|
|
|
Editör'den : Madımak'tan beter!.. |
Merhabalar,
Başlığa bakıp hemen beni asmaya kalkmayın, önce bir dinleyin. Sivas'ta olanları unutmak mümkün değil ama İstanbul'da yaşananların, sonuçları dışında, daha vahim olduğunu inkar etmenin de anlamı yok. Yok, öyle kimilerinin dolduruşuna gelip te, "kültürel çatışma" "din bezirganlığı" naraları atmaya niyetli değilim. Aklı başında her insanın, olayları anlamaya başladıktan sonra varacağı bir kanıya dikkatini çekmeye çalışacağım.
Kanımca olay sanıldığı gibi bir mahalle baskısı, muhafazakarların entellektüellere saldırısı değildir. Olayı böyle değerlendirmek işin kolayına kaçmak olur. Olaylar durulup taraflar dinlendikçe, büyük başlar demeçler vermeye başlayınca olay az çok aydınlanıyor aslında. Olay, münferit, anlık tepki, sabırların taşması falan da değil, düpedüz planlı, teammüden, sonradan gelenlere "Defol Git" demenin Tophane raconundaki katı halidir. Nasıl mı?
Tophane, İstanbul'un değeri yükselen mahallelerinden biri. 1964 öncesi Rum'ların çokça yaşadığı, Rum'lar sürüldükten sonra da Anadolu'dan, özellikle Siirt'ten göç alan bir mahalle. Raconu, tekkesel yaşamı ile kendine has merkezi bir yerleşim yeri. Alan memnun satan memnun yaşanıp giderken birgün birileri "Galataport"u devreye sokuyor, ardından, kültür başkentinin çehresini düzeltme bahanesiyle belediye kanununa ek maddeler konuyor. Oturanlara "Ya para harca şeklini düzelt ya da sat evini çek git" deniyor. Beyoğluna sığmayan kültürel değişim, Fransız, Cezayir sokakları ile Tophane'ye gelip oradan da Galataport'la denize çıkmaya hazırlanıyor. Bunun doğal sonucu, bina değerleri artıyor, rant artıyor, dolayısıyla paylaşma kavgası arttıkça artıyor. Önceden sabırsızlanıp ilk gelene binayı satan, kiralayan pişman oluyor, mekanları tekrar ele geçirme planları yapıyor.
Kültürel istilayı önlemenin yolunu da AKP iktidarı onlara gösteriyor. İçki, gürültü, açık saçık görüntüleri bahane ederek, son demde, galeri açılışlarına saldırma cesaretini kendilerinde buluyorlar. Haksız da sayılmazlar, yakalananlar teşhis edilemedikleri gerekçesiyle serbest bırakılıyor, yaptıkları yanlarına kar kalıyor.
İnternet sitelerinde yapılan organizasyonun tek amacı var, yenileri geldikleri yere gönderip, Tophane'nin rantının aile içinde kalmasını sağlamak. Amaç, kesinlikle mekanlara zarar vermek değil, ahaliyi canından bezdirmek. Zarar vermek isteselerdi, pekala bir molotof kokteyli atıp seyrederlerdi. İçki bahanesi ise külliyen yalan. Tophane deyince akla kabadayı, kabadayı deyince de rakı gelir. 30 yıllık içkili lokantalarda son beş yıldır içki servis edilmemesini mahalle baskısına değil de belediye baskısına bağlamak daha doğru olur. Yani özetle, "Rant Paylaşım Kavgası", dini motiflerin öne çıktığı bir dönemden ve bunu kullanan yönetimden güç ve cesaret alarak "Mahalle Baskısı" kisvesi altında yutturulmaya çalışılmaktadır.
Ha, işi sadece paraya bağlamak yanlış olur ama bu olaylar sanki ilk defa oluyormuş gibi şaşırmanın da anlamı yoktur. Bu memlekette, Ramazan'da bırakın içkiyi, yemek yiyecek yer bulamadığınız Anadolu il merkezleri yok mudur acaba? Ya da içki sattığı için dövülen tekel bayilerini ne çabuk unuttuk. Ruhsatların süresi dolduğunda yeni ruhsat alamayan içkili yerleri yok mu sayacağız? Hepsi, bu yönetimin bize dayattıkları ile bundan cesaret alanların doğurduğu olaylardır. İşte o ndenledir ki, bu tür olaylara "Madımak'tan da beter" demek gerektir. Elbette, hem demek hem de üstüne gitmek gerekir. Ciddiye almazsanız yarın başınıza gelecekleri tahmin bile edemezsiniz.
