UNUTMADIK!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.827

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 9 - 10 Kasım 2010 - Fincanın İçindekiler


  • "BEN YALNIZCA BALIKLAR İÇİN YAZIYORUM" ... Ömer Akşahan
  • PAKİZENİN KOT PANTOLONU ... Mehmet Önder
  • Adımda Uykun ... Deniz Marmasan
  • ÇAR'A MEKTUP ... Bertan Onaran
  • MADAM CARLOTTA ... Hilal Bayram
  • AİHM'in Refah Partisi Karârı ve Takdir Marjı Üzerine IV ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Ne dediler? O ne dedi?


    Posta Kartı olarak yollamak için tıkla• Kemal Atatürk'ün ölümünün 25. Yıldönümünü anma törenine katılabilmekten şeref duymaktayım. Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir akseri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır.

    Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilân ve o zamandan beri koruması, Atatürk'ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye'de giriştiği derin ve geniş inkılâplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur.

    John F. KENNEDY
    A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963

    • Türk milleti'nin özgürlük ve Türkiye'nin millî kalkınması için çetin mücadelelere adı karışan Kemal Atatürk'ü memleketimiz çok iyi tanır. Atatürk Türk Milleti'ni, kışkırtıcı kuvvetlere, emperyalistlere ve silah zoru ile Türk Milleti'ni ezerek memleketi büyük devletlerin bir sömürgesi haline getirmek isteyen gerici kuvvetlere karşı savaşa girmesi için uyandırmıştır. Yakın ve Orta Doğuda ilk Cumhuriyet, doğuşunu O'na borçludur. Bu Cumhuriyet, birçok milletin ulusal özgürlük hareketlerine ışık borçludur. Bu Cumhuriyet birçok milletin ulusal özgürlük hareketlerine ışık tutmuştur. Atatürk'ün kutsal saydığı emperyalizmle savaşını, yalnız Türk Milleti değil, diğer doğu ülkeleri de takdirle karşılıyordu. Türkiye'nin yüzyıllık geriliğinden kurtulması için Atatürk pek çok şey yapmıştır. Gerçekleştirdiği reformlar memleketin ekonomik hayatının, sinaî tarımsal kalkınmanın hızla ilerlemesini hedef tutmuştu. Atatürk yönetimi zamanında, Türkiye'nin milletlerarası otoritesi yükselmiş ve memleket, dünya siyasetinde önemli rol oynamaya başlamıştır.
    N.S. KRUSHCEV
    Sovyetler Birliği Başkanı, 10 Kasım 1938


    • Tarihte büyük bir diplomatın veya ünlü bir kumandanın hayatını okuduğumuz onun yüzünü, sözünü, bakışlarını hayal etmekten zevk duyar ve kendi kendimize: "O'nu görsek ve tanısak ne iyi olurdu." Deriz. "Bugün Türkiye'nin yazgısını yöneten büyük diplomat, büyük asker ve büyük inkılâpçı Kemal Atatürk'ün heyecanlı hayatını yıllar geçtikten sonra hayranlıkla öğrendikleri zaman, hiç kuşkusuz çocuklarımız da böyle düşüneceklerdir. Ateşli bir inkılâpçı olduğu için haftalarca sultanların zindanlarında yatan, kumandanlık yaptığı zaman galip gelerek ülkesine bağımsızlığını kazandıran, Devlet Başkanı sıfatıyla Cumhuriyet'i ilân edip kurumlandıran Atatürk'ün hayatı elbette ki heyecanlıdır. ... Fakat Kemâl Atatürk'ün karakterinin bir cephesini göstermek itibariyle bir noktayı hatırlatmak isterim. Bize savaşlarından birini anlatıyordu. Birdenbire durdu: -Görüyorsunuz ya, dedi: birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum." Cesaret ve zekâsından başka yüreği bu kadar yüce olan böyle bir Şef'in, yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılabilir mi?...
    George BENNES
    Paris, Vu Gazetesi - 1938


    • Biz, O'nun gövdesine tapan bir putperest değil, ölmez eserine ve mânasına bağlı bir şuuruz. Çünkü O, kendi vücuduyla beraber kaybolacak fâni bir milletin değil, kendi mânasıyla beraber yaşayacak ebedi bir milletin yaratıcısıdır.
    Peyami SAFA

    • Hiçbir baba yetimlerine Atatürk kadar zengin ve ölümsüz miras bırakmamıştır. Bu gün, Türk vatanı denen toprakta yaşayan bütün insanlar O'nun zekâsından, aşkından, enerjisinden kopmuş parçalardır.
    Reşat Nuri GÜNTEKİN

    • ...
    Dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyordu.
    Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
    şayak kalpaklı adam
    nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
    güzel, rahat günlere inanıyordu
    ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
    birdenbire beş adım sağında onu gördü.
    Paşalar onun arkasındaydılar.
    O, saati sordu.
    Paşalar : «Üç,» dediler.
    Sarışın bir kurda benziyordu.
    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
    Yürüdü uçurumun başına kadar,
    eğildi, durdu.
    Bıraksalar
    ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
    ....
    Nazım Hikmet
    Kurtuluş Savaşı Destanı (Kuvayi Milliye)


    • Saygıdeğer Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda milletim için ve gelecekteki evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem kendimi bahtiyar sayacağım.

    Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

    Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

    Bu sonucu, 'Türk gençliğine' emanet ediyorum.

    0 mesaj var. Ata'ya mesaj Yaz / Oku

    Yukarı


     


    Ömer Akşahan

     KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan


      "BEN YALNIZCA BALIKLAR İÇİN YAZIYORUM"

    "Yeni şairler mürekkebe çok su katıyorlar."
    Goethe
    Herkesin birleştiği bir noktadan girelim söze; 12 Eylül her alanda olduğu gibi edebiyatta da depolitizasyon sürecini derinleştirdi.

    Bu sürecin kısalması yolunda atılan her adım, bir takım çevrelerin baskı ve yıldırmalarıyla sürekli sekteye uğratılmak istendi. Bunun en somut örneğini Sivas Madımak Otelinde şair, yazar ve halk ozanlarının yakılmasıyla gördük.

    Edebiyatta 12 Eylüle gelene kadar yaşanan bir takım akımsal çabalar, çoğunlukla edebiyat dergileri çevresinde geliştiğini görürüz. Hemen her dergi, bir takım ütopyalar ya da manifestolar etrafında birleşen yazar ve şairlerle büyümek, serpilip gelişmek istemiştir. Aynı dönemde edebiyatı besleyen, büyüten dergilerin yanı sıra bazı ulusal gazetelerin de edebiyata ilişkin eklerinden de söz edilmelidir.

    Kısaca özetlediğim dönemde, okuru etkileyen, şiirlerinin ezbere okunduğu politize olmuş şair ve yazarların öne geçtiğini; Nazım Hikmet ve Necip Fazıl ekseninde yetişen gençlerin de bu evrende yer edinmeye çalıştıklarına tanık olunur.

    Peki, 12 Eylül sonrası bu canlı edebiyat ortamı yerini neye bıraktı? Buna değinmeden önce söylemem gereken şey, bilişim teknolojilerinin 12 Eylül sonrası dönemde büyük bir ivme kazandığı ki, kişisel PC de denilen bilgisayarlar kendine önce ulusal medyada alıcı buldu. 1990'da Ödemiş Efe dergisini İzmir'de Tükelmat Matbaasında bastırıyorduk. O dönem, masaüstü yayımcılığının adım adım ilerlediği yıllardı. Macintosch makinelerde alınan çıktılar, önce masa üstünde mizanpaj bıçağıyla kesilip sayfaya yapıştırılıyor, sonra tekrar filme alınarak basılıyordu. Uzun bir uğraştı. İnsan emeği ya da eli bir ölçüde önemliydi.

    İşin öyküsü bir yana, bu bilgisayar ya da bilişim sektörü zamanla öyle bir hız kazandı ki, bir gün benim gibi herkes internet denen o kutsal bilgi kaynağına erişiverdi. Edebiyatta kırılma asıl o zaman başladı. Bugün adına siz ister cılız şiir deyin isterseniz şiircikler; her ne ad konulursa konulsun, günümüze kadar gelen bu süreç özellikle şiir alanında müthiş bir kirlenmenin yaşandığı bir dönem oldu. İnternetin ilk başlarda edebiyat dergilerine iyi bir alternatif olacağına dair iyimser düşüncelerimi yaşanan kirliliği gördükten sonra terk etme noktasına getirdi beni.

