|
|
|
Editör'den : İyi Tatiller!.. |
Merhabalar,
Ve Allahaısmarladık. Epeyce bir süreyle ara verdiğim tatil programlarına, eğrisi doğrusuna denk gelen bu koca boşlukla yeniden başlıyorum. Hem ziyaret hem de ticaret bağlamında on gün süreyle yakınlarda olmayacağım. Gidenler ne dediğimi anlar, gidemeyenler de bir dahaki sefere giderler inşallah.
Bu vesile ile, tüm kahvecilerin, bütün memleket sevdalılarının, her şeye rağmen umudunu kaybetmeyenlerin bayramını kutlar, mutlu ve huzurlu bir tatil dilerim.
Metrobüsü peşine takan Angus ineği yerine, balık, tavuk gibi minik hayvanlarla, kansız, kazasız, belasız geçecek bir bayram temennisi ile huzurlarınızdan bayram ertesine kadar ayrılıyorum. Bayramı bilgisayar başında geçirecekler, yazılarını yollamaya hiç çekinmeden devam edebilirler.
Bayram ertesi, dinlenmiş, rahatlamış biri olarak sizlerle yeniden buluşmak üzere hoşçakalın. Kendinize mukayyet olun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TOPHANE'DE AYLAK BİR ADAM -2 |
|
Aylak insanın aklına kötü düşünceler üşüşür. Şeytan en çok aylak insanlara musallat olur. Şair "sevişmek, gülüşmek aylakların işiymiş," diyordu bir şiirinde. Aylak olmasına aylağım eyvallah ama ne seviştiğim var ne gülüştüğüm. Başımda bulut da gezdirmiyorum. Şeytana da uymuyorum, zararlı fikirler de taşımıyorum. Benimkiler öylesine şeyler işte. Sıradan, herkesin aklından gelip geçenlerden.
Öğretmenin biri köyde yaşlı bir amca bulmuş. Kurtuluş savaşı yıllarından kalma, yaşlı birini. Adam sürekli kahvede savaş yıllarını, açlığı, kıtlığı, Rus İşgalini falan anlatıp duruyormuş. Öğretmen çocuklarında milli duygular uyandırmak, cumhuriyete nasıl kavuştuğumuzu daha iyi anlatabilmek için yaşlı amcayı bayramda okula çağırmayı planlamış. Gitmiş amcaya düşüncesini anlatmış. Kibarca onu okuldaki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına davet etmiş. Okulun bahçesinde bayram kutlamak için hazırlıklar yapmış. Şiirler, marşlar, günün mana ve önemine uygun konuşma metinleri hazırlayıp bunu günler öncesinden öğrencilerine dağıtmış. Bayram sabahı gelip çatmış. Köylüler okulun bahçesine toplanmış. Yaşlı amca onur konuğu olarak muhtarın ve ihtiyar heyeti içindeki protokolde yerini almış.
Saygı duruşu, İstiklal Marşı ve açılış konuşmasının ardından güzel ve övgü dolu sözlerle yaşlı amca öğretmen tarafından kürsüye davet edilmiş. Herkes büyük bir merakla onun söyleyeceklerine kulak kesilmiş. O da başlamış anlatmaya; "Ruslar karşıki dere boyundan bizim köye doğru geliyorlardı. Karınca gibi çoktular. Biz onları görünce bi korktuk bi korktuk. Başladık yukarlara doğru kaçmaya. Kaçarken topuklarımız kıçlarımıza vuruyordu vallahi…" Eh be amca ya, hiç anlatmasan ne güzeldi. Herkes senden kahramanlık öyküleri beklerken, yapılacak iş mi şimdi bu? Zorla indirmişler ihtiyarı kürsüden. Aslına bakarsanız amcanın bir suçu yok. Rus harbi küçük bir çocuğun gözünde, belleğinde böyle yer etmiş. Ama öğrencilerin milli mücadeleyi düşmanlardan kaçarak kazandığımızı düşünmelerini kim ister?
