Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.820

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 12 Ekim 2010 - Fincanın İçindekiler


  • BURAM BURAM BURSA -3 ... Seyfullah Çalışkan
  • BÜYÜK KENT, BÜYÜK YALNIZLIK ... Ömer Akşahan
  • Jorge Quesada Concepción'la söyleşi.. ... Cüneyt Göksu
  • TÜRBANA SERBESTLİK GELİR Mİ? ... Hasan Tülüceoğlu
  • William Crosner'in Günlüğü XLII ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Necefli Maşrapa!..


    Merhabalar,

    Gecenin yarısı ortaya çıkan bir havuz problemini çözmeye çalışırken saat ilerlemiş. En iyisi ben size merhabanın ardından bir de hoşçakalın diyeyim de şu problemi sabaha kadar çözüp kenara koyayım. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      BURAM BURAM BURSA -3

    Bursa oturaklı, tumturaklı ağır başlı bir şehir. Kendi içinde devinip durur. Gündelik yaşamın akışı çok fazla sürprizlere gebe değildir. Önceki yaşadığım kentte her an sokakta bir olayla karşılaşabilirdiniz. Karısıyla kavga eden, eşine avazı çıktığı kadar bağırıp erkeğini cümle âleme rezil etmeye çalışan kadınlarla çok sık karşılaşırdım. Her zaman bir olay patladı patlayacak diye beklersiniz. Ve sokaklar sizi sürekli uyanık olmaya zorlardı. Elinizde olmadan kaygılanırdınız. Hafta sonu arkadaşım beni İnkaya adındaki güzel bir yere götürdü. Yanılmıyorsam Çekirge'den yukarıya dağa doğru çıktık. İnkaya kentin sırtını dayadığı dağın yamaçlarında yemyeşil cennet gibi bir yer. Kocaman bir ulu çınarın (ki bu çınar acayip ulu, anıt ağaç) etrafında çay bahçeleri, lokantalar var. Ulu çınarın etrafındaki mesire yerine bir köy sokağından girilerek geçiliyor. Hem sokağın başında hem de çınarın gerisinde köylü kadınlar kendi yetiştirdikleri meyve sebze ve aklınıza gelmeyen ürünleri satarak geçim derdine merhem etmeye çalışıyorlar. Aklınıza gelmeyen derken abarttığımı sanmayın. Elbette biber, domates, incir, elma ceviz böyle bir pazarda satılır. Ya süs kabakları, hatta kudret narı? Önlerinden geçen herkese mutlaka hoş geldin demeyi de ihmal etmiyorlar.

    İnkaya piknik alanı bizim gittiğimizde oldukça kalabalıktı. Aslında burası yaz sıcaklarından kaçıp kurtulmak ve nefes almak için çok popüler bir yermiş. Çok ünlendiği için artık her mevsim böyle dolu dolu olacağı besbelli. Çınar ağacının dalları neredeyse üç dönüm kadar bir alanı kaplıyor. Gövdesi de çok geniş. Biz orada otururken bir gurup genç kız geldi. Yanılmıyorsam on, on bir kişi kadardılar ve çınarı bütünüyle sarmayı başaramadılar. Çınarın etrafının her geçen gün artan ünü kulaktan kalağa yayıldıkça ticari değerinin artacağı yadsınamaz. Artan ünüyle birlikte daha çok para kazandırdığı için sakin, sessiz, huzur içinde oturulacak, temiz orman havası solunacak bir mesire yeri olmaktan uzaklaşacağını tahmin etmek için dahi olmaya hiç gerek yok. Şimdi bile bahçelerden yükselen ızgara dumanları neredeyse bir bulut tabakası oluşturuyor. Neden temiz hava ve yiyecek bizim kültürümüzde illa birlikte düşünülmek zorundadır anlamıyorum. Çay bahçelerinde misafirlere demlik ile çay ve taze mevsim meyveleri ikram ediliyor. Özellikle bu sunumun meyve kısmına bayıldığımı gizlemeyeceğim. Kendi beğenilerimi ön plana çıkararak söylemem gerekirse İnkaya'da ızgara ve lokanta işine bir çeki düzen verilip insanların temiz hava solumasına ve su hatta kuş sesleriyle dinlenmesine olanak sağlanmalı.

    Bizim İnkaya'ya gittiğimiz gün Misi Köyünde başka bir etkinlik varmış. Etkinliğin adı Misi Yerel Yemekler Şenliğiymiş. Ben yabancı olduğum için elbette bilemezdim. Bu yıl beşincisi düzenlenmiş. Misi köyü yani Gümüştepe Şehre sadece altı kilometre mesafede bir cennet. Tarihi 150 yıla uzanan evlerde uzun süre ipek böcekçiliği ve şarapçılık yapılmış. Köy aslında üzümü ile ünlüymüş ama şimdilerde kent sınırları genişledikçe bağlar yakın bir zamanda tarihe karışacak gibi görünüyor. Köyün üzümü yanında, asma yaprağı ve çok bilinen turşuları var. Bağların bahçelerin büyük paralara dayanabilmesi çok zor… Misi yemek şenliğini bu sene kaçırdık, eh artık gelecek seneye belki, kısmetse…

    Yıllardır bu kentten gelip Orta Karadeniz'e geçerdim. Görükle tabelasını her gördüğümde merak edip sonra da ne anlama geldiğini araştırmaya üşenip öylece bırakmışım. Şimdi yazma zamanı geldiği için araştırdım. Görükle köyü adını eskiden burada bulunan Rum köyünden almış. (Adını Rumca'daki Koubouklia veya Kouvoukleia aldığı sanılmaktadır.) 1990 yılına kadar demografik yapısının çoğunluğunu eski Selanik göçmenleri oluşturmaktaymış. Bu gün Görükle Bursa'ya on altı kilometre uzakta Uludağ Üniversitesi Öğrenci Cumhuriyeti anlamına gelmektedir. En azından ben böyle tanımlamayı uygun buluyorum. Görükle'yi köy diye tanımlamak biraz haksızlık olur. Kentin yeni yapılaşmış bir bölümünü kesip sanki on altı kilometre ileriye taşımışlar. Türkiye'de sekiz yüz nüfuslu ilçeler bulunduğunu göz önüne alırsak burası bir kent bile sayılır. Yaşam tamamen öğrenci gelirlerine döngülenmiş gibi görünüyor. Bütün apartmanlar ya öğrencilere kiraya verilmiş veya öğrenci yurdu olarak inşa edilmiş. Ana caddesi gecenin ilerleyen saatlerine kadar fıkır fıkır genç kaynıyor. Her tarafı kafe ve lokantalarla kuşatılmış bir yer. Açıp internetten Uludağ sözlük, ekşi sözlük ve itü sözlüğe baktım. Görükle öğrenciler tarafından birlerce farklı yönüyle anlatılıp yazılmış. Bana göre üniversite öğrencilerini hedef kitle alarak alan bir yerleşim yeri olarak çok ciddi eksikleri de var. Örneğin park, bahçe gibi ortak kullanım alanları çok yetersiz. Bursa Nilüfer ilçesi ve Üniversite yerleşkesi ile kıyaslanınca ağaçlık ve yeşillik gibi tanımlanması bile neredeyse imkânsız. Bunun yanında kütüphane ve kitapevi olarak açılmış bir mekâna da rastlamadım. Her yer kahve ve lokanta. Gönül istiyor ki üniversiteli geçlerin toplaştığı bu yerleşim aynı zamanda kültürün ve sanatın da merkezi olsun. Görükle otobüsle kent merkezine yaklaşık bir saat çekiyor. Bursaray ulaşımı henüz Görükle'ye ulaşmadığı için öğrenciler kente uzak kalıyor. Hatta ben onlar kentten yalıtılmış ve bu köşeye sıkıştırılmış gibi bir resim algıladım. Her şeye rağmen bu kadar çok gencin birlikte olması, ülkenin farklı illerinden gelip üniversite öğrencisi ortak paydasında toplaşmaları hoşuma gitti.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ömer Akşahan

     KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan


      BÜYÜK KENT, BÜYÜK YALNIZLIK (*)

    Deneme kitapları okumayı oldum olası diğer türlerden daha çok tercih eder oldum son yıllarda. Acaba bunda sıkça yalnızlığa doğru itilmişliğin bir etkisi ya da katkısı olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum.

    Deneme yazarları bana kalırsa, yalnızlığın labirentlerine yuvarlanmış uysal görünümlü canavarlardan başkası olamazlar! Yoksa o canavar adaylarından biri de ben miyim!!!
    İnsan yalnız başınayken kime bağırabilir ya da kime bıçak çekebilir ki? İşte kişi o noktaya geldiyse bu isteğini -eğer bir yazarsa- en iyisi sözcüklere saldırarak gerçekleştirebilir. Tek çözümü orada arar. Biteviye akan bir sözcük ırmağında yuvarlanırken hep umudu bir gün sonsuzluk denizine ulaşmaktır. Büyük yazarlar neden büyük kentlerde yaşarlar, hiç bunu kendinize sorduğunuz oldu mu? Bir Roma atasözü bunu gayet özlü biçimde açıklıyor: "Büyük kent, büyük yalnızlık." Kim kime dum duma ya da hay huy da denen o karmaşaklığın ve kalabalığın içinde yaşamını sürdüren insanların dramı, mutluluğu, coşkusu velhasıl tüm insanlık halleri çırılçıplak ortada olmasa da göz önünde gibidir. Kimin nerede, kiminle olduğu ya da aç mı susuz mu yatıp kalktığı ise kimsenin umurunda değildir.

    İstanbul'un 15 milyonu bulan insan kalabalığında kaç kişi var ki, ben yalnız ve mutsuz değilim diyebilsin? O koca kente yaşadığı tıkış tepiş apartman dairesinin penceresinden bakarken nereye kadar uzanabilir ki bakışı? Bitişiğindeki apartman komşusunun ölüp kalması ya da polis tarafından basılmış olması onu ne denli ilgilendirir ki? Bu ve buna benzer soruları çoğaltabiliriz ki, her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberleri büyük kent insanın yalnızlık sendromu içinde sürdürdüğü yaşamın doğal arızalarını anlatır bize.

    Kendimi bildim bileli hep büyük kentlerde yaşamayı istemişimdir. Bunu başarabildim mi? Hayır. Küçük kentlerde olup da büyük kentlerdekine benzer bir özgürlük ortamı yaratmak isteyişim kimilerince garipsense de yine de bu isteğimden vazgeçmiş değilim.

    Küçük kentleri İtalyan Çukuru'na benzetirim. Büyük kentlerse geniş ovalara benzer. Küçük taşra kentlerinde son günlerde sıkça adından söz ettirmeye başlayan mahalle baskısı büyük kentlere göre daha belirgindir. İstanbul'da Tophane semtinde bir resim galerisine yapılan saldırı gerçekte Anadolu'nun birçok irili ufaklı kentlerinde hem de sıkça yaşanan bir olgudur. Yıllar öncesi Ödemiş'te kitapçılıkla geçimini sağlayan öykücü Behiç Duygulu da solcu olduğu gerekçesiyle saldırıya uğramış, dükkânının camları aşağıya indirilmişti. Yine bunun benzeri Muş'ta Orhan Özmen adlı arkadaşımızın kitapçı dükkânı 15 Şubat Töb-Der olayları sırasında yerle bir edilmişti.

    Eğer Tophane İstanbul'un değil de Bitlis'in bir semti olsaydı medyada belki bu kadar dahi yer alamazdı. Öyle ya, medyanın kalbi İstanbul, taşrada olanların ne önemi var!

    Büyük kent büyük yalnızlık olduğu kadar büyük bencilliktir. Orada kimse kimseye en küçük bir tolerans, hoşgörü gösteremez. Bazen bizim gibi taşradan gelip de gideceği adresi bulamayanlara özellikle İstanbul'da sıkça yaşanıyor maalesef, yanlış yol tarifi yapılır. Ne insanlık dışı bir şey değil mi? Oysa biz taşralılar gelen yabancı konuklara bırakın yanlış yol tarif etmeyi bilakis zamanımızı da vererek gideceği yere kadar konuğa eşlik etmeyi bir insanlık görevi biliriz. Bununla ilgili de yaşanmış gerçek bir olayı yeri gelmişken anlatayım.

    Bir zamanlar Ödemiş Lisesinde Fransızca öğretmenliği yapan bekâr genç bir öğretmen arkadaşımız vardı. Babası kendisini ilk kez ziyarete geldiğinde otobüsten indiğinde karşılaştığı bir kişiye okulun yerini sorar. Sorduğu kişi kendisiyle birlikte okula kadar gider. Öğretmenin babası aradan geçen bir zaman sonra yeniden kızını ziyaret eder. O gelişinde de yine ilk rastladığı kişiye adres sorduğunda ilk gelişindeki gibi yine o sorduğu kişi tarafından okula götürülür. Bu iki benzer yaklaşım karşısında çok duygulanan baba, o an kendisine söz verir: Eğer kızına talip çıkarsa ilk soracağı soru; nerelisin? Olacaktır. Eğer yanıt da, Ödemişli'yimse hiç başka şey sormadan kızı ona verecektir. Bu düşüncesi daha sonraki zamanlarda aynen gerçek olmuş ve o öğretmen arkadaşımız Ödemişli bir subayla hayatını birleştirmiştir.

    Böyle bir olayın büyük kentlerde gerçekleşme şansı ne kadar vardır ki?