    12 Eylül sonrası bu 28 yıllık süreçte şiire dair kimler neler yazmadı, ne savlar ileri sürmedi: Her yazanı şiir hoş gördü, saygıyla karşıladı ama o, kendi saflığını, asaletini hiç yitirmedi. Popülerliği ise hiç sevmedi. Medyada yer alan şarlatanları zamanı gelince sırtından atmasını bildi. Zaten gerçek şiiri de yücelten onun bu tavrı değil mi? Onca sürede adını şöyle bir çırpıda anabileceğimiz kaç internet şairi var ki şiiri günümüzde anılabilsin!

    Şimdi, kısa gün kârı deyip her gün sanal ortama sürülen yüzlerce şiir ya da şiirimsiler ancak yazanı tatminden başka ne işe yarıyor ki? Şiiri bir yarış atına benzetip durmadan onun bunun adına düzenlenen şu yarışmalarla şiir yücelecek mi sanılıyor? Popstar yarışmaları gibi üç beş şiirle kendini şair zannedenler saman alevi gibi çok çabuk sönüyor. Olan da gerçek şiire oluyor. O kadar çamurun arasından altını bulup çıkarmaya bazen bir kuşağın bile ömrü yetmiyor.

    Şiir, kendini öyküye ya da romana atlama tahtası yapmak isteyenlere öylesine bir tokat çeker ki, kişi tokadın nerden geldiğini anlayamaz. Şimdi kimileri de çıkıp diyecek ki, bak şunun yazdıklarına! Sokak ağzıyla ne de güzel şiire methiye düzüyor… Yoo, şiirin buna gereksinimi hiç olmadı, benimkisi olsa olsa ancak züğürt tesellisi. O, sarraf vitrininde ışıltıyla bize, gel diyor sadece.

    Pablo Neruda, Şili'de sadece madencilerin olduğu bir toplantıda şiirlerini okurken yüzleri kapkara, yırtık elbiseler içindeki topluluğun soluk almadan kendisini dinlediğini görünce, "İşte gerçek şiir dinleyicileri karşımda!" diyerek, şiirin gücünün bir kez daha kanıtlandığına tanık olur.

    Günümüzde davudi seslerle TV ekranlarını dolduran, öyküleri şiir diye yutturan şarlatanlar bir süre sonra unutulup gidecek; selin taşıdığı kumlar gibi zamanın önünde sürüklenecekler. Geriye ancak gerçek şiir kalacaktır. Ve işte o zaman şiir yıkık hanlarda yeniden doğacak. Sizi bilmem ama ben o yıkık hanın bekçisi olmaya çoktan adayım. Gelin, siz de bir köşesinden yıkık hana destek verin, ayağa kaldıralım, ne dersiniz?

    Kitap sahibi, daha doğrusu şiir piyasasını elinde bulunduran, yayınevlerine kendilerini bir şekilde kabul ettirenlerin şikâyet bağlamında söylediği şudur: Türkiye'de her üç kişiden beşi şairdir, diye. Bu lafın Aziz Nesin'den kaynaklandığı rivayet olunur. Her kim söylemişse söylemiş, bu söz gerçeğin altına çizilmiş kalın bir çizgidir. Usta yazar, bugünleri o günden görmüş, ne denir?

    Yayınevlerinin kadrolu şair ve yazarlarının kimi öykü ve şiirlerinin (yaşayanlar) sanal ortamda yayımlanmamasını haklı görmekle birlikte internet yoluyla kitaplarını satmaya çalışmalarını bir çelişki olarak görüyorum. Matbuat yoluyla şöhret olan yazar ve çizerlerin birçoğu yaşları nedeniyle internet dünyasından uzak kalmış ve bu yolun kendilerine ne getireceğini kestiremez durumdalar. Endişelerinin kaynağı bu olsa gerek.

    Bir süre yayın piyasası içinde bulundum. Yayınevi patronlarının olaya hangi pencereden baktıklarını somut olarak gördüm. Örneğin, bir yayınevi patronu için şiir kitabı bastırmak intihardan farksızdır. Onlar edebiyatta en çok neyin gelir getireceğini yanlarında uzman diye çalıştırdıkları kişilerin raporlarından öğrenirler. Bu ülkede Urfa'da köy ağası iken İstanbul Cağaloğlu'nda sol yazarlardan kurduğu ekiple kitaplar basan bir yayınevi patronunu umarım ilk benden duymadınız!

    Bazı yayınevi patronlarının ölçütleri sinema yönetmenlerinin öykülerini aratmayacak boyutlarda olduğunu edebiyat dedikodularından duymayanınız var mı? Bu işler doğrusu ince işler. Benim gibi kalın kafalıların kafası bir türlü basmıyor. Oysa Victor Hugo gibi elimizde şiir dosyası kapı kapı yayınevi dolaşıp O'nun gibi, şiir kitabını basmayan yayınevi sahibine; "Yazık, geleceğin en büyük yazarının şiirlerini basmamakla büyük bir onurdan mahrum oluyorsunuz", diyemedik. Hem desek de, ne diyebilirdi ki bize, Urfalı ağam!

    Enver Ercan bir gün Özdemir İnce'yle söyleşi yapmaya gider. Buluştuklarında şaire, bir çay bahçesinde tesadüfen tanıştığı bir gemiciden söz eder. Gemiciyle sohbeti sırasında onun yeni bitirdiği bir şiirini okuma şansı yakalar. Bu, Ercan'a göre, gemici şairin sıkı bir şiiridir. Yayımlayabileceğini söylediğinde gemici, tedirgin olur. "Ben yalnızca balıklar için yazıyorum." der ve aceleyle şiirini ceketin cebine atar. Ardından iyi günler dileyip aynı tedirginlikle çekip gider. Peki, günümüzde acaba kaç kişi, şiirinizi yayımlayabilirim diyen birine, o gemicinin söylediğini söyleyebilir ki!

    Cahit Tanyol onunla yaptığım söyleşide belirttiği gibi şiir dünyasında mafyalaşma eğilimleri net biçimde görülüyor. Bu durum, ekonominin altın kuralını işlettiğimizde nasıl kötü para, iyi parayı kovarsa, kötü şiir de, iyi şiiri -dergilerden- kovuyor galiba!

    Ama yine de, iyi şiir her türlü engeli aşmasını bilir...

    Ömer Akşahan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      PAKİZENİN KOT PANTOLONU

    Bu bir meraklının aday adaylığı öyküsüdür. Sayın genel başkanının gözüne girmesi de adaylığının önkoşuldur:



    "- Yoook, dedi, hiç umut yok; canına kıyacak. Su gibi kızım, Pakizem elden gidiyor.
    Almaya hiç mi hiç niyetim yok da, uygun bir yöntemle başımdan savuşturmaya çalışıyorum:
    - Öteki bayrama halletsek yenganım?
    Kadın öteki bayramın seçim sonrasına denk geldiğinin bilincinde, bu kez ikellerini dizlerine vura vura çırpınmaya başladı:
    - Gidiyoor, gidiyor!

    Çırpınıyor da çırpınsa ne olacak; karşısında kale gibi duruyorum. O da zaten para çıkarmayacağımı anlayınca taktik değiştirdi; kalktı yanıma geldi. Burnuma kadar eğildi, gözlerimin içine içine:
    - Senden hayır çıkmayacak. Kızıma acımadın bari onunla birlikte gömülecek oya acıyaydın. Sen böyle mi politikacı olacaksın? Böyle mi belediye başkanı seçileceksin?

    Kadın can alıcı soruyu sorduktan sonra uzaklaştı, yeniden koltuğa oturdu. Bu kez de canalıcı sorusunun daha canalıcı yanıtını beklemeye başladı. Haklı da, sen koskoca beldenin belediye başkanlığına soyun, öz be öz partili evin öz be öz partili kızına bir kot pantolonu çok gör. Üstelik o rengini atan beyazlaşanlarından, adilerinden yani. Ömründe kot pantolon denen giysiyi ne aldım ne de giydim; ama politika bu, aldırır.

    Hadi almadık, savuşturduk; ya kız gerçekten canına kıyarsa? Hak saklasın bir de ölürse? Bunu da sayın genel başkan duyarsa? Koskoca bir oyu heba ettiğim için, kuşkum yok, partiden ihraç bile eder. Bundan daha büyük suç mu olur?