Son zamanlarda Cumhuriyeti, Atatürkçülüğü, Atatürk Devrimlerini özellikle başka anlamaya, tarihi olayları canın çektiği gibi yeniden düzenle çabasında olan onlarca aydın var. İlk kez Jakoben kelimesinin küçümsemek, aşağılamak amacıyla kullanıldığına tanık oldum. (a. 1. Fransa'da Aziz Dominicus tarikatına bağlı rahip ve rahibeler. 2. sf. Tepeden inmeci.) Eskiden kullanılan Faşist, ırkçı, diktatör, komünist, şeriatçı tanımlamaların yerine kullanılıyor. Dil uzmanı değilim. Felsefeden de hiç anlamam. Benim öğrencilik yıllarımda Jakoben kelimesi Fransız ihtilalından etkilenmiş, aydınlanmacı, halkın yararına düşünen ama bazen gereğinden fazla idealist olarak başkalarının iyiliğini onlardan daha çok düşünen, açık denizlerde rotayı kaybeden insanlar için kullanılırdı. Jakobenler iyi ve romantik insanlardı. Sadece yararına çaba harcadığı, varlığını feda ettiği insanların düşüncelerini biraz daha dikkate alması, daha gerçekçi olması önerilirdi.
Cumhuriyet ve devrimleri, aydınlanma dönemi tarihini ( Cumhuriyet Tarihi) yeniden düzenlemeyi de demokrasi, hatta daha çok demokrasi olarak algılıyorlar. 1920'li yılların felsefesinin artık geçerli olamayacağını bin bir kanıt getirerek anlatmaya çalışanlar sosyal yaşamı bin beş yüz yıl geriye taşımanı, onu eskiye göre düzenlemenin erdemlerini anlatanlara hiç ses çıkarmıyorlar. Bütün basın ve yayın organlarında her gün yinelenen bir tartışma var. Üniversitelerde türban serbest olsun mu? "Bilim olsun mu? Özerklik olsun mu? Parasız ve eşit olsun mu?" soruları hiç sorulmuyor. Televizyonlarda boy gösterenler önce türban üniversitelerde serbest olsun. Şimdi orta öğretim, ilköğretim, çalışma hayatında olup olmadığının tartışılmasının zamanı değil diyorlar. Böyle bir soru sorana da kışkırtıcı diyorlar. Ama herkes biliyor ki aslında bu inanç veya giyinme özgürlüğü ile ilgili değil. Bu bir siyasal mücadele… Hem de adım adım planlanmış, stratejileri çoktan belirlenmiş bir mücadele. Ve her mücadelenin kaybeden ve kazanan tarafları olmalıdır. Bu işler Karadenizli yaşlı amcanın öyküsü kadar masum ve temiz değildir.
Sıcak politik gündem şöyle dursun, yedi arkadaş kurbanda bir Angusa (ithal inek) girelim dedim. Hastalıklı onlar dediler. Ne yediği nasıl beslendiği belli değil. Haram o kesilmez dediler. Sanki hayvan barda, pavyonda büyümüş. Helal beslenmeyi inek ne bilsin? Ne verirsen fukara onu yer. Üstüne üstlük Karadenizli arkadaşım ben hamsi keserim. Gerisine aklım ermez deyince bizim plan iyice suya düştü. Tam makarasını yaparken akşam haberlerinde İstanbul kazan o kepçe kaçan bir Angus gösterdiler. Sen kalk taa yabancı memleketlerden çık gel. Ondan sonra da kesilmekten kurtulacağım, kaçacağım san. Doğma büyüme İstanbullu tosunlar bile kaçamadı. Kahraman polisimizin, cengâver vatandaşlarımızın elinden... Sen de kim oluyorsun diyemedim ki. Neden mi diyemedim? İthal inek (Angus) Türkçe bilmiyor, ben de Kenya'ca da ondan.
Dindar arkadaşlarım sakın darılmasınlar. Kurban Bayramlarını hiç sevemedim. Toplumsal dayanışma, yardımlaşma, paylaşmaya canım kurban. Sorun belki de sadece benim cinsliğimden kaynaklanıyor. Kesilen hayvanlar, kan, sakatat ve deri kokusu başımı döndürür. İçimi dışıma çıkarır. Can havliyle çırpınan bir hayvan gördüğümde günlerce kendime gelemem. Hamsiden kurban olmaz. Biliyorum. Olsa bile üleşmesi zor.
Bütün Kahve Molası dostlarının, okuyucuların, arkadaşlarımın Kurban Bayramı kutlu olsun. Tüm ayrılıklar, tüm özlemler kavuşmalarla eriyip tükensin.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KEMALİZM ÜZERİNE |
|
Atatürk'ün ölümünden 72 yıl sonra bağımsızlık savaşının başından bu yana ona karşı çıkan zihniyet, artık fütursuzca meydanlarda nutuk çekmekte, Atatürk'e saldırmanın dayanılmaz hafifliğiyle zil zurna sarhoşlar. Onlara göre Türkiye'nin kurtuluşunun yolu Atatürk'ten kurtulmadan geçiyor. Oysa Kemalist devrim Türkiye'yi her bakımdan modern bir devlet yapmayı amaçlayan bir düşünce ve eylem sistemidir. Bu bakımdan kim gelişmeden ve ilerlemeden söz ediyorsa, ışığını Atatürk'ten almak zorundadır.