    Büyük kentlerin dezavantajları kadar avantajları olduğu da bilinen bir gerçektir. Kendini kabul ettirme savaşı içine giren herkes için büyük kentler büyük olanaklar sunar. Özellikle sanat ve ticaret alanında kendine büyük hedefler koyanlar için büyük kentler sınırsız olanak sunabilir. Yeter ki dalında 12 ay yeşil kalan bir çam yaprağı olmayı bilebilsin. Gücü ve yeteneği geniş yapraklıysa insanın direnme gücü de sonbahar gelene kadardır. En ufak bir rüzgârla savrulur ve düştüğü yerde toprakla birlikte çürümeye terk edilir.

    İki biraderim ticaret alanında taşrada elde ettikleri birikimi ne yazık ki, büyük kentte daha da büyütmeye çalışırlarken bir anda yitirdiler. Onların bu deneyimini duyan birçoğunun da büyük kent hevesi daha başlamadan bitebilir. Ama diyeceksiniz ki, doğru dürüst okul yüzü görmemiş bir İbrahim Tatlıses örneği var ortada; doğru, o da büyük kentte nasıl ayakta kalınıra güzel bir örnek olmasına örnek ama onun yolunda gitmek isteyip de malını, davarını satıp İstanbul'a gelen nice insanın da yitip gittiğini niye söylemeyiz ki?

    Binlerce yıl önce Romalılar büyük kenti çözmüşler; biz ne anlatsak, ne söylesek boş: Büyük kent, büyük yalnızlık!

    (*) Bir Roma atasözü

    Ömer Akşahan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       Jorge Quesada Concepción'la söyleşi..

    Küba Cumhuriyeti Türkiye Büyükelçisi Jorge Quesada Concepción'la Küba'daki ekonomik dönüşüm üzerine bir söyleşi..

    Küba'nın yönetim kadroları özellikle son yıllarda zaman zaman ekonominin yolunda gitmediginden ve daha fazla reform yapılması gerektiğinden bahsediyorlar: Örneğin, 500,000 devlet çalışanı mevcut işlerinden başka iş alanlarına kaydırılıyor ya da kendi işlerini kurmaya, özel şirketlerde çalışmaya yönlendiriliyor. Bunlar Küba'da görmeye alışık olmadığımız durumlar. Yurtiçi ve yurtdışında bu konuda oldukça fazla haber yapılıyor.

    Küba'daki bu dönüşüm faaliyetlerini, Türkiye'deki en yetkili ağızdan, Küba Büyükelçisi Sayın Jorge Quesada Concepción'dan öğrenmek için Ankara'da buluştuk. Sayın Quesada, ülkemize gelmeden önce Yunanistan'da Büyükelçilik yaptı, Küba Dışişleri Bakanlığı'nda Avrupa Masası yöneticiliğinde bulundu.

    Küba Cumhuriyeti Türkiye Büyükelçisi Jorge Quesada Concepción

    Küba ekonomik alandaki reformlara neden ihtiyaç duydu ?

    1990'da Küba SSCB'nin ortadan kalkmasıyla derin bir ekonomik kriz yaşadı, dünyada ekonomik olarak yalnız kaldı. O dönemde BD ablukayı daha da güçlendirdi; öyle ki, BD hükümeti "Devrim"in sonunun geldiğini bile düşündü. O günlerde de yüz yüze kaldığımız ekonomik problemleri çözmek için, devrimin temel prensiplerini koruyarak bazı dönüşümler yapmaya başlamıştık aslında. Yapılan bu dönüşümlerle değişen dünyaya uyum sağlarken, devrimin en temel kazanımları olan ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetleri, bütün vatandaşları istisnasız kapsayan sosyal güvenlik sistemi gibi temel haklardan vazgeçilmesi düşünülmedi bile. O zamandan günümüze yaklaşık 20 yıldır, sosyalist ekonominin günümüz koşullarına göre yeniden biçimlendirilmesi sürüyor. Bu ekonomik sistemde işçiler, çalışanlar üretimin gerçek sahipleridir. Bütün insanlar devletin koruması altındadır ve yaşamsal ihtiyaçları devlet tarafından sağlanır. Günümüzde küresel ekonomik krizden etkilenmeyen ülke yok. Çok fazla doğal kaynağı olmayan, hammadde ihtiyacında dışa bağımlı olan Küba da bu krizden etkilendi. Obama'nın bütün söylemlerine rağmen de abluka olduğu gibi kaldı. Bununla birlikte bizim de ekonomi alanında hatalarımız oldu. Devletin kayıtsız şartsız her durumda vatandaşlarını destekleme anlayışı, yurttaşlarda bütün ekonomik problemlerin devlet tarafından çözülmesi gerektiği anlayışını yarattı. Bu da zaman içinde verimliliğin düşmesine neden oldu. Çünkü insanlar her ayın sonunda, yaptıkları işin sonucuna bakılmaksızın maaşlarını alacaklarını biliyorlardı.

    Küba'yı yakında izleyenler olarak, 20 yıla yayılan bu dönüşümün izlerini görebiliyorduk, ama daha üst seviyeden baktığımızda, Fidel sonrası Raul döneminde bu sürecin hızlandığını görüyoruz. Bunun özel bir sebebi olabilir mi?

    Fidel görevini devretmeden önce bu değişimin işaretlerini konuşmalarında sürekli veriyordu. İnsanların daha çok ve üretken çalışmalarını, yukarıda bahsettiğim bakış açılarını değiştirmeleri gerektiğini söylüyordu. Bu dönüşümlerin nasıl olacağının analizleri, uzmanlar tarafından yapılıyor, araştırmaların sonuçları ülkenin dört bir yanına dağıtılıp halkla, sendikalarla, öğrenci örgütleriyle paylaşılıyor, onlardan gelen yorumlara göre yeniden şekilleniyor ve ulusal parlamentoya sunulup onaylandıktan sonra da uygulamaya geçiyor. Bu çok uzun bir süreç ama her adımında, ülkenin asla değişmeyecek sosyalist karekteri göz önünde bulunduruluyor. Bu çalışmalar Raul'dan daha önce başlamıştı. Şimdi bunları bütün ülke olarak tartışıyoruz. Yapılan uygulamaları ölçüyoruz, halktan gelen değerlendirmeleri topluyoruz ve yeniden düzenleyip uyguluyoruz.

    Küba'da fabrika işçisiyim ve her ay sabit maaş alıyorum. Üretken olmasam da bu maaşı almaya devam edeceğim. Kimilerini motive etmeyen bu döngü, bazılarını oldukça motive edebilir. Çünkü az ya da çok çalışsa da belli bir para alıyor. Hedeflediğiniz dönüşümler hayata geçtiğinde, kimileri kendi işlerininin sahipleri olacak. Ya bu kişiler umduklarını bulamazsa? Ya yaşamaları için yeterli kazancı sağlayamazlarsa ne olacak?

