba gibi sosyalist bir ülkede işleyeceğini kim düşünebilir ki." diyor ve Jeffry'nin bu farklı yorumuyla da eğlendiğinin altını çiziyor. Dünya'da olduğu gibi Türkiye'de de ana akım medya Fidel'in ilk cümlesine balıklama atladı ama birkaç gün sonra Fidel'in Havana Üniversitesi'nde yaptığı konuşmay es geçti.
Dünyanın içinde bulunduğu ekonomik açmazların sebebi olan sürekli-sınırsız tüketimi özendiren sermaye düzeni orada duruyorken ve bu çaresizliğin reçetesi olarak yine sermaye düzeni içinden üretilen yeni çareler uygulanırken, 11 milyoncuk nüfuslu Küba'nın sosyalizmden vazgeçmesi olası mıdır? Birçokları bunu duymaya yıllardır hazırlandığı için, Küba'nın da bu sermaye çarklarında öğütülmesini görmeyi ağızları sulanarak bekliyorlar. O yüzdendir ki bu cümleye çok takıldılar.
Fidel'le oturup hiç yemek yemedim ama Havana'da canlı olarak iki defa oldukça yakından dinleme ve izleme şansını yakaladım. Fidel'in asla "boş" konuşmadığını, anlatımı sırasında son derece hem sözlü hem de mimikleriyle "esprili" konuştuğunu söyleyebilirim. Fidel'in hiç bir konuşması içinden cımbızla kelime ya da cümle seçilerek yorumlanmamalı, bütüne bakarak değerlendirilmelidir. Aksi halde Jeffry gibileri Fidel'in eğlencesi olmaktan kaçamayacaklardır.
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran RUHİ SU USTA |
|
Şimdi rağbet güzel ile zengine değil, ucuzla çirkine biliyorsunuz; o yüzden kimse güzeller güzeli Ruhi Su'nun unutulmaz türkülerini çalmıyor artık bize; şaşkın serçeler, siyasetçi uşağı rockçılar yürürlükte çünkü.
Yazık ki enerji dönüştürümü henüz bize gazete sayfalarında sıkıştırılmış müzik dinleme olanağı yaratamadı, dolayısıyla Büyük Usta'nın uzun havalarını, türkülerini dinletemem size; onun yerine, bir kerecik basılıp tozlu raflara atılmış Ezgili Yürek adlı kitabından kimi şiirleri yeniden okutayım bari; daha çoğunu anabilmek için onları da sıkıştırılmış düzende vereceğim, bağışlayın.
SEFERBERLİK
Eli silah tutanların gidişiydi bu. Rediflerin, vay anam kur'asının.
Çalgıların da insanlar gibi Zort zort edeni var Zom zom gideni var. Uyandım davulun bağnazlığına Davulun, trampetin Gerilmiş derilerin muştusuna Seferberlikti bu, karşı durulmaz.
Bir sesim vardı benim Bin sesim olsa n'olacak? Çocukların sesiyle adam vurulmaz Kim getirdi bu savaşı ekmeğin beyazlığına?
Şimdilerdeki gibi anımsarım İkiz bebeklere benzerdi ekmekler Püren çalısında pişer Püren dalı gibi kokardı Biz oldum olası ekmekle doyarız da Çocukluğum geldi aklıma.
Hep savaşlardan mı kaldı bu yoksulluk Seferberlik derlerdi, ben de bulundum içinde. Pelit, ekmek ağacı Harnup, pekmez ağacı, bal ağacıydı bizim Güney'de Çocuklar ya çok azdı, ya çok ağlamazdı. Ya da ağlamaya vakit kalmazdı. Hastalık lekeli humma İlaç kınakınaydı Gitsin, gitsin de gelmesin Çocukluğum geliyor aklıma.
GELDİK
Hepimiz bir yerlerdeydik Başka bir yere geldik Değişen dünyanın sürecide Karanlık bir sudan geldik
Ne gül eski güldür şimdi Ne beygir eski beygir Kırmadan incitmeden Maymundan insana geldik
Bakmayın siz bu bencil Bu hayvansal kavgaya Değişen dünyanın içinde İnsana biz yeni geldik.