Atatürk " Uygarlığın bir fırtına gibi esintisine karşı koymak boşunadır; değişmeyen, Ortaçağ kanun, düşünce ve davranışlarını koruyan toplumlar ölüme veya tutsak olmaya mahkumdur." der.
Suna Kili, Atatürk Devrimi modelinin iki temel amacından söz eder: "Çağdaşlaşmak, ve kalkınmak, böylece 'çağdaş uygarlık' düzeyine çıkmak."
Buradaki çağdaşlaşma' dan kasıt, yalnızca sanayileşme değildir. Bu kavram ayrıca toplumsal, psikolojik ve siyasal değişmeyi de içerir. Çağdaşlaşma temelde üç ayrı açıdan incelenebilir. Diyerek şöyle açıklar görüşlerini:
1. Sanayileşme olgusunu ön plana alarak, temel bir ekonomik hareket açısından;
2. Geleneksel davranışların ve kişisel bakış açılarının değişmesine yol açan toplumsal ve psikolojik değişmeler açısından:
3. Siyasal yapıda ve kurumlarda farklılaşmaya gidilmesini, siyasal katılımın genişlemesini, ulusçuluğun yeşermesini, büyümesini sağlayan çeşitli değişmeler açısından.
Kalkınmak, temelde çağdaşlaşmanın içinde yer alan bir kavram. Birçokları kalkınma kavramını ekonomik büyümeyle sınırlı tutarlar. Kuşkusuz ekonomik büyüme kalkınmanın temel araçlarındandır. Ancak gelir dağılımının gerçekleşmediği, toplumsal refahın tabana yayılmadığı bir toplumda gerçek bir kalkınmadan söz etmek olanaksızdır.
Toplumsal refahın tabana yayılması, katılımcı demokrasinin gerçekleşmesini de kolaylaştıracaktır.
Eğer bireyler, refahın ana araçları olan eğitim, sağlık, kültür... alanlarında yeterli olanaklara sahip değilse üretime etkin bir biçimde katılmaları da olanaksızdır. Üretime güçlü biçimde katılamayan bu bireylerin demokrasinin yaygınlaşması ve gelişmesine de bir katkı sağlayamayacakları açıktır. Böyle bir toplumun kalkınmış bir toplum olduğunu söylememiz olanaksızdır.
Kemalist deneyime yakından bakılacak olursa, bunun, modernleşmenin eski kuramlarının öne sürdüğü gibi tek çizgi doğrultusunda ve gelenekselden modern topluma geçerek oluştuğu ve modernleşme gerçekleştiğinde ortak bir son durağa erişildiği gibi bir kuralın var olduğu söylenemez.
Tüm devrimlerin ortak amacı toplumlarını ileriye doğru (gelişme-ilerleme) 20. yy için modernleşmeye itelemektir. Devrim sonrası toplumlar giderek büyüyen yapısal farklılıklar ve ihtisaslaşma deneyimlerinden geçmişlerdir.
" Kemalist devrimin sonuçları diğer modern devrimlerden çok farklı olmuştur. Geçmişle ilgili kopukluklar ve bunları izleyen kurumlaşma modelleri bakımlarından, bu devrimin en göze çarpan nitelikleri hem politik yasallaşma, hem de politik topluluğun sembolleri temelinde yön değiştirmesi, bunların yanı sıra ortaklık sınırlarının yeniden tanımlanmış olmasıdır. Politik topluluğun yeniden tanımlanması benzeri olmayan bir biçimde yapılmıştır: Toplum İslâm çerçevesinden çıkarılmış, yeni tanımıyla Türk ulusu çerçevesine çekilmiştir. Türk devrimi dine dayalı bir yasallığı bütünüyle reddetmiş ve bunun yerine, ulusçu bir yasallığı yeni kurulan topluluğun en önemli ideolojik parametresi olarak geliştirmeyi hedeflemiştir. Bu yön değişikliği daha önceki yönetici sınıfın ve ikincil seçkinlerin neredeyse görevlerinden atılmasına dayanmıştır."
