Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.817

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 29 Eylül 2010 - Fincanın İçindekiler


  • MERİNOS'UN ÖYKÜSÜ ... Bertan Onaran
  • HAYAT ... Kadriye Özbek
  • GİRMEM O TÜRBENİZE! ... Mete Çağdaş
  • Varlık Üzerine Düşünce Kırıntıları ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • William Crosner'in Günlüğü XXXIX ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Malak mı besliyor bu adam?!..


    Merhabalar,

    Adam bir kitap yazdı, kimseye yaranamadı. Cemaatin içinden biri yazıyorsa vardır bir bit yeniği dendi, müfteri ilan edildi. Adam ben yandım siz yanmayın dedikçe, birileri altına odun attı. Ve sonunda cemaatin gücü Avcı'yı yendi. Avcı girdi mapusa, Coni Hoca çıktı kerevetine. İşte birilerinin demokrasiden anladığı. Nalıncı keseri demokrasisi %58'e hayırlı olsun.

    Kazandığı her seçimin, referandumun ardından yaptığı, salon, balkon, mutfak, kiler konuşmalarıyla gönüllerde taht kuran son padişah Tayyip Bey, son kahvaltısını epeyce bir basın mensubu eşlğinde güle oynaya, yiye içe yaptı. Balkonda dağıttığı kırmızı güllerin, uçurduğu beyaz güvercinlerin aşkına, önceleri darbeci, hain, bindirilmiş kıta diye sevgiyle(!?) seslendiği %42'ye sevgi kelebekleri gönderdi sağolsun. Bizler de bu vatanın evlatlarıymışız, bizler de bu vatanı severmişiz, yokmuş içimizde bir kötülük, vermişsek iyiliğimizden vermişiz, oyumuzu... İyi ki dedi. Demeseydi, içimizde bir şüphe, sağa sola yalpalanıp gidecektik. Tayyip Bey ne olduğumuzu söyledi, hepimiz öğrendik. Bu vatan sana minnettardır padişahım.

    Kahvaltıda unutulması imkansız bir surat vardı. Malak yalamış saçlarıyla, en önde, Tayyip Bey'in ağzının içine düşecekmiş gibi oturan Bulutların Yiğit efendisi bir dönek gazeteci. Daha birkaç yıl öncesinde, eğitimini aldığı ekonomi ile siyaseti iyi paçal eden, ATO Başkanı Sinan Aygün'le birlikte katıldığı televizyon programlarında muhalif ama yapıcı söylevler veren o yiğit adam gitti, yerine şakülü hepten şaşmış, yalaka mı yalaka bir AKP aşığı geldi. Vatan'dan HaberTürk'e devşirilmesiyle ortaya çıkan bu değişim, kahvaltıda gazete ve internete de RTÜK benzeri bir denetim istemesiyle zirve yaptı. Bu değişmenin nedenini sadece kendi bilir ama Aygün'ün koca davadan içeri alınmasıyla başlayan süreç hem Aygün'ü hem de ödlek bulut biraderi korkutmuş olabilir. Korkunun ecele faydası yok ama demek ki mürüvvete var. Kimbilir neler bekliyor yalama saçlı arkadaş.

    Yandaş medya kapsama alanını gitgide genişletince ortada adına gazete denecek şeyler de azaldı. Baştan beri hazzetmediğim HT'ün Bekir Coşkun'u işten atmasıyla başlayan süreç, Bulut'un kahvaltıda etek öpmesi, ardından Bardakçı'nın Allianoi koruyucularına soytarılığı yakıştırmasıyla sürdü geçen hafta boyunca. Bir tarihçinin, tarihi yok etmenin önüne geçmeye çalışanlara yakıştırdıkları sanki birer ibret vesikası. Bu saçma yazıyı ararsanız bulursunuz, ben reklamını yapıp linkini vermeyeceğim. Yıllardır kazısı yapılan bir yere, "Allianoi olduğu bile kesin değil." gibi bir cümleyle karşı çıkan bir tarihçi. Yaptığı elle tutulur, yenilir yutulur gibi değil. HT'nin yazarı olan bu amcanın televizyondaki programını fırsat buldukça izlerdim ama bundan böyle ne HT okuyacağım ne de Bardakçı izleyeceğim. Çünkü biliyorum, Pelin Batu'yla bile çekilmesi imkansız artık. Çevreciler kadar kafana taş düşsün emi Murat Efendi. Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      MERİNOS'UN ÖYKÜSÜ

    Geçen yıl, 29 Ekim'de, sevgili Dilek Evcilmen ile Hicran Karabudak'ın konuğu olarak Antalya'ya gittiğimizde, can dostumuz Yılmaz Dikbaş bizi bir an bile yalnız bırakmamıştı; güzelim akşamlardan birinde, hoşbeş sırasında, Mustafa Kemâl Atatürk'ün, Sakarya Meydan Savaşı sırasında kurmaylarıyla yaptığı bir konuşmayı anlatmıştı; kendisi Bursa Merinos fabrikasında yöneticilik yaptığı için, konuyu yakından biliyordu. Okurlarımla paylaşmak üzere, öyküyü ondan bir daha anlatıp yazıya dökmesini rica ettim, aşağıdaki satırlar geldi:

    "Mustafa Kemâl Paşa, kendi kurduğu Meclis'ten, ordularına üç ay daha başkomutanlık yapabilme iznini uzun ve çetin geçen tartışmalar sonrası almış, askeri denetlemek üzere cepheye gitmiştir.
    Ordu, Sakarya'nın doğusuna çekilmiştir. Burada toparlanıp vakti geldiğinde düşmana saldıracaktır.
    Meclis'te, Mustafa Kemâl Paşa'nın kazanamayacağına inanan, belki de kazanmaması için dua eden bir grup mandacı bulunmaktadır.
    Büyük yenilgi sonrası Rusya'ya kaçan Enver Paşa, orada sotaya yatmış, Mustafa Kemâl Paşa'nın yenildiği haberini beklemektedir…