    Öncelikle şunu hatırlamak gerekir, Kübalılar politik olarak oldukça iyi eğitilmişlerdir. Bu eğitim onların ülkenin genelindeki durumu, alınan ekonomik önlemleri ve sebeplerini kavramalarını kolaylaştırır. 1990'lardaki zorluklarla mücadelemiz, bugün karşı karşıya olduklarımızla başa çıkmada bizi daha hazırlıklı yaptı. Küba'lıların örgütlülüğü, değişikliklerle daha hızlı yüzleşmelerini de kolaylaştırıyor. İnsanların gittikçe artan maddi ihtiyaçları da var, bu inkar edilemez. İnsanların kendi işlerini kurma girişimlerinin bir motivasyonu da daha iyi yaşamak için daha fazla gelir elde etmek olacak. Devlet adına çalışanların sayısının azalması hem üretkenliği ve verimliliği hem de çalışanların maaşlarının artmasına yol açacak, özel ve kamu sektörleri arasında rekabeti getirecek.

    Kapitalist ekonominin ana elementlerinden birisi olan rekabetçilik, üretkenliği ve motivasyonu getirdiği gibi, bencilliği de taşır. Kendi hesabına çalışan kişi daha çok kazanma hırsıyla, örgütlü topluma zarar verebilir. Bu ve benzeri yan etkilerle nasıl başa çıkacak Küba? Kapitalist rekabetçilik ile Küba'nın rekabetçiliği nasıl farklılaşacak?

    Öncelikle Küba'da geçerli olan kurallar sosyalist kurallardır. Özelleştirmeye açılacak bazı alanlar için söylenenleri okuyorum, sanki bunlar ilk defa yapılıyormuş gibi haberler geliyor, ama bu doğru değil. Özelleştirme Küba'da yeni değil ki, bugün gördüğünüz denemeler 1990'larda, 20 yıl önce başladı ve biz hala sosyalizmin kurallarına göre yaşayan bir ülkeyiz. Ülkede Küba Komünist Parti'sine (KKP) üye olmayan milyonlarca yurttaş var fakat herkes KKP'nin ülkenin birliğini temsil ettiğini bilir. Bu yüzden partinin önerdiklerini takip ederler, dinlerler, katkı verirler. Bence rekabet kötü bir kelime değil! Eğer rekabet ortamında toplumun çoğunluğu fayda görüyorsa bunu kötü olarak adlandıramayız. Burada özellikle üzerinde durduğum rekabet küçük işletmeler, esnaf ve hizmet sektöründe çalışanlar için. Küba'da büyük fabrikaların sahiplenilmesinden bahsetmiyoruz. Küba'da özellikle hizmet sektörü oldukça zayıf ve zor bir alandır. Bu alanda verimsiz durumda binlerce çalışan devletin üzerinde önemli bir yük oluşturuyor. Küba Devleti'nin ekonomik koşullarını zorlayan bir durum bu. Eğer, rekabet koşulları toplumun çoğunluğu için ekonomik çözümler ve fayda sunuyorsa kötü bir kelime olarak adlandırılmamalı. Yeni bir ekonomik anlayış ile yüz yüzeyiz. İnsanlar beklenti içinde, ama 1990'larda da aynı soru işaretleri ve endişeler vardı. Birçok insan Küba'nın çaresizlikten kapitalizme döneceğini düşündüler. Özel sektör yatırımları başladığında aynen böyle düşünüyorlardı. 20 yıldır Küba'da yabancı yatırımcı var ve politik anlayışımızda bir değişiklik yok. Şu anda yaptığımız dönüşümler aslında sistemi korumak için alınan önlemler olarak da düşünülmelidir. Küba'da birçok şey değişebilir, sosyalizm hariç!

    Peki yaptığınız bu reformların sosyalizmi değiştirmediğini nasıl ölçeceksiniz, nasıl gözlemleyeceksiniz? Yaptığınız her değişim hareketi, sosyalizme bir şekilde dokunacaktır.

    Sosyalizmi bir yerde yazılı olan kurallar bütünü olarak ve o kuralların harfiyen uygulanması gibi algılamayın. Sosyalizm kendi koşullarınıza göre uyarlamanız gereken ekonomik ve politik bir sistemdir. Küba'daki sosyalizm de kendi gerçeklerimize göre uyarladığımız bir sistemdir. Yapılan dönüşümlerde temel hedef halktır, belli bir zümre ve iş sahipleri değildir. Devletin temel görevi her zaman olduğu gibi genel refah seviyesini yukarıda tutmak ve yaygınlaştırmak olacaktır. Herkes için ücretsiz sağlık ve eğitim sağlamak devlet için çok ciddi bir ekonomik yük getiriyor. Bunu devam ettirmeli ve altından kalkmalıyız. Bunlar Devrim'in vazgeçilmez kazanımlarından olduğundan yeni çözümler geliştiriyoruz. Bu ücretsiz hizmetlerin devamlılığını ve kalitesini korumak için para bulmamız gerekli. Çözümler ve para yurtdışından gelmeyecek, kendi çözümlerimizi üretmemiz lazım. Kendi yeteneklerimizi biliyoruz. Bu yüzden değişen ekonomik koşullara göre çözüm üretebileceğimizden de hiç kuşkumuz yok. Zaten 50 yıldır dünyanın en güçlü devleti tarafından sürdürülen ekonomik abluka sebebiyle bu koşullara alışığız.

    Küba, sosyalizm denemesinde yıllardır dünyaya umut oldu, ışık oldu. Chavez, Morales, Ortega gibi liderler Fidel'i örnek aldılar, gerektiğinde onun tecrübelerinden yararlanmak için danıştılar. Bir zamanlar kaptalizmin kuralları ile, serbest ekeonomi ile yönetilen bu ülkeler şimdi sosyalizmi kendi ülkelerinde inşa etmeye uğraşıyorlar. Küba sosyalizme devam edecek ama kapitalist sistemde gördüğümüz bazı ekonomik araçları da kendine uyarlama yolunda. Bu konuda Chavez veya Morales'den fikirsel destek aldınız mı? Onların tecrübelerini sorguladınız mı?

    Biz bu ülkelerdeki gelişmeleri, Çin ve Vietnam'ı izlediğimiz gibi yakından takip ediyoruz. Şunu da biliyoruz ki, başka ülkelerde işe yarayan kendini kanıtlamış yöntemler bizim için tehlikeli olabilir. Bu tecrübeyi en güzel SSCB zamanında sosyalist bloktaki ülkelerde gördük. Ne zaman bir sosyalist ülke başka bir ülkenin çözümlerini kopyaladı, o çözümler o ülkede işe yaramadı. Çünkü şartlar farklıydı. Geçmişte Küba'da da benzer bir hatayı yaptık ama dersimizi aldık ve öğrendik. Latin Amerika'daki gelişmeleri yakından izliyoruz, ancak hiçbir ülkenin tecrübesini aynen alıp uygulamıyoruz veya oradaki reçeteleri kendimize uyarlamıyoruz. Beraber çalıştığımız en önemli alan ülkelerimizin birbiriyle entegrasyonu. Bu konuda ALBA önemli bir örnek. Kıtanın bütün insanlarının dayanışma içinde yaşayacağı bir gelecek düşlüyoruz ALBA ile. Kısaca şu anda geliştirdiğimiz ekonomik çözümler hiçbir modelin kopyası değil, kendi geliştirdiğimiz uygulamalar olacak. 10 yıl önce uyguladığımız yöntemlerden aldığımız verileri değerlendirerek geliştireceğimiz çözümler bunlar.