GÖRÜNEN
Almanya'da topraklar Aynı bizimki gibi Ağaçları görgüsüz cahil Ne Beethoven'i bilen var ne Spartakistler'i Nerde dünya durdukça duran Çınarlar bizimki gibi
Bir adam gördüm Frankfurt'ta Noel ağacının dibinde Kasketini açmıştı gözleri yerde Yoksulluğun utancı aynı bizimki gibi
Memleketim diye kucakladı işçilerimiz bizi Biri ağladı usul usul boynumda durdu Uykuda kaymış da sanki yüzleri Bıyıkları aynı bizimki gibi
Ellerim ayaklarım gibi buldum Hiçbir şeye şaşmadım da Neden takılıp kaldı aklım Bizim bebelere Almanya'da Adları kalmış ancak / Söylenen bizimki gibi.
IRMAK
Ağaç demiş ki baltaya Sen beni kesemezdin ama Ne yapayım ki sapın benden Bak şu ağacın bilincine sen Ölen ben öldüren benden
Bunca analar ağlayıp durur da Akıp gider gelinciklerden Kör müdür sağır mıdır bu ırmak Ölen ben öldüren benden
Her yerde böyle olmuş bu Önce dağa taşa söyletmiş halk Sonunda sabahın bir yerinden Uyanıp kalkmış ayağa ırmak Ölen ben öldüren benden
EZGİLİ YÜREK
Hangi taşı kaldırsam Anamla babam Hangi dala uzansam Hısım akrabam Ne güzel bir dünya bu İyi ki geldim Süt dolu bir torbayla Şöylece çıkageldim Kime elimi verdimse Döndürüp yüzümü baktımsa Kısmet kapıyı çaldı Kör pınara su geldi Ben şakıyıp durdukça öyle Gülün kokusu geldi Bebesi olmayana Bunalıp da kalmışa Acılarla yüklü Dargın yüreklere Yetiştim geldim İyi ki geldim.
ELBETTE BÜYÜK USTA, İYİ Kİ GELDİN!
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XXXVI |
|
Bizim oryantalistler üzerindeki etkisi dikkate alındığında Francis Bacon da yine önemli bir sîmâdır. Bacon da bilginin güç olduğunu; bilgi sâhibi insanın hem doğaya, hem de insan dünyâsına hükmedebileceğini ortaya koymuştu. Bacon'la başlayan İngiliz empirizmi, bu çabalardan hiç vazgeçmedi. Bilginin kaynağı konusunda anlaşamamış olsalar da bu konularda tam bir görüş birliği içindeydiler.
Bizim oryantalistler, Bacon'un açtığı yoldan ilerlediler; Bacon onlara, Asya ve Afrika'nın sömürgeleştirilmesi için bu toplumların dilini, dînini, kültürünü, toplumsal yapısını, vb. tanımayı, bunlara ilişkin yasalara ulaşmayı öğütlemiş oldu. Belki, aralarında doğrudan bir bağlantı yoktu; ama, düşünce târihi itibâriyle bakıldığında bu bağlantı sâbittir.
Filozof olmak, gerçekten de çok zor bir iş. Söylediği lâfların ucu nereye gider, bunu tartamayan bir kimse bence filozof olmamalı. Belki Bacon da Locke gibi, oryantalizmden doğrudan sorumlu tutulamaz; ancak, ortaya koydukları görüş ve öneriler ve bunların sonuçları ve olası sonuçları hakkında daha özenli bir tutum takınmış olmamaları nedeniyle, kuşkusuz hatâ etmişlerdir.
Örneğin Bacon, bu yasaların insanlık idealleri doğrultusunda ilerlemede kullanılması gerektiğini, başka amaçlara hizmet etmesi hâlinde insanlık değerlerinin çiğneneceğini, bunun ise onulmaz yaralar açacağını ve insanı insan olmaktan çıkartacağını, nedenleriyle ve karşı önlemleriyle birlikte başta biz İngilizler olmak üzere tüm dünyâya anlatabilirdi, buna imkânı vardı.
