Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.822

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 20 Ekim 2010 - Fincanın İçindekiler


  • İKİ ADAM GİBİ ADAM ... Bertan Onaran
  • ISPANAK ... Fuat Sevimay
  • AŞK-I İSTANBUL ... Hilal Bayram
  • Aynalı Köşkün Muhtarı ... Üzeyir Lokman Çaycı
  • William Crosner'in Günlüğü XLIV ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Biraz sabır ya seyirci!..


    Merhabalar,

    Aklına sahip çıkanlar, başa gelecekleri önceden tahmin edenler, kısaca bizler, aylarca bir taraflarımızı yırttık. Anayasa değişikliğinin palavradan ibaret olduğunu, amaca hizmet etmek için, ayıya dayı bile demeye gerek görmeden, yekten sadırıya geçildiğini söyledik. Tabi Tayyip Bey'in beş verip bir alan koyunlarına diyecek lafımız yok. Biat etmenin gereklerini yerine getiren bu güruhla uğraşmanın da anlamı yok. Ama demokrasi adına, hak hukuk adına, insanlık adına, medeniyet adına, özgürlük adına bu değişikliğe evet dediğini söyleyen kaz kafalılara söyleyecek bir çift lafımız her zaman var. "Allah sizi islah etsin."

    Anayasa Mahkemesinde başlayan dönüşüm, HSYK seçimleri ile fütursuzca devam etti. Değişime, gelişime kimsenin birşey dediği yok. Olumlu değişime kazan kaldıracak kadar enayi değil hiç kimse. Ama bakanlık tarafından hazırlanan listenin tulum çıkardığı seçimlere objektif gözle bakmaya çalıştığınızda gözleriniz kamaşıyor. Refah partisi zamanında, coni hocanın inayeti ve bakanlığın danışıklı sözlü sınavı ile atanan hakim ve savcılar, diyetlerini, büyüklerini HSYK'ya seçerek ödediler, olay bu. Ey tatlı su demokratları, ey eyyamcı Tayyip hayranları, yargının bağımsızlığı falan yok artık. Körü körüne patronuna bağlı bir yargının insafına terkettiniz memleketi. Gazanız mübarek olsun.

    "Kamusal alanda türbana izin verecekmisiniz?" diye soran gazeteciye "Sekiz yıl evvel kamusal alan mı vardı? Biz geldik kamusal alan çıktı. Bu alanı da yeniden belirlemek lazım artık." diye cevap veren Tayyip Beyimiz, ve dahi yargının da surlarına bayrak diken Ulubatlı Hasan'ımız, açık sözlülüğünden dolayı kocaman bir teşekkürü hakediyor. Ancak minik bir yanılgısı var, o kadarı kadı kızında da olur, bu tartışma onlar iktidar olduğunda değil, Faziletli kızımız Merve Meclis'e türban bayrağını dikmeye geldiğinde başlamıştı. "Biz Meclis'e ne zaman gireceğiz?" diye soran AKP'li kadına "İnsaf, çocuk bile dokuz ayda doğuyor." dediğine göre, kamusal alanı kevgir etmelerine, şunun şurasında, üç beş ay ya kaldı ya kalmadı. Biraz sabır sayın seyirci!

    Yargıdaki dönüşüm böyle de, doğudaki açılım başka türlü mü? Anayasa değişikliğine desteği aldıktan sonra, kim tanır BDP'yi? BDP pekaka ilişkisini bağıranları, memleketi bölüyorsunuz diye haykıranları, İmralı ile pazarlığa karşı çıkanları, daha bir ay evvel, darbeci, vatan haini diye damgalayanların, bugün kalkıp kürsüden "Silahları bırakın öyle girin seçime. Bakalım o oyları alabilecek misiniz?" demesindeki samimiyetsizliği görebiliyor mu acaba o sözde aydınlar? Yoksa haklı olarak; "Bugün böyle ama yarın gene bana göz kırpar nasılsa." diye mi düşünüyor o aklı havada yandaşlar?

    Aman bana ne. Ben alırım yanıma çayımı, geçerim televizyonun karşısına, "Öyle bir geçer zaman ki"yi seyrederim. Özenle kotarılmış bu diziye hayat verenleri alınlarından öperim. Ama küçük Osman'ı bulana, bu dizide oynatana ayrıca bir de "Helal olsun" derim. O ne oyunculuk arkadaş? Erkan Petekkaya'dan bir milim geride kalıyorsa gelin yüzüme biber gazı sıkın. Bir de, tabi ki hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      İKİ ADAM GİBİ ADAM

    Bunlar, film yönetmeni Ken Loach ile bizim sevgili Ferhan Şensoy.

    14-15 Ekim tarihlerinde, bu yılki film ve oyun hakkımızı tükettik, art arda iki başyapıt izledik: 14'ünde, Beyoğlu Sineması'nda, Film Ekimi kapsamında Ken Loach'un Tehlikeli Yol'unu gördük; ertesi gün de Ortaoyuncular'ın yeni oyunu İşsizler Cennete Gider'i izledik.

    Gemi iyice azıya alan, gittikçe de azıtmakta olan anamalcı yalan-talanın dünyamızda yol açtığı yıkıntıları anlatıyor iki adam gibi adam; biri İngiltere ve Irak'taki çöküşü, öbürüyse yurdumdakini betimliyor, hem de ne çarpıcı bir dil ve görüntülerle!

    Küresel soygun hiçbir yeni üretime izin vermediğinden, iş alanı yaratmadığından, eski askerler yeni bir alanda, güvenlik kuruluşlarında görev alıyorlar İngiltere ve İrlanda'da; üstelik ömürlerinde görmedikleri bir paraya, ayda 10 000 pounda; hem de vergisiz mergisiz.

    Yapacakları, ünlü kişileri korumak; ee, ünlüler de İngiltere ve İrlanda'dan çok, cehenneme çevrilen Irak'ta tehlike altında elbet; dolayısıyla filmin başında bir gemide içki şişesini kapışmak üzere kovalaşan iki gençten biri Irak'ın yolunu tutuyor; askerlere, güvenlik görevlisi arkadaşlarına oranla daha insan kalabilmiş besbelli, yerlilerle ilişkisi var, kadınlara çocuklara, boşu boşuna öldürülüp parçalanan insancıklara acıyor.


    Ama ölüm çarkı öyle kurulmuş ki, böyle ayrık otlarına hiç yer yok; temizlenmeleri gerekiyor: öyle de oluyor, önce sevip korumaya çalıştığı ailenin arabası taranıyor, bunu yapan iş arkadaşına ( ya da arkadaşlarına) bağırıp çağırırken, o da öbür dünyaya postalanıyor, hem de tabutu getirildiğinde can yoldaşı arkadaşına gösterilemeyecek kadar parçalanarak.

    Bunun üzerine, anamalcı yalan-talanın adaletine, yargıçlarına güvenemeyen arkadaşı onun ölümün aydınlatmak, öldürenleri bulmak üzere araştırmaya girişiyor.

    Bu araştırma sırasında güvenlik kuruluşunun başındaki vurdumduymaz, kıl kıranta katilleri tanıyoruz; arkadaşını öldürdüğünü sandığı kimi acımasız görevlileri golf oynarken izliyoruz; ama bana sorarsanız, filmin en çarpıcı yanlarından biri, yerle bir edilen Irak-Mezopotamya uygarlığından geriye kalmış bir şarkıcının hem de bizim sazın aynısı bir çalgıyla söyledi Irak şarkısıydı.

    Sevgili arkadaşıyla birlikte Irak'ta kalmış görevlilerden birini, katil sanıp işkence masasına yatırması; şimdi artık Amerikalıların da, onların ve bütün dünyadaki katillerin asıl büyük ustası İngilizlerin de insan kardeşlerine neler yaptıklarını dayanılmaz görüntülerle izledik; ama sonradan ortay çıkan birtakım yeni tanıklar katilin o olmadığını kanıtlayınca, zavallı oğlanın çaresizliği, umutsuzluğu, kendini derin sulara bırakışı.