    Mustafa Kemâl Paşa, cepheyi denetledikten sonra kurmaylarıyla oturur, her zamanki gibi konuşmaya başlar.
    Vakit, gece yarısı sonrasıdır…
    Subaylar, Başkomutanlarından alacakları yeni derslere hazırdır.
    Mustafa Kemal Paşa, konuşmaya şöyle bir soruyla başlar:
    "En iyi kumaşın, İngiliz kumaşı olduğunu biliyorsunuz. Peki, bunun nedenini hiç düşündünüz mü? Neden en iyisi İngiliz kumaşı?"
    İçinde bulundukları koşullarla hiçbir ilgisi olmayan bir soruyla karşılaşmış olmanın ilk şaşkınlığını üzerinden atan bir subay cevap verir:
    "İngiliz kumaşı, ipek gibi ince ve yumuşaktır da ondan"
    Mustafa Kemal Paşa, soruları sürdürür:
    "Doğru. Peki, bir yünlü kumaşı ipek gibi ince ve yumuşak yapan nedir?"
    "……………."
    "Ben söyleyeyim. O kumaşın dokunmasında kullanılan ipliktir. İplik ne kadar ince olursa, kumaş da o kadar ince ve yumuşak olur. Peki, bir ipliğin ince olması neye bağlıdır?"
    "……………."
    Gece yarısı sonrası cephede, Mustafa Kemal Paşa kurmaylarına, günümüz Ege Üniversitesi Tekstil Fakültesi birinci sınıf öğrencilerine ders verir gibi anlatıyı sürdürür:
    "Bir ipliğin ince olabilmesi için, onu oluşturan elyafın da ince olması gerekir. Peki, hangi tür koyunun elyafı incedir?"
    "……………."
    "Bizim Anadolu koyunlarının, özellikle de Doğu Anadolu koyunlarının elyafı kalındır. Bu nedenle, bu koyunlardan elde edilen elyaftan üretilen iplikler kalın olur, bunlardan kalın ve kaba kumaşlar, halı ve battaniyeler dokunur…Dünyada en ince elyaflı koyun, Avustralya'da yetişen, adı da Merino olan koyundur. İşte, İngilizler Merino koyununun yününü ithal edip bundan önce iplik yapar, sonra da ünlü kumaşlarını dokurlar…Şimdi bir soru: Bizim de İngiliz kumaşı gibi ince kumaş üretebilmemiz için gereken nedir?"
    "Avustralya'dan Merino yünü ithal etmek."
    "Evet, ama o çok pahalı ve dışa bağımlı bir yoldur. Ben şunu düşünüyorum…Zaferden sonra mensucat sanayisine önem vereceğiz. Avustralya'dan canlı Merino koyunu satın alacağız. Bizim Marmara bölgesinin koyunları, elyafı en ince olan koyunlarımızdır. İşte, Avustralya'dan alacağımız Merino koyunlarını bizim Marmara bölgesi koyunlarıyla çiftleştireceğiz. Doğacak koyunları de yine Merino koyunu ile çiftleştireceğiz. Böyle böyle, Avustralya'nın Merino koyununa yakın bir tür melez koyun elde edeceğiz, adına da Merinos koyunu diyeceğiz…Bizim Merinos koyunundan elde edeceğimiz yapaktan önce iplik, daha sonra İngiliz kumaşı ayarında kumaş üreten bir fabrika kuracağız. Üretilecek kumaşa da Merinos kumaşı diyeceğiz…"

    O gece cephede, Mustafa Kemal Paşa, Bursa Merinos Fabrikası'nın temelini atmış oluyordu…

    Ben bu anıyı okuduktan sonra, kendi kendime şu soruyu sordum:
    O gece cephede, Mustafa Kemal Paşa'yı dinlerken, kurmaylarının kafasından acaba neler geçiyordu?
    "Biz burada ölüm kalım savaşının eşiğindeyken, Paşa tutmuş bize mensucat sanayisinden, İngiliz kumaşı kalitesinde Merinos kumaşı üretecek fabrika kurmaktan söz ediyor!"
    diye düşünmemişler midir?

    Mustafa Kemal Paşa, ufkun ötesini görebilen devrimci bir dehaydı.
    Zaferi kazanacağını da biliyordu, zaferden sonra neler yapacağını da…"

    Evet, öyle, kim olduğunu, nereden gelip nereye gitmek istediğini, oraya varınca ne yapacağını bilmeyenler ne o anki sorunları çözebilir, ne de yarınkileri. Üstelik Mustafa Kemâl gibi üstünyetenekliler, bunu hem yerel, ulusal açıdan bilirler, hem evrensel açıdan.

    Başta ABD'deki bir avuç sülük, bütün dünya sömürücülerinin Marx'ı, Lenin'i etkisiz kıldıklarına karar verdikten sonra, şimdi olanca hırslarıyla Atatürk'ün adını bile belleklerden silmeye girişmeleri bu yüzden.

    Onlar kazanırsa, yeryezünde insanın öyküsüün yazacak kimse kalmayacak; Atatürk, Fidel, Chavez kazanırsa, belki hak etmedikleri hâlde, sülükler bile kurtulacak.

    *

    Zaman nasıl da hızlı akıyor? Sevgili Ruhi Su aramızdan ayrılalı 25 yıl olmuş bile.

    Büyük Usta'yı anmak üzere, 20 Eylül akşamı Etiler'de, Boğaziçi Ünivesirtesi öğrenci yerleşkesinde toplandık; İrfan Ertem her zamanki çalışkanlığıyla bir görsel sunum ve sergi hazırlamıştı Usta'nın yaşamını özetleyen. Ardındanuhi Su Dostlar Korosu'nun dinletisinin arasına serpiştirilmiş konuşmalar yapıldı. Koro'nun eski-yeni üyeleri inançla, coşkuyla söylediler türkülerini. Her şey Büyük Usta'ya yakışır düzeydi.
    İnsanın içini burkan tek yan, aslında Boğaziçi Üniversitesi gibi bu geceyi düzenlemesi hiç beklenmeyecek bir kurumda okuyanların önyargıları yıkarak Ruhi Bey'i anmasının güzelliği, güzel, olanaklı salonun yarı yarıya boş olması; daha da acısı, her zamanki gibi, hep orta yaşın üzerinde insanların gelmiş, genç izleyecilerin türküleri de, ülkemizin devrimci bir yaklaşımla sorunlarıın çözme ararıyışını da önemsememiydi.

    Bir küçük eksiklik de, geceyi düzenleyenlerin, katılıp sesleri, sazlarıyla o akşamı yaratanlara Büyük Usta'nın simgesini taşıyan birer anı vermesine karşılık, konuşanların bundan yoksun bırakılmasıydı.

    Aynı hafta ikinci anma Ütilla İlhan Kültür Merkezi'nde 26 Eylül'de yapıldı; buna da bir dizi konuşmacı ve türküleriyle sevgili Yusuf Başaran çağrılmıştı.

