|
|
|
Editör'den : Dinime küfreden müslüman olsa!.. |
Merhabalar,
Kimi zaman yaşadığınız memlekete yabancılaştığınız olur mu? Hani o kendinizi yalnız hissettiğiniz anlardan söz ediyorum. Kimsenin sizi anlamadığı, sizin de kimseyi anlamadığınız anlardan. Felsefe yapmak için sormuyorum elbette. Dün bir can arkadaşımla yazışıyoruz, olan biteni tartışıyoruz karınca kararınca, dert etme bu kadar diyor. Haklı belki. Size de sorayım, haklı mı? Dert etmemeli miyiz o kadar? "Kendine müslüman" bir toplum haline mi gelmeliyiz toptan? Etik anlayış deyince geride nal toplaması gerekenlerin ahlak dersi vermelerine sessiz kalmak mümkün olabilir mi sizce?
Amaca varmak için her yolun mübah olduğu siyaseti, inanç, demokrasi, daha fazla özgürlük, insan hakları gibi ulvi sıfatlarla değerlendirmek moda oldu sanki. İmralı'daki terörist başı ile "seçime kadar" pazarlık edilmesine şapka çıkaranlarla aynı amaca hizmet ettiğimizi düşünemediğim için mi yalnız hissediyorum kendimi dersiniz? Suriye'de pekaka saflarına katılmış, 86 doğumlu bir beyni yıkanmışın, kendinden bombayı Taksim'in orta yerinde patlatmasını, derin devletle, provokasyonla, hatta Ergenekonla bağdaştıranlarda hiç mi izan kalmadı, meraktayım. Akılları sıra, açılıma gölge düşürmek isteyen, pekakanın içindeki bir ikinci sürüymüş işin müsebbibi. Ya hacılar, it her yerde it. Ha Kandil'de havlamış, ha İmralı'da ulumuş, ha Taksim'de patlamış. Hoş ben kime söylüyorum ki, bunu en iyi siz biliyorsunuz değil mi?
Kendimi uzaylı hissettiğim bir diğer konu da, Oktay Ekşi olayı. Bir anda etik sevdalısı olanlar, yılların gazetecisine demediklerini bırakmadılar. Evet dediği hiç hoş değil. Kavgada bile söylenmez, amenna. Ama söyletenin hiç mi kabahati yok be birader? Dinime küfreden müslüman olsa tamam da, o da değil. Ekşi "Anasını satan zihniyet." demiş, iyi etmemiş. Ertesi gün özür de dilemiş ama nafile. Padişah fetvayı vermiş bile, boynu vurula. Üç gündür, bir ikisi hariç, hemen her gazetede, adamı bir linç etmedikleri kalmış. Oysa, Türkçemizin elestiki anlam derinliğini kullanarak, her yöne çekilebilecek, çekildiğinde de nereye gideceği belli lafları en fazla kullananın kim olduğu hemen unutulmuş. Ben adını söylemeyeyim de, laflarından siz hatırlayıverin artık. Mesela, "Anamız ağladı" diyene "Ananı da al git" demişti. Bir başka gün bir medya patronuna "Bunların mezhebi geniş." demişti de, küçük dilimizi yutmuştuk. Ya da CHP'ye "Bunların cibiliyeti belli." derken "Anasını satan zihniyetten" daha mı kibar şeyler söylemiş oldu haşmetlu. Başkanı bu olanın yardımcısı da Manisa Tarzanı olur tabi ki. Arınç beyefendi, Kılıçdaroğlu resepsiyona gitmeyince kızmış, "Bağdat Caddesinde sosyetenin arasındaydı." deyivermiş. Bu kibar Feyzo'ya bir destur çekmenin herhalde zamanı geldi de geçiyor. Sıkıyorsa, o caddede bir Cumhuriyet yürüyüşüne katılsın da, bakalım kaçarken, yediği mesir macunları işine yarayacak mı görelim. Destur Bismillah ya hacı.
Kurban bayramı yaklaştı, kurban, zekat hırsızları gene iş başında. Almanya'da dolandırıcılıktan mahkum deniz fenerinin Türkiye ayağı gene yana yakıla dileniyor. Elli kere ikaz etmeme rağmen bana da dost mesajları gönderip, sizleri dolandırmalarına aracılık etmemi öneriyorlar. Tekrar söylüyorum, bugüne kadar, kursaklarına girmesine yardımcı olduğum her kuruş haram zıkkım olsun. Kaçtıkları yargıdan aklanıncaya kadar da bu düşüncem değişmeyecek. Siz siz olun dişinizden tırnağınızdan artırdığınız yardımlarınızı bu ne idüğü belirsiz deniz fenerlerine kaptırmayın. Dikkatli olun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan 25'LE 35 KELİMELİK BİR YAŞAM |
|
Türk sinemasının asi çocuğu, "Gerçek oyuncu gerilla gibi olmak ister." sözünün sahibi Fikret Kuşkan, Cumhuriyet'teki söyleşinde Alper Turgut'a ruh halini böyle açıklıyordu.
Uzun söyleşide Türk sineması ekseninde sanatçının konumunu kendi yaşamından yola çıkarak ele alan Kuşkan, büyük kitlelerce tanınmasını ancak 'Babam ve Oğlum' filmiyle yaptığını, 21 yaşından beri kendi kurallarıyla sinemada var olmaya çalıştığını, "Kul olmak bana uygun bir şey olmadı olmayacak da." gerektiğinde bir başka alanda yaşam mücadelesi verebileceğini belirtiyor.
Fikret Kuşkan, kendine özgü bir sinema oyuncusu. Bu alanda birçok ödül kazanan oyuncunun günümüz televizyon izleyicilerine ilişkin görüşleri de oldukça radikal bir söyleme sahip. "Bu ülkede doğru bir şey yaptınız mı, hangi alanda olursa olsun işiniz zor demektir, her türlü engelle karşılaşırsınız." Tiyatro ve sinemada para olmadığını, aptal kutusu televizyonun ise para saçtığını anlatırken "Sonuçta bu ülkede kaliteden çok ucuzluğa ve basitliğe önem veriliyor. Bu da yapımcı ve kanal sahiplerinin işine geliyor. Çünkü bu toplum (halk diyemiyorum) 35 kelime ile konuşuyor." şeklinde önemli bir saptamada bulunuyor.
Sanatçı olmak böyle bir şey; görülemeyeni görmek, söylenemeyeni söyleyebilmek. Kuşkan da bunu hem sinemada hem yazılarında ve söyleşilerinde rahatça yapabiliyor.
Kuşkan'ın 'toplum 35 kelime ile konuşuyor' deyişi bana Almanların ilk kuşak Türkler için söyledikleri bir sözü anımsattı. Onlar, tek kelime Almanca öğrenemeden köyünden kalkıp, diş kontrolünden aldıkları sağlam raporla ayak bastıkları ülkede en kötü koşullarda çalışırken elbette yaşadıkları ülkenin dilini öğrenme şansı elde edemeyeceklerdi. Bu kabul edilebilir bir gerekçeydi. Ama kabul edilemez olansa, anadili Türkçe olan ve bu dille okulda öğrenim gören bir insanın günlük 35 kelimeyle konuşuyor olmasını hangi gerekçeye sığınarak açıklayabilir ya da hoş görebiliriz?
Aysun Kayacı NTV'deki canlı yayında söylediği bir sözle neredeyse bir darağacına çıkmadığı kaldı. Okumayan, düşünmeyen ve kendisine sunulanla yetinen bir toplum yetiştirme özlemi 12 Eylül'ün ülkemize armağanı oldu. Liselerden felsefe ve mantık dersleri yine o dönemde kaldırıldı. Amaç gayet açıktı. Kuşkan'a öğretmen olan eniştesinin sorduğu: "Niye okumuyorsun?" sorusuna verdiği yanıtta gizli: "Çorba kaynamıyor." Bu dönemin beraberinde gelen toplumsal çalkantıların sonuçları elbette seçimlerle ortaya çıkacaktı. Düşünen değil, biat eden insan isteniyordu, sonunda o da oldu. Mecliste liderine biat eden milletvekilleriyle ülke gündemi adeta bir gondola döndürüldü.
"Yaratıcılık bu ülkede asla desteklenmedi. Sanat ve kültür, bu ülkenin para dağılımında sıralanan fonların en arkasında yer aldı." sözü, Kuşkan söyleşisinden altını çizdiğim cümlelerden biriydi. Bu sözü doğrulayan somut bir örneği, uzağa gitmeye gerek yok, vereyim: Ödemiş Kültür Sarayı inşaatı. Yıllarca bir hayalet gibi asılı duran bina umarım en kısa zamanda tamamlanır da amaca uygun hizmet verir ve genç yeteneklere bir şans kapısı olur.
Yazar ve sanatçı olmak her dönemde ve her ülkede zor olmanın ötesinde geri kalmış ülkelerde ateşten gömlek giymekle eşdeğerdir.
"Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse, yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur." diyen Elias Canetti'ye hak vermemek ne mümkün. Ülkemizin sicili bu yönüyle pek de parlak olmadığını çok uzaklara gitmeden örnekleyebiliriz. Alın size Sivas katliamı, alın size Uğur Mumcu'yu, Bedrettin Cömert'i, Ahmet Taner Kışlalı'yı, Abdi İpekçi'yi, Hrant Dink'i… Liste maalesef uzayıp gidiyor.
Bu insanların tek suçu, düşüncelerini toplumla paylaşmaktı. Ancak onlara biz ödül olarak ölümü layık gördük!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder CANKURTARAN AMCANIN CİNLERİ |
|
Çocukları uzaklarda memur olan bir komşumuz var; Safiye teyze. Alt katta oturur; selamsız geçsek darılır. Evimizin büyüğü gibi. Sabah merdiven ışığından çıktığımı anlamış, kapıdaydı. Yüzü sapsarı; rahatsız, belli. "Doktor çağırayım" dedim. "Yok, benim işim doktorluk değil" dedi. Muskasının süresi dolalı bir hafta olmuş, yenilenmesi gerekiyormuş. "Hocaya kadar bir gidiver" demek istiyor.
Beyazyurt dolmuşuna binip, Eski Sinema durağında indikten sonra ilk sokağa sapılacak; yüz elli iki yüz metre ilerde, sağda koca kapılı ev. Üstünde irice bir tokmak. Hocanın adı İlhami. Elimle koymuş gibi bulurum. İlkyazın uzun günleri; iş dönüşü o işi de bitirivereyim.
…
Dolmuşa bindim, arka taraftaki boş yere iliştim. Solumda iyi giyimli yaşlıca bir amca, sağımda gençten biri. Baş sallayıp selamlaştık. Bu arada dolmuş yolcuları çok meraklı, teker teker dönüp beni süzdüler.
Bilmediğim bir semtte, yanlış yerde inmeyeyim diye şoföre seslendim:
- Şoför bey Eski Sinema durağı varmış, beni orada indiriver bir zahmet.
Sözüme soruyla karşılık verdi:
- Yabancısın, hoca işi mi?
- Öyle.
- O durak İlhami Hoca'nın durağı. Adı üstünde ham adam. Hiç bir işi bitirdiğini duymadım. Sen otur, dönüş yolunda Güldane Hocanım var. Çözemediği sorun yok. Sana en çok bir bilete patlar. Akıllı ol. Aman haa!