    Hiç şıkkı yok, Pakize'ye kot pantolon alınacak. Bu bir yurt sorunu, bir ulus sorunu oldu artık. Hanım aylardır koridora yolluk istiyor; "hort zort!" geçiştiriyorum. Alt tarafı yolluk, önemsiz. Ama bu öyle değil. Bir anlamda devlet sorunu. Yırtık pırtık yollukla da idare edilir; ama Pakize'nin kotu? Eh, bizim de kıçımızı başkanlık koltuğuna iliştirmeden öbür dünyayı onurlandırmaya hiç mi hiç niyetimiz yok. Artık tam anlamıyla bir olmazsa olmazla karşı karşıyayız:
    - Yenge, hanım kızımızı üzmeyelim bari. Kaç paraymış o rengini atan şey?

    Bayanın gözleri parladı. En ufak bir olumsuz mimikte çırpınmaya hazır duran ellerini, gücü kalmamış gibi yanlara bıraktı, rahatladı. Şimdi çırpınma sırası bende:
    - Üçyüz yetmişmiş, sayın başkanım.

    Bak şimdi, bir kot pantolon nelere kadir; az önce çırpınan, kendini yerden yere ataacak diye korktuğum kadın, daha aday bile olamayan adama "Sayın Başkanım!"ı yakıştırıverdi. "Sayın Başkanım!", bundan daha hoş bir söz düşünülebilir mi? Hatta, büyülü bir söz bu. Yalnızca rakam pey hoş değil. Bu parayla beş takım yolluk alınır ya da üç aylık mutfak masrafı karşılanır sanırım.

    Neyse, yolluksuz da yaşanır. Ayrıca "Aç mezarı yok" diye bir söz var. Ama oysuz iş yürümüyor. Üstelik "Sayın başkanım sözü, değil üçyüz yetmişi, beşyüz yetmişi bile alır götürür. He tanrı korusun, kız bir delilik etse, bu sayın genel başkanın kulağına gitse! Alimallah, o başkanlık koltuğuna ilişmeden adamın helvasını yerler. Hem de iştahla.

    ...

    Bu günlerde aday adaylarının tanıtımı amacıyla düzenlenen yemeğin heyecanı içindeyim. Üstelik sayın genel başkan da onurlandıracaklar. Bu ilk karşılaşmamız olacak. Onun gözünde bırakılacak iyi bir intiba öteki aday adaylarından bir adım önde başlamak demek.

    Bu yemekte yaşanacaklar, sayın genel başkanın yanı sıra beldemizin önde gelenlerinin gözünde de çok önemli. Öyle ki, parti ileri gelenleri "Hah işte, sayın genel başkanın adamı bu. Genel başkan işaretini verdi. Artık beldemizin belediye başkan adayı belli. Başkaları ile vakit yitirmeyelim" diyebilsinler. Siyasette bir gün bir gündür. Vakit yitirmeden çalışmalara başlayıp, karşı partilerden bir adım da önde olmak gerek.

    Parti için yaptığım fedakarlıkları, harcadığım paraları sayın genel başkana ayaküstü anlatamayacağıma göre, güzel bir görüntüyle, basına verilecek güzel pozlarla öne geçmem gerekiyor. Bunun yolu da sayın genel başkana daha yakın olmak, birlikte resimler çektirmek. Kimi kendini bilmezlerin yaptığı gibi, kene örneği yapışmak bize yakışmazsa da, pek uzağında da durmamak gerek.

    ...

    Yemekteyiz. Selamlaşma anında estetik bütünlüğü de korumuş olmak için önümdeki yiyeceklere dokunmuyorum. Aslında kimse de dokunmuyor. Yiyeceklerle bakışıyoruz.

    Bu arada, sayın genel başkanın gelişi gecikiyor. Geciktikçe açlık duygusu artıyor. Bir ara eğildim, ayaklarımın arasına koyduğum çantayı karıştırdım; biküvi, çubuk kraker, incir filan kalmış mı? Eser yok. Hanım her zaman bir şeyler atardı çantaya "politikacı seferidir, aç kalmayasın" derdi. Genel başkanla yemek yenecek deyince "Zaten yemeğe gidiyor, aç kalmaz" diye düşünüp hiçbir şey koymamış.

    Çantadan bir şey çıkmayınca, kapatıp, başımı masanın altından çıkardım. Çıkarırkan "Ne yapıyor bu adam" diye bakan var mı diye sağa sola baktım. Uçuca birleştirilmiş sekiz on masa bomboş. Beyaz örtünün üstüne dizilmiş soğuk mezelere hiç dukunulmamış, tüm güzelliğiyle öylece duruyor. Sanki herkes salonu terk etmiş. Ancak o an bir inanılmaz daha gerçekleşti. Başlar, masaların altına çokça uçan balon bağlamışlar da bir anda iplerini kesivermişler gibi, uçuşmaya ve uçan başlara bağlı eller, masaların üstündeki güzelliği helak etmeye başladı.

    ...

    Restoranın giriş kapısında bir kıpırdanma başlayıp, alkış tufanı da koptuğunda soğuk mezelerin eser halindeki görüntüleri hiç de estetik durmuyordu. Ancak, açlıktan "Ulan!" lı, "Herif!"li sözcükler barındıran tümceler, yerlerini "Sayın"lı, "Kendileri"li olanlara bırakmıştı.

    Sayın genel başkanın neyimizi kutladığı anlaşılmıyordu ama, sıradan herkesi iki yanaklarından öperek kutluyordu. İlk önce parti öndegelenlerini kutladı, sonra doksan derece dönüp bizim masaya yöneldi. Hem de upuzun masanın neredeyse en dibinde oturduğum halde bana doğru gelmeye başladı. Benim durumum da, içtiğim su soluk boruma kaçtığından çok kötü; atıştırdığım soğuk mezeleri püskürdüm püsküracağim. Kendimi tutmaya çalışıyorum. Bir yandan da sayın genel başkan üstüme geliyor. Gelişi o denli hızlı ki, uzun boyunun altındaki kocaman pergeli andıran bacakları ile adımları sanki üçer beşer atıyor gibi. Biri sayın genel başkanın kulağına, "Şu karşıdaki gri takım elbiseli cengaver var ya, işte o partimizin en değerli adamıdır. Önce onu tebrik et" demiş gibi, yüzlerce kişiyi bıraktı, üstüme geliyor. Çıkarmak üzereyim. Sesim çıkmıyor. O halde, içimden "Üstüme gelme sayın genel başkanım" diye yalvarıyorum. Geliyor. "Gelme genel başkan!" , "Gelme be!", "Gelme ulan!" Geldi. Mengene gibi elleriyle elimi sıktı. Sağ yanağımdan öptü, ama solu öpmek kısmet olmadı.

    ...

    Salondaki herkes şaşkınlık içinde bana bakıyor. Genel başkanını tepeden tırnağa yıkayan adam görmek hayatta kaç kişiye kısmet olur?

    Artık bitti. Başımı ikellerimin arasına aldım, bir şey inceliyormuş gibi masaya bakıyorum. Kabahat işlemiş çocuklar gibiyim. Yabana giden emeklerimi düşünüyorum. Artık ne çalışmalarım bir işe yarar, ne de onca yıl yemeyip içmeyip parti için harcadığım paraların bir yararı olur. Özür dilemek, o hiç bir işe yaramaz. Sayın genel başkan onca aday adayının arasından, yüzüne püsküren beceriksizi mi işaret edecek "Öhöm öhöm, adayım budur" mu diyecek?

    ...

    Genel başkan salona dönünce ilginç bir şey daha oldu. Nedense yine bizim masaya yöneldi. Hatta yine benim üstüme üstüme geliyor. Yine aynı hızla. Yandım!

    İki olasılık geliyor aklıma. Ya hiç bir şey olmamış gibi kutlamaları kaldığı yerden sürdürecek, ya da çok küçük bir olasılıkla canı yine kostüm değiştirmek istiyor.

    Geldi, elimi sıktı:
    - Çok heyecanlısın. Heyecan iyidir ama, biraz sakinleşmelisin.
    - ?
    - Hakkında övgüler dinledim...

    İçimden "Biriyle karıştırıyor ama, haydi hayırlısı" derken sayın genel başkanın aklına çok önemli bir şey gelmiş olmalı:
    - Haa, dedi, partili Hüsniye hanım sana adeta tapıyor. Kızını ölümden kurtarmışsın. Onu anlattı geçende.