    Atilla İlhan Kültür Merkezi'nde birg ün önce, İsa Çelik'in çok anlamlı, bilinçli bir sergisi açılmıştı: sevgili İsa, Türkiye Gençlik Birliği üyelerinin Bismil'in Arslanoğlu köyünde yaptıkları ilkokulun açılış törenine gitmiş, köyün, orada yaşayanların çok duyarlı resimlerini çekmiş; merkezin salonunda sergiliyor; mutlaka gidip görün benim yazı basılana dek durursa.

    Biz serginin açılış günü de oradaydık; gelenler sığmadı, ortaık ana baba günü oldu; yakışan da buydu elbet.

    26'sında anma toplantısına gittiğimde, toplantı salonu yine hınca hınç doluydu; meğer TGB'nin toplantısı varmış; kapılardan taşan gençler, inançla, coşkuyla devrim yeminleri içtiler. İçimden, bakalım bu kalabalığı yarıp kürsüye nasıl ulaşacağız diye merak ediyordum; ama o da ne, saat 17'de, patır patır inip gittiler. Oysa merkezin bütün duvarlarında o saatte orada Ruhi Su'nun anılacağı duyurulmuştu. Demek ki gençlerin, hem de devrimci gençlerin, müzikle, Ruhi Su'yla iglileri yoktu.

    Bense, kalsalardı onlara, Mustafa Kemâl'in, Sakarya Meydan Savaşı sırasında, gece yarısı, yarınki Türkiye Cumhuriyeti'ni bütün öğeleriyle kurup yaşatmak üzere Merinos koyunundan söz edişini anlatacaktım; yine anlattım elbet, ama biz konuşmacılar 5 kişiydik, merkezin sergi salonu-kahve bölümünde oturanlardan da 10 kişi geldi, işte ancak onlara aktarabildim bu değerli anıyı.

    Anlayacağnız, başta CFR'deki sülükler, yeryezünden ulusları, ulus bilincini silip atmak isteyenler epey yol almışlar; devrimci olduğunu söyleyen, bu yolda ant içen gençler bile kopup gitmiş geçmişlerinden, türkülerinden, ustalarından. Ne yazık!
    *

    Avutucu türküyü sevgili Ali Yüce'den seçtim.

    KELOĞLAN ÖYKÜLERİ

    Sordu bir ak gül
    Al yanaklı bir kıza
    Sen mi beni kokluyorsun
    Ben mi seni

    Vurdu tekmeyi bebek
    Anasının karnına
    Sen mi beni büyütüyorsun
    Ben mi seni

    Sordu Keloğlan
    Peri padişahının kızına
    Niye bunca yavaş yürüyorsun
    Güzelliğin yere dökülür diye mi

    Ödünç ses istedi
    Bir hindi bir bülbülden
    Veremem dedi bülbül
    Siyasetle uğraşmıyorum ben

    Yeter artık dedi
    Kara toprak mavi göğe
    Değişelim yerlerimizi
    Sırtım delindi yatmaktan.
    1972.



    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Kadriye özbek


    HAYAT

    büyüyor muyum ne...
    daha dün sokakta saklambaç oynuyordum
    şimdi yorgun geliyorum eve.
    babam şu ufak, yumuşak şekerlerle gelirdi
    boynuna atlardım görünce.
    uzak değil, daha dün gibi hatırlıyorum
    okula başladığım ilk günü.
    şimdi bakıyorum da
    kitaplarımın yerini dosyalar almış
    hayatımı ise bir telaş.
    şeker de beklemez olmuşum artık.
    oyun oynayacak arkadaşlarım da kalmamış.
    büyümek için çok erkendi
    şimdi ise;
    yeniden çocuk olmak için çok geç.
    böyle işte insan ömrü
    koşup oynarken
    bir de bakarsınız ki
    telaş içinde bir koşturmaca başlar.
    hep bir yerlere, birşeylere yetişmeye çalışırsınız
    fakat bu defa bir oyunda değil
    hayatın tam ortasında bulursunuz kendinizi.
    ve birgün bir bakarsınız
    herşey için çok geç!

              geç kalmamanız dileği ile...

    Kadriye Özbek


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mete Çağdaş

     Kahveci : Mete Çağdaş


      GİRMEM O TÜRBENİZE!

    Emekli bir paşa,
    Ortalığı karıştırmak için Kıbrıs'ta
    " Camii bile yaktık…" demiş
    Doğrudur (!)
    Bizde 12 Eylül 80 öncesi
    " Lastik yaktık…"
    Don lastiği değil ama ha!
    Bildiğimiz tekerlek lastiği…
    74 Marka " Murat 124" lastikleriydi yaktıklarımız
    Oligarşi düzenini yıkmak içindi bu yaptıklarımız!
    "Faşizme karşı omuz omuza " bir mücadeleydi
    Biz ortalığı karıştırmak için değil
    Ortadan karışıklığı kaldırmak için yapmıştık
    İşte bu yüzden farklıyız paşalardan!

    (…)

    Sosyalizm için
    Tek çareydi " Kurtuluş"
    Onun için hep ordaydık Sinop gençleri olarak
    Sonra Faşizm'in tankları girdi araya
    Bir Kenan'dan " Evren" oluştu!
    Bu "Evren"in ekseni olduk biz
    İçersinde yandık kavrulduk!
    Eylül yaprakları gibi savrulduk dallarımızdan

    (…)

    O gün
    Bu gün "Takunya Cumhuriyeti"ne giden yoldur açılan!
    İlk o günlerde takıldı türban süngülere
    Kıble ilk o günlerde belirlendi kışlada!
    İşte o günden sonra
    Haç yolu oldu Fethullah!
    Ama kendi gidemedi bir türlü Mekke'ye
    Çağırdı herkesi tekke'ye!

    (…)

    Elhamdülillah
    "Müslüman'ız…"
    Allah kahretsin!
    " Laikler…"diye
    Deyip, dururken
    Kurdu ordusunu Fethullah!

    (…)

    Şimdi ne olursa olsunlar
    İster kendi ordularını kursunlar
    İster "Takunya Cumhuriyeti"ni
    Diyorum ki onlara:

    " Ya gidin işinize be!
    Benim kıble'mde belli
    Kâbe'm de
    Yemin billâh!
    Girmem o türbenize…"


    Mete Çağdaş
    mettecagdas@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Varlık Üzerine Düşünce Kırıntıları

    Bu konuda bizim ortaya koyacağımız düşünceler olsa olsa "kırıntı"dır. Çünkü gerçekten sistem kurmuş olan çok sayıda değerli filozofun varlık hakkında oldukça önemli görüşleri söz konusudur.