Solumda oturan iyi giyimli, efendi görünüşlü amca şoförün sözlerinden çok rahatsız oldu:
- Şoför efendi, işine baksana sen. İnsanlara hacı hoca bulmak sana mı kaldı.
Amca çıkışınca sesini kesti.
…
Öyle ya, insanlar nereye giderse gider. Ona mı kalmış, üfürükçü bulmak. Neyse, amcanın kararlı sözleriyle şoförün çenesinden kurtuldum. Her yerde iyi insanlar bulunur derler ya, yanımdaki amca da cankurtaran gibi imdadıma yetişti. Belli ki, bilimsel düşüncey kanıksamış, bilgili, aydın biri. Yetişmese belki, şöför gaza basıp Güldane hanımefendi midir nedir? Kapısının önünde silkeleyiverecek. İlhami Hoca'da tedavisi yarım, üstüne yeni hoca da hastayı göreceğim, der mi? Bir de dön Safiye teyzeyi al getir. Sen, dedim kendi kendime Safiye teyzenin gönderdiği hocadan şaşma. Öyle ya, eski müşteri, indirimi vardır, bilmemnesi vardır.
Bir iki durak gittik gitmedik, yanımdaki genç "İnecek var" diye seslendi. Dolmuş durdu; o da ne? Kolumdan tutmuş, beni de aşağıya çekiyor. Ben şaşkın şaşkın kurtulmaya uğraşıyorum. O da kararlı. Reklâmla karışık amacını da açıkladı:
- Seni Ali hocaya göstericem.
- İstemem bırak!
Ne çare. Kararlı:
- Kansere, ülsere, ayidise, bel soğukluğuna, domuz gribine birebir.
Mübarek üfürükçü değil, tıp profesörü. Ben ardarda "Bıraaaak!" çığlıkları atıyorum ama yararı yok. Yanımdaki amca bir kolumdan, genç üfürükçü simsarı öteki kolumdan neredeyse ikiye bölüneceğim. Şoför otomatik kapıyı açıp kapadı, genci defetti de kurtuldum.
…
Ardından öndekilerden biri daha inmeye yeltendi. Baktım boynumda bir çeken var. Kravattan yakalamış. Hem çekiyor, hem öğüt veriyor:
- Akıllı ol kardeşim! Yedirme paranı cahile cühelaya. Kani Hoca, her derde deva. Piyango şanssızlığına, evde kalmışlığa, işsizliğe şipşak çözüm. Son sistem.
Ne kadar bağırıp çağırsam bırakmıyor. Kurbanlık koyun gibi aşağıya aşağıya çekiyor. İmdadıma yine yanımdaki amca yetişti. Adama bir tekme; serpildi gitti. Benim kravat, alışmadık kıçta don durmaz hesabı, zaten eğreti duruyordu, o da adamla birlikte gitti. Taa ortaokuldan kalma tek kravatımı da böyle hayırlı bir iş yolunda yitirmiş oldum.
Kravat gitti ama yanımdaki amcanın cankurtaran gibi yardımları sayesinde yoluma devam ediyorum.
Derken biri daha ayağa kalktı. Ben tetikteyim. İki ellerimi sağa sola açtım tutamasın diye. Kravat da az önce gitmişti. Ama bunların her birinin sistemi ayrı. Bu da yağmur yağar diye eline eski tip bastonlu şemsiye almış, çengeli boynumdan geçirip asılmaya başladı. Bir yandan çekiyor, bir yandan söyleniyor:
- Paranı çarçur etme muhterem kardeşim. Veli hocaya gel. Muska yarı fiyata, üfürük bedava.
Bedava da, benim kafa bedavaya dolmuştan inecek, bensiz bensiz.
Neyse bu zorluğu da yanımdaki amcanın tekmeleri ile savuşturduk. Toplumda ne iyi insanlar var! Ya yanımdaki amca olmasaydı, yumrukları, tekmeleri ile saldırganları savuşturmasaydı?
Ona açık açık "Cankurtaran Amca" diyesim geliyor.
Şemsiyeli saldırgan dolmuştan atıldıktan sonra, şemsiyesi boynumda asılı kalmıştı. "Şemsiye senin evlat. Savaş ganimeti sayılır" demesi bile olgun kişiliğinin bir başka göstergesiydi.
…
Bundan sonra, iniş durağına kadar Cankurtaran Amca ve ben tetikte bekledik. Her an bir saldırı olabilirdi. Durağa gelince hem şoför uyardı, hem amca da aynı durakta inecekmiş. Safiye Teyze'nin tanımladığı gibi ilerlemeye başladık.
Cankurtaran Amca'nın buraları iyi bilmesi işimi iyice kolaylaştırdı. Nitekim biraz daha yürüdükten sonra durdu, soldaki kapıyı gösterdi. Daha da büyük rastlantı, Cankurtaran Amca da yandaki evde oturuyormuş, anahtarıyla açıp girdi.
Artık bundan sonrası çocuk oyuncağı. Üstündeki tokmakla kapıya birkaç kez vurdum. Kapı bir "Trak" sesi çıkararak kendiliğinden açıldı. Buyur eden filan yok. Girdim. İçerisi ana baba günü. Hoca efendinin müşterisi bol olmalı. Kıyıda köşede boş bir yer bulup oturayım diye bakınırken, ortaya bir kadın çıktı:
- Yenile, kısa boylu, tipsiz bir herif geldi mi?
Herkes başını bana çevirince, o övgünün bana yapıldığı anlaşılıyordu. Adamın gizli kamerası mı var ne?
Hemen çağırılmama çevreden tepkiler de eksik olmadı: "Burada da mı torpil?", "Şanslı namussuz" , "Salak gibi görünüyor ama işi bağlamış" lakırdılarına aldırmadan uzunca bir koridordan geçip İlhami Hocanın çalışma odasına ulaştım.
İçerisi loş. Hocafendi, başında fese benzer bir başlık, sırtında çiçekli bir cüppe, mumlar yanan küçük bir sehpanın arkasında oturuyor. Başı eğik. Adeta yere bakıyor. Beni görünce:
- Hoş geldin, dedi. Derdin nedir?
- Benim bir derdim yok. Safiye Teyzenin muskasını yeniletmek için geldim.
İlhami Hoca müşterisini hemen anımsadı:
- Doğru, altı ayda bir yenilenmesi gerekir. Bir hafta gecikti. Hasta olmasa bari.
- Oldu bile.
Hoca kendinden emin:
- Cinlerin ipi altı ayda gevşer. Mutlaka yeniden sıkıca bağlanmaları gerekir. Yoksa insanı çarpar, hasta ederler.
Anlaşıldı da, hoca efendi konuştukça sesi biliş biliş gelmeye başladı. Sanki çok iyi tanıdığım bir ahbabın sesi. Eğildim yüzüne baktım. Başını hafifçe kaldırıp gülümsedi.
- Cankurtaran Amcaaa!
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Zeynep Fakıoğlu |
YEŞİL IŞIK
Zorlukla kalktı yerinden o gün. Hava buz gibiydi ve biliyordu ki karnını doyuracak tek bir lokma ekmek yoktu evde. Ama yine de kalkmak zorundaydı o yataktan. O yataktan…O sıcacık yataktan değil. Onun yatağı sekiz yıldır hiçbir zaman sıcak olmamıştı çünkü. Ama üzülmüyordu artık buna. Adı gibi emindi, bir gün yine her şeye sahip mutlu biri olacaktı. Sadece vakti gelmemişti o kadar. Gelecekti…Bunları düşünmek bile içine hafif bir mutluluk bırakıyordu aslında ama insan hep daha fazlasını ister ya o da istiyordu. Hem daha kaç yaşındaydı ki. Elbet olacaktı, inancı tam, ayakları yere sağlam basan biriydi o.
Düşüne düşüne gitti aynanın karşısına ve soğuğun acısını kesmek için buz gibi suyla yıkadı yüzünü. Ellerini suyun altında tutabildiği kadar tuttu. Sanki dayanmaya çalıştığı şey su değil de hayatın ta kendisi gibi gurur duydu ellerinin suyla buluşma anıyla. Ama dakikalar geçiyordu ve artık hayatla ya da suyla olan mücadelesine bir son vermeliydi. Üzerine sokaklarda dolaşmaya uygun kıyafetler giymeliydi. Eski püskü de olsa bir pantolonu ve giyeceği iki üç tane gömleği vardı. O güne uygun bir gömlek seçti. Beyaz olanı. Çünkü o gün kendini temizlenmiş ve hayata hazır hissediyordu. Ona kendisini iyi hissettirecek kimsesi yoktu belki ama o bunu tek başına başarıyordu.
Bunları düşünürken çıktı evden. Sağ ayağıyla. Hep sağ ayakla çıkardı evden. Hatırlıyordu çünkü annesi böyle öğretmişti, günün bereketli olur demişti ona. Görecekti bakalım nasıl olacaktı günü.
İşe vardığında usta başı kızgın bir suratla bakıyordu yüzüne. Oysa geç kalmamıştı yada o öyle olduğunu zannediyordu. Çünkü iş yerindeki saate bakınca saatin sekiz değil de dokuz olduğunu gördü. Durmuştu işte o kahrolası saati. Özür dileyerek kendini affettirmeye çalıştı ama usta başı kabul etmek istemez gibi kızgınca bakmaya devam ediyordu. Öyle yada böyle ordaydı ve artık yapacak bir şey yoktu. Önlüğünü giydi ve başladı çalışmaya. Makinelerin o garip vızıltısı başını ağrıtıyordu hep, ona dayanılmaz bir acı veriyordu bazen de. Eve her döndüğünde en az bir saat televizyonu açmadan yatağa uzanmak en büyük keyfi olmuştu. Zaten televizyonu açsa da seyredebileceği iki kanalı vardı. O kadar eski bir televizyondu kendisi. Yılların eskittiği türden. Renksiz ve bulanık. Tıpkı hayatı gibi.
O gün de yine aynısı oldu. Eve döndü ve yatağına uzandı. Düşünmeye başladı. Nasıl bu hale gelmişti. Oysa 8 yıl önce böyle değildi hayatı. Parası, insanların gösterdiği ve onun da hak ettiği bir saygısı, en önemlisi de bir ailesi vardı. Eşi ve çocukları vardı. Sonra o aptal kaza oldu ve her şey değişiverdi bir anda.
Sekiz yıl önce…Hava çok sıcaktı o gün. İşe gitmek için bir taksiye atladı. Ama geç kalmıştı. Taksiciye hep daha hızlı daha hızlı gitmesi için söylenip duruyordu. Hatta kırmızı ışıklarda durmazsa ücretinin 3 katını vereceğini söylemişti ve taksici de kabul etmişti. Demek ki taksici de kuralları seven biri değildi. Keşke öyle olsaydı ama.