Oysa ne Bacon, ne de Locke böyle yapmadılar. Görüş ve önerilerini fütursuzca savurdular, sonunda da oryantalistlere esin kaynaklığı yaptılar ki, bu nedenlerle isimlerinin oryantalizmle birlikte anılması hiç de yersiz değil. Ve gerçekten de filozofluk, özel bir insânî sorumluluk duygusuyla birleşmediği takdirde, aslâ yanına yaklaşılmaması gereken bir iş.
Athenagoras bana, Miletos ve "Felsefe'nin doğuşu" hakkında çok güzel bir şey söyledi, dedi ki; "Felsefe'nin doğduğu topraklar olarak Miletos gösteriliyor; ama, bu işin nasıl başladığını araştıran yok! Başka kentlerin zenginliklerini yağmalamak, insanlarını sömürmek, vb. suçların hesâbını soran yok!"
Bu da kuşkusuz, Yunan Diasporası'nın üstün bir başarısı. Ve görebildiğim kadarıyla meselenin bir de şu tarafı var. Bugün başta Avrupalı oryantalistler olmak üzere hemen tüm aydınlarımız, Batı medeniyetinin temelinin Yunan medeniyeti olduğunu düşünür ve bu medeniyetin çekirdeklerinin atıldığı eski İonya kolonileri üzerinde Doğulu bir milletin ve medeniyetin hüküm sürmesini doğru bulmaz.
Avrupalı oryantalistler, Batı medeniyetinin temellerinde Doğu etkilerinin olduğunu görmek ve göstermek istemez. Avrupalı aydınlar da kendilerini şu "üstünlük" safsatalarına o kadar inandırmışlardır ki, bunu bir tür "onur meselesi" hâline getirmişlerdir. Peki, ya içe dönük bir oryantalizm yapmakta olan başta Osmanlı aydınları olmak üzere Asyalı ve Afrikalı aydınlara ne demeli!
Bunlar hem bilgisiz, hem akılsız, hem de kültürsüz değilse şâyet, ancak hipnotize edilmiş olmalıdırlar ki, bu da oryantalistlerin üstün bir başarısıdır. Bugün bile hâlâ, "felsefe târihi" denildiğinde "Batı felsefesi târihi" anlaşılıyorsa, bu fazlasıyla garip değil mi! Hem, özgün bir "Batı felsefesi târihi" olmamasına rağmen!
Ve hattâ, Rönesans ve Aydınlanma'yla birlikte bu felsefe tepetaklak çevrilmişken ki Aydınlanma, Rönesans'ta temelleri atılan toplum projesinin gerçekleşmesidir; bu felsefenin hâlâ yüksek bir değer taşıdığına inanan Asyalı ve Afrikalı aydınlara ne demeli! Hele özellikle de Osmanlı aydınlarına, onların bu safdilliklerine!
Bizde bu toplum projesi tamamlanmadan önce modern paganlık, yönetilenler üzerinde baskı ve denetim kurmanın aracı olmuş, Patristik dönemden itibâren filozoflarımız da bunu temellendirmeye çalışmıştı. Bu amaç doğrultusunda ciltler dolusu kitap yazmak ve bir o kadar saçmalamak zorunda kalmışlardı. Tabiî, bu kitapların neredeyse tamâmı, ya Vatikan tarafından sipâriş verilmiş, ya da Vatikan'a yarabilmek için yazılmıştı.
Örneğin, Augustinus'un Tanrı Devleti isimli kitabı, tam bir sipâriştir; kendisini vaftiz eden Milano Başpiskoposu Ambrosius'un verdiği bir sipâriştir. Ve bizde bunlara karşı çıkan düşünürler, yazarlar, şâirler, vb. aforoz edilirken, bu iğrençliklerin hiçbirisi başta İslâm medeniyeti olmak üzere Doğunun hiçbir medeniyetinde yoktu. Tanrım…
Avrupa'da, Rönesans târihçilerinin verdiği isimle Ortaçağ yaşanırken, Doğuda başta bilim ve sanat olmak üzere hemen tüm insan etkinliklerinde üstün başarılar kaydediliyordu. Özellikle de İslâm âlimleri, hükümdarlarının koruyuculuğu altında, bilimsel ve felsefî faaliyetlerini özgürce ve huzur içinde sürdürebiliyordu.