    Ve bu, dürüst, yetenekli, hâla kendini satmamayı başarmış bir insanın söyleyebildikleriydi; gerçek bunların bin misli daha acı, Ferhan'a gelince, İngiltere'ye, Avrupa'ya bile en küçük bir yaşama umudu ve sevinci bırakmayan küresel saldırı, ülkemi ve benzerlerini çok daha çaresiz bıraktı, bırakmakta; sevgili Ferhan, bu yıkılışı bir tiyatro sevdalısı olarak yine çok çarpıcı biçimde özetlemişti: rastlantı bu yana, İngiltere'de master yapmış bir makine mühendisi de, üniversite bitirmiş eşi de işsizdirler; her gün bütün iş duyurularını dikkatle okurlar; kadın temizlikçi, adam da çöpçü, hamal, kurye olmaya çoktan razıdır, ama insanı açlık sınırında yaşatacak bu işlere girebilmek bile AB'ye girmekten çok daha zordur artık.

    Karınlarını doyurabilmek için bir paket kırik-kırak ya da bir hevenk muz çalmak zorundadırlar; biriken su parasını ödeyebilmek için bir marketten 90 lira yürütünce görece kurtulur adam: deliğe tıkılır. Ancak orası da sanıldığı kadar güvenli değildir, televizyonların yirmi dört saat vaat ettikleri cennete kavuşmayı düşleyen hücre arkadaşına uyup hapisten kaçar, doğal olarak yakalanır, cezası iki katına çıkar.

    Daha fazlasını anlatmayım, hemen koşun, hem kendinize armağan verin, hem de olanaksızı oldurup tiyatrolarını yaşatmak isteyen Ortaoyuncular'a destek olun.

    Oyunun her şeyi, her zamanki gibi, Ferhan Şensoy'un; başlıca gelir kaynakları turizm, tanıma sığmaz para babalarıyla analarının yarattıkları bitip tükenmeyen, tükenmeyecek bunalımdan ötürü gittikçe daraldığından, 11 milyoncuk soylu insanı insanca yaşatmak için çırpınan Kübalı yöneticiler gibi, buharlaşan paranın ve bütün öbür düşünsel-duygusal sıkıntıların tiyatrodan uzaklaştırdığı izleyiciye her ne pahasına olursa olsun ulaşmak üzere, sağ kolu Nuray Özbal'la birlikte - bir ara sahneye taşıdığı Don Quijote gibi - mantıkdışı bir kahramanlıkla çarpışan Ferhancığıma bu oyunda Serap Günaydın, Ali Çatalbaş ve Elif Durdu eşlik ediyorlar.

    Emeğe geçen herkese yürekten alkış.

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Fuat Sevimay


    ISPANAK

    Daha tazecik, körpecik bir ıspanakken, görecek günüm, soluyacak nefesim varken, tarlamdan koparılıp, bir kamyonun beyaz motiflerle bezeli mavi ahşap kasasının, izbe bir köşesinde, üst üste, alt alta, Erenköy haline getirildim bu gece. Tahta kasaların kıymıkları batıyor damarlarıma. Hep batarlar ya zaten. İçim dışıma çıktı yol boyunca. Oysa dün seher vakti ne kadar da huzurlu idim. Köyümde yoksul ama sakin, sessiz bir hayat yaşıyor, güneşe karşı sere serpe yaydığım, yeşil iri yapraklarımla, keşişlemeden hafif hafif esen rüzgara eşlik ediyordum. Doğanın, yapraklar, ekinler, ağaçlar, yağmurlar, rüzgarlar, kuşlardan müteşekkil orkestrasını bilir misiniz? İşte o orkestranın orta yerinde idim.

    Bu hengamede ise, kimlere satılırım, nasıl bir sofraya yemek olurum, bilmiyorum. Fakir bir sofrada, yüz gram kıyma ile mi kavrulurum, zengin bir sofraya süzme yoğurtla birlikte meze mi olurum. Dur bakalım göreceğiz. Şehirli sofralar nasıl olur, neler pişirilir, pek te bilmem ki. Bütün hevesim, hak eden, kıymet bilir bir damakta, hoş bir sebze lezzeti bırakmak.

    Daha gün ağarmadı ama burası ana baba günü. Dört bir yandan hırıltılı kamyon sesleri, uğultular, bağırış çağırış gelmekte. Her kamyonun ardında, beylik bir laf. Ne çok söyleyecek sözü var, sevdalarını yaban ellerde bırakmış, gariban kamyoncuların. Hal, gürültülü ama eğlenceli, bir garip mekan. Aç, obur bir ejderha gibi, önüne geleni yutan koca şehri beslemek için, arı gibi çalışıyor. Üç kuruşa umutlar alınıyor, beş kuruşa şifalar satılıyor. Yer gök tahta kasalarla dolu. Ömrümde görmediğim garip meyveler, sebzeler var burada. Güneşin batarken büründüğü renkte, top gibi acayip meyveleri taşıyan kasaların yanına koydular bizim kasamızı. Bu meyvenin büyüklüğü, bizim köydeki elmalara benziyor ama elma değil. Elma desem elma değil, armut desem hiç değil. Harika, taze bir kokusu var. İçimi ferahlatıyor. Biraz ötede maydanoz demetleri var. Onların yanında da domatesler. Kırmızı, can alıcı. Daha ötesini göremiyorum. Allah sonumuzu hayır eyleye.

    Durun hele, bir şeyler oluyor. Alacakaranlıkta, siyah, sekiz köşe kasketli, mavi patiska önlüklü, kara kuru bir pazarcı, benimle birlikte, iki ıspanak kasasını, bir kasa patlıcanı, dört de domates kasasını tezgahına attı. Ağzında asılı kalmış, sadece izmaritten ibaret sigarasını fırlatıp, dünkü hasılatı olduğu besbelli, buruş buruş paraları, patiska önlüğünün cebinden çıkardı. Tezgahının üstünde banknotları tek tek ütüleyip, düzledi. Avuç ayasını, dili ile yalayıp, başparmağı ile, paraları tek tek saydı. Saydığı paraları kabzımala verdi, elini sıktı. Tezgahı önde, kendisi arkada, halden ayrıldık. Az biraz matematik bilseydim, paradan puldan anlasaydım, kaça gittiğimi, ederimi hesaplardım ama ne toplama bilirim, ne çarpma. Tek bildiğim ona kadar saymak. Bir cahil ıspanağım. Daha köklerimin çamuru, çakılı üzerimde duruyor. Köylü olduğum her yanımdan belli.

    Beni satın alan siyah kasketli, zayıf, kara kuru pazarcı, el arabası ile teneke kaplı teraziden ibaret ekmek teknesini, kırık dökük mahallelere doğru sürüyor. Çiroz kollarında bir acayip kuvvet var ki, nereden geldiğini anlamak mümkün değil. O kolların ittiği el arabasının yağlanmamış tekerleri, gıcırdayarak dönüyor. Aynen dünyanın ağlayarak döndüğü gibi. Geçtiğimiz mahalle, sokaklar ne şehre benziyor, ne köye. Şehirdir desem, evleri kırık dökük, derme çatma, sefalet buram buram. Köydür desem, ne tarlalar var görünürde, ne dağ tepe, ne de ırmak. Bir acayip yerdeyiz anlayacağınız. Birkaç evin camında, loş ışıklar seçiliyor. Sabah ayazında yakılan sobalardan, sokaklara taşan duman genzimi yakıyor. İsli, puslu bir yolda, gece ile gündüzün arasında gidiyoruz.

    Gün inceden yüzünü gösterdi. Şehrin kasvetli, bulanık göğü, kopup geldiğim doğanın berrak, mavi göğüne benzemiyor. Bir tabaka güneşe ket vuruyor ya, bulut desen bulut değil, sis desen sis değil. Koparıldığım tarlamın, namazında niyazında sahibi, göğün yedi katından bahsederdi. Yedi kata doğru el açar, bereketli mahsul, sızlayan dizlerine derman, kızlarına hayırlı damat dilerdi. Burada edilen dualar, birinci, bilemedin ikinci kata geçmiyordur zahir.