    Biz herhangi bir felsefi sisteme tamamiyle bağlı kalmadan, ancak buralardaki bilgilerden de yeri geldiğinde yararlanarak, kendi aklımız ve mantığımızın elverdiği ölçüde "varlık" konusunu irdelemeye çalışacağız.

    Öncelikle "varlık"ın bir kavram olma özelliğinden söz edelim. Edelim de "kavram nedir?" sorusunun cevabını da vermeden geçmeyelim.:

    Kavram, eskilerin "mefhum" diye ifade ettikleri, yani herhangi bir şeyin zihindeki tasarımıdır. Somut ve soyut kavramlar vardır. Somut kavram, dış dünyada var olan yani nesnel yanı bulunan şeylerle ilgilidir; soyut kavram ise dış dünyada bireyleri bulunmayan, sadece zihinde var olanlardır. Varlık, en genel yani kaplamı en geniş olan kavramdır. Kavramları kaplam (kapsadıkları şeyler) bakımından sınıflandırsak bu şemanın en üstünde "varlık" yer alır. Çünkü varlık, evrende bulunan her şeyi kapsar, içine alır.

    Varlık iki çeşittir:
    1-Gerçek (reel) varlık: Duyu organları vasıtasıyla algıladığımız, belli bir zaman ve mekan içinde yer alan varlık. Örneğin her türlü eşya, ağaçlar, denizler v.s.

    2-Düşünsel (idea) varlık: Duyu organları vasıtasıyla kavrayamadığımız, sadece zihnimizde yer alan varlık. Örneğin soyutlamalar yaparak elde ettiğimiz her türlü zihinsel ürün.

    Varlık nedir?

    Biz bir dünyada ve dolayısıyla onun da içinde yer aldığı bir evrende yaşıyoruz. Yaşantımız sırasında duyu organlarımız vasıtasıyla birçok cismi algılıyoruz. Örneğin şu anda bir masa, onun üzerinde bir monitör görüyorum. Oturduğum bir sandalye var. Ayağa kalkıp pencereden dışarıya bakıyorum, gökyüzündeki yıldızları seyrediyorum. Yerime dönerken ayağım sert bir cisime çarpıyor. Canımı acıtan bu cismin masa olduğunu anlıyorum.

    Kısacası birçok şeyin varlığından haberdarım. İşte varlık bu "var olan her şeydir."

    Varlık var mıdır, yok mudur?

    Bilime göre varlık tartışmasız vardır. Bilim bu var olan varlığı neden sonuç ilişkisi içinde ve deneysel yöntemle inceler. Ancak felsefenin varlığa yaklaşımı bilimden farklıdır. Çünkü felsefe varlığı, bilim gibi parçalara ayırarak değil de bir bütün halinde açıklamayı amaçlar.

    O nedenle "varlık var mıdır, yok mudur?" sorusu felsefede uzun bir süre tartışılmıştır.

    Parmenides varlığın "var" olduğunu savunurken, nihilizm (hiççilik) varlığın "var olmadığı" iddiasındadır. Mesela bunlardan aynı zamanda bir sofist filozof da olan Gorgias'a göre:

    1-Hiçbir şey yoktur.

    2-Olsa bile bilinemez.

    3-Bilinse bile başkasına anlatılamaz.

    Gorgias -septikler kadar olmasa da- aynı zamanda şüpheci bir filozoftur. Örneğin septik filozoflardan Pyrrhon "varlıkların ne olduğuna ilişkin yargılar ne doğrudur, ne de yanlıştır." demektedir. Buradan hareketle şüpheciliğini daha da aşırı bir noktaya götürmekte ve "yargı vermekten bile kaçınmak gerektiğini" iddia etmektedir.

    Diğer yandan Descartes şüpheyi kullanarak akıl yürürtme yoluyla kendi varlığını, Tanrı'nın varlığını ve dış dünyadaki nesnelerin varlığını kanıtlamıştır.

    Dilerseniz bu soruda daha fazla felsefi görüşe yer varmeyip, kendimiz bir cevap arayalım:

    Kendimi düşünüyorum. Ben bir varlık mıyım? Evet. Ben kendimin farkında mıyım? Evet. Kendimin farkında olduğuma göre "ben varım" ve ben var olduğuma göre de "varlık da vardır" mantıksal çıkarımına ulaşıyorum.

    Tabii bu arada akıl yürürtme yoluyla benim ulaştığım çıkarımın tam tersine ulaşanlar olabileceği ihtimalini de düşünmüyor değilim.
    Varlık'ın Ne Olduğu Problemi?

    Ya da varlığın ilk ana maddesi (arkhe-ilk biçim-ilk olan) nedir, sorusu da filozoflar arasında uzunca bir süre tartışılmış ve farklı savlar ortaya atılmıştır. Örneğin:
    İlkçağ düşünürlerinden Thales'e göre varlığın ilk ana maddesi su'dur. Her şey sudan meydana gelmiştir ve en sonunda yine suya dönüşecektir. Herakleitos'a (M.Ö. 540-480) göre, evrenin ve varlığın ana maddesi(arkhe), kendisi de sürekli değişme içinde olan ateştir. Herakleitos; evreni karşıtlıkların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklamaktadır.

    Demokritos'a göre atom'dur. (Uyarı: Demokritos'un yaşadığı dönemde atom ile ilgili bilginin olması mümkün değildir. Burada kastedilen şimdiki bilgilerimizle "molekül" karşılığıdır. Yani o dönemde atom, kavram olarak var, ama bilgi olarak yoktu.)

    Mitoslu fizik ve doğa bilimcisi Anaksimandros (M.Ö. 610-574) , ise her şeyin kaynağını belirli bir maddeye bağlamayıp "sonsuzluk ve sınırsızlık"tan söz etmiştir. (Aperion denilen soyut bir kavramla varlığın ilk ana maddesini açıklamak istemiştir.)

    Miletoslu filozof Anaksimenes (M.Ö. 550-480), Anaksimandros'un öğrencisidir ve her şeyin havadan geldiğini ve havaya döndüğünü, ruhun ise solunan hava olduğunu öne sürmüştür. (Buradaki hava, bildiğimiz havadan farklıdır, sıcak bir nefes olarak da ifade edilmektedir.)