    Obama'nın gelmesi de Küba'ya uygulanan Ambargo'da bir değişiklik yaratmadı, zaten pek beklenmiyordu da! Acaba Küba'daki bu ekonomik değişim süreçleri ablukaya rağmen başarılı olursa, BD'nin Küba'ya uyguladığı Ambargo'da geri adım atması gerçekleşir mi? Küba'nın BD dışındaki ülkelerle ablukayı delip ekonomisini iyileştirmesi, BD vatandaşlarında, kendi devletlerine karşı bir baskı unsuru yaratır mı? BD'deki bazı STK'lar bu konunun öncülüğünü, sözcülüğünü yapar mı? BD halkı "artık yeter" diyerek kendi hükümetlerine söz geçirebilir mi?

    Obama tam bir fiyasko! Biz politik sistemimizi değiştirmediğimiz sürece, BD'nin değişeceğini de düşünmüyoruz. Küba'daki her başarı, BD için bir tehlike demektir. Neden bunca yıldır ablukayı kaldırmıyorlar? Çünkü o olmazsa daha çok serbest ticaret yapabileceğiz, herkesin erişebildiği fonları kullanabileceğiz. Biliyorlar ki, biz bu fırsatları yakalarsak onların sistemine karşılık dünya için de bir seçenek olduğumuzu kanıtlayacağız. Bu yüzden sadece bize özel ekonomik, ticari ve göçmen kanunları çıkartarak ülkenin kararlılığını bozmaya çalışıyorlar. Abluka BD hükümetinin özellikle de Cumhuriyetçi kanadın yarattığı bir durum, BD halkının genelinin değil. BD yurttaşları Küba ile diğer ülkelerle olduğu gibi iletişim kurmak, seyahat etmek istiyorlar.

    Her yıl BM'de abluka karşıtı yapılan oylamada Küba, BD ve birkaç ülkenin dışında bütün dünyayı yanında bulur. Bu konuda ne söylersiniz?

    Bu bir moral oylamasıdır. Her yıl bütün Küba vatandaşları, kimlerin kendileriyle dayanışma içinde olduğunu görmek için oylamayı dikkatle izler, yaptırımı ne yazık ki yoktur ve bir şeyin değişmemesi de dünyamızın bir gerçeğidir. BM, İsrail'in yaptıkları için deklerasyon yayınlar ama bir şey olmaz. Bu yüzden Küba ve birçok ülke her fırsatta BM'nin yapısının daha demokratik olması için çağrıda bulunur. Abluka, Küba'nın ekonomik sorunlarına sebep olan önemli bir paydaştır ama hepsi değildir. Uluslararası basın bunu bize karşı oldukça fazla kullanmıştır, sanki ekonomik zorlukların tüm sebebi ablukaymış gibi göstermiştir. Biz de zaman zaman önemli hatalar yaptık, ama bunları değiştirecek fırsatlar da yarattık. Ablukaya rağmen bir sürü BD vatandaşı ülkemize tatile geliyor ve gördükleri karşısında şaşırıyorlar. Üstelik abluka sadece tek bir kanundan oluşmuş değil. Abluka, oldukça karmaşık ve iç içe geçmiş kanunlar bütünüdür. Kongre'nin bir oylamasıyla, tek bir kararla kalkamaz.. Konrge'de ablukanın kalkması için çalışanlar sosyalizmi sevdikleri için mücadele vermiyorlar. Küba ile yapacakları iş fırsatlarını kaçırmamak için mücadele veriyorlar.

    Son olarak, Türkiye halkına bir mesajınız var mı?

    Küba Devrimi, düşmanlarımızın bütün yanlış bilgilendirme uğraşlarına rağmen ayakta kalacaktır. Bu yaptığımız dönüşümler başarılı olsa bile insanların kafalarını karıştırmaya devam edecekler. Dostlarımız bize ve yaptıklarımıza güvensin. Küba'da bir çok şeyin değiştiğini görebilirsiniz ama tek değişmeyen sosyalizm olacak. Bir ülkenin tarihinde 50 yıl hiçbirşeydir. Bu 50 yılda çok şey başardık ve en önemli kazanımlarımızdan birisi de eğitimli bir halk oldu. Küba halkının büyük çoğunluğu sosyalizme sahip çıkacak olgunluğa sahiptir. Biz daha yeni başladık!

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    TÜRBANA SERBESTLİK GELİR Mİ?

    Sözü uzatmadan söylemek gerekirse YÖK'ün son yasal düzenlemelerine rağmen bu sorunun cevabı 'evet' olur demek kolay görünmüyor. Zira, Tanzimat zihniyeti ile dini ve geleneksel toplumsal değerleri muhafaza etme gayretindeki dindar kesimin batı kültürüne yaklaşımı, edinip edinmeme, edinmenin derece ve nasıllığı gibi hususlarda birbirleriyle bir uzlaşısı; dini ve geleneksel değerlerin batı kültürü karşısında bir yerli yerindeliğe oturması söz konusu olmadan bu ülkede başörtüsü(türban) sorunu çözülmeyecektir.

    Mesele, bilim ve teknik yolla güçlenen batı ve bu gücün dünyaya sunduğu modern hayatla, İslam dininin öngördüğü hayat tarzı ve bu öngörüyle yüzyıllar boyu sahip olduğumuz geleneksel toplum yapımızın dini değerler tabanında çatışması ve bu çatışmayı çözümlemede ortaya konan yaklaşımların kabul görürlüklerinin bir türlü yerli yerine oturmayışıdır.

    Osmanlılar Avrupa'ya karşı geridenliklerini öncelikle askeri alanda çözmeye çalıştılar. III. Selim'le askeri alanda geniş bir yenileşme hareketi başlattık. İlk Osmanlıların zannettiği gibi sorun sadece askeri değildi. Dini, sosyal, kültürel hatta ekonomik boyutlu üç yüzyıldır hala çözemediğimiz büyük bir sorundu.

    II. Mahmut yenileşmenin de biraz ötesinde batılılaşma anlamında devlet kademelerinde görsel bazı değişiklikler yaptı. Bu yetmedi aşırı Avrupa hayranlığı Osmanlı entelijansiyasında tanzimatı doğurdu. Bu yaklaşımın sevmediği ve hep eleştirdiği II. Abdulhamit, tanzimat yaklaşımını toplum zeminine yayacak Anadolu'ya kadar yayılan yeni okullar açarak batı eğitim sistemini ülkeye getirdi.