    İçimden "Hoppala, ben hiç kimseyi bir yerden kurtarmadım. Ben beceriksiz bir belde belediye başkanlığı aday adayıyım. Gerçi onu da yüzüme gözüme, hatta sayın genel başkanın üstüne başına bulaştırdım ya" diye düşünürken, sormadan da edemedim:
    - Sayın genel başkanım, bir yanlışlık olmasın. Kimin çocuğunu ölümden kurtarmışım, bu Hüsniye hanım da kim?

    Sayın genel başkan tebessümle sırtımı yepti:
    - Bu denli mütevazı olma sayın adayım! Hüsniye hanım işte, Pakize kızımızın annesi.
    - Anımsadııım! Pakize'nin kot pantolonu."

    Mehmet Önder


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Deniz Marmasan

     Kahveci : Deniz Marmasan


       Adımda Uykun

    Parmak uçlarımdan uzandım; boynun ayı taşıyordu, gözlerin geceden taşıyordu. Avuçlarımın arasından kayan kumrallığın güneşli ülkelerin yataklarında rüzgârla geriniyor, kokunu peşi sıra sürükleyen eylül sonları, baharat sepetlerinden yediveren bahçelere taşınıyordu. Şehvetengiz latin sularına dağlanan bir mektup gibi katladım kalbimi. Nabzın; zarf, usulca yerleştirdim. Yerleştiğim her yerde göçebe, sana kalandım. İpek yollarında masallardan düşeyazdım. Gök yaşantılarına sahilleri müjdelemek için fışkıran palmiyelerin altında, kanadına hasret dolanan turnaları saydım. Sayarken, güne düştüm. Hesapsız taklalarla uykularını böldüm. Böldüğüm pembelikte, kanatlanan dün oldum, yarına oturdum, destan biçtim.

    Gecenin kaftan renklerinden kirpiklerine yaş bıraktım. Sularımda yıkadığım gemileri, dudaklarının biçimlendirdiği öpüşlere bıraktım; sallantılı bir denizin Akdeniz hali...

    Leylak sesiyle bölünen zifirilikte yasemin dokunuşu; ürpertisi zamansızlığın.
    Kucak kucak vişne mevsimiydi, gecesi uzun, gündüzü gündelik. Gecesi kaplı, yosun renginde zehir tadı, baş dönmesi iz, bileğinden akan güvercin kanadı.

    Bölüştüğümüz hayatta, meydan okuyan bir sarılmaydı sarmaşık yansımamız. Çarşafından havalanan cümleleri yalnız şiirlerimizin; gizli benin, sen kırılması.

    Yarın başka, bugün tuhaf özlemelerim. Hiç konuşmadığımız bir ağacı izleyerek, ekime valiz toplayan ağustos böceklerinin dile gelmişliğinde, tüm biletlerin varış istasyonlarından sana varan çağrıyım. Çok tanıdık bir başkalıktan seslendiğim sesin..., kapılarını açık bırak, anahtarları fesleğen diplerinde.

    Ben senin her mevsiminde, ben senin her uykunda; yarınından taşınan, dününe saçılan nar...

    Bir gün, belkisiz, mutlaka sularda...

    Deniz Marmasan
    denizmarmasan@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      ÇAR'A MEKTUP

    Sevgili Nesrin Kazankaya'nın yönetip yaşattığı Tiyatro Pera 2 Kasım akşamı yeni oyunu Vanya Dayı'ya çağırdı bizi; konuk oyuncularla desteklenen topluluk başarıyla canlandırdı Çehov'un ünlü oyununu.

    Nesrin, her oyun için hazırlanan kitapçığı sıradan bir kitapçık olmaktan çıkarır hep; oyunun yazıldığı dönemin, ilgili ülkedeki ve dünyadaki belli başlı olaylarını özetler; ayrıca daha başka yararlı bilgiler, belgeler de sunar izleyiciye. Bu kez de öyle yapılmıştı: Vanya Dayı'nın yazılıp oynandığı dönemde Rusya fokur fokur kaynıyor; 1861'de kölelik yasal olarak yasaklanmış; köylülere 49 yıllığına toprak kiralanmaya başlamış. Toprak dağıtımı, hali vakti yerinde küçük bir çiftçi kümesiyle, eskisi kadar aç ve umutsuz, kalabalık bir yoksul köylü yığını oluşturmuş. Rus köylüsü yasal açıdan özgürlüğe kavuşsa da, ekonomik açıdan eskiden beter duruma düşmüş. Yıllık 'kurtuluş vergisi' getirilmiş; bu da köylüleri daha da bağımlı kılmış. Birçok köylü ailesi, gereksinmelerinin biraz üstünde ürün yetiştirip fazlasın vergileri ödemek üzere pazarlama yolu seçer olmuş.

    1894'te Çar II. Nikola tahta çıkmış.

    1896'da, II. Nikola'nun Moskova'daki taç giyme töreninde Khodynka'da meydana gelen kargaşada 2000 kişi can vermiş.

    1900'da Donet Havzası'ndaki işçiler topluca işi bırakmış.

    1903. Rus Sosyal Demokrat Partisi, Menşevikler ile Bolşevikler diye ikiye ayrılmış.

    1904. Büyük Putilov fabrikasında işçilerle işveren arasındaki görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanmış. İşveren birkaç işçiyi işten atınca, bütün işçiler işi bırakmış; buna bağlı olarak bütün Rusya'da metal işleyen fabrikalar durmuş. Georgi Gapon başkanlığındaki bir işçi örgütü, 22 Ocak Pazar günü, düzenlenecek gösteri sonrası, Çar'a bir dilekçe vermeyi kararlaştırmış.
    Georgi Gapon yönetimindeki 140 000'i aşkın işçi, St. Petersburg'ta kışlık saraya yürürken, polis ve askerler yolu kesmiş; Muhafız Alayı, alanı boşaltmayan halka ateş açınca 1000 kişi ölmüş, yaklaşık 5000 kişi yaralanmış.

    29 Ekim'de St. Petersburg Sovyeti ilk toplantısını yapmış.

    Başlıca olaylar bunlar; ve o 140 000 kişi, Çar'larına şu dilekçeyi vermek istiyormuş:

    "Efendimiz!

    Burada toplanmış olan binlerce kişi, insan görüntüsünde olsak da, insanca hakların hiçbirine sahip değil; konuşma, düşünme, toplanma hakkımız yok. Memurlarınızın da katkısıyla tam bir esaret altındayız. İşçi sınıfının ya da sıradan halkın çıkarlarını savunan tek bir söz dudaklarımızdan döküldüğü an, ya sürgüne ya da zindana yollanıyoruz. İşçi ve köylüler, hükümeti ve halkı soyan bürokratların elinde. Bürokrat hükümet ülkeyi utanç verici bir savaşa soktuğu gibi, çok daha beter felaketlere, korkunç bir sona sürüklemekte. İşte bu nedenle sarayınızın duvarları önünde toplandık. Buraya, kurtuluşun son umut ışığını bulmaya geldik. Halkınızdan yardımınızı esirgemeyin. Onları haksızlığın, yoksulluğun, bilisizliğin derinliklerinden çekip çıkarın; onlara kendi yazgılarını saptama hakkını tanıyıp bürokrasinin elinden kurtarın. Sizinle halkınız arasına çekilen kalın duvarı yıkın, bırakın sizinle birlikte onlar da yönetime katılsın. Rusya, yalnız bürokratik bir hükümetle yönetilemeyecek kadar büyük ve çok sorunlu bir ülkedir.

    Bu ilkeye, halk temsilciliği gereklidir. Halk kendi kendine yardım etmeli, kendini yönetmelidir. Halkın yardımını geri çevirmeyin, bu yardımı kabul edin, halkın her sınıf ve kesiminden seçilecek Rusya temsilcilerini göreve çağırın.Bırakın kapitalistler, işçiler, bürokratlar, din adamları, doktorlar, öğretmenler kendi temsilcilerini seçsinler. Bırakın hepsinin özgür ve eşit bir 'oy'u olsun. Bırakın, Anayasa'ya dayanan bir meclis için, gizli oyla yapılacak âdil bir genel seçime gidilsin.

    Efendimiz!
    Size gelişimizin başlıca nedenleri işte bunlardır. Bu isteklerin hemen yerine getirilmesi için emir buyurunuz. İşte o zaman Rusya mutlu olacak; adınız, hem bizim, hem bizde sonra geleceklerin kalbine sevgiyle yerleşecektir. Ama bu dileklerimizi kabul etmez, bize sırt çevirirseniz, şu anda, sarayınızın önünde, bulunduğumuz alanda ölmeye hazırız. Sizden başka başvuracak yerimiz kalmadı, başka yere gitmemizin anlamı da olamaz.