    İdealistler (Platon, Aristo, Hegel) varlığı "idea (düşünce) " olarak kabul ederler. İdealist filozof Berkeley : "var olmak, algılanmış olmaktır. " der. Burada okuyucunun daha iyi anlaması için, kısaca algı konusuna bir açıklama getirelim: Dış dünyadan gelen uyarıcılar bir duyu organını etkilediğinde buna "duyum" denir. Duyumun ne olduğunu tanımaya, bilmeye, ona bir anlam vermeye ise algı denir. Örneğin burnumuza çeşitli koku uyarıcıları gelir, onların burnumuzu etkilemesi duyumdur, bunların ne kokusu (çiçek, parfüm v.b) olduğunu bilmeye ise algı diyoruz. Tabii bu tanıma, bilme, anlamlandırma işini yapan organ da şüphesiz ki beyindir. Bazen uyarıcı vardır, fakat duyum olmasına rağmen algı ortaya çıkmayabilir. "Bakmak, görmek değildir", "bakar kör" , "fark etmedim", "görmedim, duymadım" gibi ifadeler kullanmamızın nedeni bir algılamanın ortaya çıkmamasıdır.

    Materyalistler (Marks,Hobbes, İlkçağda da Demokritos) varlığı "madde" olarak kabul ederler. Karl Marks'a göre " madde bilincin dışında ve bilinçten bağımsız bir gerçeklik olarak vardır.Maddenin var oluş biçimi de harekettir."

    Bedia Akarsu Materyalist anlayışı şöyle özetliyor: " İdealizm'e karşı çıkan materyalistlere göre,"Gerçek olan şey gözleyebileceğimiz şeydir. Bizim için önemli olan ölçebilmek ve tartabilmektir. Ama bu ölçü ve tartı da ancak maddesel olan şeylere uygulanabilir. Öyleyse asıl gerçek bu uzay ve zaman içinde bulunan cisimler dünyasıdır. Bu maddesel olan şeyler arkasında bir gerçek aramaya kalkmamalıdır. Tek gerçek maddedir."

    Descartes'e göre "Varlıkta iki töz vardır: Biri "ruh", öteki de "madde". Ruh düşünen , madde de yer kaplayan bir tözdür. Bunlar arasında hiç bir birleşme noktası yoktur. Yalnızca insanda bir araya gelirler."

    Husserl, var olanın yalnızca fenomenler olduğunu söyler. Bu fenomenin insan bilinci tarafından bilinebileceğini savunur. İnsan onların özünün bilgisini edinebilir. Bu düşünüre göre biz varlığı bilincimizin sınırları içerisinde bilebiliriz. Bunun dışında varlığın bir özelliği varsa bile bunu bilme imkanına sahip değiliz.

    Varlık yok olur mu?

    İlkokul sıralarından beri sıkça tekrarlanan "hiçbir şey yoktan var olmaz var olan bir şey de yok olmaz" bilimsel önermesi çerçevesinde düşünürsek, varlık yok olmamaktadır. Sadece şekil değiştirmektedir.

    Biz insanları varlığın yok olup olmaması meselesi bilhassa "ölüm" konusunda yakından ilgilendirmektedir. Hatta ölümden korkmamızın temelinde bu yok olma ihtimalinin yattığını da söyleyebiliriz. İşte bu bilimsel veriden hareketle öldükten sonra bedenimizin asla yok olmayacağını, ama şekil değiştireceğini söyleyebiliriz.
    Söyleyebiliriz de bu gerçek gene de biz insanları teselli etmez. Çünkü biz sadece bedenden ibaret değiliz, bizim bir de ruhumuz var ve asıl yok olup olamadığını merak ettiğimiz de o'dur. Ruh ile ilgili konularda ne yazık ki bilimde olduğu gibi kesin konuşamıyoruz. Bu konuda bireysel bazı iddialar ve dinsel dogmalardan başka verilere sahip değiliz. Ruhun yok olmadığı iddialarını doğruyabilmemiz için her tekrarladığımızda aynı verileri ortaya koyacak deney ürünlerine sahip olmamız gerekiyor.
    Ruh ile ilgili teorilerden animist görüşe göre, "ruh gelmiş ve bedeni işgal etmiştir. Beden öldükten sonra da oradan uçup gidecektir. Yani beden ölse de ruh yaşamaya devam edecektir.
    Oysa diğer teoriye yani mekanist anlayışa göre ise "ruhsal olaylar, beynin bir fonksiyonudur ve beden öldükten sonra da yok olacaktır." Mekanist teori materyalist bir görüştür ve bilim tarafından desteklenen de budur.

    Bu teorilerin hangisi doğrudur, diye bir soru aklınıza gelebilir. Bu konuda karar vermek mümkün değildir. Adı üzerinde, bunlar birer teoridir. Yani doğrulukları ya da yanlışlıkları kanıtlanabilmiş değildir.

    Gündelik yaşamda animist teoriyi benimseyen çok sayıda insana rastlayabilirsiniz. Örneğin reenkarnasyona (ruhun beden öldükten sonra başka bir bedende tekrar dünyaya gelmesi) inanan insanların olması bu yok oluştan bir çıkış olarak değerlendirilebilir.

    Varlık'ın miktarı ne kadardır?

    Yani varlığın miktarını tane olarak ya da ağırlık olarak ifade edebilir miyiz? Yoksa varlık sonsuz miktarda mıdır?

    Bana göre evrende varlık diye nitelendirebileceğimiz nesnelerin sayısı bellidir. Kaç tane, diye sormayın sakın. Çünkü cevabım şu olur: Hafsalamızın alamayacağı kadar sayıda, ama sonuçta gene de adet olarak belli miktarda. Peki kaç gram, kilo ya da ton? Gene cevabım aynı…

    Varlık 1'dir.

    Evrende yalnızca 1(bir) var. 1'in dışındaki rakamlar yaşamı kolaylaştırmak için insan aklının ürettikleridir. Ne kadar varlık varsa hepsi 1'dir. Ama benim iki tane elim var demeyin sakın. 1 eliniz ve bir eliniz var. Yanyana getirdiğinizde de gene 1 var. Milyarlarca mısır tanesi var, diye de düşünebilirsiniz. Hayır, buraya sığdıramayacağım 1'ler var. Hepsini bir arada düşündüğünüzde ise 1 mısır yığını var. Yaşadığım şehir 1, ülke 1, dünya 1, güneş sistemi1 ve tabii ki evren 1… Varlık1.