    Geleneksel eğitimden farklı batı eğitim sistemiyle eğitim veren bu okullara dindar Anadolu insanı uzun süre sıcak bakmadı. Temel eğitim dışında yüksek öğrenime çocuğunu göndermedi. Kız çocukları batı eğitim sistemli bu okullara temel eğitim için bile uzun yıllar hiç gönderilmeyecekti.

    Meşhur sosyologumuz Ziya Gökalp'in babasının onun eğitimi için "okursa dinsiz okumazsa eşek olur" sözü dini değerlere hassas Anadolu insanının o günlerdeki düşünce ve endişelerini çok güzel ifade etmektedir. Bu endişelere rağmen başka alternatif çözüm olmayınca dindar Anadolu halkı erkek çocuklarını yüksek öğrenime göndermeye başladı.

    Cumhuriyet dönemiyle çekildiğimiz Anadolu'da büyüyen şehirleşme kız çocuklarının da yüksek öğrenime gitmesi gerektiği gerçeğini dindar Anadolu insanına gösterdi. Yetmişli yıllara doğru gelindiğinde amfilerde ve üniversite koridorlarında dini inancı gereği örtünen başörtülü öğrenciler görünmeye başladı. Dini hassasiyetin göstergesi erkeklerde sakal bırakmaktı.

    Tanzimat yaklaşımının devamı olan Cumhuriyet dönemi öncüleri, öncelikle görsellikte batılılaşmayı hedeflediklerinden çağdışılık olarak gördükleri kıyafetlere kendi açılarından haklı olarak tahammül edemezlerdi. Sakal başörtüsü gibi farz olan bir zorunluluk değildi. Düğüm dindar kız öğrencilerin dini emre mi yoksa seküler emre mi uymaları gerektiğinde düğümlendi. Özal gibi muhafazakar bir liderin hükümette bulunduğu seksenli yıllarda başlayan başörtüsü yasağı hala güncelliğini koruyor. Yüzlerce yüksek eğitim görmek isteyen genç kızı ve ailelerini engellemeye ve zor durumda bırakmaya devam ediyor.

    Cumhuriyet yönetiminin tabu sınırına giren bu yasağı çözmek için adım atan AK parti hükümeti bilindiği gibi büyük bir kapatılma badiresi atlattı.

    Son günlerde CHP ve AKP'nin sorunun çözümü için olumlu yaklaşımlarının da sonuçsuz kalacağı kanaatindeyim.

    Başta söylendiği gibi sorun geniş tabanlı dini, sosyal ve kültürel bir sorun olduğu için çözümü de bu geniş tabandaki sorunların çözümlenmesinde yatıyor.

    Cumhuriyet bekçileri başta üniversite olmak üzere devlet kademelerinin batılılaşmaya aykırı görülen dini görselliğe girmesini istemiyor. II. Mahmut'un devlet kademelerinde Avrupai görsellik istediği gibi.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,508,508,508,508,508,508,508,50
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü XLII

    Dennis'in gözlerinde, biz arkeologlara özgü bir öğrenme tutkusu okudum. O an için kendimden bir parça utandım da. Dennis'in gözlerinin içine baka baka, ona düzmece birtakım notlar verecek, bu tutkuyu yanlış yerlere sürükleyecektim. Ama, bu entrikalar yumağını kendi lehimize en iyi şekilde kullanabilmek için başka bir seçeneğim yoktu.

    Dennis'e, Athenagoras'la bunca zaman sonra, kazı bölgesi hakkında ulaştığımız sonuçların güvenirliliğine artık kanaat getirdiğimizi ve bunları ilk olarak kendisiyle paylaştığımızı söyledim, hazırladığım notları ona verdim. Tanrım… Notları eline aldığında, sanki ona kâinâtın anahtarını teslîm ediyormuşum gibi zannettim, bana bunu hissettirdi…

    Belli ki, Dennis'in de bu kazı projesi hakkında Carlo'dan az olmayan özel birtakım beklentileri vardı. Yoksa, bir arkeolog için bu tür şeyler olağanüstü tepkilerle karşılanacak şeyler değil ki! Bizler, hemen her projemizde yeni birtakım keşifler yaparız ve keşif yapma işi, ulaştığımız sonuçlar ne kadar yeni olursa olsun, zamanla sıradanlaşır.

    Arkeoloji dünyâsı henüz emekleme döneminde olduğu için ve bugünkü teknoloji de arkeolojik incelemeler hakkında pek yetersiz kaldığı için, hemen her çalışmamızda daha büyük keşifler yapma olasılığımız yükseliyor; ancak, gelecekte yapılması muhtemel incelemelere oranla bunların küçük adımlar olduğunu unutuyoruz.

    Hem, bugünkü teknoloji bize, ulaştığımız bulguların kesinliği hakkında maddî bir kanıt da sunmuyor. Biz daha çok târihçilerin, sosyologların ve antropologların bulgularına dayanarak, bunları yorumlayarak, kesinlik derecesi yüksek birtakım sonuçlara ulaşıyoruz ve başka birtakım hipotezler üretiyoruz.

    Öyle sanıyorum ki, teknoloji ilerledikçe bu tür maddî kanıtlara ulaşmamız da mümkün olacak ve işte o zaman, arkeoloji dünyâsı altın çağını yaşayacak… Fakat, Dennis bu notları okudukça, yüzündeki hayâl kırıklığı da belirginleşiyordu. Çünkü, sıradan bir kimse bile bu notlardan, kazı bölgemizin Lydya'ya bağlı basit bir mesîre yeri olduğu sonucuna varabilirdi.

    Notları okurken Dennis'in ağzını bıçak açmıyordu. Aradan yaklaşık yarım saat geçtikten sonra Dennis'e ne düşündüğünü sordum, pek bir şey düşünmediğini söyledi. Herhangi bir hayâl kırıklığına uğrayıp uğramadığını sorduğumda ise konuyu değiştirmeye yeltendi. Bu ise benim için de iyi bir fırsattı.

    Ona, gemi yolculuğumuzun artık tamamlanmak üzere olduğunu ve gerek bu yolculuğun, gerekse kazı projesinin hepimizin hayâtında yeni birtakım sayfalar açacağını söyledim, başını kaldırmadan "Evet haklısın." dedi. Sonra, sözü kamara arkadaşı Max'a getirdim ve onun nasıl biri olduğunu sordum, bana şunları söyledi.