    Meydanlık bir yere geldik, durduk. Kenar mahallenin, çarşısı pazarı burası olsa gerek. Karşımızda bakkal, nalbur, kasap, tuhafiye dükkanları var. Bakkalın önünde meşrubat dolapları, rengarenk lastik toplar, camında afişler asılı. Nalbur ile tuhafiye ayrı bir cümbüş. Kasap, beyaz önlüklü, göbekli, kır bıyıklı, kel bir amca. Ötemizde berimizde, birkaç seyyar araba daha var. Seyyar esnafı arasında anlaşmış olacak ki, hepsinde ayrı sebze, meyve. Birbirlerine bulaşmıyorlar. Her ne olacaksam, burada olacağım. Hayırlı bir eve, besin olayım, şifa olayım istiyorum. Kaderim, kısmetim ne ise beklemekteyim.

    İşte başı yazmalı, ayağı aksak, gençten bir hanım müşteri geldi. Siftah bu hanımdan olacak. Eline bir onluk sıkıştırmış. Evin fabrikada işçilik yapan beyi belli ki, o kadarını yetiştirmiş. Bugünün tenceresi, on liralık kaynayacak. Sebzeyle de bitmez ki. Daha bunun margarini var, kıyması var. Salçayı evde yapmıştır bacım ama bir de makarna ya da bulgur pilavı ister yanına ki, gün boyu cıvata sıkan, ter akıtan evin eri doysun. Beni de şöyle bir yoklayıp, patlıcanla, domatese eli vardı bacımın. Kısmet bana değilmiş. Az daha bekleyeceğim.

    Birkaç müşteri daha geldi ya, bana sıra gelmedi henüz. Güneş az daha yükseldi. Yeşil, iri yapraklarımın suyu çekilmeye başladı. Sabah ayazındaki kadar taze değilim ama hala albenim var. İşte, işte, şu acele ile tezgaha yaklaşan, uzun boylu, kara gözlü, başındaki naylon eşarp yarıya kadar açılmış bayan, bana bakıyor. Eli ile yokladı. Acele ile beni seçti. Tezgahta kalan kardeşlerime "elveda" bile diyemeden, bir kilo kırmızı domatesle birlikte siyah bir poşete tıkıştırıldım. Herhalde, bu kenar mahallenin, derme çatma bir evinde, uzun boylu, kara gözlü bayanın ellerinde, yumurtalı ıspanak olacağım. Hayırlısı ne ise o olsun.

    Ama yok yok. Uzun boylu, kara gözlü bayanla birlikte, kenar mahallenin meydanından mavi bir minibüse bindim. Acılı şarkılar eşliğinde, yüksek, gösterişli, şık binaların olduğu bir semte geldik. Bambaşka bir dünya. Şehir dediğin böyle bir yer olmalı. Önünde, bizim tarlanın sahibinin külüstür yeşil Renault 12'sine hiç benzemeyen, koca koca, yıldır yıldır parlayan arabaların olduğu, heybetli bir binanın önünde inip, binanın çiçek kaplı bahçesinden içeri geçtik. Kara gözlü bayan, kapalı ve kilitli kapının yanı başındaki tuşlara sırası ile basınca, kapalı ve kilitli kapı, vıızzt diye açılıverdi. Bir yaşıma daha girdim. Daha göreceklerim varmış. Uzun boylu, kara gözlü bayan şimdi de, küçücük, aynalı bir odaya girip, üzerinde yedi yazan bir düğmeye bastı. Küçücük, aynalı oda hareket etti. Binanın yedinci katında durdu, kapısı açıldı. Vay başıma gelenler.

    Uzun boylu, kara gözlü bayan, çantasından çıkardığı anahtarla, muhtemelen çalıştığı, kirini pasını temizlediği, yemeğini yapıp, bulaşığını yıkadığı, evine ekmek götürdüğü eve, kendi evine girer gibi girdi. Önce, başındaki eşarbı sıyırıp bir yana attı. Benimle birlikte elindeki poşetleri, salondaki büyücek sehpaya koydu. Geçip, rahat koltuklara gömüldü. Beş dakikalığına, çalıştığı evin, kendi evi olduğu hayalini kurdu. Daldı, gitti. Beş dakikalık hanımefendilik, uzun boylu, kara gözlü bayana iyi geldi. Hayallerini, rahat koltukların üzerinde nadasa bırakıp, gerçek dünyaya, yani bana, yani ıspanağa döndü.

    Salon kadar geniş mutfağın, granit kaplı tezgahına, benimle birlikte tereyağını, domatesi, patatesleri, soğanı, sarımsağı, kıymayı, turfanda çalı fasulyeyi koydu. Tıka basa dolu buzdolabından birkaç kavanoz çıkardı. Sonra beni, delikli, plastik bir kapta musluğun altına oturttu. Suyu açtı. Ay anacığım. Her yanım ıslandı. İliklerime kadar üşüdüm. Bağırmak istedim, beceremedim. Sağımı, solumu, içimi, dışımı, evire çevire yıkadı. Üzerime yapışan çamurlar, kil, toprak akıp gittikçe, köyümle olan bağım koptu. Artık, köylü yeşil ıspanak değil, şehirli zengin sofranın ıspanağı olmaktayım. Bundan hoşnut muyum, bilemiyorum.

    Tezgaha alındım tekrar. Ne çamurum kaldı, ne kirim. Uzun boylu, kara gözlü bayanın elinde, bir ileri, bir geri, ahenkle hareket eden, Bursa işi bir bıçakla doğranıyorum. Yeşil özüm tezgaha bulaşıyor. Canım acıyor. Artık her ne olacaksam az kaldı. Benden hemen sonra, soğanın akıbeti de aynı oluyor. Kıtır kıtır doğranıyor. Uzun boylu, kara gözlü bayanın gözünden iki damla yaş akıyor. Soğanın kaderine mi, kendi kaderine mi ağlıyor bilmiyorum. Öte yanda gözüm, tencereye takılıyor. Kavrulan kıymanın kokusu buram buram sarıyor koca mutfağı. Doğranmış soğanlar da, kıymaya katılıyor. Kendilerinden beklenmeyecek bir narinlikle pembeleşiyorlar. Bu sefer ben soğanın peşi sıra gidiyorum. İşte tenceredeyim. Tencerenin içi bir cümbüş ki görmelisiniz. Herkes birbiri ile hemhal olmakta. Tatlar birbirine karışırken, ahbaplıklar ilerliyor. Herkes birbirinden lezzet alıyor. Kaynar su, üşümüş bedenime iyi geldi. Kendimi sıcağa bırakıp, gevşiyor, yumuşuyorum. Ben, tencerenin sıcağında pelte gibi uzanmış, keyif çatarken, uzun boylu, kara gözlü bayan bir yandan da köfte ile patates pişiriyor.

    Hamdım, piştim, hazır oldum. Ağızlara layık bir ıspanağım. Ateşten alındım, soğumaya koyuldum. Kaderim ne ise razıyım.

    Zil çaldı. Uzun boylu, kara gözlü bayan, telaşla kapıyı açtı. Biri kız, biri oğlan, okul kıyafetleri ile iki tane toraman, gürültü ile eve girdiler. Evin çocukları olsa gerek. On oniki yaşlarındalar. İtişip, kakışıyorlar. Üzerlerini çıkarmadan, televizyonun başına geçtiler. Salondan televizyonun sesi geliyor. Tanıdık, bildik bir hikaye var televizyonda. Pamuk Prenses ile Yedi Cüceler. Yok bunu beğenmedi toramanlar. Bir başka çizgi film açtılar. Uzaylı yaratıkların garip seslerini duyuyorum tenceremin içinde. Galaksiler, uçan daireler, ışın kılıçları. Acayip gezegen isimleri, savaşlar, savaşçılar. Dünyanın savaşı yetmemiş, uzayı da savaşa bulamış insanoğlu. Sabah neredeydim, şimdi neredeyim hey Allah'ım.