Kemalist devrimin tarihsel köklerini elbette bir önceki yüzyılda imparatorluk içinde ortaya çıkan düşünce akımlarında aramak gereklidir.
Birçok yazar Kemalizm'in gerçekte bir fikirler sistemini temsil etmediğini, daha çok yeni Türkiye'yi tamamen pragmatik bir yöntemle reform ve ilerleme yörüngesinde oturtan siyasal bir uygulama olduğunu ileri sürer. Recep Peker bu konuda şunları söyler:
" Biz bir işi başlamadan önce oturup kağıt üzerinde bir şeyler karalayan insanlar değiliz. Biz önce sonuçlara ulaşmayı yeğleriz. Yüzeysel insanlar bizim plansız programsız çalıştığımızı söyleyerek eleştiriyorlar; fakat onlar en iyi plan ve programların daima yazılı olmadığı gerçeğini göz ardı ediyorlardı;asıl plan, bütün programlarınızın kaynağı ve başlangıç noktası, manevi liderlerimizin beyninde birikmiş olan enerji ve önseziden oluşmuştur."
Kemalist yönetimin süreç içinde karşılaştığı bazı sorunlar karşısında izlediği yolun
Peker'in görüşlerinin doğruluğuna işaret eder. Bu gerçeklerden yola çıkarak bazı düşünürler Kemalizm'in bir doktrin olmadığı görüşünü ileri sürerler. Ancak CHP ideologları tarafından sistemleştirilen düşüncelerin özellikle üçüncü dünya ülkeleri üzerindeki etkilerini göz aradı etmek olanaksızdır. ( Le Kemalisme ,Tekin Alp 1937)
Bazı aydınlar Kemalizm'in geçmişten tamamen koparak gerçekleştiğini ileri sürdüler. Ancak zamanla bu değerlendirmeler yerli yerine oturdu. Şimdilerde birçok bilim adamı Kemalist hareketin Osmanlı İmparatorluğu'nda on dokuzuncu yüzyılda gelişen değişik reform dalgalarının doğrudan bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır.
Başta da söylediğimiz gibi her ne kadar Kemalizm'e savaş açanların çığırtkanları, açık açık dile getirseler de ağababaları, beyinlerinin gerisindeki asıl gerekçelerini söylemiyorlar. Kendilerinin, cumhuriyetin savunucusu olarak görenler de ne yazık ki Atatürk'ün nasıl bir Türkiye hedeflediğini ve bu hedeflere varmak için hangi ilkeleri koyduğunun farkında değiller.
Her şeye rağmen biz, kimsenin bu ülkeyi çağdaşlaşma sürecinden koparamayacağına inanıyoruz. Çünkü Atatürk ilkeleri durağan değil, dinamiktir; tutucu değil, ilericidir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan PARİS'E GEZMEYE GİTTİM! |
|
Oldum olası iri laf etmeyi sevmem. Uzun zamandır gezdiğim yerlere ilişkin kısa öyküleri içeren bir yazı yazmayı düşünmekteydim. Kıyı'nın Kasım ve Aralık 2000 sayılarında ardı ardına yayınlanan, meslektaşım ve dostum Mutahhar Aksarı'ya ait gezi yazısının başlığı, bu düşüncemi hızlandıran bir etken oldu. Sayın Aksarı, yazı başlığı önerisinin eşi Safire Hanıma ait olduğunu özellikle açıklama gereği duymuş. Yazı başlığı: "Avrupa'ya Gezmeye Gitmedik!" Doğrusu bu ya, başlık bana biraz itici gelmişti. Kompozisyon derslerinde bize söylendiği gibi, bir yazının en önemli öğesi, başlığıdır. Bunu, dostumun da bildiğine inanıyorum. Ancak yine de bu başlığı eleştirmekten kendimi alamıyorum.
Yaklaşık beş yıl önce Ocak ayında, diş hekimi dostumun ayarladığı ucuz bir hafta sonu turuyla, Paris'e gezmeye gittim. O sıralar, Almanya'da öğretmenlik yapıyordum. Çok istememe karşın yanımda birlikte gezebileceğim, ne bir meslektaş ne de bir başka kişi bulamadım. Otobüste, bir yabancı olarak yalnızca ben vardım. Öteki kadınlı erkekli yolcuların tamamı Almandı ve koyu bir Bavyera lehçesiyle konuşuyorlardı. Aynı zamanda rehberimiz olan şoförlerimiz de aynı dili konuşmaktaydılar.