İş yerine o kadar çok yaklaşmıştı ki artık kaybedecek vakti yoktu. Toplantıya yetişmek zorundaydı. Taksiciye son bir hamle yapmasını ve hızını arttırmasını söyledi. Söylenen yapıldı ve son ana kadar yolda gözükmeyen o baba kız yolun ortasında birden bitiverdiler. Yol hakkı onlarındı evet ama toplantı da acildi. Her şey bir anda oldu ve babası; kızının doğumunda nasıl yanında olduysa ölümünde de yanında olmuş oldu. Kan gölü falan olmadı. Kırmızı olmadı. Hiç bir şey olmadı. İkisi de yerdeydi ve ikisinin de öldüğü her hallerinden anlaşılıyordu. Belki de kan vardı ama gözükmüyordu. İç kanama olabilirdi. Olabilir miydi??? Etraftan insanlar koştular. Beddualar savura savura geldiler olay yerine. Herkes biliyordu, taksiye kırmızı yanıyordu. Kimse bilmese de kendisi biliyordu. Hayatının sonuna kadar hep bilecekti ve olan her neyse onun suçuydu. Taksicinin değil. Tam iki dakika sonra başladı pişmanlık duymaya. Yalnızca iki dakika sonra artık hayatının eskisi gibi olmayacağını anladı. Hapse girmeyecekti. Parası vardı, iyi avukatlar tutabilirdi ama vicdanını nasıl susturacaktı ki. Dediği gibi oldu.
Hapse girmedi ve vicdanı da susmadı.
Günler hatta aylar boyu kızdı kendine ama nafileydi. Babası da kızı da ölmüştü. Kendi de yaşayan bir ölüydü artık. Karısından, çocuklarından uzaklaşıp kaçmaya ve kendini yalnızlığa hapsetmeye mahkumdu. Her hangi bir mahkumiyet yaşaması gerekiyorsa eğer yalnızlığı seçecekti. Bütün parasını, pulunu bırakıp bir bavul alıp çıktı o evden. Kendi karısını da, çocuklarını da öldürdü farkında olmadan. Kendine eziyet etmeye çalışırken olanlar oldu. Artık ne karısı ne de çocukları vardı. Artık kimsesi yoktu ve istediği tam da buydu. Mutlu olmalıydı bu yüzden ama vicdan azabı ikiye katlanmıştı.
Yıllar geçtikçe azaldı acıları ama neye yarardı ki. O yalnız bir adamdı ve öyle olmaya, öyle ölmeye mecburdu.
Sekiz yıl sonra bile kendine her gün aynı hikayeyi anlatmaya devam eden biriydi o. Sonunu bir türlü mutluluğa bağlayamadığı bu acı hikaye hayatının anlamıydı. Bitmeliydi bu acı ama bitmiyordu. Azalıyordu ama bitmiyordu. Ne yapsa ne etse unutmuyordu. Ayakları yere sağlam falan da basmıyordu aslında. Yalandı hepsi. Uydurma mutluluklar yaşamaya çalıştıkça utanıyordu kendinden. İki ölü ve üç yaralı bırakmıştı ardında. Kendini öldürse, kurtulsa daha mı iyi olurdu ki acaba. Gitse gitse cehenneme giderdi zaten. Umrunda da değildi. Madem umrunda değildi yapmalıydı. Nasıl yapacağını bulmalıydı sadece.
Saatler geçti ve aklından ölüm şekilleri de. Asmak, kesmek ve daha niceleri…Belki de bir yerden atlamalıydı. Ölümlerden ölüm beğenemedi. Beğenmedi. Sonra aklına güzel bir fikir geldi. Ölümün güzeli olur muydu oysa. Apar topar çıktı evden. Üstüne ceket bile almadı. Ölürken sıcak olmasına gerek yoktu. Hatta soğuk olsa çok daha iyiydi. Dakikalarca yürüdü, yürüdü, yürüdü…Sonra bir trafik ışığında durdu pat diye. Bu sefer onun rengi kırmızı değil yeşildi. Trafiğe yeşil yandığı anda koşmaya başladı. Sekiz yıllık bu acıya son verecekti. Bunca yıldır ilk kez özgür hissediyordu. Koşarken ayakları yere öyle sağlam basıyordu ki kendine şaşırdı. Bir araba geliyordu işte. Görüyordu. Tam yolun ortasında durdu. Araba duramadı ama o durdu. Taksinin çarptığı gibi olmasa da çarptı ona. Kan gölü falan olmadı. Kırmızı olmadı. Hiç bir şey olmadı. İç kanama olabilirdi. Olabilir miydi??? Bilmiyordu. Vicdan azabını bu kazada attı içinden. Başkasına verdi. Kendi yolunda giden, hatasız giden, YEŞİLDE giden o adama bıraktı ağırlığını. Cennete gidiyormuş gibi cehenneme gitti sonra. Sadece yeşil ışıklardan geçerek gitti. Vicdan azapsız, mutlu ve ayakları yere sağlam basa basa gitti. Sekiz yıldır istediği gibi…
Zeynep Fakıoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÇINAR
Bizim köy pek de büyük değildir. Gerçi büyüklük, küçüklük herkese göre değişir ya. Misal, Topal Bakkalın el kadar kızı Faden'in gözünde dev gibidir bizim köy. Elli, bilemedin altmış hanenin arasında, elinde rüzgargülü ile dolaşırken, dünyaları gezdiğini sanır Faden kız. Her duvar aşılması gereken ayrı bir dağ, her sokak yaşanacak ayrı bir şehir, her ev okunacak ayrı bir hikayedir. Dudu Ana'nın bir köşeden bir köşeye yirmi adım damı, Faden kıza memleket kadardır. Kavruk Anadolu toprağına öbek öbek savrulmuş altmış fakir hane. Çoğu boş, çoğu virane. Alüminyum minareli, yeşil kubbeli bir camii. İki tane kahve, bir okul, iki tane bakkal. Birisi kör, öteki topal. Aralarında çöven otları uçuşan, horozların tavukları kovaladığı, köyün kabak kafalı oğlanlarının gazozuna misket yuvarladığı, tozlu sokaklar. Sokakları ortalayan bir meydan. Meydanda bir başıma ben, bir de huzur veren gölgem. Koca çınar. Ne bir başka ağaç, ne de başka bir yeşillik. Ötelerde tarla sınırlarındaki kavaklarla, burçak tarlalarının orta yerindeki tek tük kayısı ağaçlarını saymazsanız, göz alabildiğine bozkırdaki tek ağaç benim. Koca çınar. Derinlere kök salmışım. Bozkırın göz alabildiğine sarı tuvaline konmuş, tek bir yeşil noktayım.
Bir başımayım dediysem, Erciyes'in pınarları ile beslenen çeşmemizi de unuttum sanmayın. Yaz kış buz gibi, gürül gürül akan kaymak gibi suyu, yalağında yosunu, zincirli maşrapası, taş duvarında aşık delikanlıların kazıdığı kalplerle, güğümleri taşarken delikanlıları çekiştiren yemenili kızları ile Yedipınar çeşmesi. Kim bilir hangi geçmiş ruhun hayratı çeşmenin yalağından sızıp, köklerimi besleyen sular olmasa, bu bozkırda can bulup, köklerimi derine salabilir miydim ben. Bu acımasız, hoyrat bozkır beni de çürütmez miydi, Yedipınar'ın suları olmasa. Bozkırın, insanın içini kurutan, insanı insana düşman eden ayazı, beni de kurutmaz mıydı? Kurutmadı mı köyün ahalisinin dostluğunu, insanlığını, dert ortaklığını bozkır? Kuruttu ki hem de nasıl. Bakın size anlatayım.
Yedi sene evveldi. O seneye kadar, köyde kazanlar ortak pişer, harman ortak kaldırılır, acılar paylaşılır, ekmekler bölüşülürdü. Derde, tasaya beraber ağlanır, sevince, gönence birlikte gülünürdü. Gelin gidecek kız oldu mu, çeyizler hep bir elden düzülür, güveyin sırtı beraberce dövülürdü. Düğün dernek birlikte kurulur, düğünün olur a, eksiği gediği var ise, Köroğlu Kara Ziya kimseye söz ettirmeden eksiği tamamlardı. Kara Ziya'nın köyün varsılı, toprağı geniş, çifti çubuğu çok olanı olduğunu demedim değil mi? Öyledir Kara Ağa ama, ağa dediysem lafın gelişi. Ağalık mı kalmış bu devirde. Amma duruşu, tavrı ağalığa yakışırdı Kara Ziya'nın. Eli açık, cömertti. İmkanı da vardı. Öteki evlerin erleri az kıskanırdı Kara Ziya'yı ya öyle çok ta sanmayın. Bazı bazı iç geçirirlerdi hepi topu. En çok ta Muştak'ın Sarı Arif kıskanırdı Kara Ziya'yı. İşin aslı, ne parasını, ne pulunu, ne toprağını, ne de çiftini çubuğunu kıskanırdı. Malda mülkte gözü yoktu, gözü gönlü tok Sarı Arif'in, hiçbir zaman da olmamıştı. Ama o ağalık halleri var ya. İşte ona gıpta ederdi Arif. Söz söylenecekse önce Kara Ziya'nın söylemesi, ettiği sözün bir fazla dinlenmesi, hükümet nezdinde muhtar bilinmesi canını sıkardı Sarı Arif'in ya fazla da belli etmezdi.
Gel zaman git zaman Sarı Arif'in sıkıntısı içinde büyüdü. Bir çıkış aradı Arif kendine. İtibarı özledi. Sözünün sayılması için, dinlenip değer görmesi için bir yol. Akıllı idi. Köyde kitap okuyan, yazan, çizen bir o idi. Ama yaşı geçiyordu. Bu yaştan sonra bozkırda zenginlik hayali kurmuyordu. Gücü ancak oğluna yetti. Biricik, aslan gibi oğluna. Kara Ziya'nın kıskandığı, yeri geldiğinde "Bizde üç kız, sende bir yiğit oğlan. Allah bağışlasın" diye sözünü sakınmadan kıskandığı bir oğul.
Arif'in oğlu okuyacak, köyde babasına itibar kazandıracaktı. Okudu da. Sarı Arif, evin azığından, kendi boğazından kıstı, oğluna şehirden kitaplar aldı. Babasının huyunu almış olacak ki oğul, alınan kitapları yaladı, yuttu. Bilmediklerini, Yedipınar çeşmesinin suyunu içer gibi, kitaplardan içti. Azmetti, çalıştı, babasını utandırmadı. Yedi sene önce mühendislik fakültesini kazandı Ömer. Hem de gemi mühendisliğini. İlçedeki ortaokula, yalınayak, başı kabak giden köy evlatlarının içinde ilkti Ömer'in başarısı. Çoğu çocuk ilkokulu bile bitiremez, en azimlisi orta ikiyi terk ederdi. Terk etmesinler okulu da ne yapsınlar, köyde iş onları bekler. Oysa Ömer, denizden fersah fersah uzak köyünden çıkıp, okyanuslarda gezecek gemiler yapacaktı.
Muştak'ın Sarı Arif, postacının iyi haberi getirdiği o kutlu yaz günü köy meydanında ayrı bir endamla dolaştı. Koltukları kabardı. Köyün tek kahvesinde demli çaylar, köpüklü kahveler ısmarladı. Tebrikleri kabul etti. Köroğlu'nun Kara Ziya da, usuleten Arif'i tebrik etti ya, kıskançlığı yüzünü karalara boyadı. Köyde ilk kez kalabalık, Kara Ziya'dan başkasının etrafında toplanıyordu. "Rençberler Kahvesi"nde, köyün ahalisinden bir kısmı demli çaylarını, Arif'in etrafında çember olup, zevkle, keyifle içtiler. Kendi çocukları başarılı olmuş gibi sevindiler. Bir kısmı ise, çaylarını söylenerek içti. "Eski köye yeni adet. Bozkıra gemi mi getirecekmiş" dediler. "Okuyacak ta, başı göğe mi erecek, dönüp içeceği yine Yedipınar'ın suyudur" dediler. "Geminin de mühendisliği mi olurmuş. Ziraat Mühendisi olaydı iyiymiş ya" dediler. Kara Ziya, bu tarafa yakın oturdu. Lafa söze pek karışmadı. Ama belli ki canı sıkkındı.