    Varlık olarak ben
    Üzerinde yaşadığım dünyada ve dolayısıla evrende bir varlık olarak bulunduğumu idrak ediyorum. Bundan milyarlarca yıl önce de bir varlık olarak vardım, milyarlarca yıl sonra da var olacağım. Bu beni mutlu ediyor. Dünyanın bir parçası, evrenin bir parçası ya da dünyanın ve evrenin kendisi olmam bana büyük bir haz veriyor.

    Ben sayısız ihtimalin bir araya gelmesinin sonucunda şu anki bedenime ve ruhuma sahibim. Bunu doğal bir oluşum olarak da kabul edebilirim; bir şans olarak da düşünebilirim.
    Varlık olarak diğerleri
    Benim dışımda da çok sayıda varlık var. Benim için geçerli olan sayısız ihtimal onlar için de söz konusu. Bu nedenle her varlığa hayranlıkla yaklaşıyorum ve her varlığın bir mucize olduğunu düşünüyorum. Bazılarının ağızlarından çıkan mucize öykülerini hayranlıkla izleyenlere diyorum ki; gerçek mucize için şöyle bir etrafına bak. Ne kadar da çok olduğunu göreceksin. Bu sana zor geliyorsa kendine bak. Çünkü sen de bir mucizesin…

    Varlığı sev ve saygı duy

    Bilhassa canlı her varlığa karşı saygı duy ve sev. Sen nasıl ki bir mucize isen ve sayısız ihtimalin bir araya gelmesi sonucunda oluştu isen, aynı şey o canlılar için de geçerlidir.

    Canlı varlıkların bu şansını yok edici davranışlardan mümkünse kaçın. O nedenle, bir canlıyı öldürmek için :

    - Tabancanın tetiğini çekmeden önce,
    -Bombayı atmadan önce,

    -Bıçağını saplamadan önce,

    -Zehiri atmadan önce,

    -Ayağınla ezmeden önce,



    Lütfen dur ve düşün…

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü XXXIX

    Benim Almanlarda gördüğüm en önemli sorun, derinlikli düşünme yeteneğine sâhip olmamalarıdır. Yazdıklarının henüz kendi içinde çelişki taşıyıp taşımadığını anlayamıyorlar. Bu, sâdece modern zamanlarla sınırlı da değil, târih boyunca hemen tüm önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinde bir şekilde katkısı bulunan Almanlar, bu süreçlerde ciddî bozunmalara yol açmışlar.

    Fichte örneğin, daha dünkü isim. Söz gelişi Martin Luther, modern paganlığın eleştirisini yapmak ve bunun yok olup gitmesine katkı sağlamak isterken, en az modern paganlık kadar iğrenç başka bir paganlık îcât etti. Modern paganlık ile Luther paganlığı arasındaki farklar, ekonomik ve siyasî farklardı; teolojik bakımdan aralarında hiçbir farklılık yoktu.

    Bu o kadar öyledir ki, Luther'in öğretisini kendisinden beklenen ekonomik ve siyasî hedefler doğrultusunda geliştirmesi, bunun açık bir kanıtıdır. Nitekim, 1521 yılında Worms'da toplanan ukkin plahrumda Luther'e karşı ağır yaptırım kararları alınınca Saksonya Elektörü, Luther'i kaçırarak Wartburg'da koruması altına aldı, ondan Kilise'ye karşı senyörlerin güç kazanmasını sağlayacak bir çabanın içinde olmasını bekledi.

    Luther, feodal sistem içinde Kilise mülklerine karşı hasmahâne bir tutum sergilerken, senyörlere karşı aynı tutum içine aslâ girmemişti; yâni, din adına Kilise'nin insanları köleleştirmesine karşı çıkarken, aynı şeyi senyörlerin yapmasına karşı çıkmamıştı ki, bu da meselenin teolojik bir mesele değil, ekonomik ve siyasî bir mesele olduğunu gösterir.

    Hem, Luther'in köylülere ve çiftçilere Kilise mülklerini yağmalamaya dönük çağrılarından bile onlar değil, senyörler kazançlı çıkmış ve hattâ, bu yağmaların yerini ve zamânını bile senyörler bildirmişti. Böylelikle, ilk olarak köylüler ve çiftçiler Kilise mülklerine saldırmış, sıcak çatışmalar sırasında onlar hayatlarını kaybetmiş, mülkler üzerinde senyörler denetim kurmuştu.

    Luther bu çağrıları yaparken, şu cadılık meselesi üzerinde de epeyce durmuş, senyörlerin işine gelecek biçimde köylüleri ve çiftçileri Kilise'ye karşı dolduruşa getirirken, onlara cadılıkla ithâm edilen büyükannelerinin topraklarına, mallarına, mülklerine el koymayı öğütlemişti. İşte, Ogsburg Antlaşması'nın temelinde aslında bunlar var…

    Almanların kafaları bu kadar sığdır. Ama, bâzen tabiî ki değerli görüşler de ortaya koyabiliyorlar. Fakat, bir görüş eğer bir Almanın zihninden çıkmışsa, buna karşı çok daha uyanık olmak, sürekli tetikte beklemek lâzım. Hele bu Alman, aynı zamanda bir Romantik ise iki kat fazla uyanık olmak ve tetikte beklemek lâzım!

    Hegel okumalarım sırasında, Almanlar hakkındaki bu görüşlerimin açıkça bir kez daha doğrulanmış olduğuna hemen hiç şaşırmadım. Zîrâ, Hegel'e göre târihte olup biten her şeyin ardında akıl vardır(!) ve akıl, kendisine koyduğu amacı adım adım gerçekleştirirken, kendisi hakkındaki bilgiyi sistem aracılığıyla Felsefe'de ortaya koyar(!). Bu amaç ise "kendini gerçekleştirme" ve bunun bilgisine varmadır.

    Dolayısıyla, târihin sonunda; yâni, akıl târihe egemen olduğunda bunun bilgisi Felsefe aracılığıyla dile dökülecek(!) ve akıl, kendisini tanıyacakmış(!). Tanrım… Demek ki akıl, "kendini gerçekleştirirken"(!) ne yaptığını bilmiyor(!). Bu ne büyük bir aptallık! Demek ki, akıllı kişiler ile deliler arasındaki fark, yaptıkları eylem sırasında değil, bu eylemin sonucunda, buna dâir bir farkındalıkla ortaya çıkıyor(!).