İstanbul'da, Tophane'den sonra sıra Tarlabaşı'na gelmiştir. Belediye çıkarılan yönetmeliğe dayanarak, "ya restore et ya da istimlak ederim" demektedir. Tarlabaşı'nda gayrisafi hasıladan adam başına 3-5 dolar anca düştüğü hesap edilirse, oradaki halkın hangi örgütlenmelerin içine girip, neyi bahane ederek sağa sola saldıracaklarını iyi düşünmek gerekir. Haydi bakalım hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BURAM BURAM BURSA -2 |
|
İsterseniz bırakayım bu keti anlatmayı. Çünkü nasılsa biri çıkıp bana istediğim bahaneyi verecektir. "Yazılmaz bu kent, yaşanır," diyecektir. Üstelik sokak adabına göre yüzde yüz haklı olacaktır. Söz dinlemezliğim, başıma buyrukluğum nedeniyle elbette vaz geçmeyi istemiyorum. Kıyısından köşesinden Bursa gözlemlerimi okuyucularla paylaşmaya devam edeyim. BURSA adı yazılı kaynaklarda Bitinya kralı İkinci Prusias tarafından kurulmuş ve şehre "Prusias" (Prosa) denmiş, zamanla bu isim "Brousse" ve "Brus" olduğu belirtilmektedir. Türkler şehri fethedince, "Bursa" demişlerdir.
Şehrin merkezi olarak kabul edilen Heykel, Tophane, Maskem, Altıparmak, Çekirge ve Şehreküstü, Setbaşı civarı onlarca tarihi mekânla çevrilidir. Bu kente yeşil denmesi kesinlikle bir abartı değildir. Yemyeşil ormanlık bir dağa yaslanmış olarak bu kenti ilk gördüğümde kendimi kısa bir zaman dilimi için Giresun veya Ordu'da gibi hissettim. Şehrin sokaklarında da çok sayıda yaşlı çınar onlarca, yüzlerce yıl yaptıkları gibi kentin günlük telaşına tanıklık etmeyi sürdürüyor. Fomora Meydanındaki heykelde Osman Bey atının ve üzerinde ve zırhlar içinde sanki kentin ortasına dikilen çok katlı Toki evleriyle cenge gidiyormuş gibi ileriye bakıyor. Hangi akıllı böyle bir şeye karar vermiş bilmiyorum ama o yapılar bu kentin tarihi dokusuna ters ve şehrin görüntüsünü silikleştiriyor. Kentin içinde yürürken hemen her sokakta küçük molalar için çay ocaklarına ve tahta küçük taburelere rastlıyorsunuz. Ben biraz soluklanırken çay içip sokaktan akan insan seline takılıp izlemeyi severim.
Bursa'da Kapalı Çarşı sabah dokuzdan hemen sonra hareketleniyor ve bu gün boyunca sürüyor. Bence tek bir kapalı çarşı da yok. Kapalı çarşı ve çevresindeki çarşılarla geçmişi yüzyıllar öncesine dayalı kocaman bir alış veriş merkezi var. Sadece çarşıya özgü ve o çarşıyı tanımlayacak çok fazla ürün yok. Çarşının bir üst sokağında ana cadde üzerinde ne varsa tarihi mekânlarda da aynısı satılıyor. Belki de ben Gaziantep'in Almacı Pazarı ile Bakırcılar Çarşısına takılıp kaldım. Kapalı Çarşı'da gözlerim hep bursa ipeğinden bir yemeni, bir gömlek hatta bir mendil görmeyi boşuna bekleyip durdu. Üşenmedim sordum soruşturdum ama ipek konusunda kimseden yeterince bilgi alamadım. "Hala tırtıl besleniyor mu? Kar beyazı kozalar çarşıdaki mezatta satılıyor mu? sorusuna çok kişi artık kalmadı. Varsa bile ben çoktandır görmüyorum. Sembolik olarak belki bir yerlerde üretiliyordur. Denildi.
Daha önce Setbaşı Bahçelerini tesadüfen gördüğümden söz etmiştim. Sanki ağız birliği etmiş gibi arayıp hal hatır soran bütün dostlarım orayı mutlaka görmemi öğütledi. Görmekle kalırsam ayıp edeceğim besbelli. En kısa zamanda hafif sonbahar renklerine boyanmış bahçelere ineceğim ve çay içeceğim. Dostları incitmenin ne âlemi var? Unutmadan Bursa'ya özgü bir başka konudan bahsedeyim. Heykel civarında trafik genelde tek yönlü olarak akıyor. Belediye otobüsleri yolcularını sağdan, taksi dolmuşlar ise karşıki kenardan yani yolun sonundan alıyorlar. Taksi dolmuşa binmek istiyorsanız sakın yolun sağırda beklemeyin. Benden söylemesi.