Ömer'in uğurlanacağı gün geldi çattı. Sarı Arif, meydanda oğluna gururla sarıldı. Tembihlerini tekrarladı. Az geri çekildi. Gözünden ince bir yaş süzüldü. Sarı Arif'in oğlunun başarısını kıskanan Kara Ziya, bunca yıl yeğeni bildiği Ömer'e yaklaştı. Önce babacan bir tavırla kucakladı. Sonra cebinden çıkardığı parayı, harçlık niyetine Ömer'in cebine koydu. Sarı Arif'in içi burkuldu. Bunca gurur yaşatan oğluna, Kara Ziya kadar el verememişti. İçinde bir öfke kabardı.
Ömer, büyüklerinin ellerini öpüp, akranlarına sarıldıktan sonra, son kez göz ucu ile, Kara Ziya'nın ortanca kızı Hacer'e baktı. Gülümsedi. Sağ yanında hüzün, sol yanında heyecan ile, küçük bavulunu alıp, ilçeye günde bir kez giden emektar, mavi minibüse bindi. Hacer mahcup, başını öne eğdi. Ömer'i şehirden, fakülteden, herkesten, kendinden bile kıskandı. Topal bakkalın üç yaşındaki kızı Faden, her şeyden habersiz, giden minibüsün ardından gülerek el salladı. Sonra gidip, Hacer Abla'sının elini tuttu. Ömer, çok sevdiği burçak tarlalarının arasından geçip, bozkırda kayboldu.
Bir ay sonra köye yeni bir kahve açıldı. Muştak'ın Sarı Arif'in kayınbiraderi, eniştesinin verdiği akılla, eski kahvenin karşısına, briketten iki gecede dikti kahveyi. Tabela asılmadı ama köylünün arasında "Okumuşların Kahvesi" oldu adı. Yirmi hanenin eri, "Okumuşlar Kahvesi"nin müdavimi oldu. Öteki otuz hane, adetinden vazgeçmedi, "Rençberler Kahvesi"ne devam etti. Arif'in kayınbiraderi eski kahveye gidenleri kıskandı. Eski kahvenin sahibi yeni kahvenin masasını, sandalyesini, en çok ta raflara dizdikleri yirmiiki kitabı kıskandı.
Güz gelip, harmanlar kalktığında, köyün ahalisi yorgunluklarını atıp, dilleri şiştiğinde, mesele edilecek mevzular aranmaya başlandı. Siyaset, ahalinin derdine yetişti. Rençber Kahvesi'ndeki "Milliyetçi Sosyal Demokrasi Partisi"nin bayraklarını kıskanan Sarı Arif'in kayınbiraderi, ne ettiyse etti, ilçeden "Halkçı Muhafazakar Parti" nin bayraklarını getirtip, Okumuşlar Kahvesi'ni boydan boya donattı. İlçeye inenlere "Hakiki Reform" gazetesi sipariş etti. Rençber Kahvesi'ne ise inadına "Gerçek İnkılap" gazetesi alınır oldu. İki kahvede de en çok spor sayfaları okundu ya olsun.
Kış geçip, bahar güneşinin yüzünü inceden göstermeye başladığı bir gün Kara Ziya, üç gün önce ine bine gittiği şehirden, altında ayna gibi parlayan kırmızı bir araba ile döndü. Okumuşlar kahvesinde oturan Sarı Arif ile taifesi, arabayı ağızları yarı açık, merakla seyrettiler. Kıskandılar. Köye, dört traktörden sonra giren ilk taşıt Kara Ziya'nın lüküs otomobili oldu. Dört yaşında Faden kız, Kara Ziya'nın arabasını her gördüğünde, ardından gülerek el salladı.
Sarı Arif'in karısı, Kara Ziya'nın hanımını, kızlarını toplayıp, arabası ile gezmelere gitmesini kıskandı. Yaza kadar, kocasına surat etti, yatakta sırtını çevirdi. Ta ki, biricik oğlu, kınalı kuzusu Ömer yaz tatiline gelene kadar. Meydanda minibüsten indiği vakit, hangi kahveye gideceğini şaşırıp, benim gölgemde öylece kalıveren Ömer'in uzayan, şekilli saçlarını, şehirli kıyafetlerini, elindeki çantayı, köyün delikanlıları kıskandılar.
Yaz çabucak geçiverdi. Hacer'in, Ömer'le gizli gizli buluştuğu, eğlenceli günleri sona erdi. Sevinci kursağında kaldı. Ömer'in şehre, okuluna dönüş vakti geldi çattı. Sarı Arif'in karısı, oğlunun döneceği gün, börekleri, çörekleri hazır etti. Koca bir sofra donattı. Eşi, dostu, hısım akrabayı buyur etti. Sarı Arif'ten da meşrubat almasını istedi. Sarı Arif, Topal Bakkal'ın, kendisi gibi tek ayağı kırık dolabında ne kadar meşrubat varsa aldı, evine taşıdı. Ömer'in şerefine yenildi, içildi. Göbekler ovalandı.
Aynı günün akşamına tarladan dönen Kara Ziya, yanmış bağrına derman olsun diye, topal bakkala uğradı. Bir şişe meşrubat istedi. "Kalmadı, hepsini Muşatak'ın Sarı Arif aldı" cevabını duyunca gözü döndü. Bir hışımla evine gitti. Gece yatağında, kötü kötü rüyalar gördü. Kah uyudu, kah uyandı. Ertesi gün sabah erkenden, işe yaramaz kardeşini çağırdı. Köye bir bakkal açacağını, dolabını, tezgahını, rafını düzeceğini, malını koyacağını, dükkanın başında da kardeşinin duracağını söyledi. Kara Ziya'nın tembel, ipe sapa gelmez, yaralı parmağa işemez kardeşi "Ben ne anlarım peynir almaktan, ekmek satmaktan. Bir gözüm de kör zaten. Köyde bakkal mı yok" diye lafını bitirmeden suratında patlayan beş parmakla, olmayacak duaya, istemeye istemeye "Amin" dedi.
Topal bakkalın karşısına dükkan üç günde dikildi. Kara Ziya, kırmızı arabası ile şehirden, dizi dizi mal taşıdı. En çok ta meşrubat. Topal bakkal, kör bakkala iki hafta sonra getirilen taze dolapları, demirden rafları kıskandı. Kör bakkalın, raflara eğreti dizdiği malların patır patır düşmesi bile, topal bakkalın ruhunu serinletmedi.
Kör Bakkal beşe aldığını dörde sattı, taze aldığını bayatlatıp, çöpe attı. Dükkanı geç açtı, erken kapattı. Ağabeyi Kara Ziya'nın şehre indiği günlerde, tezgahın başında sızdı kaldı. Gün geldi, köyün kızlarına beleş meşrubat ısmarladı. Karnesi pekiyi olan çocuklara saplı şeker, gofret, sakız dağıttı. Altı yaşında Faden kız da arada kaynayıp, saplı şekerden nasiplendi. Kızını, ağzında şapırdatarak saplı şeker yerken gören Topal Bakkal dellendi. Bir hışımla, sekerekten kızını kovaladı. Faden kız, neden kovalandığını bilmeden, ağlaya ağlaya çukur tarlalara kadar kaçtı. Elinden düşürmediği rüzgargülü, gökkuşağının yedi rengi ile fır dönüyordu. Sonra, yorulan babasının peşini bıraktığını görünce, tarlaları ayıran yığma taşların üstüne yattı. Gözünden incecik yaş süzülürken, tarla boylarında nazlı nazlı salınan gelinciklerin seyrine daldı. Neye ağladığını unutunca, gülmeye başladı. Tepesinden geçen beyaz bulutlara, göçmekte olan turnalara, saçlarını okşayıp Erciyes'e doğru esen rüzgara gülerek el salladı.
Köroğlu'nun Kara Ziya, ne ettiyse, ne dediyse kör kardeşini yola sokamadı. Sövdü, saydı olmadı. Güzellikle söyledi, olmadı. Bakkal yıldan yıla zarar etti. Kara Ziya yine de inat etti, bakkalı kapatmadı. "Bakkallıktan ne anlar Kara Ziya" diye laf söz çıkartan Sarı Arif ile de, selamı sabahı kesti. Yollarını değiştirdi. Oğlu, gururu, her şeyi Zafer, köye seyrek gelip, yaz aylarını bir hafta ziyaret, kışı ise birkaç telefonla geçiştirir olduğundan beri canı sıkkın dolaşan Sarı Arif de, kahveden, meydandan, kalabalıktan uzaklaştı, kendini iyiden iyiye kitaba verdi. Zafer'in okulu uzattığını öğrenince iyiden iyiye suratı asıldı. Köyün ahalisi Sarı Arif'i, cumadan cumaya, camide görür oldu. Hacer de, Zafer'den haber alamamanın derdi ile yanıp, tütmekteydi.
Ayrılık gayrılık zamanla, camiye de bulaştı. Köse İmam, ne ettiyse, bu acayip durumun önüne geçemedi. Köse İmam'ı da boş bir adam bellemeyin. Halis Hacı'dır ve Kabe'yi yedi kez tavaf etmiştir. Sözü dosdoğrudur ve dinlenir. Yine de, Cuma namazlarında, Köroğlu'nun Kara Ziya'nın tayfası caminin sol cenahına, Muştak'ın Sarı Arif'in tayfası caminin sağ cenahına oturur oldu. Yine bir Cuma vaazında Köse İmam, hadislerle süsleyerek, ayetlerle besleyerek, ticaretin feyzinden, çalışmanın kıymetinden dem vururken, okumanın da dinimizce makbul olduğunu amma velakin rençberlik olsun, alıp satmak olsun her türlü ticaretin çokça övüldüğünü söyledi. Caminin sol cenahı, yarım kulak Köse İmam'ı dinleyip, bir yandan da uyuklarken, caminin sağ cenahında bir hareketlenme oldu. Sarı Arif, vaktin sünnetini homurdanarak kıldıktan sonra, tespihe de kalmadan kendini dışarı attı. Beklemeye koyuldu. Az sonra namazı tamamlayan Köse İmam, yanında birkaç köylü ile ağır aksak dışarı çıktı. Sarı Arif, Köse İmam'a yaklaşıp, yakasına yapışacak ta, saygısından yapışmıyor gibi bir sinirle, kastının ne olduğunu sordu. Neye uğradığını şaşıran İmam anlamadı, afalladı. Sarı Arif, Köse İmam'a vaazda söylediği sözleri hatırlatıp tekrar, ısrarla, üsteleyerek kastını sordu. Köse İmam, "Ne kastım olacak Mustafa'm. Neye alındın ki. Yanlış anlamışsın. Okumak ta çok değerlidir elbet" dediyse de, sözünü dinletemedi. Sarı Arif, can sıkıntısı ile, söylene söylene uzaklaştı. Kahve açmak kolay, bakkal açmak kolay ya, "Ben ayrı camii açacağım" denilmez. Bunun binası var, minaresi var, imamı var, müsaadesi var. Muştak'ın Sarı Arif, baktı olacak gibi değil, camiden, cemaatten elini ayağını kesti. Köylüye namazı bırakın demek de olmaz. Ama bir yandan da içi yanıyor, Köse İmam'ın söyledikleri ağırına gidiyor. İçine sindiremiyor. Gücü Topal Bakkal'la, sekiz yaşında Faden kıza yetti. Sıcak bir yaz sabahı, elinde Elifba, başında mor bir yazma ile camiye, kursa gitmekte olan Faden'i kolundan tutup, yolundan çevirdi. Babasına götürüp, "Bu yaşta kız lamdan cimden ne anlar. Otursun evde yazmalara oya yapsın. Bakkalda satarsın" dedi. Konuşmaya üşenen Topal Bakkal "Olur" diye kafasını salladı. Canına minnet Faden kız, Köse İmam'dan intikamını almakla içi az serinleyen Sarı Arif'in ardından, gülerek el salladı.