    Hâlbuki deliler, eylemlerinin sonuçlarını tartamadıkları gibi, bunları gerçekleştirirken de herhangi bir farkındalığa sâhip değildir. Şu hâlde, akıl sâhibi bir varlık, belirli bir eylemi gerçekleştirirken bunun farkında değilse, bu kişinin delilerden farkı nedir? Bu, aynı zamanda da şu demeye gelir ki, Hegel'in sistemi tam bir deli saçmasıdır! Ayrıca, aklın kişileştirilmesi ve insan varlığından bağımsız düşünülmesi meselelerine hiç girmeyeyim…

    Öte yandan "mutlak tin", "mutlak ayrımlaşmamışlık", "hiçlik diyalektiği", vb. uyduruk kavramlar yaratmada hiçbir filozof, Almanların eline su dökemez! Ve korkarım ki, günün birinde Alman oryantalistleri de bu zırvalıkları Asyalı ve Afrikalı aydınlara "çağdaşlık" olarak yutturmaya çalışacaktır ve sanırım, bu konuda önceliği de Osmanlı aydınlarına vereceklerdir.

    Çünkü şu sıralar, Osmanlı Devleti ile Almanlar arasında ciddî yakınlaşmalar var ve beyinleri, Alman emperyalizminin hedefleri doğrultusunda şekillendirilmekte. Dârülfünun bünyesinde Fransa ve Almanya'ya gönderdikleri öğrenciler, "Batının yüksek değerleri" nâmına bu zırvalıkları alıp ülkelerine taşıyorlar. Fakat, Pâris'ten dönenler Fransız oryantalistlerinin, Berlin'den dönenler de Alman oryantalistlerinin taşeronluğunu yapmayı "aydınlık bilinci"nin(!) bir gereği olarak görüyor.

    Tanrım, sen bu çocuklara akıl ve sağduyu ihsân et! Hadi, bu çocukların hayat tecrübeleri, deneyimleri sınırlı olduğu için oryantalizmin aptallık hipnozuna yakalanmaları neyse; ama, onların tesiriyle bu hipnozu Dârülfünun'da kurumsallaştırmaya çalışan müderrislerine ne demeli? Örneğin Münif Paşa'ya, "Mecmuâ-î Fünun" ve "Hazîne-î Evrak" isimli dergilerde Hegel'e düzdüğü methiyelere ne demeli?

    Münif Paşa'nın ünü Kıta Avrupa'yı çoktan aştı, Ada Avrupa'ya kadar taşındı; bizim oryantalistler, bu adam hakkında pek övücü lâflar ediyor, Dârülfünun'un yeniden açılmasını ve burada oryantalizm propagandalarının yeniden yapılmasını sağladığı için onu baş tâcı ediyorlar. Hem, nasıl etmesinler ki, onlar için Dârülfünun eşi bulunmaz bir "özgürlük plâtformu"!

    Dârülfünun'da derslerin halka açık bir biçimde yapılmasını, ilk olarak bizim oryantalistler "tavsiye" etmişti. Bu yolla, geniş halk kitlelerini de bu aptallık hipnozuna katmaları kuşkusuz daha kolay olacaktı. Ancak ulemâ, burada anlatılanları Müslümanlığa aykırı bulup Saray'a baskı yapınca, Dârülfünun kapatılmıştı. Münif Paşa ise Saray'ın bu karârından vazgeçmesini sağlayanların başında geliyordu.

    Yakında bu adama da "Sir" unvânı verilirse hiç şaşırmam! "Sir Münif Paşa"... Görevi, Osmanlı ülkesinde emperyalistlerin ve oryantalistlerin bir numaralı silâhşörlüğünü yapmak! Gerçekten de şu Münif Paşa meselesi, ilerde Osmanlı Devleti'nin başına büyük işler açacaktır. Bu adam, henüz erken yaşlardan itibâren bizim oryantalistlerle yakın ilişkiler içinde olmuş ve bu ilişkilerini gittikçe güçlendirmiş.

    İlk olarak, babasının işi gereği Mısır'a gelmişler; babası, Mısır Vâlîsi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrâhim'e Arapça ve Farsça öğretmiş. Kendilerine tahsis edilen konakta ise bizim oryantalistler, baba ve oğlu aptallık hipnozları altına almışlar. Bu lânet heriflerin başını da Charles Bonney çekiyormuş. Bu herif, genç Münif'e İngilizce öğretirken, onu tam bir İngiliz hayrânı olarak yetiştirmiş.

    1852 yılında Osmanlı idâresi altında kurulan Tercüme Odası'nda Münif, bizim oryantalistlerin propaganda metinlerini Osmanlıcaya çevirdi, bu aptallık hipnozunu başta Pâdişah olmak üzere devletin en üst kademedeki yöneticilerine yaymaya çalıştı. Kendisi, bir dönem Maarif Nâzırlığı da yapmış ki, işin en dehşet boyutu da burası. Bu adamın belirlediği/düzenlediği müfredatla yetişen genç nesillerin Anglo-Sakson vahşîliğine özenmesi, hiç şaşırtıcı olmayacaktır.

    Dolayısıyla Saray, ne biçim bir gaflet uykusunda ki, "entellektüel darağacı"na gönderilmesi gereken Münif Paşa'yı, üstüne üstlük Maarif'in başına geçiriyor! Ulemâ ise Münif Paşa'nın bundan üç yıl kadar önce Mecmuâ-î Fünun'da yazdığı bir yazıdan dolayı, bu derginin kapatılmasını sağladı ve Saray nezlinde itibârını sarstılar. Dilerim ulemâ, bu başarıları Dârülfünun konusunda da yeniden ve bir an önce gösterir.

    Osmanlı Devleti'nin Pâris'e yolladığı öğrenciler hakkında da çok ciddî endişelerim var. Nitekim, modern felsefenin üzerine sinen ikircikli düşünme biçimi aslında aşılması gereken bir düşünme biçimiyken, bunun bu denli sâhiplenilmesi, insanlık ideallerinde ilerleme düşüncesinin de ciddî yaralar almasına neden oluyor. Bunları, başta Osmanlı aydınları olmak üzere Asyalı ve Afrikalı aydınlar, acaba ne zaman anlayacak?

    Az önce, Almanlar hakkında yazdıklarıma şunları da ekleyeyim. Gerçekten de sosyalist hareket içinde Robert Owen'ın yeri büyük önemdedir. Kendisi, Birleşik Krallık'ta işçi sınıfının birleşmesi ve burjuvanın ekonomik ve siyasî ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması, işçilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi ve korunması konularında büyük başarılara imzâ attı.