    Önümüzde yalnızca iki yol var. Birincisi özgürlük ve mutluluğa, ikincisi mezara gidiyor. Rusya'nın acılarını dindirme uğruna canlarımız feda olsun.Bizler bu özveriye seve seve katlanmaya hazırız."

    Görüyorsunuz ya, yasal kölelikten ancak 1861'de kurtarılan işçiler, köylüler; eğitimin kırıntısından yararlandırılmadıkları hâlde, çıkış yolunu da, yapılması gerekenleri de açık seçik biliyor, yerine getirilmeleri için alçakgönüllüce yalvarıyorlar. Peki, bu dilekçeye kulak vermesi, istenenleri gerçekleştirilmesi gereken Çar Hazretleri ne yapıyor? Gelin onu da yine Nesrin Kazankaya'nın notlarından okuyalım:

    "Ne üzücü bir gün! İşçiler kışlık saraya gelmek istedikleri için St Petersburg'ta ciddi karışıklıklar çıktı. Askerler birkaç yerde ateş açmak zorunda kaldılar. Pek çok insan yaralandı ve öldü. Tanrım, ne acı, ne acı bir gündü! Bugün annem saraya geldi, hemen kiliseye gittik, öğle yemeğini birlikte yedik, sonra ben Mişa ile küçük bir yürüyüşe çıktım. Annem gece yatısına kaldı."

    Çar böyle, peki ya oyundaki okur-yazar kadınlarla erkekler? Onların da Çar'dan ayrımı yok elbet; bütün Rusya'da yer yerinden oynarken, işçiler köylüler direnip can verirken, onlar can sıkıntısından patlamaktadır; sevimli, sevecen, hepsinden daha bilinçli doktorun ve Vanya'nın yeğeni Sonya'nın dışında hiçbiri çalışmaz, herhangi bir çiftlik işine bile el sürmez; Vanya'nın ömrü, seve seve beslediği asalak, üretimsiz profesör Serebryakov'un genç, güzel eşi Yelena'ya yanıp tutuşmakla geçer. Ama Yelena yerleşik kural ve alışkanlıkları çiğneyip doğanın, yüreğinin sesini dinleyebilecek güçte değildir; evin en mutlu, en canlı kişisi Sonya da doktora vurgundur; oysa, tersliğe bakın, doktorun gözü Yelena'dadır.

    Neyse, burada keseyim, kendiniz gidip görün oyunu.

    İşin en çarpıcı yanı, bu asalak okur-yazarlar böyle oflayıp poflarken; incir kabuğunu doldurmaz sorunlarla boğuşurken; başarılı bir sahne düzenlemesiyle bir köşeye oturtulmuş kadın-erkek hizmetliler, sabahtan akyama, akşamdan sabaha aralıksız çalıştırıldıkları hâlde, yakaladıkları ender fırsatlarda gazete karıştırmakta, dünyada, Rusya'da olup biteni öğrenmeye çalışmaktadır.

    St.Petersburglu işçilerin Çar'dan istediklerini Sovyetler Birliği yerine getirmeye çalıştı bir süre; ama Çar'ın kalem efendilerinin yerine Stalin'in kalemli zaptiyeleri aldığından, ne toplumcu düzen kurulabildi, ne gerçek eşitlik sağlanabildi, ne ayrıcalıklar yok edilebildi; ve sonunda insanlığın en soylu, en büyük umudu 1989'da Berlin Duvarı'yla birilikte yıkılıp gitti.

    Neyse ki, yerkürenin öbür köşesindeki küçücük bir adanın 500 yıldır sömürülmüş insanları, okutulmuş çocukları Vanya Dayı'dakilere benzemediği; kör bencillikten kurtulup bilinçli bencilliğe geçebildikleri için, 1959'da, yukarki dilekçede söylenenleri eksiksiz yaşama geçirmeye giriştiler; halkın her kesiminden insanlar, üstelik anamalcı ülkelerdeki gibi uyduruk demokrasi uyarınca, para pul dökmeden, bağırıp çağırmadan; yalnız kendilerini çevrelerine beğendirebildikleri için ya yerel meclislere ya da ulusal meclise temsilci seçiliyorlar; yine beş kuruş almadan, seve seve, 2 yıl görev yapıyor; sonra emeklilik için herhangi bir aylık ya da ev ya da araba beklemeden, görevi başka yurttaşlarına bırakıp çekiliyorlar.

    Böylece Küba'da, en küçük birimden en tepeye dek, 365 gün, 24 saat, gerek ülkenin, gerek dünyanın somut sorunları konuşulup tartışılıyor; bütün kararlar bu uzun tartışmaların sonunda oy çokluğuyla - çoğu kez oy birliğiyle - alınıyor. Dolar milyarderleri, göz boyayı tüketim oyuncakları yok; sömürge döneminde kalmış görkemli konaklar bakımsız, boyasız; ama okullar, hastaneler pırıl pırıl; başta kadınlar, bütün yurttaşlar, yediden yetmişe canlı, umutlu, sevinçli.

    Oyuna dönersek, o çiftlikte yaşayanların neden boş yere sıkıldıklarını; 1917'den sonra sağlam bir eğitimden geçirilen güzelim Rus ve Sovyetler halkının neden 1991'den sonra yoksulluğun çaresizliğin en korkuncuna yuvarlandığını; bakmaya kıyamayacağınız balerin kızların, doktorların, mühendislerin neden bizim cinsel açlıkla salyaları akan erkeklerimizin kucağına düştüğünü bir kez daha düşünmemizi sağlayan Nesrin Kazanka ve arkadaşlarına sonsuz teşekkür.

    *

    4 Kasım'da TÜYAP Kitap Fuarı'ndaydık; Berfin yayınları satış yerinde sevgili Erol Bilbilik ile Okan Gökay Emgengil kitapların imzalıyordu; akşam 17'de Yılmaz Dikbaş'ın konuşması vardı.

    Yılmazcım, her zamanki gibi, kısa, özlü, dolu sözlerle yurdumuzun şu ünlü Halkoylaması'ndan sonraki durumunu anımsattı; varımız yoğumuz satılırken, yerüstü yer altı kaynaklarımız talan edilirken; egemenlik ve bağımsızlığımızın son kırıntıları ayaklar altına alınırken, kimsenin ses çıkarmayışı üzerinde durdu. Atanmışlardan oluşan Meclis'in de; satılmışların doldurduğu sözlü-yazılı iletişim araçlarının da; AB'den para alan, öğrencileri Erasmus izlencesine göre Türk değil, Avrupa Birlikçi uşak kılmaya çalışan üniversitelere değindi; bu tür konuşmaların sonunda hep: Ee, peki, ya çözüm? diye sorulurmuş sevgili dostuma.

    Çözüm önerisi yerine, şu olayı anlattı:

    " 2. Dünya Savaşı sırasında, Nâzım Bursa cezaevinde; odasının duvarına bir Avrupa haritası asmış; kırmızı kalemle, her gün, Alman ordularının ne yaptığını, hangi ülkeye girdiğini, nereye kadar geldiklerini işaretliyor, bir yandan da: oh, oh! diye sevinç çığlıkları atıyormuş. Koğuş arkadaşları bir bakmış, iki bakmış, sonunda dayanamayıp sormuşlar: yahu Nâzım Abi, sen toplumcusun, neden Alman faşistlerinin ilerleyişine bu kadar seviniyorsun? - Neden olacak, sonları yaklaşıyor da, ondan! diye yanıtlamış Büyük Usta."

    Bu, Nâzım'a da, Yılmaz'a da yakışan bir öykü elbet.

    Ancak, buharlı makine bulunalı beri dünyayı sayısız bunalıma sokmuş, milyarlarca insanın canını almış olan anamalcı yalan-talan, Wilhelm Reich'ın Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı'ında çok güzel gözlerimizin önüne serdiği bir çarkla oluşturduğu kişilik yapılarına dayanarak, şimdilerde elindeki sihirli değil, zehirli değnekle, para birimlerini istediği zaman istediği gibi indirip çıkararak, çıkmasını bütün insanların özlemle beklediği canı çıkmazdan önce korkarım daha milyarların canını alacağa benziyor.