    Uzun boylu, kara gözlü bayan, dört tabak çıkartıp, ikisine köfte patates, ikisine de benden koydu. Bir kaseye de özenmiş yoğurt. "Haydi çocuklar yemeğe" diye içeri seslendi. Toramanlar koşup geldi. Oburlar besbelli. Yoksa çizgi film bırakılıp gelinir mi. Köfteye giriştiler. Oğlan patateslerine ketçap sıktı. Sonra kardeşinin üstüne de ketçap sıktı. Kız yalandan ağladı. Kara gözlü bayan "Her gün aynı şey" diye söylenerek, kızın üstünü değiştirdi. Köfteler bitti. Oğlan, biraz daha köfte istedi. "Biraz sebze ye. Ne güzel ıspanak yaptım. Bak annen kızıyor sonra" diyen, uzun boylu, kara gözlü bayana oğlan, beş parmağı ile nanik yaptı. Uzun boylu, kara gözlü bayan, ya sabır çekip, mecburen biraz daha köfte verdi oğlana. Toraman bir çırpıda onları da yedi.

    Toraman kalkacakken, uzun boylu, kara gözlü bayanın, "Haydi bir kaşık al evladım, faydalıdır. Bak seveceksin" diye uzattığı tabağımı, arsızlıkla itti. Tabağım masanın zemininde kaydı. Tabak ve içinde ben, masadan düştük, döküldük. Kırıldık, saçıldık, yerlere bulaştık. Çöpe atılacağım. Mutfağın açık camından esen ince bir yel, önce uzun boylu, kara gözlü bayanın nemli gözlerini buldu. Sonra, yerde, mavi fayansın üzerinde yatan benim yanımdan geçti. Ardından uzaklara, çok uzaklara gitti. Hey gidi Temel Reis.

    Fuat Sevimay


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,648,648,648,648,648,648,648,648,64
    11 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hilal Bayram


    AŞK-I İSTANBUL

    "Acele etmeden dolduruyorum çekmecelerimi, yavaşça
    Ben sana hazırlık yapıyorum sevgilim, sadece sana…"

    Martılar dans ediyor kayıkların üzerinde, en büyük sevdalıları onlar gibi çığlık çığlığa… denizin ortasındaki o kayıklar gibi durdum tam ortanda: kalabalık akıyor gidiyor iki yanımdan!
    Yalnızlığımın şehri…
    Sende erittim tüm kalabalığı, seninle başbaşa…
    Bir çekmece ayırdım kendime, ne varsa sana dair, içinde: kargaşa, hüzün, tutku, aşk!..
    Bu ne aşk! Bir yanım boğaz, bir yanım istiklal.. birini biraz fazla sevsem öbürü sarkıtıyor dudağını!
    Bir keman sesi uzaklardan: İstanbulum, sevgilim! Sen benim, ben senin..
    En coşkulu, en tutkulu: sen tutkularımın esiri, ben senin esirin!

    "…Sözü bitince sarıldı kız, sıkıca, İstanbul'a sarılır gibi. Şimdi deniz ve parfüm kokusu doldu burnuna. Dudaklarına uzandı çocuğun İstanbul'u öper gibi öptü: özlemle, hasretle, burnunun direkleri sızlayarak…"

    Tam ortandayım yine bak. O kayıklar gibi sıralı, renkli, yalnız… Kalabalık akıyor gidiyor iki yanımdan!
    Yalnızlığımın şehri…
    Sana benzettim tüm sevgilileri!
    Seni aradım: kargaşa, hüzün, tutku, aşk!..
    Bir yanın genç, bir yanın yaşlı…
    Bir yanın hep çocuk, bir yanın hep kaçak…
    Ne zaman çevirsem başımı pencereden sana, yaşlı gözlerin buruk tebessümün kucağında!
    Anne şefkatiyle sarılan sana ben, her sarılmada sana sığınan ben!
    Özlemle, hasretle, burnumun direkleri sızlayarak yanan ben, herkesin sevgilisi sen!

    "…İstanbul'u hiç görmemişti sevgilisi; hoşlanmıyordu da, kalabalık diyordu hep. Ama bilemezdi ki İstanbul'un havasını bir kere alan bir daha rahat nefes alamazdı O'nsuz. Anlattı kız; bıkmadan, usanmadan. Neydi amacı bilmiyordu ama anlattı işte…"

    Okyanusta dalga gibi tam ortanda martılarla oynaşıyorum. Ben senin sevgilin, senin gibi…
    Kalabalık yine akıyor iki yanımdan!
    Yalnızlığımın şehri, ben anlatıyorum önüme gelene seni…
    İçimde bir bütün sen: karışık, hüzünlü, sinirli, aşık! Bir o kadar deli!
    Dudaklarımda yitik bir aşk, gözlerimde Kızkulesi…
    O yitik aşk ki, içimde deprem silsilesi…
    Bu ne aşk! Bir yanın sinsi, bir yanın çekici!
    İçimdeki İstanbul incisi…

    "İstanbul gibi, dedi kız. Herkese kucak açan kahpeliğiyle öfkeli, şefkatli, alçakgönüllü, bir o kadar da mağrur! Sen benim yarim, İstanbul gibi… "

    Her sarılmada sana sığınan ben
    Bir dilek tuttum, içinde İstanbul!
    Her şeyiyle benim, benim olduğu kadar herkesin!
    Bir senin kalbim, bir tek senin!..

    ( "ALA OD" isimli yazımdan alıntılarla..)



    Hilal Bayram


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Üzeyir Lokman Çaycı


    Aynalı Köşkün Muhtarı

    Sekreteri Armut Hanım, toplumu etkileyecek güzelliğiyle, eline megafonunu alarak, Sap Köyü'nün dört avratlı muhtarı Kalem'in Siyaset Meydanı'nda halka hitap edeceğini sokak sokak gezerek duyurdu : "Duyduk duymadık demeyin... Biricik muhtarımız Kalem yarın saat 14.00'de size hitap edecek... Önemle duyururuz!"

    Halk meydanda toplanmıştı. 41 korumasıyla ve bando eşliğinde edâlı bir şekilde gelen Sap Köyü'nün muhtarı Kalem, köy meydanının ortasında bulunan musalla taşının üzerine çıktı ve konuşmaya başladı : "Değerli köylüler, kıymetli halkım, kadirşinas milletim… Havalar oldukça soğudu, kendinizi aman ha aman üşütmeyin! Üzerinize çul mu örteceksiniz, keçeden yapılan kepenek gibi elbiseler mi giyeceksiniz, ne varsa bunlarla koruyun kendinizi! Ne yazık ki köyümüzde hastane, sağlık ocağı, doktor, hemşire, hastabakıcı, ebe, eczane yok… Ev, köşk, villa yapacağız, diye ormanlarımızı da yaka yıka ağaçsız, odunsuz kaldık. Aman ha aman ısınacağız diye defterlerinizi kitaplarınızı da yakmayın… Çünkü ne okulumuz, ne dershanemiz ne de öğretmenimiz var ? "

    Bu konuşmasından sonra alkışlarla, ıslık sesleriyle "millet seninle gurur duyuyor…" nidalarıyle yer gök inledi.
    Sonra kürsüsünden, kusurumu bağışlayın yanlış telaffuz ettim, musalla taşından indi. 41 korumasıyla ve bando takımıyla edâlı bir şekilde yüce makamına gitmek üzere meydandan ayrıldı.

    Onun arkasından kimi : "Bizim muhtar az konuşur, öz konuşur…" dedi. Kimi de : Bak bizi nasıl düşünüyor ? Helâl olsun sana ! Yüce muhtarımızın konuştuğu her sözde nice nice hikmetler vardır ? Her kelimesinde ince ve derin sırlar gizlidir, yaşa muhtarım sen çok yaşa !" diye tezahüratlarda bulundular.