Ömer'den gelen "Okul ha bitti, ha bitiyor. İki dersim kaldı, diplomamı almama az kaldı" haberleri ile, iki sene daha geçti. Gün döndü dolaştı, bugüne kavuştu. Köyün her günü gibi bir gün. Önce horozlar öttü uzun uzun. Az sonra Köse İmam'ın sabah ezanını dinledim. Sonra, seher serinliğinde, alacakaranlıkta tarlalarına giden tek tük köylüyü seyrettim. Az daha gün ağarınca, okulun son günlerini yaşayan çocuklar, gözlerini ovuşturarak geçti önümden. Ardından Kara Ziya, her kuşluk vakti yaptığı gibi geçti, Rençberler Kahvesi'ne oturdu. Az şekerli kahvesini söyledi. Kara Ziya kahvesini höpürdeterek içerken, uzaklara dikkat kesildi. Uzaklardan bir araba, toprak yolun tozunu kaldırarak köye yaklaşmakta idi ki bu köyde pek rastlanan bir durum değildir. Bilmediğim, tanımadığım gri araba, döne dolaşa, hoplaya zıplaya meydana kadar geldi, durdu. İçinden bilmediğim, tanımadığım iki delikanlı, bir genç kız indi ki, gelenleri Kara Ziya da tanımıyordu. Arabadan inen gençler önce, öğrenmeye, tanımaya çalışır gibi, köyü şöyle bir süzdüler. Gökteki kara bulutlar, bozkırın yüzünü karartmıştı.
Görünürde Kara Ziya ile okuldan kaytaran Faden kızdan başkası yoktu. On yaşındaki Faden kız gelenlere, gülerek el salladı. Genç kız da Faden'e el salladı ama gülmüyor, gülemiyordu. Gençler, Kara Ziya'ya doğru yaklaşıp selam verdiler, selam aldılar. Kara Ziya buyur etti ama gençler oturmadılar. Kara Ziya'ya, Arif Sarıçınar'ı sordular. Kara Ziya meraklandı ama Sarı Arif'le ilgili bir meselede "Nedendir, hayırdır" diye sormak yakışık almayacağı için, Faden kıza el edip, misafirlerinin olduğunu söyleyip, Sarı Arif'i çağırmasını tembihledi. Faden kız, rüzgar gibi fırladı. Kara Ziya, gençlere kahve ısmarlayıp, hal hatır sormakta iken, Faden kızdan haberi alan Sarı Arif, şaşkınlıkla, acele ile, merakla meydana geldi. Gençlerin Rençberler Kahvesi'nde oturduğunu görünce, yedi sene sonra, istemeden de olsa, hemen kalkacak gibi eğreti kahveye oturdu. Gençlerin tek tek ellerini sıktı, "Hoş gelmişsiniz" dedi. Bir müddet ağır bir sessizlik oldu. Muştak'ın Sarı Arif bir yanda, Köroğlu'nun Kara Ziya öte yanda, kaşlarına, gözlerine bakarak, hallerini, tavırlarını tartarak, gençlerin kim olduğunu, neye geldiklerini anlamaya çalıştılar ama içlerinden yaptıkları türlü türlü tahmine rağmen sağlıklı bir neticeye varamadılar. Gençlerin şehirli halleri bir yana, üstlerinin başlarının yırtık pırtık olması, hırpani halleri, delikanlıların uzun saçları, kulaklarındaki küpeler, kızın kıvırcık kızıl saçları, kara sürmeli gözleri, Sarı Arif ile Kara Ziya'nın kafalarını karıştırdı. Faden kızın haber uçurduğu Hacer de, meydana yakın bir duvarın üstünde, gençleri seyrediyordu. Bir ara genç kız ile göz göze geldiler. Kızın askılı bluzu, bluzunun dekoltesi, göğsünün üstündeki "Ö" dövmesi Hacer'in dikkatini çekti. Gençlerden kısa boylu, kirli sakallı, at kuyruğu saçlı olanı, oynanan sessiz sinemanın sona ermesi için, kahvecinin köpüklü kahveleri getirmesini bekliyormuş gibi, beyaz fincanda kahveler, birer bardak Yedipınar suyu eşliğinde, tahta masalara konduktan sonra, ellerini dizine koyup söze başladı. Doğrusu ben de merak ettiğim için, gencin söyleyeceklerine dikkat kesildim.
- Arif Amca. Bizler Ömer'in arkadaşlarıyız. Aynı müzik grubunda çalıyoruz. Ömer bateri çalar. Benim adım Mert. Ömer'le okuldan da arkadaşız. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmez. Bir ara, belki duymuşsunuzdur, aynı tersanede de çalıştık. Ben sizin adınızı çok duydum Ömer'den ama tanışmak bugüne kısmetmiş. Arkadaşımın adı da Burçak.
Genç kız, henüz gelmiş gibi başını saygı ile eğdi. Tedirgindi. Mert sözüne devam etti.
- Burçak grubumuzun solisti. Ömer'in de kız arkadaşı.
Arkadaşı biliyordu da Sarı Arif, "Kız arkadaş" ta neyin nesidir, onu bilmiyordu. Bizim köyde kızlarla arkadaşlık edilmez, ya babasından istenip evlenilir, ya da kaçırılıp evlenilir. Ama söylenenleri uzaktan, pür dikkat dinleyen Hacer'in içi cız etti. Gözünden yaş süzüldü. Mert'in ise daha söyleyecekleri vardı.
- Furkan ise hem grubumuzdan arkadaşımız, hem de Ömer'in ev arkadaşıdır.
"Kız arkadaş. Okul arkadaşı. Ev arkadaşı. Müzik grubu, bateri, solist. Mert, Burçak, Furkan". Sarı Arif, henüz beş dakika önce tanıdığı Mert'i dikkatle dinlerken, oğlu ile ilgili bilmediği ne çok şey olduğunu hissetti. Köyün, bozkırdan esen rüzgarın yüzleri kuruttuğu gibi, insanın yüreğini kurutan kıskançlığına kapılmışken, hayat başka yönde akmıştı. Yine de, gelen gençlerin kim olduğunu öğrenmek, içindeki merakı azıcık yatıştırdığı için, arkasına yaslanıp, Mert'i dinlemeye devam etti.
- Ben geçen sene tersanede çalışmayı bıraktım. Onca kepazelik, ölüm, sömürü. Dayanamadım ayrıldım. Ama Ömer devam etti. Hem staj, hem de biraz gelir. Parasız yaşanmıyor tabii. Geçim sıkıntısı bir yanda, dertleri bir yanda. Sizin de haliniz malum. Ömer, "İşte tutunayım da, baba ocağına faydam dokunsun" diye, canını dişine takıyordu. O hayırsız iş yüzünden de, okulu uzattı ya, o da ayrı mesele. Bildiğiniz gibi hala stajyer mühendis kadrosundan çalışıyordu.
Bilmiyordu Sarı Arif. Oğlunun, ne çalıştığını, ne okulu neden uzattığını, ne de şehirdeki hayatını biliyordu. Daha bilmediği ne vardı acaba. İçinde bir garip hal hissetti. Bir eksiklik, tedirginlik. Cevapsız bir soru. Sorusuz bir cevap. Sarı Arif, bütün söylediklerinden daha önemli bir şey söylemeye hazırlanan, oğlunun arkadaşı Mert'e kulak verdi.
- İşte dün yaşananlar da, o rezil tersanede oldu.
Mert duraksadı. Güç almak için Burçak ile Furkan'a baktı. Gözleri nemlendi. Yutkundu. Ama başladığı işi bitirmeliydi.
- Dün öğlen vakti beni aradılar. Bir kaza olduğunu, acilen tersaneye gitmemi istiyorlardı. Gittim de. Söylenerek, küfrederek, insanlığımdan utanarak gittim. Hep olur kazalar tersanede. İnsandan ucuz ne var ki. Ama hiç konduramadım. Geçici işçilerdir diye düşündüm. Öğrenci de olsa bir mühendisin başına hiç gelmemişti. Ömer de tez canlı tabii. İşçilere destek olacak, el verecek ya. Ne işin var iskelenin tepesinde.
O ana kadar hem köye gelenleri merak edip, hem de Sarı Arif'in yedi sene sonra Rençberler Kahvesi'ne oturmasını hayra yormaya giden köyün ahalisi, masaları, sandalyeleri doldurmuş merakla, gözleri artık dolu dolu olan Mert'i dinliyorlardı. Sarı Arif te dinliyor ama duymuyordu. Bakıyor ama görmüyordu. İçinden bir şey kopuyordu. Ne olduğunu bilmediği, adını koyamadığı bir şey. Mert devam etti ama Sarı Arif orada değildi. Bedeni orada, aklı Ömer'deydi. Mert'i dinledi ama duyamadı.
- Tersaneye vardığımda…………… Ömer ……….. kanlar içinde …………. İskeleden……….. Bir de işçi ………… Ambulans ……….. Çok şükür ki ……………… Ameliyat ……… Hastane ……… Yoğun bakımda …………….
Arif aniden ayağa kalktı. Gözleri etrafta gezindi ama boş bakıyordu. İki adım attı, sendeledi. Dünyası karardı. Sesler uzaklaştı. Kara Ziya'nın kucağına yığıldı, kaldı. Köyün ahalisinden bir çığlık koptu. Yürekler dağlandı. Kasvetli bulutlarla kaplanmış gök, şimşeklerle aydınlandı. Kim ne diyeceğini bilmiyor, herkes şaşkın, nemli gözlerle birbirine bakıyor, birbirinden gözünü kaçırıyordu. Sonra bir telaşla, Yedipınar'dan sular, kahveden kolonyalar yetiştirildi. Baygın yatan Sarı Arif'in yüzü yıkandı. Bilekler, şakaklar ovalandı. Öte yanda, Sarı Arif'i sandalyelerin üzerine yatırıp ayağa kalkan Kara Ziya, hüngür hüngür ağladığının farkında bile değildi. Eve doğru gitti. Az sonra arabası ile geri döndü. Arabadan inip, kahveye yöneldi. Ayılmış ama canından can çekilmiş halde, boş bakışlarla bir sandalyede oturmakta olan Sarı Arif'in yanına vardı. Koluna girip, ayağa kaldırdı. Yaşlı gözlerinin ardından Arif'e bakıp, seslendi.