Bu medeniyetteki siyâsetnâmecilik geleneği ise bu farkın simgeleştiği en önemli göstergelerden biridir. Bizde Rönesans'tan önce, henüz gülmenin bile insanları Şeytan'ın saldırılarına açık bir hâle getiriyor diye Vatikan tarafından yasaklandığı bir dönemde düşünürler, yazarlar, şâirler, vb. hükümdarlara değil akıl vermek, onların çizdiği sınırların biraz olsun dışına çıktıklarında, her türlü baskı ve zulmü görürlerdi.
Bu nedenle yapıtlarında takma isimler kullanırlar, kralların önerileri doğrultusunda Vatikan'ın yılda bir düzenli olarak yayınladığı kara listelerde isimlerinin yazılmasını engellemeye çalışırlardı. Ancak ne zaman ki, modern paganlığın kamusal alandan özel alana çekilmesi tamamlandı, işte o zaman bizim aydınlarımız, Doğuda bin yıldır zâten sâhip olunan düşünce ve ifâde özgürlüğüne kavuşmuş oldular.
Avrupalı oryantalistler ise tüm bu gerçeklerin (de) üzerini örterek, sözüm ona şu "homojen", "üstün" ve "ileri" Batı medeniyetini onlara kakalamaya çalışıyor. İşte, bence Asya ve Afrika Aydınlanması'nın özü, oryantalizme ve oryantalistlere karşı bir aydınlanmadır. Kant'ın tâbiriyle Aydınlanma'nın özü olan "kendi aklını kullanma cesâreti", Asya ve Afrika'da oryantalizme ve oryantalistlere karşı işletilmelidir.
Şüphesiz ki insanlık idealleri, şu ya da bu dünyâ görüşünden, ideolojiden, vb. bağımsızdır. Zâten, adı üstünde değil mi; insanlık idealleri. Dolayısıyla, bence bunlardan her biri, bu ideallere götüren farklı yollar olmalı ve her dünyâ görüşü, ideoloji, vb. içinden çıktığı ve yine kendisine uygulanmak üzere geliştirilen topluma göreli olmalı.
Ve şahsî kanaatim şudur ki, Asyalı ve Afrikalı aydınların başlatması gereken, bunda geç bile kalınmış olan Asya ve Afrika Aydınlanması'nda dikkat edilmesi gereken en önemli unsur da budur. Ve bunu şu şekilde de ifâde edebilirim; yerel olan ile evrensel olanın tam bir uyumu. Ama tabiî ki, başta Alman filozofları olmak üzere Avrupalı aydınlar, A ile non A'nın bu birlikteliğini yadırgayacaktır, onlardan da ancak bu beklenebilir!
Oysa, henüz vakit varken bu birlikteliği, bunun nasıl gerçekleşmesi gerektiğini ve buna niçin ihtiyaçları olduğunu Asyalı ve Afrikalı aydınlar anlamalıdır. Yoksa, tıpkı Osmanlı aydınları gibi, kendi şahsiyetlerini tamâmen yitirme tehlikesiyle kalakalacaklardır; kendi toplumlarına, içine doğdukları kültüre, vb. yabancılaşacaklardır.
Biz Naturalistler, şu sıralar Asya'da pek etkin değiliz, Asyalıları kendi himâyemiz altına alamadık. Ancak, Orta Afrika'dakine benzer bir uyanışı Ruslar, buralarda ciddî bir biçimde başlattılar gibi. Dolayısıyla, aslında belki de fazla karamsar olmam yersiz olacak; umutlu olmak için fazlasıyla neden var.
Örneğin Dostoyevski. Gerçekten de Çarlık'ın batılılaşma süreci çok sancılı gerçekleşti; Avrupalı oryantalistlerin aptallık hipnozu, Rusları fenâ hâlde sardı. Bu o kadar öyleydi ki, Çarlık'ta bir dönem, sakallı insanların kafası kopartılıyor, Batılı giyim tarzı yerleştirilmeye çalışılıyordu. Tanrı'ya şükürler olsun ki, şimdilerde bu böyle değil…
Fakat, Dostoyevski öncülüğünde bazı Rus edebiyatçıları, yerel olan ile evrensel olanı uzlaştırma çabası içine girdiler. Bundan dört yıl kadar önce kaybettiğimiz Dostoyevski, gerçekten de hem Ruslar için, hem de Asya ve Afrika Aydınlanması için çok acı bir kayıptır.