    İster istemez yarattığı, yaratacağı çelişkilerin bu gidişi hızlandırmasını dilemekten; o çelişkilerin artmasına yardım etmekten başka çâremiz yok elbet.

    *

    Onun için sözümümüzü yine hiç umudunu yitirmeyen bir Anadolu çocuğunun,Ali Yüce'nin dizeleriyle bitirelim.

    ŞİİR SICAĞI

    Bizim sıcağımız
    Akdeniz sıcağı canım
    Yunus Emre sıcağı
    Pişirir ekmeğimizi yakmaz
    Toprağımız halk toprağı
    Kimseyi ekmeksiz bırakmaz

    Sizin ateşiniz
    Moğol ateşi canım
    Yakar ekmeğinizi pişirmez
    Döşeğiniz kuştüyü olsa
    Gözlerinize uyku girmez

    Bizim yaylamız
    Karacaoğlan yaylası canım
    Ördek boyunludur kızları
    On dördüne basmadan
    Ay olur yıldızları

    Eğer bana inanmazsan
    Antakya'ya geldiğinde
    Dallarından salkım salkım
    Aylar sarkan ağaca sor
    Unutma canım

    Bizim sıcağımız
    Şiir sıcağı canım
    Yunus Emre sıcağı
    Pişirir Kerem'i yakmaz
    Toprağımız halk toprağı
    Kimseyi sevdasız bırakmaz.


    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hilal Bayram


    MADAM CARLOTTA

    Fonda Une Histoire D'Amour… Bir elimde kadehim, içinde tüm duygularım rengi kırmızı! Tutkularımı yudumluyorum yavaş yavaş… Kısa bir bakış atıyorum ona. Fark ettirmeden… Arkası dönük, elinde kadehi, tutkularını yudumluyor yavaş yavaş… Gözleri kapalı olduğu halde camdan dışarıyı seyrediyor, dudaklarında bir tebessüm…

    O kadar benim, o kadar ben ki o anda, uzanıp öpmek istiyorum onu, tutkularımı akıtmak dudaklarının arasından…

    -Ben de, diyor. Şaşırmıyorum, dudaklarım tebessüm etmek için kıvrılıyor. Onun tebessümünün aynısı… Gözleri hala kapalı, biraz daha hissediyor şarkıyı, elinde tutkuları…

    Gözlerim kapalı, biraz daha hissediyorum şarkıyı, elimde tutkularım… Elimi tutuyor hayalimde, çekiyor kendisine, başımı göğsüne yaslıyor. Kalbinin atışı elimin altında: Sıcak, hızlı!
    Gözlerimi açıyorum, eli belimde, kalbinin atışı elimin altında: Sıcak, gerçek! Kokusu, baştan çıkarıcı…

    Sözcükler yok aramızda, dillerimiz lal… Tek bir dokunuşla seviyoruz birbirimizi, hiç dokunmadan belki de!
    Oturmak geçiyor içimden, başımı omzuna yaslamak, gözlerimi kapamak bir geceye onun kokusuyla.

    İki parmağının arasına alıp çenemi, başımı kaldırıyor. Gözlerimde o, gözlerinde ben… Yanağıma dokunmakla dokunmamak arasında gidip geliyor, titriyorum. Elimden tutuyor sıkıca, diğer elimde hala tutkularım… Şarap rengi koltuğa oturtuyor, başım omzunda. Saten elbisemin çıkardığı hışırtı şarkıya karışıyor ve ben gözlerimi kapıyorum bir geceye onun kokusuyla: Keskin, acı verecek kadar keskin! Tekrar kıvrılıyor dudaklarım tebessümün kucağına. Merak ediyorum, parmaklarım dudaklarını buluyor: Kıvrılmış bir tebessümle! Burnumu yavaşça boynunda gezdiriyorum, kaşlarım çatılıyor, içim titriyor, acı çekiyorum! Kokusu…

    Yavaşça boynumda geziniyor, kaşları çatılıyor, içi titriyor, acı çekiyor! Kokum…

    Sözcükler yok aramızda, dillerimiz lal… Parmak uçlarımızla seviyoruz birbirimizi, hiç dokunmadan belki de!

    Fonda Une Histoire D'Amour … Konuşmadan seviyoruz birbirimizi, konuşmadan sevişiyoruz…

    Yer Paris, yıl 1979…

    Hilal Bayram


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      AİHM'in Refah Partisi Karârı ve Takdir Marjı Üzerine IV

    Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, belirli birtakım târihsel ve siyasî şartların ürünüydü ve kaleme alındığı dönemin temel özelliklerini yansıttığı gibi, "ortak Avrupa mîrâsı"nı da içinde barındırıyordu. Nitekim Avrupa Konseyi, sözleşmenin giriş bölümünde de belirtildiği gibi, "üyeleri arasında daha sıkı bir birlik kurmak ve bu amaç doğrultusunda insan hakları ile temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesini sağlamak"(!) istiyordu. Yâni sözleşme, Evrensel Bildirge'den farklı olarak, konsey üyeleri arasında "daha sıkı bir birlik kurmak"(!) amacını esas olarak kabul etmiş, bu birliği insan hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesiyle sağlamaya çalışmıştı.

    Buna karşılık, konseye zamanla, târihsel ve siyasî bakımdan bu "ortak Avrupa mîrâsı"nın dışında kalan birtakım devletler de katılmış ve bu ortaklık zemini sorgulanmaya başlanmıştı. Konunun asıl önemli kısmı ise elbette ki, konseyin bir yaptırım organının olması; AİHM kararlarının "bağlayıcı" olmasıydı. BM'den çıkan kararların herhangi bir "bağlayıcılığının" olmaması, üye devletlerin "iç işlerine müdahale" gibi bir durumun ortaya çıkmasını engellemişti. Bu katılımlar ise hem konseyin, hem de AİHM'in meşrûiyeti konularında bazı soru işâretleri doğurmuştu. Bizzat bu "ortak Avrupa mîrâsı"nı paylaşan devletler için bile AİHM, kimi zaman değişik birtakım içtihatlar geliştirmek durumunda kalıyor, bu da AİHM'e yönelik eleştirileri arttırıyordu. (Çağlar, 1990:98)

    Dolayısıyla sözleşme, "insan hakları hukukuna ilişkin" ve "temel hak ve özgürlükler konusunda 'minimum standartları' belirleme ve bu ortak işbirliğini geliştirme"(!) amacıyla ortaya çıkmış, bu iki özellik arasındaki etkileşim, zamanla sözleşme hükümleri ile taraf devletler arasında başta egemenlik hakları olmak üzere çeşitli konularda bazı sorunların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştı. Ve sözleşme sisteminde öncelik, "bu standartların altına inilmesini engellemek" olmuş, bunların "geliştirilmesi"(') ise "zamâna bırakılmıştı"(!). Bu konularda ise taraf devletlere "ulusal takdir marjı" tanınmış ve meşrûiyet sorunlarının sözleşme sistemi içinde çözülmesi kararlaştırılmıştı. (Frowein, 1993:113)

    Ne var ki, bu "ulusal takdir marjı", AİHM kararlarında açık bir biçimde tanımlanmamış ve bunun yerine, "somut birtakım olaylar karşısında, ilgili devletlerin takdir marjlarını nasıl kullanacakları"(!) "gösterilmek istenmiştir"(!). Üstelik, uluslararası insan hakları hukukunun ikincil olması ve demokratik toplum düzenini belirleme konusunun öncelikle bir iç hukuk konusu olması da üye devletlere kaçınılmaz bir takdir marjını tanıma zorunluluğunu ortaya çıkartmıştır. Ancak, yine de AİHM, takdir marjını "birincil haklar" konusunda son derece sınırlı tutmuş, "ikincil ve üçüncül haklar" konusunda ise "sözleşmenin koruma altına aldığı hak ve özgürlüklerin özüne mümkün olduğunca dokunulmamasına"(!) çalışmıştır. (Türmen, 2001:8-9)

    Diğer taraftan, ikincil ve üçüncül haklar konusu, taraf devletlerde öncelikle kamu güvenliği, millî güvenlik, toprak bütünlüğü, vb. konularla birlikte düşünülmekte ve bu da taraf devletleri, takdir marjıyla ilgili olarak bu hak ve özgürlüklerin özüne dokunup dokunmama konusunda ciddî bir yol ayrımına getirmektedir. Başta "özel hayat" ve "genel ahlâk" olmak üzere bu gibi konularda ise AİHM, takdir marjını genişletici bir yorumla benimsemiş ve ulusal makamlara bu konuda, "sözleşme sistemi içinde daha geniş bir yetki" vermiştir. Nitekim bu konu, ilk kez Handyside Karârı'nda şu şekilde belirtilmiştir:

    "Devlet yetkilileri, ülkelerin temel güçleriyle doğrudan ve sürekli ilişkide bulunmaları nedeniyle, ahlâkî gereklerin tam içerikleri ve bunları karşılamak için tasarladıkları yasak ve cezânın gerekliliği hakkında bir görüş bildirirken, uluslararası bir hâkimden genellikle daha iyi bir durumdadır." (Handyside Karârı, 1976; para: 48) Fakat AİHM, takdir marjının demokratik toplum ideali çerçevesinde oluşturulan "ortak standartlar"ı(!) gözetmesi gerektiğini de hükme bağlamıştır; "sözleşmenin temel amacı, taraf devletlerin kendi egemenliklerine tâbî kişilerle ilişkilerinde, bu devletlerin uyacakları bazı uluslararası standartları ortaya koymaktır.