- Kalk kardeşim. Dudu Hala'mın oğlu Arif'im. Canımın öteki yarısı. Gün ağlaşma günü değildir. Gidelim, oğlumuzun sağ salim olduğunu görelim. İnşallah alıp, köyümüze getirelim. Koca çınarın altında derdini dinleyelim. Çınar'ımızdan süzülen gün ışığı ile, yüzünü aydınlatalım.
Kara Ziya, Sarı Arif, Köse İmam, Topal Bakkal arabaya geçtiler. Gençlerin arabası önde, Kara Ziya'nın arabası arkada, bozkırın orta yerinden, toprak yolun tozunu kaldırarak, Ömer'in sağ salim olduğunu görmeye gittiler. Gidenlerin ardından bozkıra kırkikindi indi. Yağmur damlaları, damlara sinen tozları çamurları temizledi. Güneş, bulutların arasından yüzünü gösterdi.
Faden kız, yolcuların ardından el salladı. Ağlıyordu ama umudu vardı. Ömer Ağabeyi'nin yedi sene evvel kendi elleri ile yapıp Faden'e hediye ettiği, elinden düşürmediği rüzgargülünü bir kenara bıraktı. Sonra Hacer Abla'sının yanına gitti. Ablasının güzel gözlerinden süzülen yaşları, minicik elleri ile sildi. Ablasının ellerini sımsıkı tuttu. Yanına oturdu. Küçücük ağzını açıp, büyücek sözler söyledi.
- Ağlama be Hacer Abla'm. Ömer Ağabey'im iyileşir elbet. Dağ gibidir o. İyileşir de sana döner. Hem ne yapsın şehirli kızları. Onun sevdiği sensin.
Hacer, Faden kızın, küçücük ağzı ile söylediği büyücek sözlere hem ağladı, hem güldü. Gerçi, büyüklük, küçüklük herkese göre değişir ya. Hacer, Faden kızın küçücük bedenine sımsıkı sarıldı. Bağrına bastı.
- Ah Faden. İyileşsin Ömer'im. Tek iyileşsin de, isterse şehirli kızlara varsın. Ant olsun kıskanmayacağım. Koca Çınar şahidimdir.
Fuat Sevimay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
28 ŞUBAT'IN HEDEFLEDİĞİ
Batı karşısında geri kaldığını anlayan Osmanlı yöneticileri çözüm olarak yenileşme hareketlerini başlatmışlardı. Daha çok askeri alanda yapılan yenileşme çalışmaları devamında Tanzimat hareketini doğurdu. Batı gibi olma yolunda uğraş veren Tanzimat süreci Cumhuriyet yönetimini sonuç verecektir.
Kabul edilsin yada edilmesin Tanzimat hareketi hala devam ediyor. Dolayısıyla başlangıçta yaşadığımız ve hala çözüme ulaştıramadığımız sorunlarda güncelliğini koruyor. Dini değerler tabanına bağlı sorunlarımız, doğru toplumsal ve dini değerler zeminine oturtularak toplumsal bir mutabakatla çözülmediği sürece de devam edecektir.
Tanzimat öncesi Osmanlı yöneticileri bilimsel çalışmalarla dev gibi büyüyen o güne kadar hakir gördükleri batı karşısında onlara yetişmek için bilimlerini öğrenme adına yenileşme adı verilen faaliyetlere başladılar. Bu harekette geleneksel toplum yapısı ve dini değerlerin öncelikle korunması en önemli husustu. Batıdan destek alan alternatif bir yaklaşım ise bu endişeleri taşımadan bu değerleri kaybetmeyi göze alarak Avrupa'daki kurum kuruluş ve uygulamaları olduğu gibi alarak tamamen batılılaşmayı hedefliyordu. Öncekilerin hedefi toplum yapısını ve dini değerleri koruyarak batı gibi ilerlemek iken ikincilerin hedefi bu değerlere ne olursa olsun tamamen batılılaşmaktı. Batılılaşmayı başardığımızda doğal olarak ta onlar gibi güçlü hale gelecektik.
Cumhuriyetin kuruluşuyla ikinci yaklaşım bir devlet politikası olmuştur. Batılılaşma hedefinin yanında ilk yaklaşımın onlara engel olmaması için engellenmesi de Cumhuriyetin önem verdiği bir başka politikadır. Bugüne kadar yaşadığımız askeri müdahaleler devletin ikinci politikasının uygulanmasıdır. Yani batılılaşma yolumuzu tıkayabilecek ilk yaklaşımın engellenmesidir.
Yaklaşık üç yüzyıldır hedeflediğimiz batılılaşma ve Avrupa gibi güçlü olma hedefimizde hala bir sona ulaşamadık. Acıdır ki bunca zamana rağmen işin hala başlarındayız.
Tanzimattan bu yana devletin uyguladığı batılılaşma politikasına rağmen toplumda önemli bir kesim şeklen batılılaşsalar da uygulamalarda pekte önemsenmeyen geleneksel toplum yapısına ve dini değerlere sahip çıkma gayretindedirler. Toplumun bu kesiminin tüm askeri müdahalelere rağmen dini değerlere yaklaşımı artmıştır.
Bu bağlamda 28 şubat postmodern sürecinin yükselen dini değerlerle batılılaşma yolunda ilk Osmanlı yöneticilerinin yaklaşımı olan gelişmeyi engellemek amaçlı olduğunu aradan geçen on yıllık zaman sonrasında daha iyi görüyoruz.
Bilindiği gibi ilk yaklaşıma doğru kaymaya başlayan Erbakan hükümeti istifaya zorlanmış; sonrasında kurdurulan hükümet eğitimde yapılan radikal bir reformla 5 yıllık mecburi eğitimi 8 yıla çıkarmıştı. Böylece Cumhuriyetin batılılaşma hedefine engel olma ihtimali olarak görülen dini değerlerin toplum zemininde tamamen yayılması belli bir yerde sınırlanmıştır.
Tüm bunlara rağmen geleneksel ve dini değerler Anadolu toplumunda yükselmeye devam etmiştir. Post modern müdahalenin üzerinden çok geçmeden bu değerleri hedefleyen AK parti toplumun hiç beklemediği bir şekilde iktidara gelmiştir. Devlete karşı artık bileylenmeye başlayan geleneksel ve dini değerler hassasiyetli geniş bir toplum zemini Ak parti iktidarıyla rahatlamıştır. Laik cumhuriyete alternatif oluşumların bile düşünülmeye başlandığı toplumun bu kesimi beş vakit namazlı Erdoğan'ın başbakanlığındaki laik Cumhuriyete sahip çıkmıştır.
Ak parti hükümeti AB yolunda önceki hükümetlerin gösteremediği harika bir performans göstermiştir.
Küresel krize rağmen ekonomi iyi yönetilmiştir.
Kapatma davasıyla Ak parti laik Cumhuriyet yönetimince bir çeşit uyarılmıştır.
28 şubat postmodern süreçte güçlenen Ak parti ve dini gruplara karşı darbe girişimini hedefleyen radikal laik cumhuriyetçiler Ergenekon hareketiyle engellenmişlerdir. Darbecilerin bahane ettiği en büyük tehlike irtica tehdit olmaktan çıkmıştır.
Yüzde elli sekizlik referandum sonrası hoşgörü ve diyalog yaklaşımlarıyla ılımlı dini grupların devleti ele geçirecek kadar güçlendiği söylemleri dile getirilmeye başlanmıştır. Geleneksel ve dini değerler öncelikli bu toplum kesiminin de öncelikli hedefi batılılaşma yolunda batılılar gibi güçlü olmaktır.
Dini gruplar destekli hükümet, Cumhuriyetin başında ve laik Cumhuriyet yöneticileri olarak Tanzimat yaklaşımını ve laik yönetimi uygulamaya devam etmektedir.
Sekiz yıllık geleneksel ve dini değerleri koruma gündemli Ak parti iktidarına rağmen umutla beklenen başörtüsü sorunu hala çözülmüş değil.
Bunun yanında hem cumhurbaşkanın hem de başbakanın eşleri başörtüleriyle her yerde bulunabiliyorlar. Birden bire bir cemaat gündeme getirilip devlete müdahale edecek kadar güçlendiği dile getiriliyor.
Devam eden postmodern süreç laik yönetimi koruma adına muhtemel bir dinde reform hareketini hedeflemiş gözüküyor!
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın AİHM'in Refah Partisi Karârı ve Takdir Marjı Üzerine II |
|
Sosyalist Parti (SP), 1 Şubat 1988'de kurulmuş ve program ve tüzüğü, Anayasa ve SPK'ya uygunluğunun incelenmesi için aynı gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na sunulmuştur. İki hafta sonra ise Başsavcılık, hakkında kapatma istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştur. Fakat, önceki karardan farklı olarak Anayasa Mahkemesi dâvâyı reddetmiş, 16 Mayıs 1989 târihinde açıkladığı gerekçeli karârında da partinin program ve tüzüğünde, Anayasa ve SPK'ya aykırı herhangi bir unsur bulunmadığını, partinin faaliyetlerine devâm etmesinde bir sakınca olmadığını belirtmiştir.
Ne var ki, Başsavcılık tarafından, 14 Kasım 1991 târihinde ikinci kez başvuruda bulunulmuş ve Anayasa Mahkemesi bu kez dâvânın kabulüne karar vermiştir. 10 Temmuz 1992'de ise SP, Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasa'nın 3, 4, 14, 66 ve eski 68. maddelerine aykırı olarak faaliyet gösterdiği gerekçesiyle kapatılmıştır. 31 Aralık 1992'de ise SP, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurmuştur. Komisyonda oy birliğiyle alınan 11. maddenin ihlâl edildiği karârı sonucu dâvâ, 27 Ocak 1997'de AİHM'e gönderilmiştir. 25 Mayıs 1998'de ise kapatma karârının örgütlenme özgürlüğünü ihlâl ettiğine karar verilmiştir. (SP Karârı, 1998; para: 8-12)
Anayasa Mahkemesi'nin karârında, TBKP Karârı'ndan farklı olarak, bu kez yalnızca program ve tüzükle yetinilmemiş, parti faaliyetlerine ve yönetici kadrosunun eylem ve söylemlerine de bakılmıştır. Ve programında sınıf diktatörlüğü kurmak, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, federasyon talebiyle devletin milletiyle bölünmez bütünlüğüne zarar vermek gibi unsurların yer alması, yönetici kadrosunun konuşmalarında da şiddeti çağrıştıran unsurlara rastlanılması; örneğin, Genel Başkan Doğu Perinçek'in Kürtlere yönelik olarak, "Ayağa kalkın ve haklarınızı savunun!", "Karpuz değil, cesâret etkin!" gibi sözler sarf etmesi (para: 13), kapatma karârına esas teşkil etmiştir.