    Ortalık ısınmıştı. Aldığı talimat üzerine sekreteri Armut Hanım tekrar megafonuyla Sap Köyü'nün dört avratlı muhtarı Kalem'in Siyaset Meydanı'nda halka hitap edeceğini sokak sokak gezerek duyurdu : "Duyduk duymadık demeyin... Biricik muhtarımız Kalem yarın saat 14.00'de size hitap edecek... Önemle duyururuz !"

    Halk meydanda toplanmıştı. 41 korumasıyla ve bando eşliğinde edâlı bir şekilde gelen Sap Köyü'nün muhtarı Kalem, köy meydanının ortasında bulunan musalla taşının üzerine çıktı ve konuşmaya başladı : "Değerli köylüler, kıymetli halkım, kadirşinas milletim… Havalar oldukça ısındı… Sizi serinletecek klima ve vantilatörlerimiz yok… Bunlar zaten elektrikle çalışır… Elektrik deseniz o da yok. Serinlenmek için su derseniz Sap Köyü susuz bir köy… Köyde sadece iki kuyumuz var… Bu da su çekile çekile dibe iniyor. Eeee 10 kilometre uzaktaki Zor Köyü'nden omuzlarınızda, eşeklerle getirdiğiniz suları da iktisatlı kullanın. Biliyorsunuz köyümüzü şehire bağlayan bir yolumuz da yok. Yol olmayınca vesait, velesbit de olmaz… İşte idare edin canım… Zaten vesaite de velesbite de verecek paranız da yok ! Ha aklıma gelmişken söyleyeyim köyümüz de kala kala iki eşek kaldı, gerisi hep açlıktan, otsuzluktan, susuzluktan öldüler. Başınızı, serin, ayağınızı sıcak tutun… Aman ha aman ona buna kafanızı takarak düşünmeyin derin?"

    Bu konuşmasından sonra alkışlarla, ıslık sesleriyle "millet seninle gurur duyuyor…" nidalarıyle yer gök inledi.
    Sonra kürsüsünden, kusurumu bağışlayın yanlış telaffuz ettim, musalla taşından indi. 41 korumasıyla ve bando takımıyla edâlı bir şekilde yüce makamına gitmek üzere meydandan ayrıldı.

    Onun arkasından kimi : "Bizim muhtar az konuşur, öz konuşur…" dedi. Kimi de : "Bak bizi nasıl düşünüyor ? Helâl olsun sana ! Yüce muhtarımızın konuştuğu her sözde nice nice hikmetler vardır ? Her kelimesinde ince ve derin sırlar gizlidir, yaşa muhtarım sen çok yaşa !" diye tezahüratlarda bulundular.

    Aylar sonra ortalık soğumaya başlamıştı. Aldığı talimat üzerine sekreteri Armut Hanım tekrar megafonuyla Sap Köyü'nün dört avratlı muhtarı Kalem'in Siyaset Meydanı'nda halka hitap edeceğini sokak sokak gezerek duyurdu : "Duyduk duymadık demeyin... Biricik muhtarımız Kalem yarın saat 14.00'de size hitap edecek... Önemle duyururuz !"

    Emekli öğretmen Emin Bey 10 kilometre uzaktan kan ter içerisinde köye su taşıyanlara seslendi : " O Sap köyünün muhtarı değil, aynalı köşkün muhtarı… Muhtar Kalem, telefonlu, televizyonlu aynalı köşkünde, köyün su kaynakları üzerinde, helikopterleriyle sağa sola rahatça giderek saltanat sürerken, siz susuz, yolsuz, araçsız, okulsuz, öğretmensiz, hastanesiz, doktorsuz, ebesiz hiç bir iş imkanı olmayan bir köyde sefalet içerisinde yaşayın! Onun çocukları, Amerika'da, Avrupa'da krallar gibi eğitim görsünler... Sizin çocuklarınız da, bakımsızlıktan açlıktan, hastalıktan küçük yaşlarda ölsünler. Bu olacak iş değil…

    Sap Köyü muhtarı Kalem, köy meydanında konuşma yaparken bakışlarınızla ve alkışlarınızla onun içine girebilecek şekilde şuursuzca ona yarın yine desteğinizi sürdürün? Yazıklar olsun size… Bıkmadan - usanmadan ben sizi ne zaman uyardıysam, yaranmak için beni her defasında ona şikayet ettiniz. Evime gece yarıları jandarmalar gelerek beni bir çok kez götürdüler. Bana terörist damgası vurdular. İçiniz rahatladı mı?

    Sizin ülkemizde insanca yaşamaya hakkınız yok mu? Başbakan ne ise, köy muhtarı da aynı... Bugün tuplumu sürü gibi görenler tarafından yönetiliyoruz. Size soruyorum içinde bulunduğunuz gafletten, kirli siyasetin uyuşturuculuğundan, haksızlığa ve zulme teslimiyetten ne zaman kurtulacaksınız? Ülkemizde devlet tarafından milyonlarca lira verilerek kiliseler inşa edilirken, bakın bakımsızlıktan ve cemaatsizlikten önce tarihi camimizin minaresi yıkıldı, sonra çatısı çöktü! Köyümüzde kala kala sadece cenazelerimizi yıkayan bir imamımız kaldı... Görüyorum ki inancınız, duyarlılığınız, kararlılığınız, Allah'a bağlılığınız, Peygambere olan sevginiz bir su gibi buharlaştı. İçleri boşaltılmış birer boş kutu şeklinde, sadece Ahmet, Mahmut, Mehmet ve Mustafa gibi isimlerinizle başbaşa kaldınız! Unutmayın ki ilim sahibi, gerçekleri gören Müslümanların ibadetleriyle, şuursuz, sürü haline getirilmiş, kullanılan; iyiyi ve kötüyü ayırt edemeyen insanların ibadetleri arasında iman ve takva bakımından oldukça fark vardır! Bilerek, yürekten yapılan her hareket değerlidir! Yarınlara olumsuzluklarınızın, bilgisizliklerinizin ve şuursuzluklarınızın sonuçlarını taşıyacağınızı asla unutmayın!"

    Ertesi gün halk meydanda toplanmıştı. 41 korumayla ve bando eşliğinde edâlı bir şekilde bir tabut içerisinde getirilen bir cenaze köy meydanının ortasında bulunan musalla taşının üzerine konuldu. Köylüler bando takımının önünde onu göremeyince cenazenin dört avratlı Muhtar Kalem'e ait olduğunu anlamışlardı. Köye gelen helikopterlerden inen seçkinler, milletten ve halktan kopuklar, din maskeliler, içi karışıklar, yandaşlar, çıkarcılar ön safta yerlerini aldılar. Helikopterlerden inenlerin yüzlerce korumaları tarafından en arkalara itilip kakılan Sap köyü halkı toprağa ellerini sürterek susuz köyde teyemmümle abdestlerini aldılar. En arkada da hizaya durdular.

    İmam efendi konuşma yaparken tabutun kapağı aniden açıldı. Sap Köyü'nün muhtarı Kalem'in önce kafası göründü sonra yarı çıplak bir vaziyette aşağıya fırladı.
    Başta imam efendi olmak üzere, seçkinler, milletten ve halktan kopuklar, din maskeliler, içi karışıklar, yandaşlar, çıkarcılar, sekreteri Armut Hanım ve köy halkı "cenaze hortladı" diyerek can havliyle sağa sola kaçışmaya başladılar.

    Korkularından seçkinler, milletten ve halktan kopuklar, din maskeliler, içi karışıklar, yandaşlar, çıkarcılar helikopterleriyle alel acele Sap Köyü'nden uzaklaştılar.

    Orada tek bir kişi dahi kalmamıştı. Muhtar Kalem önce olup bitenlere inanamadı, arkalarından kaçışanlara, koşturanlara bel bel baktı. Sap gibi kefeniyle ortada kalakaldı... Yarı ıslak kefenini inceledi. Kendi kendine : "Herhalde yaşamıyorum?" diyerek kefenini üzerine sardı ve tabutun içerisine tekrar girdi.