Bursa'yı gezenler, dolaşanlar, yazanlar, fotoğrafını çekenler kestane şekerinden ve İskender Kebabından, çınarlarından ve eski çeşmelerinden kendilerine göre imgelerle sembolleştireceklerdir. Bu kent bana göre yeşil gözlü, bembeyaz tenli, sarı saçlı bir göçmen kızıdır. Sonbaharın ılık havasında geride kalan yaza hüzünle bakarak dolaşır sokaklarda. Dudakları şeftali çekirdeği kadar kırmızı, yanakları gün batımının son pembeliği kadar durudur.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ZORBA'YLA FESTİVALE VEDA |
|
8.ULUSLARARASI BODRUM BALE FESTİVALİ
Zorba'yı okudunuz mu? Anthony Quinn'i, Alexis Zorba olarak seyrettiniz mi? Ya Irek Mukhamedov'u?
Eğer Nikos Kazancakis'in Zorba romanını okuduysanız, eğer Zorba filmini Anthony Quinn'den, hele hele "Zorba The Greek" balesini Irek Mukhamedov'dan izlediyseniz yaşamı nasıl algıladığınızı sorgulamak, doğrularınızı, eğrilerinizi tartmak için önemli bir şans yakalamışsınız demektir.
8.Uluslararası Bodrum Bale Festivali muhteşem bir gösteriyle sona erdi. Mukhamedov ve Sofya Balesi sanatçıları kaç kez bis yaptı ben sayamadım. Hemen hatırlatalım Zorba'yı böylesine güzel oynayan Mukhamedov 1960 doğumludur, yani tam elli yaşında. Kırkına gelmeden yaşlandım diyerek kendisini emekliye ayıranlara duyurulur.
Oyunu izlemeye gitmeden önce Ahmet Angın'ın çevirisiyle Can Yayınlarından çıkan romanı yeniden karıştırdım. Kimi yerleri çizmiş, not almışım. Oyunu izlerken Zorba'nın "Sırları yaşayanların vakti yok; vakti olanlar ise sırları yaşayamıyorlar."sözünü kaç kez anımsadım bilemiyorum.
Basil, Zorba'ya:
- Sen neden yazıp da, bize dünyanın bütün sırlarını anlatmıyorsun?" diye sorunca Zorba da:
- Neden mi? Çünkü ben, senin dediğin o bütün sırları yaşıyordum, yazmaya vaktim yok da ondan. Bazen dünya, bazen kadın, bazen şarap, bazen santur... Onun için, şu saçmalar yumurtlayan kalemi ele alacak zamanım yok. Böylece de dünya, kâğıt farelerinin ellerine kaldı; sırları yaşayanların vakti yok; vakti olanlar ise sırları yaşayamıyorlar.
Oysa Kazancakis, yaşamış ve yazmıştı.
Zorba, aslında onun hayatından süzülüp gelmişti. Zorba'ya daha çocukken;
- Dinle oğlum, Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!" diyen Hüseyin Ağa da muhtemelen Kazancakis'in tanıdığı Giritli bir Türk'tü.
Balenin dili boyutlu, derin, uçurucu. Ne denli çağrışımcı olursa olsun her sözün bir anlam sınırı var. Ama dansın bize çok boyutlu algılama ve yorumlama olanağı sunduğu açık.
Üç gün önce yine Kale'de Otello'yu izlemeye giderken yıllardır yanıtını bulamadığım "Dünyaca bilinen bir eseri oynamak, bir ekip için avantaj mı, değil midir?"sorumla bir daha cebelleşeceğimi biliyordum.
İşte Shakespeare gibi bir devin kaleminden çıkmış evrensel iletisi, kurgusu sağlam bir dev eser.
İşte sana Giuseppe Verdi gibi dehanın bestelediği, Herbert von Karajan gibi bir ustanın yönettiği Berlin Filarmoni Orkestrası'nın seslendirdiği müzik.
Üstelik Egeli sanatçı kardeşlerimiz Otello'yu, daha önce başka kumpanyaların Otellolarını da izleyip çıkarımlarda bulunarak bu oyunu bize hazırlamışlardır.
Üstelik 2008'den bu yana oynaya oynaya eseri iyice pekiştirmişlerdir.
Varsın seyirci, oyunu başka kumpanyalardan seyrettiği için, bir kıyaslama penceresinden izlesin. Sen en iyisiysen, hiç değilse bu da iyiydi dedirtebilirsen dünyaca bilinen bir eseri oynamanın avantaj olduğuna kim hayır diyebilir?
Bu düşüncemi Irek Mukhamedov ve Bulgar dansçılar doğruladı.