    Dennis, Max'ı uzun yıllardır tanıyormuş, liseyi birlikte okumuşlar ve sonraki hayatlarında da pek sık görüşmüşler. Ancak, Max babasını kaybettikten sonra ruh sağlığı bozulmuş. Kendisi, dokuz çocuklu bir ailenin en büyük erkek çocuğu olduğu için, ailesinin tüm yükü bir anda omuzlarına binmiş. Babasının mesleğini sorduğumda ise yardımcı kaptan olduğunu söyledi.

    İşte, şimdi tam zamânıydı; Dennis'e, Carlo'nun naaşının denize atılması konusunda niçin bu kadar istekli olduklarını sordum, bana aslında kendisinin bu görüşte olmadığını; Max bunu istediği için ve bu meselenin onun açısından duygusal boyutlarının olmasından dolayı Max'ı desteklemek zorunda kaldığını söyledi.

    Dennis'e, Max'ın babasının nasıl öldüğünü sorduğumda ise tahmin ettiğim cevâbı verdi; gemide kalp krizi geçirmiş. Sonra da onu Atlas Okyanusu'nun serin sularına bırakmışlar. Ve sanırım Max, babasının bir mezarı olmayışına tüm hayâtı boyunca çok içerledi, sonunda da denizde ölen kimselerin mezarı olmaması gerektiği düşüncesine şartlandı, ona sıkı sıkıya bağlandı.

    Dolayısıyla, bulmacanın kayıp parçalarından biri daha çözülmüş ve bazı sorular cevap bulmuştu. Demek ki, Max için bu mesele, yalnızca aile içi ve kendi geçmişiyle ilgili bir meseleydi, Dennis de iyi bir dost olarak onun safında yer almıştı. Tanrım, bu konunun bu kadar basit olabileceğine hiç ihtimâl vermemişiz…

    Dennis'le, akşam yemeğine kadar uzun uzun konuştuk. Kendisine, British Museum'dan bazı anılarımı anlattım, Sümeroloji alanında kaydedilen son gelişmelerden bahsettim, Kenneth Ouchi'yle yaptığımız Zî Kâr gezisini anlattım. Yine de biz bu konuşmaları yaparken, Dennis'in gözlerinde o hayâl kırıklığının izleri hâlâ devâm ediyordu.

    Sonunda dayanamayıp, bu kazı projesinin kendisi için özel bir anlamı olup olmadığını sordum; ancak, lâfı geçiştirdi, açık bir şey söylemekten çekindi. Yemek saati geldiğinde ise üçümüz birlikte, yemek salonuna doğru yöneldik. İçeri girdiğimizde ekip hazırdı. Biz de yerimizi aldık, benim sağımda Edward, solumda da Athenagoras vardı.

    Ekip yine çok sessizdi. Bir ara Athenagoras'ın kulağına eğilerek, "Her şey yolunda!" dedim. Sonra da servis yapmakta olan Audrey'e, eşyâlarımızı Athenagoras'ın kamarasına taşımasını söyledim. Kaptan Plummer, bu taşınmanın gerekçesini sordu, ben de son iki günümüzü Athenagoras'la birlikte bu kazı projesiyle ilgili meseleleri tartışmakla geçirmek istediğimizi söyledim.

    O sırada Clark ile Paul, aralarında fısıldaşıyorlardı, Kaptan Plummer sözünü tamamladıktan sonra Paul da Audrey'e, Clark ve kendisinin eşyâlarını bizim kamaramıza taşımasını söyledi. Kaptan Plummer, onlara da bunun gerekçesini sordu. Clark ise kendi kamaralarında beş kişi kaldıklarını, böyle daha rahat edeceklerini söyledi. Kaptan Plummer, onları da kafasıyla onayladı.

    Yemeğimizi bitirdikten sonra, kamaralarımıza doğru yöneldik ve taşınma işlerine yardım ettik. Şu an Edward'la birlikte Athenagoras'ın kamarasındayım. Athenagoras, bir saat kadar önce güverteye çıktı, neredeyse gelir. Ona, Dennis'in Max hakkında söylediklerini anlattım, ilk tepkisi benimle aynı yönde oldu; ama, bunlar üzerinde düşünmek istediğini söyledi ve güverteye çıktı.

    O gelmeden önce, günlüğüme yazmayı bitireyim de gelince şu Lysisya dosyasını yeniden gözden geçirelim. Farklı bir sonuca ulaşamasak da bu konuları değişik açılardan değerlendirmek, hiç değilse korku ve endişelerimizin azalmasına yardımcı oluyor. Tanrım, sen bize merhamet et, üzerimizden yardımlarını eksik etme…

    10 Mayıs 1885


    *

    Bugün gemide, uzun zamandır unuttuğumuz son derece sâkin bir gün geçirdik. Bu yolculuğa başladığımızdan bu yana en güzel günümüz de sanırım buydu. Athenagoras'la birlikte, yârınki programımızı belirledik. Yârın öğle sularında, İzmir Limanı'na varacağımızı sanıyoruz. Limandan ilk olarak Konsolosluk'a gideceğiz ve İzmir'e vardığımızı telgrafla British Museum'a bildireceğim.

    Ayrıca, Geary ile Stephen'in aslında birer defîne avcısı olduklarını, Sicilya'da gemiden ayrıldıklarını ve Carlo'nun da ilerlemiş yaşına yenik düşerek kalp krizi sonucu hayâtını kaybettiğini ve naaşını da İon Denizi'ne bıraktığımızı söyleyeceğim. Dilerim, bana inanırlar; eğer inanmazlarsa, işimiz gerçekten de zor…

    Ekip zâten, Geary ile Stephen'i birer defîne avcısı olarak biliyor; ancak, onları British Museum'a, Carlo'nun ölüm nedeni olarak kalp krizini göstermeye iknâ etmeliydim, bunu akşam yemeğinde Athenagoras'la birlikte başardık. Bu konuda ekipten yana bir sıkıntımız olacağını zannetmiyoruz ve dilerim, British Museum'dan yana da bir sıkıntımız olmaz.

    Yârınki programımızda Athenagoras'la birlikte, Konsolosluk'ta işimizi hâllettikten sonra, kazı bölgesine doğru yola çıkmayı, akşam sularında da bölgeye varmayı plânladık. Konsolosluk'ta bizimle özel olarak ilgilenilecek; tüm ekipman desteğimizi; çadır, kazma, kürek, kova, fırça, vb. ihtiyaçlarımızı Konsolosluk karşılayacak.

    Tabiî, ulaşımımızı da onlar sağlayacak; sanıyorum ki, bölgeye at arabalarıyla taşınacağız. Bense en çok, bölgedeki Cinaslı ve Cingirli köylerinde nasıl karşılanacağımızı merak ediyorum. Cinaslı köylüleri daha önce Athenagoras'a, burada yattığına inandıkları bir evliyâyı rahatsız ettiğine inandıkları için pek de iyi davranmamışlardı.