İmdi, AİHM'in SP Karârı, TBKP Karârı'yla benzer içeriktedir; ancak bu kararda, Anayasa Mahkemesi'nin 8 Aralık 1988'de, SP'nin kapatılması için yapılan başvuruyu reddetmiş olması, program ve tüzüğünün Anayasa ve yasalara aykırılık teşkil etmediği konusunda bir karârı olarak değerlendirilmiş, bu iki karar arasındaki çelişkiye dikkat çekilmiştir. (para: 49) Hükümet'in, SP'nin kuruluş aşamasında program ve tüzüğünde kabul ettiği unsurların, sonraki dönemde ortaya konulan faaliyetlerle ilgili radikal bir değişim içerdiği yönündeki savunmasını ise geçersiz bulmuştur. (para: 37-8)
Dolayısıyla AİHM, SP'nin kapatılması için "sosyal bir zorunluluğun oluşmadığı"(!) ve karârın "örgütlenme özgürlüğünü ihlâl ettiği"(!) sonucuna varmıştır. (para: 30, 40) AİHM'e göre, 11/2. maddede sıralanan meşrû amaçlardan biri olarak şiddet unsurunun kapatma dâvâlarında gerekçe olarak kullanılabilmesi için, iddiâya konu olan partinin, "şiddet riskini gerçekten taşıması", "şiddetin o anda varolması" veya "yakında ortaya çıkacağına dâir güçlü delillerin olması" gerekmektedir. SP ise eylem ve söylemleriyle bu unsurları sağlamamıştır(!). (para: 39, 46)
SP'nin federasyon talebi ise "demokratik sistemin özüne aykırılık"(!) teşkil etmez ve "bu talebi şiddete başvurmaksızın dile getirmiş olması"(!), demokratik toplum düzeni içinde sosyal bir zorunluluğun oluşmadığını göstermektedir(!). (para: 37, 47) Hem genel başkanın, kapatma karârına gerekçe olan sözleri nedeniyle daha önce Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılanarak beraat etmesi, buna karşılık Anayasa Mahkemesi'nde yapılan yargılamada bu sözlerin birer suç unsuru teşkil ettiği yönünde karar alınması ve bu yolla SP'nin kapatılması, Türk hukuk sistemine ilişkin açık bir çelişkidir(!). (para: 49)
Böylelikle AİHM, bir siyasî partinin, demokratik toplum düzeni içinde, toplumsal sorunlar karşısında, "ilgili herkesi tatmin edecek çözümler üretme çabası"nda(!) olması nedeniyle kapatılamayacağını belirtmiş (para: 45), TBKP Karârı'nda bu yönde verdiği hükmünü yinelemiştir. (TBKP Karârı, 1998; para: 57) AİHM'e göre SP'nin, program ve tüzüğünde savunduklarını ve yönetici kadrosunun verdikleri demeçleri uygulamaya koymak için referanduma gidileceğini söylemeleri, şiddet yanlısı olmadıklarını göstermektedir(!). (SP Karârı, 1998; para: 46)
AİHM, SP'nin federasyon talebini "bölücülük" olarak değil(!), "Türkler ile Kürtlerin 'eşit oranda ve gönüllü olarak' temsil edileceği, demokratik esaslara dayalı bir federal sistemin kurulması yönünde siyasî bir program"(!) olarak görmüş ve "mevcut devlet yapısını sorgulayıcı nitelikte de olsa"(!), "farklı siyasî programların teklîf edilmesi ve tartışılması"nın(!) da demokratik sistemin vazgeçilmez öğeleri olduğunun, bunların da düşünce ve ifâde özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizmiş, kapatma kararının sözleşme sistemine aykırı olduğu sonucuna varmıştır. (para: 47)
Bu bakımdan AİHM, SP ve yönetici kadrosuna isnât edilen suçlar ile verilen cezânın orantısız olduğuna(!) (para: 51) ve ilgili hakları kötüye kullanmasının söz konusu olmadığına(!) (para: 53) karar vermiştir. AİHM ayrıca, mânevî tazminâta da hükmetmiş ve TBKP'den farklı olarak SP'nin dört yıl boyunca faaliyet göstermesini; program ve tüzüğünün Anayasa Mahkemesi tarafından onaylanmış olmasına karşın, yine bizzat bu mahkeme tarafından ve bu gerekçelerle kapatılmış olmasını, tazminat karârına gerekçe olarak sunmuştur. (para: 67)
§
Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP), 19 Ekim 1992 târihinde kurulmuş ve 29 Ocak 1993 târihinde, hakkında kapatma istemiyle dâvâ açılmıştır. Diğer siyasî partilerden farklı olarak ÖZDEP, dâvâ henüz sürmekteyken, olası bir kapatma karârının yol açabileceği olumsuz sonuçlardan etkilenmemek için kendisini feshetmiştir. 14 Temmuz 1993 târihinde ise Anayasa Mahkemesi, kapatma karârını açıklamış ve 21 Mart 1994 târihinde ÖZDEP, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurmuştur. Komisyondan çıkan 11. maddenin ihlâl edildiği karârıyla birlikte dâvâ, 24 Eylül 1998 târihinde AİHM'e gönderilmiş, 8 Aralık 1999 târihinde ise kapatma karârının 11. maddeyi ihlâl ettiği sonucuna varılmıştır. (ÖZDEP Karârı, 1999; para: 1-8)
14 Temmuz 1993 târihinde açıklanan Anayasa Mahkemesi Karârı'nda ÖZDEP, sınıf diktatörlüğü kurmak (para: 26), devletin ülkesi ve milletiyle olan bölünmez bütünlüğünü bozmak ve federasyon talebiyle, devletin milletiyle bölünmez bütünlüğüne zarar vermekle suçlanmış; Diyânet İşleri Başkanlığı'nın görev ve sorumluluklarının dînî cemaatlere devretmeyi savunmakla, laiklik ilkesini aşındırmakla ithâm edilmiş ve terörü desteklediği sâbit görülmüştür. (para: 14) Anayasa Mahkemesi ÖZDEP'in, karar çıkmadan önce kendisini feshetmesinin, dâvâ açılış târihinden sonra gerçekleştiği için, esâsa ilişkin karârı etkilemeyeceğine hükmetmiştir.
Dahası, etnik kökeni ne olursa olsun, Türkiye topraklarında yaşayan herkesin ortak kültürle birleşmiş bir bütün olduğunu vurgulamış ve bu bütünün "Türk milleti" olarak adlandırıldığının, "Türk" kelimesinin etnik bir ayrım içermediğinin altını çizmiştir. Anayasa Mahkemesi, ırk ayrımına dayalı ve anayasal düzenin yok edilmesini hedefleyen propagandaların yasak olduğunu belirtmiş; Lozan hükümleri uyarınca, ayrı bir dil veya etnik kökene sâhip olmanın, bir grubun "azınlık" olarak değerlendirilmesi için yeterli olmadığına işâret etmiştir. (para: 14)
Ne var ki, AİHM'e göre ÖZDEP'in kendi kendisini feshetmesi karârı, 11. madde kapsamında alınan "özgür"(!) bir karar değildir ve yönetici kadrosu, "siyasî haklarının engellenmemesi için kendi partilerini feshetmek zorunda bırakılmıştır"(!). (para: 26) Fakat, Hükümet'in savunmasında belirttiği 11/2. maddedeki meşrû amaçlardan biri olarak kabul edilebilecek "ülke bütünlüğünün ve millî güvenliğin korunması" amacını yerinde görmüş (para: 33), yine de partinin kapatılması için demokratik toplum düzeni içinde sosyal bir zorunluluk tespit edememiştir. (para: 40)
Kezâ AİHM'e göre, ÖZDEP'in faaliyet gösterdiği zaman dilimi incelendiğinde, "teröre nasıl bir destek verdiği"(!) açık değildir(!) (para: 40), Kürtlere ilişkin olarak dile getirdikleri arasında "kapatılmasına gerekçe olabilecek hiçbir unsura"(!) rastlanılamamıştır(!). (para: 41) AİHM, kapatma gerekçesi olarak Anayasa Mahkemesi'nin kabul ettiği "programında yer almayan gizli amaçlar"ı ise 11/2. maddedeki sınırlamalar ve yasaklar içinde değerlendirmemiş, siyasî partilerin kapatılması için program ve tüzüklerinin temele alınması gerektiğini belirtmiştir. (para: 42-4)
Üstelik, Hükümet'in ÖZDEP'in terör örgütüne destek verdiği iddiâlarını "niyet okuyuculuk"(!) olarak değerlendirmiş, bu konuda sunulan kanıtları yeterli bulmamış ve "bir devletin mevcut düzenini sorgulayanlar da dâhil olmak üzere, 'çeşitli projelerin önerilmesinin'(!) de demokrasinin temel unsurlarından biri olduğu"nu vurgulamış (para: 41-3); kapatma karârının amaçta meşrûluk şartını sağlamadığına(!), isnât edilen suçlarla orantısız olduğuna(!) ve demokratik toplum düzeni içinde sosyal bir zorunluluğa dayanmadığına(!) karar vermiştir. (para: 48)
§
Refah Partisi (RP), 1983 yılında kurulmuş ve yaklaşık 14 yıl boyunca faaliyet göstermiştir. Kapatma karârının verildiği dönemde ise RP, Türkiye'nin en büyük partisi hâline gelmiş ve yaklaşık dört buçuk milyon seçmenin oyunu almıştır. Nitekim, 1995 genel seçimlerinde Meclis'te 158 sandalye kazanmayı başarmış, toplamda ise yaklaşık % 22 oy almış ve 3 Kasım 1996 yerel seçimlerinde de oylarını % 35'e çıkartmıştır. Haziran 1996'da Doğru Yol Partisi'yle (DYP) koalisyon hükümeti kuran RP, Necmettin Erbakan liderliğinde iktidâra gelmiş ve Erbakan, 1997 yılında koalisyon hükümeti dağılıncaya kadar bu görevini sürdürmüştür.
21 Mayıs 1997 târihinde ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuş ve laiklik ilkesine aykırı fiillerin odağı hâline geldiği, halkı kin ve nefrete tahrik ettiği, inanç ayrımcılığı yaptığı, devletin anayasal düzenini bozmaya dönük faaliyetlere giriştiği gerekçeleriyle RP'nin kapatılmasını talep etmiştir. 9 Ocak 1998 târihli karârında Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 69/6. maddesi ile SPK'nın 101 ve 103. maddeleri uyarınca RP'nin kapatılmasına karar vermiştir. 22 Mayıs 1998 târihinde RP ise Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurmuş, 3 Ekim 2000 târihinde dâvâ, Üçüncü Daire'ye gönderilmiştir.