Zorba da ünlü bir eserdi. Onun da müziklerini bir dev müzisyen, Mikis Theodorakis yapmıştı.
Zorba'nın hem filmini, hem balesini seyreden önemli bir izleyici kitlesi vardı.
Her eserin arkasında çok önemli emek ve birikim olduğunu kim bilmiyor ki? Kim, yıllarca süren yoğun bir çabanın ürünü olmayan büyük eser gösterebilir ki?
Biz, Zorba'nın Basil'e sorduğu bir soruyla başlayan bir diyaloga dönelim:
- Sen bir bavul dolusu sayfa okumuş olmalısın, belki bilirsin… Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar çok cinayet ve alçaklık mı gerekli?
- Gübre ve pislikten bir çiçek nasıl filizlenip beslenir? Varsay ki Zorba, insan gübre, özgürlük de çiçektir…"
- İyi ama, ya tohum? Bir çiçeğin bitmesi için tohum gerekli. Bizim pis içimize, böyle bir tohumu kim koydu? Bu tohum niçin iyilik ve namusla beslenip çiçek açmasın? Ve kanla pislik istesin?
Zorba, hayatı doğru yaşamanın ipuçlarıyla dolu bir eser, Irek Mukhamedov da Kazan'da doğup Bolşoy baş baletliğine yükselebilmiş, oradan İngiliz vatandaşlığına geçip farklı rejimleri, farklı kültürleri yaşaya yaşaya öğrenmiş biri. Böylesine engin bir yaşam deneyimi olan bir sanatçının gençleri de koltuğunun altına alarak bize bir şölen sunmasında şaşılacak bir şey olmamalıydı.
Sanat, sanatçının yürek ağacında çiçeklenen, oluşan; rengini, kokusunu, tadını başka yüreklere suna suna olgunlaşan meyve. Zorba'nın ister romanını okuyun, ister filmini, ister balesini izleyin, eminim siz de adına "yaşamak" dediğimiz o rengi, tadı, kokuyu hissedeceksiniz.
Ben kendi payıma, Zorba'dan da festivalden de beklediğim her şeyi aldım. Bu festival Bodrum'a çok yakışıyor. Emeği geçen herkese teşekkür etmek yaşadığımız hazların minik bir karşılığıdır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Aşk Nasıl Ortaya Çıktı?
Bir oğlan varmış dünyanın bir köşesinde.
Bir de kız, oraya çok yakın bir yerde.
Oğlan günlerini yaşamın ona getirdiği, olması gerektiği gibi arka arkaya dizermiş birbirinden farksızca.
Ve kız da bu yaşam tarzını, hiç bilmeden paylaşırmış sözünü ettiğim oğlan gibi
Dünya üzerinde nefes alan milyonlarca canla...
Gün gelmiş bir yerde karşılaşmışlar iki küçük sonbahar yaprağı gibi.
Evet.
İki küçük sonbahar yaprağı gibi.
Tam anlamıyla bu!
Çünkü üzerlerinden geçen yazlar onları kurutmuş,
Büyürken dost zannettikleri,
Hüzünlü zamanlarında onları gıdıklayan rüzgarlar,
Savurmuştur acımasızca bilmedikleri yerlere...
Bereket ki birbirlerini bulmuşlardır.
Şanslılardır.
Zamanla onlarda inanırlar bunun için şanslı olduklarına.
Çünkü en az benim kadar bilirler ki
Güvende hissetmemişlerdir hiç kendilerini bu kadar...
Oğlan kızı görür, kız oğlanı...
Ve hikaye tam burada can bulur.
Önceleri oğlanın hayatı değişir.
Kız da milyonlarca canla paylaştığı hayatı bırakıp sarılır cananına.
Yalnızca oğlanı gösterir tüm tutku okları,
Attığı her adımda.
Kız yürür oklara,
Oğlan zaten her geçen gün biraz daha yakınında...
Anlamazlar ikisi de nedir geçen aralarında
Bilmezler ne denir bu paylaşıma...
Kız oğlana sorar, oğlan kıza...
Karar veremezler tabi ne yapacaklarına.
Onlarda zamana bırakırlar hayatlarını.
Brakırlar o koysun adlarını...
Peki sonra?...
Zaman onlara "(A)yrı kalamayacaklarını" gösterir
Hüzünlü yağmurlar altında.
Birbirlerini göremedikleri her dakika...
Daha sonra "(Ş)evkati öğretir
Elleri birleşince,
Kuruyan yağmur damlalarında.
Ama sonu...
Sonu biraz acı olur bu hikayenin.
Zaman bırakır mutluluk oyunu oynamayı.
Ve gerçeğin yansımasını paylaşır
Sevgi sarhoşu bu çiftle.