    Yaşadıklarıyla birlikte hafızasını tamamen kaybetmişti. Tabut musalla taşında günlerce kaldı. Açlığını susuzluğunu, varlığını, yokluğunu hissetmeyecek halde tabut içinde bir çok kez uyudu, uyandı ve en sonunda sonsuzluğa uzandı. Etrafa ağır kokular yayıldı. Kargalar, böcekler musalla taşının etrafında gezinmeye başladılar.

    O günden sonra Sap Köyü'nün dört avratlı muhtarı Kalem'in tabuttan fırladığı meydana korkudan hiç kimse uğramadı.

    Üzeyir Lokman Çaycı
    uzeyir.cayci@free.fr


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,508,508,508,508,508,508,508,50
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü XLIV

    Az önce odaya Athenagoras geldi, yüzünde yine vakur bir gülümseme vardı. Müthiş bir fikri olduğunu söyledi, ona ne düşündüğünü sordum, tüm ısrarlarıma rağmen bana anlatmadı. Doğrusu, bizi bu işlerin içinden çekip çıkartacak nasıl bir formül bulduğunu çok merak ediyorum…

    Bana yemek sırasında, o an geliştirdiği bir düşünce olarak bu formülü ortaya atacağını söyledi, ben de daha fazla üstelemedim. Şimdi, yemek salonuna gideceğiz. Gelişmeleri odama dönünce günlüğüme kaydederim…

    Tanrım… Ekibi, hiç bu kadar heyecanlı bir tartışma içinde görmemiştim. Carlo'nun naaşı hakkında bile son derece sâkindiler; ama tabiî, mesele gelip kendi canlarına dayandığı için bu kadar harâretlendiler… Yemekte, Roger Mildred da bize eşlik etti, Konsolos ise katılamadı. Ve yemek sırasında ekibe, Roger Mildred'ın bize anlatacak önemli şeyleri olduğunu söyledim, sözü ona bıraktım.

    Roger Mildred, bana Konsolos'la birlikte anlattıklarını aynen anlattı ve daha sözünü bitirmeden, her kafadan bir ses çıkmaya, salonun içinde uğultular yükselmeye başladı. Öyle ki, kimin kime hangi gerekçeyle karşı çıktığını, neyi savunup neyi önerdiğini anlayamaz oldum. Tanrım, tam bir kargaşa çıktı, sinirler de gerildi.

    Sonunda, dayanamayarak ayağa kalktım, ekibi susturdum ve "Beyler, böyle devâm ettiğimiz sürece korkarım ki, kazı bölgesinde mâruz kalmaktan korktuğumuz şartları burada biz kendimiz için, bizzat kendi ellerimizle yaratacağız. Lütfen söz almadan konuşmayınız, konuşanın sözü bitmeden de olumlu ya da olumsuz yönde bir görüş bildirmeyiniz." dedim.

    İlk sözü, Harold istedi ve şunları söyledi: "Türkler barbar bir millettir, kendi topraklarına tecâvüz edeceğimizi düşünmeleri hâlinde, bizi çiğ çiğ yiyeceklerdir. Vakit varken, bu projeyi burada bırakmalı ve Birleşik Krallık'a dönmeliyiz; aksi takdirde bu proje, balinaların yaptığı türden bir 'toplu intihar' olacaktır ve ben buna katlanmak istemiyorum."

    Daha sonra Stuart söz istedi ve Harold'a katıldığını, buradan sağ sâlim ve tek parça hâlinde Birleşik Krallık'a dönmek istediğini söyledi. Stuart sözünü tamamladıktan sonra da James söz istedi ve şunları söyledi: "Henüz daha yolun başındayız, şimdi vazgeçemeyiz. Şimdi dönersek, bunca sıkıntıya boşu boşuna katlanmış olacağız. Hem, Carlo'nun ailesinin yüzüne nasıl bakacağız?"

    James yerine otururken, Harry söz istedi ve şunları söyledi: "Geleceğimizi, geçmişimize kurban edemeyiz. Şimdi vakit varken, bu işi burada bırakmalıyız. Eğer burada kalmak isteyen olursa, ben onları anlayışla karşılarım; ancak, kimse beni bu şartlar altında kazı bölgesine sokamaz."

    Daha sonra da Ginn söz istedi ve şunları söyledi: "Hiçbirimiz bu kazı projesinde, her şeyin yolunda gideceğine ve burada dikensiz bir gül bahçesiyle karşılaşacağımıza inanmıyorduk, böyle bir şeyle karşılaşmayı beklemiyorduk da. Hiçbir kazı projesi, dikensiz bir gül bahçesinde gerçekleşmez. Hemen her projeye çeşitli güç odakları müdahale eder, projenin hedeflerinden sapmasına neden olurlar.

    Ne var ki, bu şartlar altında bile bu projeler durdurulmaz. Bir düşünsenize… Belki de bu bölgede yapacağımız incelemeler, bize Champollion'dan bile daha büyük başarılar kazandırır. Batı Anadolu'daki ilk yerleşimler, medeniyetlerin doğuşu kadar eskilere gidiyor. Tanrı bilir, burada arkeoloji dünyâsını derinden sarsacak nice önemli keşiflere imzâ atabiliriz."

    Ginn sözlerini bitirdikten sonra, Moses söz istedi ve bana şunları sordu: "Bölgede böyle bir keşfe imzâ atma olasılığımız nedir? Ekibi hiçbir umut ışığı yokken, olası bir sıcak çatışma ortamının içine atamayız. Günlerdir ekibe hiçbir açıklama yapmadan, Athenagoras'la birlikte ne plânlıyorsunuz? Bize bir açıklama borçlusunuz!"

    Bunun üzerine, yine salonda uğultular yükselmeye başladı ve tüm gözler bir anda bizim üzerimize odaklandı. Ben de ayağa kalkarak ekibi susturdum ve şunları söyledim: "Her kazı projesinde, arkeoloji dünyâsını sarsacak yeni bir keşfe imzâ atma olasılığı yüksektir. Bu projenin Lordlar Kamarası'nın desteğiyle gerçekleştirildiğini unutmayalım; bizi buraya onlar göndermişse, can güvenliğimizi sağlamak da onların boynunun borcudur.

    Hem British Museum, hiçbir elemanının hayâtını hiçe sayamaz. Bu kadar geniş bir kadro toplayarak ve bu kadar değerli arkeologu bir araya getirerek bu projeyi yürürlüğe sokmuşsa, bunu bize güvendiği için ve bizden beklentilerini boşa çıkartmayacağımıza inandığı için yapmış olmalı. Eğer bize destek olanların başka birtakım amaçları olsaydı, bu amaçlarını çok daha vasat bir kadroyla gerçekleştirmeye yönelirlerdi.

    Ayrıca British Museum, Lordlar Kamarası'nın olası siyasî projelerine âlet olmayacak kadar köklü bir kurumdur. Bunca zamandır bizlere hemen her türlü desteği sağlayan bir kurumu henüz daha yolun başındayken yüz üstü bırakmak hem meslek etiğiyle, hem de insan olmanın bir gereği olarak yakışık almaz."

    Tanrım… Konuşmamı sürdürürken James ve Miles, "Haklısın!", "Doğru düşünüyorsun!", vb. diyerek beni destekliyor, ekibi iknâ etmeye çalışıyorlardı. Ve konuşmamı tamamladıktan sonra, bir süre söz isteyen çıkmadı. Hem, belli ki Moses, bana ve Athenagoras'a karşı bir çıkışla ekibi caydırmaya yeltendi. Tanrım…

    Bir ara, Nick söz ister gibi oldu, o sırada Athenagoras ayağa kalktı ve tartışmanın gidişatını lehimize çevirecek şu sözleri söyledi: "Beyler; James, Ginn ve William haklı. Projeyi gerçekleştirmenin tek yolu da kendimizi onlara sevdirmek. Bunun için, kendimizi arkeolog değil, câmî yapımı için görevlendirilmiş özel bir ekip olarak tanıtabilir; şu evliyânın onuruna bir câmî inşâsı görünümü altında kazılarımızı tamamlayabiliriz.