Üçüncü Daire ise 31 Temmuz 2001 târihinde, RP hakkındaki karârını açıklamış ve kapatma dâvâlarına ilişkin olarak ilk kez Türkiye lehine karar vermiştir. Üçüncü Daire, Anayasa Mahkemesi'nin kapatma karârının 11. maddeyi ihlâl etmediği ve sözleşme sistemine uygun olduğu, ulusal makamların laiklik konusunda kullandıkları "takdir marjları"nın hakların özüne ilişkin bir ihlâl içermediği sonucuna ulaşmıştır. Îtiraz üzerine dâvâ, Büyük Daire'ye gönderilmiş ve 13 Şubat 2003 târihinde açıklanan kararla, Üçüncü Daire'nin karârı kesinlik kazanmıştır. (RP Karârı, 2003; para: 1-8)
İmdi, her iki kararda da AİHM, RP hakkındaki bu incelemesini, esas itibâriyle laiklik ve çok-hukukluluk konusu üzerinden yapmış ve bu incelemesinde, RP'nin program ve tüzüğüne bakmak yerine; yönetici kadrolarının, kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerde türbanı savunan söylem ve demeçlerine, RP'nin "İslâmî cihat ordusu" olduğuna yönelik benzetmelerine, Erbakan'ın sosyal düzene ilişkin değişimin barışla mı yoksa zor kullanarak mı; kanlı mı yoksa kansız mı olacağına ilişkin açıklamasına, cihadın anlamının "Kuran'ın nizâmı"nı savunmak demek olduğunu söylemesine, tarikat liderlerine Başbakanlık konutunda iftar yemeği vermesine bakarak karârını vermiştir. (RP Karârı, 2001; para: 66-8)
Kezâ AİHM, bu değerlendirmesini yaparken, Anayasa Mahkemesi tarafından geçerli bulunan bu kanıtları üç başlık altında toplamıştır. Bunlardan ilki, inanç ayrımcılığı esâsına dayalı bir çok-hukukluluk sistemi savunmak; ikincisi, çoğunluğu Müslüman olan topluluklara İslâm hukukunu dayatmak; üçüncüsü ise devletin siyasî ve hukukî yapısını zor kullanarak (cihat yoluyla) değiştirerek dînî esaslara dayalı bir devlet ve kamu düzeni kurmaya çalışmak. (para: 67) AİHM, birinci iddiâ kapsamında, Genel Başkan Necmettin Erbakan'ın, 23 Mart 1993 târihinde yaptığı ve 10 Ekim 1993 târihinde yinelediği şu sözlere büyük önem vermiştir:
"RP, âdil düzen çerçevesinde çok-hukuklu bir sistemi savunmaktadır. Bu sistem, bizim geçmişimizde de vardır ve yaşayabilmiştir. Bizim geçmişimizde, çeşitli türden inançlar olmuştur ve bunların hepsi bir arada yaşayabilmişlerdir. Her mezhep, kendi inanç sistemine göre yaşayabilmiş ve herkes huzur içinde olmuştur. RP iktidâra geldiğinde, herkese dilediği hukuku seçme hakkı vereceğiz, yönetimi de merkeziyetçilikten kurtaracağız. Onların kurdukları devlet, hizmet devleti değil, baskı devletidir. RP ise hizmet partisidir ve bizim iktidârımızda herkesin dilediği hukuk sistemini seçme hakkı olacak, devlet onlara bu sistemi bir hizmet olarak sunacaktır." (para: 69)
Ne var ki, AİHM'e göre Erbakan'ın savunduğu ve RP'nin de savunduğu görüşlere yansıyan bu çok-hukukluluk, "insanların dînî inançlarına göre sınıflandırılması" ve "hak ve özgürlüklerinin bu inançlar üzerinden tanımlanması" esâsına dayanır ve bu da sözleşme sistemine açıkça aykırıdır. Nitekim sözleşmenin özü, "demokratik toplum düzeni içinde kişilerin hak ve özgürlüklerini; etnik, dînî, kültürel, vb. farklılıklarına bakılmaksızın koruma altına almak"tır ve hukuk sistemi içinde hak ve özgürlüklerin kişilerin inançlarından bağımsız olarak korunması gerektiği, sözleşmede açık bir biçimde yer almaktadır.
Dolayısıyla, bu tür bir çok-hukukluluk, kamu özgürlüklerinin gerçekleştirilmesinde, bireyler arasında ayrımcılık yapılmamasını düzenleyen 14. maddeye açık bir biçimde aykırıdır. Demokratik toplum ideali içinde hukuk sisteminde bu tür bir düzenlemeye yer verilemez. Bu bağlamda çok-hukukluluk, kişilerin hak ve özgürlüklerini korumakla doğrudan sorumlu olan devletin, bu görev ve sorumluluğunu yerine getirmesine engel teşkil etmekte; kişiler hak ve özgürlüklerini gerçekleştirebilmek için belirli bir dînin emir ve yasaklarını kabule zorlanmaktadır.(para: 70)
Hâliyle AİHM, bu görüşlerin sözleşme sisteminde yerinin olmadığını ve dînî esaslara dayalı bir hukuk sistemi kurma talebinin bütünlüklü bir proje olduğu gibi, aynı zamanda buna direnç gösterecek yapıların da şiddete başvurmak sûretiyle tasfiye edilmesi gibi bir seçeneği içinde barındırdığını belirtmiştir. (para: 76) AİHM'e göre, hiçbir taraf devlet, demokratik toplum ideali güvencesi altında teokratik nitelikli bir devlet ve kamu düzeni kurma çabasına seyirci kalamaz ve bu konuda gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.(para: 45)
Aynı şekilde, demokratik sistemin işleyebilmesi için din ve vicdan özgürlüğü ile düşünce ve ifâde özgürlüğünün güvencesi de devlet tarafından sağlanmalıdır. Oysa, insanların dînî inançlarına veya düşüncelerine göre sınıflandırıldığı bir toplum düzeni içinde bunu yapmanın da olanağı yoktur. Bu sınıflamanın kendisi, insanların dînî inançlarını veya düşüncelerini açıklama zorunluluğunu onlara dayatmak demektir ve ifâde özgürlüğü, bunları açıklamama özgürlüğünü de düzenler. Ve bireyler, bunları açıklamaya zorlanamayacakları gibi, karşı tarafın düşüncelerini açıklamaya da onları zorlayamazlar. (para: 46)
Diğer taraftan, bu konu 2003 Karârı'nda da bu şekilde değerlendirilmiş ve yine aynı sonuçlara ulaşılmıştır. Bu değerlendirmelere ek olarak 2003 Karârı'nda AİHM, Osmanlı Devleti'ndeki çok-hukukluluğun "toplumsal bir ihtiyâcın ürünü olduğu"nu, bu sistemin Osmanlı Devleti'nin toplumsal yapısı içinde herhangi bir "ayrımcılık" olarak değerlendirilemeyeceğini; buna karşılık, Cumhuriyet'le birlikte kurulan devlet düzeninin yurttaşlık hukuku esâsına dayandığını ve bu hukuk sisteminin sözleşme sistemine uygun olan tek hukuk sistemi olduğunu belirtmiş; RP'nin çok-hukukluluk söyleminin ise hiçbir toplumsal ihtiyâca karşılık vermediği gibi, toplumun ayrışmasına hizmet ettiğinin de altını çizmiştir. (RP Karârı, 2003; para: 126)
RP yetkililerinin, gerek Anayasa Mahkemesi önünde, gerekse de AİHM'deki savunmalarında, çok-hukukluluğu aslında "sözleşme özgürlüğü" olarak savundukları, dînî esaslara dayalı bir hukuk sistemi kurma amacında olmadıkları yönündeki açıklamalarını ise AİHM, her iki kararda da geçerli kabul etmemiştir. Nitekim, her ne kadar bu "sözleşme özgürlüğü"(!), belirli bazı uygulamalar içinde özel hayâta ilişkin olarak "tolere edilebilse de" RP'nin yönetici kadrosunun savunduğu bu çok-hukukluluğun özel hayat kapsamına giren konularla sınırlı olmadığı, bütün bir hukuk sistemini içerdiği ve kamusal alanı düzenleme amacı güttüğü sâbit görülmüştür. (para: 127)
Bu bakımdan, AİHM'e göre bir dînin inanç ya da ibâdet ritüellerini açığa vurmak ya da vurmamak, özel hayâtın kapsamına girer ve özel hukuk kapsamına giren konular, özel hayâtın sınırlı bir bölümüdür. Oysa özel hukuk, bir bütün olarak bakıldığında, toplumun işlevleri ve organizasyonunun zeminini kurar ve özel hukuk kapsamına giren konuların dînî esaslara göre düzenlenmesi, toplumun işlevlerini ve organizasyonunu da anlamsız hâle getirecektir. Örneğin, mîras hukuku gibi konularda cinsiyet ayrımcılığı körüklenecek ve özel hukuk yoluyla sözleşme sistemi bozulacaktır. (para: 128)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
MUTLULUK NERDE?
Mutluluk kuş olup uçuyordu
Hemen yakaladım
Kafese koydum
Ama özgür yaşamak istedi
Kaçıp gitti kafesinden
Aradım taradım
Bir türlü bulamadım
Tam umudu kesiyordum ki
Çocuğun gözlerinde gördüm
O yaramazı
Elimi uzatınca uçuverdi
Dudaklarına kondu çocuğun
Güldü çocuk gül oldu
Mutluluk çoğaldı
Evren gül rengine boyandı
Erhan Tığlı
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bu yazıyı okuduğunuza göre bilgisayar kullanıyorsunuz demektir. Bilgisayar kullanıyorsanız da internette ihtiyacınız olan bilgi kaynaklarından nasıl daha iyi yararlanırım sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorsunuzdur. Fazla söze gerek yok, işte size ilginç bir kaynak: http://www.e-bilisimruzgari.com/ Bu kaynakta Belgeseller, filmler, bilgisayarınızda kullanabileceğiniz ilginç yazılımla, oyunlar, e-kitap formatında hazırlanmış bir çok farklı türde dokümanlar ve daha fazlasını bulabilirsiniz. Hazırlayanların ellerine sağlık.
Bir işletmeniz var ve çalışanlarınıza, müşterilerinize ya da ziyaretçilerinize internet bağlantısı veriyorsunuz. Bu durumda doğal olarak internet kullanıcılarınızın yapmış oldukları ve yasal anlamda suç olarak tanımlanan her türlü internet faaliyeti, internet bağlantınızı kullandıkları için sizin sorumluluğundadır. Hatta bununla ilgili 2007 yılında TBMM tarafından onaylanmış ve TİB tarafından yasal takibi sağlanan 5651 nolu bir yasa var. Yasal anlamda sorun yaşamamanız için ağınızın denetimini elinize almanız gerekiyor. Bunu yapabilmeniz için size http://www.gezginler.net/modules/mydownloads/singlefile.php?download=firewall-suite&lid=12322 web sayfasındaki FirewallSuite yazılımını tavsiye ediyorum. Nasıl kullanacağınızla ilgili anlatım web sayfasında mevcut. Özellikle bu yazılımla ilgili aklınıza takılan her türlü soru için bana ulaşabilirsiniz.
Siz hala http://www.sahibinden.com/ web sayfasını incelemeyenlerden misiniz? İnanmam! Sıfır ya da 2. El bir ürün almak ya da satmak için hiçbir ek ücret ödemeden ilan verebilir ya da beğendiğiniz bir ilandaki satıcıyla mesajlaşıp pazarlık bile yapabilirsiniz. Ben zaten bunları biliyorum diyenlerin yüzlerindeki gülümseme ifadesini görür gibiyim. Benim sözüm bilmeyenlere ve merak edenlere…
Her şeyi tersten yapmayı sevenlerden misiniz? Alın size bir ters çalışma örneği http://elgoog.rb-hosting.de/index.cgi Burada dikkat etmeniz gereken tek şey, her şeyi tersten yazmak. Google'a alternatif olarak Çin'de üretildiği söyleniyor ama bana ilginç gelen tarafı sadece uygulamanın sanki aynadaki aksinize bakıyormuş gibi tersten çalışması. İyi eğlenceler.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|