Yeniden sonbahar geldiğinde,
Birer yaprak "(K)oparır" ikisine de.
Ve aynen şu sözler çınlar yeryüzünde;
(A)yrılamam dediğim,
(Ş)evkati öğrendiğim, ama
(K)aybedeceğimi hiç bilemedim.
Seni şimdiden çok özledim...
Alp Bedir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın William Crosner'in Günlüğü XXXVIII |
|
Aydınlanma o kadar büyük ve sancılı bir süreçti ki, getirdiği değerlerin kurumsallaşmasının hiç kolay olmayacağı ortadaydı. Ve Romantikler, bu değerlere karşı hasmahâne bir tutum takınmışsalar, bunda Aydınlanma'nın değil, ta Ortaçağ'dan beri hemen her alanda mutlak egemenlik kuran Vatikan'ın sorumluluğu var. Vatikan'ın bu egemenliğini kaybetmesi ise Rönesans'ta temelleri atılan toplum projesiyle ancak yüz yıllık bir zaman dilimi içinde adım adım gerçekleştirilebildi.
Bu tabiî ki, düz çizgisel bir hareket de değildi, daha çok horizontal bir hareketti. Bu hareket içinde geri dönüşler de yaşandı; ama sonuç itibâriyle, insanlık ideallerinde bir ilerleme de sağlandı. Örneğin, Napolyon'un kendisini imparator ilân etmesi ve krallığı deviren ordunun sonradan imparatorluk rejimi kurması birer döngü olsa da mutlak egemen bir kralın târihe karışması ve yurttaşlar topluluğu modelini benimseyen bir kurucu meclisin hazırladığı anayasayla yönetim esâsının benimsenmesi bir ilerlemeydi.
Gerçekten de Napolyon, başta Fransızlar olmak üzere tüm insanlığın tecrübe ettiği en cânî liderlerden biriydi ve belki de onun öncülüğünde Aydınlanma'dan çok daha geniş bir ölçüde sapılabilirdi. Ama Fransız aydınları, bunu güç belâ da olsa engelleyebildi. Onun gibi dengesiz, onun gibi alçak, onun gibi nâmussuz bir lidere başta Fransızlar olmak üzere Avrupa insanı, çok bile dayandı.
İktidâra gelmeden önce, "Ey büyük insan, sevgili Rousseau! Niçin sâdece altmış yıl yaşadın? İnsanlık değerlerinin hayat bulması için senin ölümsüz olman gerekiyordu." diyen, imparatorluğunu ilân ettikten sonra ise "Fransızların mutluluğu için Rousseau'nun hiç varolmaması gerekirdi!" diyen bu dengesiz, alçak, nâmussuz herif, Aydınlanma'nın hemen tüm kazanımlarını geriye doğru çeviriyordu.
Bu o kadar öyleydi ki, Volteir'in Katolik papazlarına yönelttiği eleştirileri henüz sıradan bir komutanken alkışlarken, devrim sonrasında kazandığı ilk seçim yenilgisinden sonra din çevrelerinin desteğini alabilmek için Volteir'e lânetler yağdırdı. Kezâ, iktidâra gelmeden önce, Fransızlara demokrasiyi çok gören Montesquieu'ya sövüp sayarken, iktidâra geldikten sonra onu baş tâcı etti.
Devlet Konseyi'nde yaptığı bir konuşmasında da şunları söylemişti: "Vendée Savaşı'nı kazanabilmek için Katolik, Mısır'da tutunabilmek için Müslüman, İtalyanların gözünde saygınlık kazanabilmek için de Vatikan yanlısı göründüm. Benim için esas olan, liderlerin ne oldukları değil, yönetilenler tarafından ne şekilde algılandığıdır. Ben, iktidârımı işte buna borçluyum. Eğer Yahudileri yönetmek isteseydim, Süleyman Tapınağı'nı yeniden inşâ ettirirdim."
İşte bu dengesiz, alçak, nâmussuz heriften başka ne beklenebilirdi ki! Dolayısıyla Romantikler, Aydınlanma'nın çok zararlı sonuçlar doğurduğu yollu görüşlerinde haklı değildir. Aydınlanma, Fransa'da imparatorluk rejiminin kurulmasından, Napolyon'un bu iğrençliklerinden, Bismarck'ın Alman siyasî birliğini kurmak için Avusturya'da deyim yerindeyse bir katliâm yapmasından ve daha bu türlü pek çok iğrençlikten dolayı sorumlu tutulmamalı.