Aslında ben, Dostoyevski'nin edebî kişiliğini pek beğenmem; yazdıkları arasında çok boş lâf var. Romanları, gereksiz betimlemeler, gereksiz alt-metinler, gereksiz çözümlemelerle dolup taşıyor. Ama, onu da yadırgamamak lâzım; onca kumar borcunu, kitapların kiloyla satıldığı bir çağda başka türlü ödeyemezdi de.
Bunlar bir tarafa, bence Dostoyevski, eserlerinde gözettiği çaba itibâriyle, Asya ve Afrika Aydınlanması'nda saygıyla anılacak bir isimdir. Dostoyevski, Rus edebiyatçılarına; Grek-Latin mitolojisine, modern paganlığa, vb. anti-seküler zırvalıklara atıfla eser yazmanın zorunlu olmadığını gösterdi ki, ben onun en çok bu yönünü beğenirim.
Bugün bile hâlâ, Osmanlı ülkesindeki edebî faaliyetlerin niçin yetersiz olduğunu açıklamak nâmına birileri çıkıp da diyorsa ki "Osmanlı toplumu, Batının temellerine (yâni, bu anti-seküler zırvalıklara) yabancıdır; biz önce bunları tanıyalım, sonra onlar kadar büyük edebiyatçılara biz de sâhip oluruz." diye; işte Dostoyevski, Avrupalı oryantalistlerin yarattığı bu miti Rus edebiyâtı için yıkmayı başardı.
Ve ne kadar acıdır ki, bu aptallık hipnozunun bir yan etkisi olarak bazı Türk edebiyatçılarında, Müslümanlık öncesi kendi şaman inanışlarını araştırma ve Batının bu anti-seküler zırvalıklarının yerine kendi şamanist zırvalıklarını yerleştirme çabası başladı. İşte bu gelişmeler, Asya'da ve özellikle de Osmanlı toplumunda Dostoyevski gibi aydınlara duyulan ihtiyâcın giderek artmakta olduğunun en güzel örneği olsa gerek.
Dostoyevski'nin eserleri, gerçekten de Rus kültürünün en güzel betimleridir; ancak, bunun yanı sıra, insanlık ideallerini benimsemiş kahramanların bu idealleri gerçekleştirmeye çalışma öykülerini de anlatır. Dilerim, Dostoyevski'nin Çarlık'ta yaktığı bu meşâle, parıltısından hiçbir şey kaybetmez ve giderek büyür; Avrupalı oryantalistlerin mitlerini cayır cayır yakar ve bu aptallık hipnozunu sona erdirir.
Bu konuda Afrikalı aydınlar da ciddî sorgulamaların içine girmek üzereler sanırım. Ve ben, Afrikalıların bu uyanışında Matta da Cordeiro'yu diğerlerinden biraz daha önde görüyorum. Bu aydından oldukça umutluyum, dilerim yüzümü kara çıkartmaz. Kendisi, Güney Afrika'da Kimbundu kültürünü yeniden diriltmeye çalışıyor ve daha yirmi sekiz yaşında olmasına karşın, yaşından beklenemeyecek faaliyetlerin içine giriyor.
Ben kendisiyle tanışmıyorum, onu Başpiskopos Baldwin'den duymuştum. Bundan bir yıl kadar önce Başpiskopos Baldwin, Orta ve Güney Afrika'ya bir ziyâret yapmıştı, orada Muhuhuli Kabîlesi'yle ve diğer bölge kabîleleriyle yakından ilgilenmiş, St. Simeon Kilisesi Misyonerlik Yüksek Heyeti'nin hazırladığı hediye paketlerini onlara kendi elleriyle dağıtmıştı.