    Bizlerin İngiliz olmasını ve böyle bir inşaatla ne ilgimiz olabileceğini düşünenlere de daha önce Kâhire'de böyle bir câmî inşâ ettiğimizi, buna hayran kalan Osmanlı idâresinin bizi bu evliyâ onuruna bu bölgede böyle bir câmî yapmakla görevlendirdiğini söyleriz. Böylelikle, bu projeyi istediğimiz biçimde tamamlar, işimiz bittikten sonra da bölgeyi ivedilikle terk ederiz."

    Tanrım… Athenagoras yapmıştı yapacağını… Bu önerisi, tüm olayı bizim lehimize çevirdi… Çok geçmeden Ulrich, oylama yapmayı önerdi, Moses ile Daniel da onu destekledi. Ben ise proje lehinde karar çıkacağını tahmin ettim ve bu hamlelerini kendi lehimize çevirmek için, oylama sonucunda çıkan karârın tüm ekibi bağlayacağı konusunda her birinden güvence istedim. Tüm ekip bana bu güvenceyi verdi.

    Bunun üzerine, Roger Mildred'tan yeterli miktarda kâğıt ve kalem istedim, bunları ekibe dağıttık ve kapalı oylama usûlüne göre Athenagoras'ın önerisini oya sundum. Çıkan sonuç; dörde karşı yirmi bir kabul oyu. İlk üçünün kime âit olduğunu biliyorum; ama, dördüncüsünden emin değilim. İçimdeki ses ise bu kişinin Dennis olduğunu söylüyor; kendisine verdiğim düzmece notlar nedeniyle, bu riski almak için yeterli bir neden olmadığını düşündü sanırım.

    Oylama bittikten sonra ekibe, bölgeye ilk olarak ben ve Athenagoras'ın gitmesini; köyün ileri gelenlerini bu yalana iknâ etmeye çalışmasını önerdim. Gerçi, Athenagoras'ın tanınma tehlikesi vardı; ancak, tercüme işleri için ve bir de meseleye bu kadar vâkıf olduğu için, bu tehlikeyi göze almalıydım. Ekipten de onay aldım ve birlikte yemek salonundan ayrıldık. Koridorda kendisini tebrik ettim, o da bana sarıldı ve birlikte bu olayı kutladık…

    Yârın sabah erkenden ben, Edward, Athenagoras ve Roger Mildred, Cinaslı köyüne gideceğiz ve köylüleri, şu sözde câmî inşaatına iknâ etmeye çalışacağız. Tanrı bize yardımcı olsun…

    12 Mayıs 1885
    *

    Tanrım… Gözüme bir damla bile uyku girmiyor, içim karmakarışık… Doğrusu, çok değişik duygular içindeyim. Saat de sabahın dördü, Edward ile Athenagoras mışıl mışıl uyuyor, bense kalkıp içimi günlüğe dökmek istedim. Yatakta öylece dönüp durmaktan iyidir.

    Tanrım… Kendimde bu cesâreti nasıl gördüğümü hiç anlayamadım. Şu an gerçekten de karmakarışık duygular içindeyim. Ben hayâtımda, hiç bu kadar büyük bir risk almadım; hiçbir zaman, en küçük bir hatânın bile koca bir imparatorluğun ve hattâ, bunca insanın felâketine yol açabilecek bir süreci başlatabileceği bir durumla karşı karşıya gelmedim.

    Tanrım… Bunları gerçekten de ben mi yaptım, bu kararları gerçekten de ben mi aldım! Düşünüyorum da ister bir Naturalist olsun, isterse sıradan bir insan; bunları yapmanın Naturalizmle ya da iyi bir Naturalist olmakla hiçbir ilgisi yok, olmamalıdır da. Evet, olmamalıdır! İnsan olmanın gereğidir bu yalnızca. Evet, yalnızca insan olmak…

    Eğer bu tür eylemler belirli bir dünyâ görüşüne, ideolojiye veya değerlilik tasarımına göre yapılacak veya yapılmayacaksa, insan olmak da şu ya da bu olmanın arkasına itiliyor. Oysa, önce insan olmayı başaramamış bir kimse, nasıl olup da şu veya bu olabilir?

    Evet, ben bir Naturalist olduğum için değil, öncelikle insan olduğum için bu işten yüzümün akıyla çıkmalıyım! Eğer başarılı olursam ki, olmak için elimden geleni yapacağım; bundan sonra bu eylemle ilgili olarak özel birtakım amaçlarım olabilir; bu eylemin sonuçlarını ancak bundan sonra, kendi istek ve beklentilerim doğrultusunda kullanabilirim, kullanabilmeliyim.

    Tanrım… Ben tüm hayâtım boyunca iyi bir Naturalist olmayı belki başaramadım, belki Naturalizm için önemli bir başarıya imzâ atamadım; ama, tüm hayâtım boyunca iyi bir insan olmaya çalıştım. Evet, iyi bir insan! Ama görüyorum ki, iyi bir insan olmak, Naturalizmin ya da şu veya bu olmanın tekelinde değil.

    Tanrım… Şimdi kendimi çok cesur hissediyorum. Başpiskopos Baldwin bana Naturalistlerin hayatlarını anlattıkça, onların inançları için neleri göze aldığını, nelere katlanmak zorunda kaldıklarını anlattıkça demek ki, ben hep kendimden kaçmışım. Aslolan, şu ya da bu dünyâ görüşünü, ideolojiyi, değerlilik tasarımını egemen kılmak için yapılanlar değil, aslolan insan olmak için yapılanlar…

    Başpiskopos Baldwin bana anlattıklarıyla, bende hep belirli bir değerlendirme tarzı yarattı; insanların tüm yapıp etmelerini bu dünyâ görüşleriyle, ideolojilerle, değerlilik tasarımlarıyla ilgisinde ele almayı öğretti; yâni, bunlar uğruna neler yapılabildiğini ve neler yapılabileceğini anlattı, benim bunları görmemi sağlamaya çalıştı.

    Tanrım… Ben ta ilk gençlik yıllarımdan beri, Katoliklik ile Naturalizm arasında gidip geldim, çevremde hep iyi bir Katolikmişim gibi bir izlenim yarattım, vb. yâni, ben hiçbir zaman Naturalizme tam bağlı kalamadım ve bu bağlılığı kendimde hiçbir zaman bulamadığım için, tüm yaşamımı o ilk gençlik yıllarımın doğal çekingenliğiyle, korkaklığıyla geçirdim.

    Sandım ki bu cesâret, bu bağlılıktan geliyor, ben de bu bağlılığı gösteremeyince çekingenliği ve korkaklığı yaşama biçimi hâline getirdim… Tanrım, şu an kendimi anlayabiliyorum; sevgili karım Selmâ'yla yaptığımız tartışmaları, bana olan kızgın bakışlarını, belki görüp de söylemeye çekindiği şeyleri…

    Gerçekten de bu yolculuk, bu içine düşmüş olduğumuz ateş çemberi, bu başımıza gelenler ve bu yazdıklarım, hem kendimi, hem kültürümü, hem medeniyetimi, hem inançlarımı, vb. kısacası üzerimde taşıdığım tüm etiketlerimi sorgulamamı; kendimle yüzleşmemi sağladı ve beni Naturalizme bağlayan asıl şeyi ortaya çıkarttı; sevgi ve şefkat noksanlığı…

    Evet, ben Naturalizmin doğruluk ya da hakîkat anlayışını değil, onun sevgi ve şefkat noksanlığıma merhem olan yönünü sevdim ve bağlandım. Tüm hayâtım boyunca Naturalizm için bir şeyler yapamamış olsam da ben hep iyi bir insan olmak için elimden geleni yaptım, Naturalist olduğumu düşündükçe de çekingenliğim ve korkaklığım beni engelledi…

    Evet, şimdi kendimi çok daha cesur hissediyorum; öyle ki, Osmanlı Devleti'ni Batı emperyalizminin bu entrikalarından kurtaracak sağlam bir entrika kurarak bunu ustalıkla uygulayacak kadar cesur! Çünkü, ben bir insanım ve insanlık târihi hakkında az buçuk bilgim varsa, bu tecrübelerimi kullanarak bunu başarabilirim. Kendine güvenen ve bu yönde tecrübesi olan herkesin buna gücü yeter!