Romantikler, Aydınlanma'nın sonucu olarak gösterdikleri şeylerin Aydınlanma'yla değil, Avrupa'nın Vatikan öncülüğünde belirlenen ve sömürüye dayalı kendi kültürünün ortaya çıkarttığı hoşnutsuzluklar olduğunu göremiyorlar ve hedefi şaşırarak Aydınlanma'ya saldırıyorlar. Ve Romantiklerin bu haksız eleştirilerinin dayandığı en önemli kabullerden biri de kuşkusuz, kapitalizmin Aydınlanma'nın bir sonucu olduğu yollu kabuldür.
Sözde, Aydınlanma'nın aklı kutsanan değer hâline getirmesi nedeniyle kapitalizmin kökensel karşılığı Aydınlanma'ymış(!). Tanrım… Bu, tam anlamıyla sofistik bir yanılsama! Öte yandan, Aydınlanma karşıtı bağnazların düşünme biçimini de yansıtıyor ve belki de bu argümanı onlar geliştirmiştir; çünkü bu çevreler, Aydınlanma'nın yurttaşlar topluluğu modelini milliyetçi-cemaatçi bir modele evirmeye çalıştılar/çalışmaya da devâm etmekteler.
Ancak, şunu çok iyi biliyorum ki, Aydınlanma ile kapitalizm arasında hiçbir nedensel ilişki kurulamaz ve hattâ, Aydınlanma değil kapitalizmin nedeni olmak, doğru bir biçimde okunduğunda görülecektir ki, kapitalizme karşıdır da. Bu sofistik yanılsamanın temelinde ise Aydınlanma'ya damgasını vuran "akıl" ile kapitalizme damgasını vuran "akıl"ı bir ve aynı sayma yanılgısı var.
Aydınlanma, "akıl"ı, "bilen özne-eyleyen özne" ikiliği içinde ele aldı; bu "akıl", sallantılı kanıları aşmanın, bu yolla insanlık değerlerine göre eylemenin aracıydı. Kapitalizme damgasını vuran "akıl" ise kâr marjını arttırmanın, daha ucuz işgücü ve hammadde elde etmek için uygun formülleri; daha fazla artı-değer yaratmak amacıyla işçiyi daha fazla sömürmek için doğru yöntemleri bulmanın ve uygulamanın aracıydı. Yâni bu "akıl", insanlık değerlerini bir tarafa bırakmanın aracıydı.
İşte, Aydınlanma'nın "akıl" anlayışı ile kapitalizme damgasını vuran "akıl" anlayışının farkı! Ama anlayan kim… Tanrım… Bu kadar kolay yalan söylenebilir mi? Hangi Aydınlanma düşünürü, kapitalizm lehine görüş bildirdi! Rousseau mu dedi Fransızlara, "Sanâyileşme sürecinizi tamamlamak için, gidin Mısır'a ve Cezâyir'e girin, oraları talan edin!" diye?
Ya da, Kant mı dedi Almanlara, "Alsace-Lorraine'deki kömür mâdenlerini gidin işgâl edin; eğer karşı koyarlarsa, Fransızların liderlerini esir alın!" diye? Bismarck'ın, Pâris'e kadar gelip III. Napolyon'u esir etmesinden hangi Aydınlanma filozofu sorumlu tutulabilir? Yâni, gerek Fransızların Kuzey Afrika işgâlleri, gerekse Almanların Alsace-Lorraine işgâlleri, kapitalizmin iç dinamikleri sonucunda gerçekleşti; bunların Aydınlanma'yla, Aydınlanma'nın "akıl" anlayışıyla ne ilgisi var?
Tanrım… Romantikler, Aydınlanma'yı kapitalizmin sorumlusu olarak gösteriyor; oysa, Aydınlanma'nın yurttaşlar topluluğu modeli kapitalizmi, kapitalizmin insanı insan olmaktan çıkartan pratiklerini, burjuvanın ve zengin sınıfların imtiyazlarını, vb. pek çok şeyi örseliyor. Bunları görmemek için ancak aptal olmak lâzım! Ve bu kadar kolay bir biçimde yalan söylenmesine tahammül göstermemek lâzım! Bu gerçekleri ortaya koymak lâzım!
Bununla birlikte, Romantiklerin bu haksız eleştirilerine karşın Aydınlanma, birbirine bağlı şu iki noktada belki doğru bir biçimde eleştirilebilir. Nitekim Aydınlanma, insan doğasındaki irrasyonellik eğilimini hiç hesâba katmadı. Aklın üzerinde şu ya da bu nedenle siyasî iktidarların ve dînin hâkimiyet kurmasına karşı çıktılar; ama zannettiler ki, bu hâkimiyet ortadan kalkınca akıl, insanlık ideallerine doğru ilerlemede kullanılacak…
Oysa akıl, ta eski zamanlardan beri, insan doğasında bulunan irrasyonellik eğilimiyle kol kola olmuştur ve Aydınlanma'nın bu tutumu, çocuksu bir safdilliği içinde barındırır. Ta eski zamanlardan beri insanoğlu; yarı insan yarı tanrı varlıklara, dev kanatlı yılanlara, kartalların sırtında uçan tanrılara, tanrıların saraylarından hırsızlık yapan ve çaldıklarını halklarıyla paylaşan krallara ve bunlara benzer daha başka pek çok irrasyonel anlatıya inanmış, bu irrasyonel anlatılara göre aklını kullanmıştır.