    Bu konuda mutlak bir tekbiçimlilik gerekli olmadığı gibi, aslında taraf devletler, kendilerine uygun buldukları önlemleri seçmekte serbest bırakıldıkları için AİHM, hiçbir devletin iç hukukunun esas ve usûle dâir özelliklerine karşı ilgisiz kalamaz." (Sunday Times Karârı, 1979; para: 61) "Ulusal makamlar, anayasal haklara işlerlik kazandırmak veya hukukun üstünlüğüne saygıyı sağlamak için gerekli gördükleri önlemleri almakta ilke olarak takdir marjına sâhip iseler de bu sınırlamaları sözleşmeden kaynaklanan yükümlülükleriyle bağdaşır biçimde ve sözleşme organlarının denetimi kaydıyla yapabilirler." (TBKP Karârı, 1998; para: 27)

    AİHM'in takdir marjı konusunda belirttiği bir diğer önemli konu da takdir marjının kullanımı hakkında gerek yasama organının, gerekse de ulusal yargı organının sorumlu olduğudur. (Handyside Karârı, 1976; para: 50) Hâliyle, takdir marjında öncelik yasama organına verilirken, ulusal yargı organının takdir marjı ikincil konumda bırakılmış ve ülke içindeki demokratik sistem ile sözleşme sistemi arasında, "oluşturulabilecek en güçlü bağ"(!) kurulmak istenmiştir. Ancak öbür taraftan, yargı organlarına da önemli bir yetki verilmiş; demokratik toplum idealinin gerçekleşmesi konusunda takdir marjının "meşrû bir amaca hizmet edip etmediğini kontrol görevi"(!), öncelikle ulusal yargı organlarına bırakılmıştır.

    Nitekim, sözleşmenin 8-11/2. maddeleri, sözleşme sisteminde hangi durumlarda sınırlandırmalara gidilebileceğini düzenler ve bu konuda öncelik yasama organındadır, takdir marjının kullanımı da ilk etapta yasama organına âittir. Yasama organının bu yetkiyi olası bir "suistimâline"(!) karşı AİHM, yargı organının da takdir marjını, "ilgili hak ve özgürlüklerin özüne dokunulmasını engellemek için"(!) tanımıştır. Ulusal makamların takdir marjını kullanma şekilleri ise her bir amaç için değişebilir niteliktedir ve özellikle de genel ahlâk konusunda daha geniş bir alan takdir marjının kapsamında değerlendirilirken, diğer konularda daha sınırlandırmacı bir tutum benimsenmiştir.

    Bununla birlikte, "gerek görülmesi hâlinde"(!) üst denetim, AİHM tarafından gerçekleştirilecektir. Ve AİHM, takdir marjının "denetimi"ni(!) hem yasama organı, hem de yargı organı üzerinden yapmakta; iç hukuk sisteminde alınan kararların ilgili mevzuata uygun olması hâlinde bile, "yasama ve yargı organlarının kararlarının sözleşme sistemine uygunluğu"na(!) bakmaktadır. Bu yönüyle AİHM, iç hukuk sisteminin verdiği kararları incelerken bir temyiz mahkemesi gibi davranmamakta; kararların, doğrudan doğruya "demokratik toplum idealine zarar verip vermediğine"(!) bakarak ve takdir marjının kullanılmasını, "bu idealin korunması ilkesi üzerine oturtmaya çalışarak"(!) hareket etmektedir.

    Bu konuda AİHM, Handyside Karârı'nda önemli bir ölçüt geliştirme yoluna gitmiş ve takdir marjının kullanımına ilişkin olarak temel şartları; "özenlilik" ve "iyi niyet"le tanımlamaya ve bunları da "amaçta meşrûluk", "ölçülülük ve orantılılık" ilkeleri ile "sosyal zorunluluk" şartına bağlamaya çalışmıştır. Ve her ne kadar AİHM, ulusal makamların hak ve özgürlüklere ilişkin müdahalelerinin demokratik toplum düzeni içinde gerekli olup olmadığını değerlendirirken onlara bir öncelik tanımışsa da bu gerekliliğin "sosyal bir zorunluluğa dayalı olarak kullanılıp kullanılmadığını inceleyerek"(!) son sözü söyleme yetkisini kendisine bırakmıştır. (Gemalmaz, 1980:299)

    §

    Görünen o ki, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin tartışmalar, demokratik siyasî sistem içinde gerek siyâset-hukuk, gerekse de iç hukuk sistemi-sözleşme sistemi arasındaki tartışmaların yumuşak karnıdır. Nitekim sözleşme sistemi, temel meşrûiyetini ve özünü, "demokratik toplum ideali"nden(!) alır ve bu idealin gerçekleşmesinde başat unsur olarak "düşünce ve ifâde özgürlüğü" ile "örgütlenme özgürlüğü" gösterilir; hâl böyle olunca, sözleşmenin 9-11. maddeleri bu idealle doğrudan ilgili olduğu için kapatma kararları, bu tartışmaların kaçınılmaz olarak merkezine oturur.

    Kezâ, AİHM'de görülen kapatma dâvâları incelendiğinde, başvurucuların genellikle bu üç maddeyi birlikte düşündükleri ve demokratik toplum idealinin korunması adına sözleşme sisteminde ulusal makamlara tanınan takdir marjının "en alt seviyeye çekilmesi"(!) taleplerinin sıklıkla dile getirildiği ilk bakışta göze çarpmaktadır. Ve AİHM, yargı organının "yerine geçmek"; karar alma süreçlerini doğrudan etkilemek de istemez. Zîrâ "AİHM'in, ilgili ulusal makamın yerine geçme görevi yoktur; ancak, yetkili iç organların verdikleri kararları, takdir marjı bakımından 11. madde açısından denetleme görevi vardır.

    Bu, AİHM'in dâvâlı devletin takdir marjını iyi niyetle, özenle ve mâkûl biçimde kullanıp kullanmadığını araştırmakla yetinmesi anlamına gelmez; AİHM, dâvânın bütünü ışığında, yakınılan müdahalenin 'tâkip edilen meşrû amaçla orantılı' ve ulusal makamlarca karârın haklı kılınması için ileri sürülen nedenlerin 'uygun ve yeterli' olup olmadığını değerlendirmelidir. Böylece AİHM, ulusal makamların 11. maddede belirtilen ilkelere uygun kuralları uyguladıkları ve buna ek olarak, kararlarını ilgili olayın kabul edilebilir bir tarzda değerlendirilmesine göre oluşturdukları konusunda iknâ olmalıdır." (TBKP Karârı, 1998; para: 47)

    Bu iknâ edilebilirlik konusuna ise AİHM, bir başka karârında şöyle bir açıklama getirmiştir: "'Gereklilik' kavramı, 'işe yarar', 'mâkûl' veya 'arzu edilir' kavramlarının sâhip olduğu bir esnekliğe sâhip değildir; 'gereklilik' kavramı, söz konusu müdahaleye neden olan 'toplumsal ihtiyâcın baskısı'nı ifâde etmektedir. Her olayda 'toplumsal ihtiyâcın baskısı'nın ne olduğunu birinci aşamada takdir edecek olan makamlar, ulusal makamlardır; onlara bir takdir marjı bırakılmıştır. Bununla berâber, onların karârının yeniden gözden geçirilmesi AİHM'in yetkisidir." (Dungeon Karârı, 1981; para: 48)

    İmdi, AİHM'in kapatma kararları hakkındaki içtihadına daha yakından bakıldığında anlaşılmaktadır ki AİHM, kapatma dâvâlarını üç aşamalı bir süreçte incelemektedir. Öncelikle, ilgili maddenin ki genellikle 9, 10 ve 11. maddeler birlikte düşünülmektedir; başvurucunun ihlâl iddiâsına uygulanabilirliğine bakmaktadır. Daha sonra, bu ihlâl iddiâsının, ilgili hakkın/hakların kullanımına ilişkin bir müdahale oluşturup oluşturmadığını araştırmakta ve son olarak da müdahale oluşmuşsa, bu müdahalenin meşrû bir amaca hizmet edip etmediğini incelemektedir.