    Şu ya da bu olmaya çalışanların, bunu yapmak yerine iyi bir insan olmaya çalışmaları gerektiğini gören herkesin buna gücü yeter. Asıl çekingenlikler, korkaklıklar, cesâretsizlikler, vb. ise şu ya da bu olmaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Bu çabaları bir tarafa bırakanlar ise yalnızca iyi bir insan olmanın gereğini görüyor ve bunu yerine getiriyor; buna engel olan unsurları üzerlerinden atmayı başarıyorlar çünkü.

    Evet, şimdi kendimi şu Minotauros'u yok eden Minos'tan, Medusa'nın kafasını kesen Persefs'ten bile daha cesur hissediyorum. Ben ne bir pagan tanrısıyım, ne bir kralım, ne bir kahraman, ne kâhin, ne savaşçı… Ben bir insanım! Bana bu cesâreti, neye gücümün yetip neye yetmeyeceğini öngörmem, gücümün yetmediği yerlerde aklımı ve sağduyumu kullanacak olmam veriyor; bunlar bende olduktan sonra, niçin hatâ yapayım ki…

    Tanrım… Gordion Düğümü'nü ben de kesebilirdim! İnanışa göre Kral Gordes, arabasını kent tapınağının sütunlarından birine kördüğümle bağlamış ve "Bu kördüğümü çözmeyi başaran kim ise Asya'nın yolları ona açılacaktır." demiş. İskender'e gelinceye kadar yüzlerce kişi, bu kördüğümü çözmeye çalışmış; ama İskender, bunu tek bir kılıç darbesiyle kesip atmış, sonra da Asya'ya doğru yürümüş ve onu durduran da çıkmamış.

    İşte, ben de şu an sanırım ta ilk gençlik yıllarımdan beri kendime ördüğüm, kendimi içinde hapsettiğim bu kördüğümü, tek bir kılıç darbesiyle kesip attım. Ve sanırım, insan bunları bir kez anladı mı, her türlü olumsuzluğun üstesinden gelebilme olanağını da kendisine yaratıyor, bu anlayış ona gerçek bir Kadüseus kazandırıyor.

    Kendine bu Kadüseuslardan yaratamayanlar ise başkalarınınkilere türlü hikâyeler uyduruyor. İşte, mitolojilerin ve paganlığın nedenleri… İşte, yıllardır burnumun ucunda duran; ama, bir türlü kavrayamadığım hakîkatler… Tanrım, sana şükürler olsun ki, ta ilk gençlik yıllarımdan beri göremediğim, belki görüp de apaçık bir biçimde bilincime sunmadığım hakîkatleri bana gösterdin…

    Tanrım, sen ne merhamet sâhibisin ki, bana bunları bağışladın. Tanrım, sen üzerimizden merhametini aslâ eksik etme…

    12 Mayıs 1885


    - SON -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    9 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    SİZ AŞK'TAN N'ANLARSINIZ BAYIM?

    Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
    Alt katında uyumayı bir ranzanın
    Üst katında çocukluğum...
    Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
    Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
    Aşk diyorsunuz,
    limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

    Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
    Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
    Büyük bir aşk yamadım
    Hayır
    Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
    Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
    Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
    Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
    Aşk diyorsunuz ya
    Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

    Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
    Balkona yorgun çamaşırlar asmay
    Ki uçlarından çile damlardı.
    Güneşte nane kurutmayı
    Ben acılarımın başını
    evcimen telaşlarla okşadım bayım.
    Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
    İnsan kaybolmayı ister mi?
    Ben işte istedim bayım.
    Uzaklara gittim
    Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
    Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

    Süt içtim acım hafiflesin diye
    Çikolata yedim bir köşeye çekilip
    Zehrimi alsın diye
    Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
    İlahiler öğrendim.
    Siz zehir nedir bilmezsiniz
    Zehir aşkı bilir oysa bayım!

    Ben işte miraç gecelerinde
    Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
    Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
    Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
    Bir şiir aradım.
    Geçen üç yıl boyunca
    Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
    Ülkem olmayan ülkemi
    Kayboluşumu aradım.
    Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
    Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
    Haroşa bir hayat bırakmak için.
    Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

    Kimi gün öylesine yalnızdım
    Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
    Annem
    Ki beyaz bir kadındır.
    Ölüsünü şiirle yıkadım.
    Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
    Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
    Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
    Acının ortasında acısız olmayı,
    Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
    Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
    Aşk diyorsunuz ya,
    İşte orda durun bayım
    Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
    Kendimin ucunda
    Öyle ıslak,
    Öyle kötü kokan,
    Yırtık ve perişan.

    Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
    Aşkı aşk bilir yalnız!

    DİDEM MADAK

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara - Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Bu yazıyı okuduğunuza göre bilgisayar kullanıyorsunuz demektir. Bilgisayar kullanıyorsanız da internette ihtiyacınız olan bilgi kaynaklarından nasıl daha iyi yararlanırım sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorsunuzdur. Fazla söze gerek yok, işte size ilginç bir kaynak: http://www.e-bilisimruzgari.com/ Bu kaynakta Belgeseller, filmler, bilgisayarınızda kullanabileceğiniz ilginç yazılımla, oyunlar, e-kitap formatında hazırlanmış bir çok farklı türde dokümanlar ve daha fazlasını bulabilirsiniz. Hazırlayanların ellerine sağlık.

    Bir işletmeniz var ve çalışanlarınıza, müşterilerinize ya da ziyaretçilerinize internet bağlantısı veriyorsunuz. Bu durumda doğal olarak internet kullanıcılarınızın yapmış oldukları ve yasal anlamda suç olarak tanımlanan her türlü internet faaliyeti, internet bağlantınızı kullandıkları için sizin sorumluluğundadır. Hatta bununla ilgili 2007 yılında TBMM tarafından onaylanmış ve TİB tarafından yasal takibi sağlanan 5651 nolu bir yasa var. Yasal anlamda sorun yaşamamanız için ağınızın denetimini elinize almanız gerekiyor. Bunu yapabilmeniz için size http://www.gezginler.net/modules/mydownloads/singlefile.php?download=firewall-suite&lid=12322 web sayfasındaki FirewallSuite yazılımını tavsiye ediyorum. Nasıl kullanacağınızla ilgili anlatım web sayfasında mevcut. Özellikle bu yazılımla ilgili aklınıza takılan her türlü soru için bana ulaşabilirsiniz.

    Siz hala http://www.sahibinden.com/ web sayfasını incelemeyenlerden misiniz? İnanmam! Sıfır ya da 2. El bir ürün almak ya da satmak için hiçbir ek ücret ödemeden ilan verebilir ya da beğendiğiniz bir ilandaki satıcıyla mesajlaşıp pazarlık bile yapabilirsiniz. Ben zaten bunları biliyorum diyenlerin yüzlerindeki gülümseme ifadesini görür gibiyim. Benim sözüm bilmeyenlere ve merak edenlere…

    Her şeyi tersten yapmayı sevenlerden misiniz? Alın size bir ters çalışma örneği http://elgoog.rb-hosting.de/index.cgi Burada dikkat etmeniz gereken tek şey, her şeyi tersten yazmak. Google'a alternatif olarak Çin'de üretildiği söyleniyor ama bana ilginç gelen tarafı sadece uygulamanın sanki aynadaki aksinize bakıyormuş gibi tersten çalışması. İyi eğlenceler.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Gigiola Cinquetti - Nonoleta









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20101020.asp
    ISSN: 1303-8923
    20 Ekim 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com