    Kezâ, bizdeki sendikâl örgütlenmenin ilk örneklerini de kendisi belirledi, uyguladı, denetledi; başta çalışma saatleri olmak üzere işçilerin yaşam koşulları hakkında ciddî iyileştirmeler yapılmasını, işçilerin sosyal güvenlik haklarının tanınmasını, vb. birçok şeyi sağladı. Fakat, Owenist sosyalist hareket Kıta Avrupa'ya taşındığında, başta Marx ve Engels olmak üzere Alman sığ düşünceliliğine teslîm edildi.

    Daha önce de yazdığım gibi, Kıta Avrupa'daki sosyalist hareket, çok büyük bir toplumsal projeye dönüşmüştü. Bu projenin en önemli dayanağı ise sınıfsız toplum modeliydi. İşte, Alman sığ düşünceliliği burada da bir kez daha karşımıza çıkıyordu; Alman Sosyalistleri, sınıfsal ayrıcalıklara karşı çıkmak yerine burjuvaya karşı çıktılar, sınıflaşmanın olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmak yerine de sınıflaşmayı ortadan kaldırmaya çalıştılar.

    Aynı şekilde, üretim araçları üzerinde burjuvanın hâkimiyetini kaldırmaya çalışmak yerine özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya çalıştılar, aile içinde kadının bir "mal" gibi alınıp satılmasına karşı çıkmak yerine aileye karşı çıktılar ve aile kurumunu kaldırmak istediler. Ve daha bu gibi nice boş, yanlış, zararlı ve büyük bir aptallık ürünü olan işlere yeltendiler. Tanrım…

    Gerçekten de Alman Sosyalistleri, Robert Owen'la başlayan önemli bir değişim ve dönüşüm sürecini ciddî bir biçimde bozuma uğrattılar ve bunu yaparken özellikle de târihsel ve antropolojik bulguları keyfî bir biçimde yorumladılar. Gerçi, ortaya koydukları tüm zırvalıklar değersel bakımdan bir ve aynı değilse de ben bunlardan biri üzerinde biraz durayım.

    Marx'a göre târih, sınıf savaşımlarının târihidir(!). Târihe yön vermiş tüm gelişmelerin ardında sınıf savaşımları vardır(!). Sınıf savaşımları, târih boyunca her toplumda ve her alanda yaşanmış(!), bu sınıflar "ezenler" ve "ezilenler" olmak üzere iki temel öbekte yer almıştır(!). Tanrım… Şu hâlde Osmanlı Devleti, târih dışı bir devlet!

    Ve demek ki, târihte "Osmanlı Devleti" diye bir devlet kurulmamış ve biz kurulduğunu zannetmekle, büyük bir yanılsama içindeyiz. Kezâ, Osmanlı Devleti'nde sınıflaşma yok; ta öteden beri de yok ve bu gidişle olabileceğini de pek zannetmiyorum. Çünkü, Osmanlı Devleti'nin toprak politikaları, sınıflaşma olgusunun ortaya çıkmasını engelliyor. Sınıflaşmanın ortaya çıkmadığı bir toplumda sınıf savaşımları da olamayacağına göre, demek ki târihte Osmanlı Devleti'ne yer yok(!).

    Tanrım... Bu ne kadar büyük bir sığ düşünceliliktir ki, Batı Avrupa târihi için geçerli olan bir durumu başta Marx ve Engels olmak üzere Alman Sosyalistleri, tüm dünyâ târihine yüklemeye çalışıyorlar! Ve bu nasıl bir iştir ki, Batı Avrupa toplumlarının kendi toplumsal yapıları ile diğer toplumların kendi toplumsal yapılarını bir ve aynı kabul ediyorlar, bu da yetmiyormuş gibi bunu târihe yüklüyorlar.

    Zîrâ, Osmanlı Devleti'nde uygulanan toprak politikalarına göre topraklar, Pâdişâh'ın mülkü ve bunların kullanım hakkı, belirli süreler için ve belirli şartlarla reayâya devrediliyor; onlar da asker besleme karşılığında bu toprakları işleyerek geçimlerini sürdürüyor. Ve şu son dönemlere kadar bu sistem gâyet güzel işliyordu. Fakat arttırılan vergiler, savaşların uzun sürmesi ve askerî teşkilâtlarında ortaya çıkan başka bazı bozunmalar nedeniyle bu sistemde önemli açmazlarla karşılaştılar.

    Ne var ki, bu toprak politikası, Batı Avrupa'da ortaya çıkan feodalizm ve serflik kurumu gibi bir oluşuma imkân vermiyordu. Ve reayâda artı-değer güdüsü de yoktu, sanâyileşmek yönünde de herhangi bir çabaları hiçbir zaman olmadı. Zâten, reayâ toprakla ilgilenirken, bu işler de genellikle gayrimüslimlere bırakılmıştı ki, aslında onların da böyle bir çaba içinde olmadıklarını görüyoruz. Şu hâlde, bu Alman sığ düşünceliliğine ne demeli?

    Tanrım… Saat sabahın üçü olmuş. Şu gemi yolculuğu başladığından bu yana, kendimi yazmaya fazlasıyla kaptırdım; yazarken zamânın nasıl geçtiğini hiç anlamıyorum doğrusu. Bu, belki bir bakıma iyi de oluyor; İzmir'e varıncaya kadar zihnimi, içine düşmüş olduğumuz bu ateş çemberinden uzak tutmayı ne kadar başarabilirsem o kadar iyi.

    Ve bu konularda yazmak istediğim daha başka pek çok şey var. Ama, şu an yorgunum ve uykum da geldi. Şimdi üzerimi çıkartıp Edward'ın yanına gideceğim. Bizi kim bilir, yârın ne sürprizler bekliyor! Tanrım… Sen üzerimizden yardımını ve merhametini esirgeme…
    6 Mayıs 1885


    - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Hayat

    Karşımda bir baba
    Babanın kucağında bir çocuk
    Çocuğun gözünde hüzün
    Hüznün gözünde gözyaşı
    Kim bilir
    Belki biz de
    Oturmuş Tanrı'nın kucağına
    Ağlıyoruz karşımızdaki hayata

    Ceyda Emel Nas

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara - Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.

    İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.

    "bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com

    İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Epitaph - King Crimson









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100929.asp
    ISSN: 1303-8923
    29 Eylül 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com