    Bu son aşama ise ilgili maddenin/maddelerin ikinci fıkrâlarında belirtilen sınırlamalar çerçevesinde düşünülmekte ve müdahalenin meşrûluğunu, ilk iki aşamanın sağlanmasının ardından değerlendirmektedir. Burada önemli bir nokta ise sözleşmede meşrû amaç olarak sıralanan unsurların, "yasalarda öngörülmüş" olması ve "demokratik toplum ideali çerçevesinde sosyal bir zorunluluk"a dayanmasıdır. Yâni, "yasalarda öngörülmüş olma", müdahalenin yöntemini belirlerken, sınırlama nedenleri ile bu sosyal zorunluluk da müdahalenin ölçüsünü belirlemektedir.

    Ne var ki, burada serimlediğimiz bu beş karar incelendiğinde AİHM'in, kapatma dâvâlarına ilişkin olarak önemli bir içtihat değişikliğine gittiğini ve bunu da takdir marjı konusu üzerinden gerçekleştirdiğini tespit etmek mümkündür. İlk üç kararda AİHM, kapatma kararlarının amaçta meşrûluk şartını sağlamadığını(!), ölçülülük ve orantılılık ilkesine uygun olmadığını(!) ve bu partilerin kapatılmasına ilişkin sosyal bir zorunluluğun bulunmadığını(!) tespit etmiştir. RP Karârı'nda ise sözleşmenin 9-11/2 maddelerinde laiklik konusu tanımlanmamış olduğu hâlde, ulusal makamların takdir marjı kullanımıyla aldıkları kapatma karârının sözleşme sistemine uygun olduğunu hükme bağlamış ve bu yolla, 11/2. maddenin genişlemesine yol açmıştır.

    Dolayısıyla bu karar, kapatma dâvâları hakkında bir içtihat değişikliğidir ve aynı zamanda da ulusal makamların takdir marjı kullanımlarıyla, ilgili maddelerin ikinci fıkrâlarının genişletilebileceğini de hükme bağlamıştır. RP Karârı'nda AİHM, laiklik konusunda "ortak Avrupa mîrâsı"nı değil, Türk hukuk sisteminde kabul edilen yorumu dikkate almış ve Türkiye'deki dînî esaslara dayalı partileşmeler, teokratik nitelikli devlet ve kamu düzeninin kurulması yönündeki faaliyetler karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin meşrû takdir marjını kullandığını ifâde etmiş; Türkiye'de laiklik konusunun ne denli hassas bir konu olduğuna dikkat çekerek, ulusal makamların bu tür bir takdir marjı kullanımlarını yetki aşımı olarak değerlendirmemiştir. (RP Karârı, 2001; para: 64-6)

    Diğer taraftan, Batasuna Partisi Karârı'nda da ilgili maddelerin ikinci fıkrâlarında "terörü kınamama" gibi bir unsur yoktur; ancak AİHM, İspanya ulusal makamlarının kendi takdir marjlarını kullanarak aldıkları bu kapatma karârının da sözleşme sistemine uygun olduğunu tespit etmekle, 11/2. maddenin bir kez daha genişlemesini sağlayarak, RP Karârı'yla gerçekleştirdiği bu içtihat değişikliğini sürdürmüştür. AİHM'e göre Batasuna Partisi de doğrudan teröre başvurmamış; ancak, terör eylemlerini kınamayarak teröre dolaylı destek vermiştir ki, bu desteğin kendisi 11/2. maddede tanımlanmamış olsa da demokratik toplum idealiyle bağdaşmaz. (Batasuna Partisi Karârı, 2009; para: 85)

    Dahası, ilk üç kararda AİHM, Anayasa Mahkemesi'nin "sözleşme sisteminin koruma altına aldığı hak ve özgürlükler ile demokratik toplum düzenini korumak için değil"(!), anayasal düzen ile devlet ve kamu düzenini korumak için bir irâde sergilediğini, bunun ise ilgili hak ve özgürlüklerin "özüne ilişkin bir müdahale olduğunu"(!) belirtmiştir. Batasuna Partisi Karârı'nda ise AİHM, amaçta meşrûluk ile ölçülülük ve orantılılık ilkelerinden de önce sosyal zorunluluk şartına dayanmıştır ki, RP Karârı'ndan da farklı bir biçimde, sosyal zorunluluğun oluşması durumunda, siyasî partilerin kapatılmasına ilişkin bu ilkelerin ikincil hâle geleceğini de hükme bağlayarak bu içtihat değişikliğine başka bir boyut kazandırmıştır. (para: 73-7)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Akın Ceylan


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Avuçlarında Sevdanın Ateşi

    Kızıl büyüsü güneşin
    Döküldü omuzlarına
    Su birikintisine düştü aksi
    Baktı parçalanmış yüzü
    Gülümsedi deli deli

    Yaşama ışık tutan
    Omuz veren güçtür sevgi

    Çekti içine taze serin rüzgârı
    Hızlandı adımları
    Sevince battı görünce yüreği
    Akıp gitti sinirleri
    Sesi içli, gülüşü neşeli
    Öyle yumuşak
    Öyle sevgili
    Kucakladı kokusu, kolları sıcacık

    Sanki içten ışık tutuldu yüzlerine
    Nemli taş duvarların arasından
    Patladı coşkuyla tomurcuklar
    Kırıldı akrep ile yelkovan
    Avuçlarında sevdanın ateşi
    Kırmızı ve maviye boyandı
    Üşümüş ıssız tren istasyonu

    Düş Kuruyor Gece ' adlı kitabımdan - Ocak 2008 -

    Özge YILDIZ

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara - Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Bir konuda uzman olmadan fikir sahibi olmak ve hatta konunun uzmanlarından bilgi almak için http://www.uzmantv.com/ . Örneğin: Evde kendi kendinize ekmek yapmak istiyorsunuz ama hamur hazırlamaktan pişirmeye kadar tüm safhaları öğrenmek için kaynağa ihtiyacınız var. Ya da köpek beslemek istiyorsunuz. Acaba nasıl bir köpek seçmeli ve nasıl eğitim vermeli diye soruyorsunuz. Kısaca özetlemek gerekirse; bu web sayfasında bulacağınız kaynaklar gerçekten çok işinize yarayacak.

    Elinizdeki mevcut malzemeleri kullanarak bir şeyler üretmeyi ve hatta üretebildiklerimizi başkalarına gösterebilmeyi genellikle severiz. http://www.kendinyapsitesi.com/ web sitesi pratik şeyler üretmeyi seven ve sürekli araştıran meraklılar için güzel bir kaynak. Tavsiye ediyorum.

    http://www.incefikir.com/ …aklınızdaki her şeyi sorabileceğiniz veya var olan soruları cevaplayabileceğiniz bir paylaşım fikridir. İncefikir bir kurgu, hayatı kurcalama, garip bir fikir, aklınıza takılan bir soru, hep size sorulmasını hayal ettiğiniz o sorunun muhteşem cevabı, sizin söyleyemediğiniz ama onların söyledikleri, belki de kimsenin düşünemedikleri, zaten bildiğiniz ama duyma ihtiyacı duyduklarınız, bazen bir merak, bilmece ya da bulmaca, güldürürken düşündürmeyen mizah, yerine göre gerçek, çoğunlukla yalan dolandır… Bu sözlerle tanıtmış sitenin sahibi ne yapmak istediklerini, bu kadar söze ekleyecek bir şey bulamadım. Ellerine sağlık.

    http://www.komikler.com Komik olan ne varsa bu web sayfasında derlenmiş. Beğenebileceğiniz bir şeyler olduğuna emin olabilirsiniz.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Sarı Zeybek
    Fahir Atakoğlu









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20101109.asp
    ISSN: 1303-8923
    9 Kasım 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com