İşte, bu ziyâreti sırasında Başpiskopos Baldwin, Matta da Cordeiro'yla da tanışma fırsatı bulmuş ve ondan çok etkilenmişti. Bana söylediğine göre Matta da Cordeiro, bir dönem Fransa'da Roma târihi üzerine eğitim almış, burada Romalıların sömürgecilik siyâsetlerini, bunların dayandığı temelleri ve yol açtığı hasarları anlayarak ülkesine döndüğünde, Avrupalı misyonerlere karşı yerel kültürü araştırmaya ve savunmaya başlamış.
Hem üstelik, bu kültürü Afrika paganlığıyla değil, sanırız bölgedeki Naturalist kardeşlerimizin etkisiyle, Hıristiyanlığın özüne uygunluklu bir bakışla ele almış; Kimbundu kültürünü deyim yerindeyse Hıristiyanlaştırmaya çalışmış. Ve işe ilk önce, Fransızca veya Portekizce yazmaya son vererek başlamış, daha sonra da Orta ve Güney Afrika'nın en ücrâ köşelerine kadar bir dizi seyahat yapmış, yerlilerden kendi atasözlerini ve deyimlerini toplamaya başlamış.
Başpiskopos Baldwin'e söylediğine göre bu atasözlerini ve deyimleri bir sözlük içinde toplayacakmış. İşte, Matta da Cordeiro, bu genç yaşına rağmen bu sömürgecilik siyâsetleriyle nasıl baş edilmesi gerektiğini anlayan az sayıda insandan, az sayıda değerli aydından biri. Dilerim, günün birinde Türkler de bu tür çabaların içine girerler…
Bugün itibâriyle Türkler arasında üç faklı dil ve kültür yaygın; Saray ve bazı aydınlar, Osmanlıca konuşuyor ve Osmanlı medeniyeti içinde yaşıyor, başka bazı aydınlar Fransızca, Almanca ve İngilizce konuşuyor ve kendilerine Batı medeniyeti içinde yer yapmaya çalışıyor, halk ise kendi öz dilleri ile Arapça ve Farsça kelimelerden oluşan; ama, ağırlığın kendi öz dillerinde olduğu Türkçe-Osmanlıca karışımı bir dil konuşuyor ve kendilerini Asya medeniyeti içinde konumlandırıyor.
Ne kadar üzücüdür ki, bazı Afrikalı aydınlarda da Afrika paganlığına yönelmek gibi bir durum ortaya çıktı. Afrikalılar için bu belki, pek yadırganabilir bir şey değil; çünkü Afrika paganlığı, her ne kadar modern paganlık kadar iğrenç olmasa da sonuçta o da belirli bir paganlık türü olmak bakımından akıl dışı ve zihinsel dönüşümlerin bir anda gerçekleşebilmesi zâten mümkün değil. Dolayısıyla, bu aydınların bu yönelimleri, kendi içinde mâkûl bir nedene dayanıyor.
Ama Türkler, Müslümanlıkla birlikte, kendi zihin yapılarını modern paganlığı kabul etmeye meyilli çarpık bir zihin yapısı olmaktan korumuşken, onlarda bu şamanist zırvalıklara doğru ortaya çıkan yönelim gerçekten de çok ilginç. Ve demek ki, oryantalizmin kendisi olduğu kadar yan etkileri de Türkler üzerinde çok kuvvetli olmuş ve korkarım ki, olmaya da devâm edecek. Dilerim, Türkler de bundan kurtulmayı başarır…
Dilerim, Afrika'da ve Osmanlı ülkesinde de Matta da Cordeiro gibi aydınların sayısı hızla çoğalır. Tanrı, Afrikalılara ve Türklere yardım etsin… Ve doğrusu, bu konularda yazmak, kafamın içini boşaltmamı sağladı. Daha da önemlisi, bana bu içine düşmüş olduğumuz ateş çemberini bir nebze olsun unutturdu. Bu iyi de oldu. Ben bunun üzerine gittikçe, meseleler beni daha fazla boğuyor…
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SEVMEK ZAMANI
Menekşenin rengini bilmeden
Sevişmeden
Ölmeden
Öldürülmeden
Yasak zamanların birinde
Seni sevmek
Toprağın tohum zamanı
Sabahın doğum zamanı gibi
Sevmek zamanı gibi
Seni sevmek
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.
İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.
"bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com
İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|