    Ancak, şahsî kanaatim şudur ki, bu projeyle birlikte bölgedeki erkeklere bizimle çalışma ve aile bütçesine bir katkı sağlama imkânı doğduğu için, bize karşı daha toleranslı davranacaklardır. Hem üstelik, bu köyde Türkler çoğunlukta ve Tüklerin şu dillere pelesenk olmuş misâfirperverliklerinden biz de payımıza düşeni alırız sanıyorum.

    Cingirli köyünde ise Rumlar çoğunlukta. Bu köy, bizim kazı bölgesine daha uzakta kalıyor ve bu köyden işçi toplayabileceğimizi zannetmiyorum. Gerçi, bu bahaneyle bu iki köyden insanları birbirleriyle barıştırmayı da isterdim; ama, kazılar sırasında herhangi bir gerginlik yaşanmasına fırsat vermemek için yalnızca Türk işçileri kullanmak bana daha mâkûl görünüyor.

    Merak ettiğim bir diğer konu da bölgede Türkler ile Rumlar arasında şu sıralar herhangi bir sıcak çatışmanın yaşanıp yaşanmadığı. Dilerim, bölge oldukça sâkindir. Yoksa, ne ekibi burada tutabilirim, ne de can güvenliklerini sağlayabilirim. Fakat, yine de ben ve Athenagoras, bu işte kararlıyız; geri dönmeye hiç niyetimiz yok. Edward da bizimle.

    Bugün yemek araları hâriç, kamaramızdan hemen hiç çıkmadık ve ta en başından itibâren yaşadığımız tüm gelişmeleri gözden geçirdik. Ulaştığımız sonuçlardan farklı bir yere varamamak bizi biraz üzse de henüz daha bölgeye varmadan bu kadar çok bulguya ulaşabilmiş olmaktan dolayı çocuksu bir sevinç duyduk.

    Ekip, önceden kararlaştırdığımız biçimde, bizim kontrolümüz altında olacak; ancak, şu Kaptan Plummer ve mürettebat meselesi sürüncemede kaldı. Maalesef, gemi bizi limana bırakır bırakmaz Birleşik Krallık'a geri dönecekler ve Kaptan Plummer ile mürettebat da avuçlarımızın içinden öylece uçup gidecek…

    Peki, sandığın içinde ne vardı? Bunlar kim tarafından, hangi amaçla gemiye yerleştirilmişti ve nereye götürülüyordu? Daha sonra kara yoluyla, bizim kazı bölgesinde bir yerlere mi taşındı? Ya da, sandığın içindeki kripteks şu an Moses, Daniel veya Ulrich'in yanında mı? İşte, bu sorular hakkında herhangi bir fikir yürütemedik…

    Bâzen düşünüyorum da entrika uzmanları ile paranoyaklar arasındaki fark acaba nedir diye; öyle sanıyorum ki bu fark, kişilerle veya kişilerin olaylara bakış tarzlarıyla ilgili değil. Olsa olsa, eldeki bulgular üzerine yapılan yorumlarla ilgili bir fark. Dolayısıyla, bence bir kimse, yetersiz bulgulardan keyfî sonuçlara ulaşıyorsa paranoyaktır.

    Bence entrika ise belirli bir hedefe varmak için geliştirilen yöntemler ve araçlar bütünü. Entrikaların târihi ise sanırım insanlık târihi kadar eski. Çünkü insanoğlu, hemen hiçbir zaman entrikaya başvurmadan hedeflerini gerçekleştirememiş. Bu bir boğayı avlamak için de böyle, savaşlarda düşmanlar üzerinde üstünlük elde edebilmek için de böyle.

    Şahsî kanaatim şudur ki, bir entrikanın değeri, ulaşılmak istenen hedefin değeriyle aynıdır ve bu hedef insanlık değerlerini çiğniyorsa, bu entrika ne kadar zekîce kurgulanmış olursa olsun, bence değersizdir. Ve böyle bir ölçütle meseleye baktığımda, bizim kazı ekibini başka yönlere doğru sürükleyecek olmamız beni rahatsız etmiyor; hem, Edward ve Athenagoras'ın da benimle aynı fikirde olduğuna inanıyorum.

    Kezâ, bence her entrika, kendi içinde birtakım zaaflar taşır. Bu da aslında, insan unsurundan kaynaklanır. Yâni, içine insan unsurunun karıştığı bir şey, aslâ kusursuz değildir ve kusursuz olamaz da. Örneğin, Carlo'nun ölümüne giden süreçte benim kurduğum entrikanın payı vardı kuşkusuz. Ve doğrusu, o an Carlo'nun ne düşünebileceğini hiç hesâba katmamıştım.

    Ama, gerçeği ona da söyleyemezdim; çünkü, bir kez güvenimi sarsmış; İbn-î Ceydân bin Ekber ve kitabından ekibe bahsetmişti. Belki, orta yolcu bir formül geliştirebilirdim; ancak, bunu düşünebilecek ne zamânım vardı, ne de böyle yapmam gerektiğine dâir bir şey hissettim. Carlo'nun bunu da nasıl olsa kaldırabileceğini düşünmüştüm.

    Lysisya hakkında kurduğumuz ve bundan sonra geliştireceğimiz tüm entrikalarda, bunlar bize çok acı birer deneyim oldu. Bu kazı projesi tamamlanıncaya kadar gerçeği ben, Edward ve Athenagoras'tan başka hiç kimse bilmemeli. Yeni bir sürprizi ne biz, ne de ekip kaldırabilir çünkü. Tanrı bize yardım etsin…

    Gemideki son akşam yemeğimizde, ekibi buruk bir sevinç kaplamıştı. Miles ve Nick, sürekli komik bir şeyler anlatıyor; ekibi neşelendirmeye çalışıyordu. Normon da birasını yudumlayarak onlara katılıyor, Harold'la şakalaşıyordu. Benimse bir an gözüme Gelis ilişti. Sanırım Carlo'yu özlüyor, onunla yaptığı şakalaşmaları arıyordu. Tanrım, sen Gelis'e sabır ver.

    11 Mayıs 1885


    - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    akış

    Suyuna el versem okyanus olur dilin
    çok derinlerde pıhtılaşmış bir çiçek tadı
    gibi yutkunursun beni her kelime es'inde ayrılığın
    ıslak bir avuç kum getiririm sana
    ikiz bir saati doldurursun
    çiçek ölüleri yapışmış camlarına

    hep uzaktasın çekirdeğinden kırmızı bir atomun
    başında yeryüzü ve karmaşık kuşlar
    akıntısını bekleyen bir kıymıkla karıştırıyorsun içimi
    sana bir kümülüsten ne şekiller ne icatlar
    indirme başını şehirdeki mor asfalta, yaşlanırsın
    yüzünde zamanın yerden yüksekliği var

    Mustafa Gökhan Tosun

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara - Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.

    İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.

    "bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com

    İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Epitaph - King Crimson









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20101012.asp
    ISSN: 1303-8923
    12 Ekim 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com