Bunlar değişen ekonomik, siyasî, coğrâfî, kültürel, toplumsal, vb. şart ve koşullara göre biçim değiştirerek hep sürdüğüne göre, akıl üzerinde siyasî iktidarların ve dînin kurduğu hâkimiyetin kalkması hâlinde, aklın bu ilerlemeye hizmet edeceğini düşünmek yanlış oluyor. Çünkü, bu tür bir hâkimiyetin görülmediği toplumlarda bile bu anlatılar benimsenebiliyor. İnsan; mevcut bilgilere, kanılara, tezlere, görüşlere, vb. ne kadar aykırı olursa olsun, irrasyonel olana karşı doğal bir istek duyuyor.
Bunun nedeni, insandaki bilme merâkı olsa gerek; insan; bilgi, kanı, tez, görüş, vb. üretemeyince bu türlü bir dizi efsâne, masal, mitos, vb. yaratıyor, sonra da bunları putlaştırıyor. Ve Aydınlanma her ne kadar, aklı ve bilimi kutsanan değerler hâline getirmişse de Aydınlanma sonrasında da modern bilim, kendisine yeni bir dizi mitos yarattı; örneğin, büyük patlama ve Darwinci evrim kuramı, bunlardan yalnızca ikisi.
Bunlar, bilimin mitosları! İnsanı Tanrı'nın yaratmış olduğu apaçık gerçeğine inanmak istemeyen insanoğlu, bilgilere ne kadar aykırı olursa olsun, maymundan evrimleşmiş olduğuna inanabiliyor işte. Hâlbuki, akıl ve bilim, aslında tanrı kelâmına aykırı olamaz; Tanrı, bunlara aykırı bir iş yapmış olamaz. Dolayısıyla, din sâdece inanç alanında kalamaz.
Fakat din, insandaki bu irrasyonellik eğilimiyle birleşince, dünyâ üzerinde bozgunculuk yapmanın en yüksek meşrûlaştırma silâhı hâline geliyor. Birileri çıkıp, din adına cinâyet işliyor. Birileri çıkıp, Tanrı'nın bir bâkirenin mahrem yerinde insan şeklini kazanarak dünyâya indiğine inanabiliyor. Birileri çıkıp, Tanrı'nın çarmıha gerildiğine ve insanlık için acı çektiğine inanabiliyor. Birileri çıkıp, Tanrı'yı kırbaçlayan(!), ona dayak atan(!) bir insan kitlesinin daha önce Tanrı tarafından "seçilmiş insanlar"(!) olduğunu unutuyor; peki Tanrı, şu Yahudileri kendisine işkence yapması için mi seçti!
İşte bunlardaki irrasyonellik, kimseye garip gelmiyor. Ve birileri Maria Magdelana'nın Tanrı'nın gelini olduğunu, başka birileri de onun karısı olduğunu iddiâ ederken, bu zırvalıkların Zeus kültünün yeni formları olduğunu göremiyorlar. Aydınlanma ise bu irrasyonellik eğilimini hiç hesâba katmadı. Belki de buna bir tepkidir Romantiklerin bu irrasyonellikleri bu kadar büyük bir fetiş hâline getirmesi…
Şahsî kanaatim şudur ki aydın olmak, kişinin kendini aydınlatmış ve başkalarını da aydınlatabilecek olması demektir; yâni, kişinin hakîkati tecrübe etmiş olmasıdır. Aydın olmak için, hakîkatin üzerini örten her bir unsuru aşmış olmak gerekir. Ve bunun içinde, paganlığın her türü olduğu gibi, adına "modern bilim" dedikleri bilimsel mitoslar kümesi de dâhildir. Zannediliyor ki aydın olmak, sıkı bir din eleştirisi sonucunda mümkündür.
Şüphesiz ki, modern paganlığa iliklerine kadar bağlı bir kimse aydın olamaz. Ancak, modern paganlığı reddedip onun yerine bilimin mitoslarını koyan bir kimse de aslında aydın değildir. Ve bence arkeoloji bilimi ilerledikçe, insanın kendisi hakkındaki bilinci de gelişecek, bu bilinç eşliğinde insanlık, yeni bir kültür seviyesine erişecektir. Bu bilinç geliştikçe, bu eğilimle mücâdele etmek de kolaylaşacaktır.
Aydınlanma, insan doğasındaki bu irrasyonellik eğilimini hiç hesâba katmadığı için din olgusu hakkında aşırı genellemelere, refleks değerlendirmelere ve kolaycı çözümlemelere kalkıştı. Kullanılan dil itibâriyle de bu yanılsamaların kitleselleşmesini sağladı. Ve bence bunlar da Aydınlanma'ya yöneltilebilecek başka birtakım doğru ve haklı eleştirilerdir.
Aydınlanmacılar sandılar ki, Hıristiyanlık nâmına modern paganların sayıp döktüğü zırvalıklar dînin kendisidir(!), modern paganlık insanlığın sâhip olabileceği tek dindir(!), bu dînin içindeki zırvalıklar nedeniyle din olgusu da artık târihe karışmalıdır(!), insanlığın gelişiminin belirli bir aşamasında din olgusunu doğuran nedenler de ortadan kalkacaktır.
İşte Aydınlanmacılar, "dînin kendisi" ile "dînin yorumu" arasındaki bu ayrımı yapamadılar, din olgusunu doğru bir biçimde analiz edemediler. Sonunda da kendilerine "seküler bir din" îcât ettiler; insanlık dîni. Amaçları ise toplum içinde birlikte yaşamayı mümkün kılan ahlâkı seküler bir hâle getirmek ve kitleselleştirmekti.
Ne var ki, bunu sağlamak adına "Tanrı korkusu"nun yerine "etik duygusu"nu koydular; daha doğrusu, insan doğasında "etik duygusu" gibi böyle saçma bir duygunun var olduğuna inandılar/inanmak istediler/inandırdılar. Oysa, asıl yapılması gereken şey, modern paganlığın sıkı bir eleştirisi ve yok edilmesi, bunun yerine Hıristiyanlığın özünü yaşama geçirmekti.
Aydınlanmacılar bu aşırı genelleme, refleks değerlendirme ve kolaycı çözümlemeleriyle Tanrı'ya sırt çevirdiler. Hâlbuki, insan doğasındaki bu irrasyonellik eğilimi hakkında doğru incelemeler yapmış olsalardı, Hıristiyanlığa sonradan katılan bu anlatıların bir tarafa atılmasını sağlayacaklar ve hem Tanrı'ya, hem de dînimize çok büyük hizmetler edeceklerdi. Onlar ise bunu yapmak yerine, insan doğasından "Tanrı korkusu"nu silmeye çalıştılar.
Zannettiler ki, uydurdukları şu "etik duygusu" lâfı, ahlâkı temellendirebilir(!). Ahlâkı Tanrı'yla, Tanrı istenciyle temellendirmek yerine, insan doğasına atıfla böyle uyduruk lâflarla temellendirmeye çalıştıkları için bu çabaları kendi içinde çelişkili kaldı. Tanrım… Ahlâkı temellendirmede, insan doğasından hareket edilir mi hiç!
İnsan doğasındaki mevcut çelişkiler, bastırılmış güdüler, hayvânî saplantılar, vb. bu yolla ahlâka taşınmaz mı! Tanrım… Bu ne büyük bir safdilliktir! Eğer böyle yapılacak idiyse, niçin Tanrı, bizlere gönderdiği elçiler aracılığıyla bize "tanrısal ahlâk"ı öğretti! Modern paganlığın "tanrısal" zannedilen ahlâkına karşı çıkmak ile tanrısal ahlâkı reddetmek hiç aynı şey olur mu!
Biz Naturalistler de modern paganlığın ahlâkına karşı çıkıyoruz; ama, bize Tanrı tarafından İsa Mesih aracılığıyla bildirilen "tanrısal ahlâk"ı benimsiyor, buna sâhip çıkıyoruz. Aydınlanmacılar ise aynı yanılsamaların içine düştüler ve düşmeye de devâm etmekteler. Ve geniş halk kitlelerini de peşlerine kattılar, katmaya da devâm etmekteler. Tanrım…
- Devam edecek -
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÖZGÜRLÜK YOLU
Uçuyor bahar dallarının kokusu gibi
Havada kurşunlar
Gecede kurşunlar
Özgürlük yolunda bir militan gibi
Uçuyor bahar dallarının kokusu gibi
Havada kurşunlar
Gecede kurşunlar
Özgürlük yoluna
Uçuyor canlar birer birer
Ahmet Yılmaz Tuncer
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.
İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.
"bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com
İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|