Uzun bir gece yolculuğunun ardından, güneşin ilk ışıklarıyla Paris'e varmıştık. Şoför, arabayı bir meydanlığa park ederek, tüm yolcuları pastaneye kahvaltı için götürdü. Mönüden seçtiğim iki parça poğaça ve sütlü kahveyle kahvaltıyı kurtarmıştım. Sabah mahmurluğu üzerimizden kalkmadan, tekrar arabaya doluştuk.
Sabahın ilk ışıklarında Paris caddeleri henüz canlılığına kavuşmamış gözüküyordu. Bir süre sonra araba yine geniş bir kavşakta durdu. Önden bir grup arabadan indi. Ben de onların peşi sıra indim. Şoför bazı açıklamalarda bulundu, ancak çoğunu anlamamıştım. Tekrarını rica ettim. Yine de iyi anlamadım. Dedim, gruptan kopmazsam, arabayı tekrar bulabilirim. Paris'in en ünlü bulvarı olduğunu sonradan öğreneceğim Şanzelize bulvarında grubun peşi sıra yürümeye başladım. Araba da bizden uzaklaşmıştı. Gruba yanaşarak, onlarla birlikte dolaşmayı önerdiysem de, sıcak karşılanmadığımı davranışlarından sezdim. Böylece bir anda Paris'in göbeğinde yapayalnız kalmıştım. Doğrusu bu ya, siz buna, panik de, diyebilirsiniz. Bir yandan grubun beni istememesi, öte yandan koca bir metropolde tek kelime Fransızca bilmemem korkutuyordu beni. Çaresiz dolanmaya başladım. Geniş caddelerde, elimde fotoğraf makinemle birkaç görüntü aldıktan sonra, anlaşabileceğim bir insan aramaya başladım. Bir polise yanaştım. Polis, İngilizce bildiğini, söyledi. Ardından orta yaşlı bir bayana, Almanca konuşabilir misin, diyecek oldum, suratıma ters ters baktı;" Sabah sabah bu da nereden çıktı?", der gibi. Bir ara gözüm esmer teniyle Akdeniz insanını andıran bir kamyonet şoförüne ilişti. Ona da aynı soruyu yönelttim. Omuz ve el hareketlerinden, onun da bana yardım edemeyeceğini anladım.
Umudum tükenmeye başlıyordu. Beynimde, acaba tren istasyonuna nasıl ulaşabilirim, en kısa yoldan Almanya'ya nasıl geri dönebilirim, gibi fikirler uçuşuyordu. Saatler ilerlemiş, güneş neredeyse bir mızrak boyu yükselmişti. Bulvar yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. O sıra, cadde üzerinde çeşitli ülkelerden gelen turist otobüsleri görünmeye başlamıştı. Demek ki bunların pek acelesi yokmuş diyordum, kendime. Ancak henüz bir Alman otobüsüne rastlamamıştım. Çünkü tek umudum, bir Alman otobüsüydü artık. Ha bu arada, bizim arabayla karşılaşma fikri, hiç de fena sayılmazdı doğrusu!
Birden karşıma Hamburg yönünden geldiği üzerindeki yazılardan anlaşılan bir otobüs çıkıverdi. Annesini lunaparkta kaybedip, birden bulan bir çocuk coşkusuyla arabaya yöneldim. Ellerimi kollarımı sallayarak arabayı durdurdum. Tane tane konuşarak, durumumu açıkladım. Nihayet öğrendiğim bir dilde konuşan insanı bulmuştum. Bu durumlara alışık olduğu anlaşılan şoför arabaya binmemi istedi. Daha sonra da 500 metre sonra bir meydana geleceğimizi, o meydanda kendi arabama rastlayacağımı kesin bir dille anlattı. Şoförün sözlerini yutarcasına dinleyip, anlamaya çalışıyordum. Ne de olsa, o, benim kurtarıcım olabilirdi. Meydana geldiğimizde birkaç minnet sözüyle arabadan indim.
Geniş meydanda tekrar dolanmaya başladım. Çevremdeki her şey bana, ben de onlara yabancıydım. "Ne iyi ettim de şu Paris'e geldim" demek, bana kısmet değilmiş, diyor, üzülüyordum. Gözümse hep otobüslerdeydi. Oysa o meydanda görülecek o denli güzellikler vardı ki!
Aaa! Gözlerime inanamıyorum; şu karşıdan gelen bizim otobüs değil mi? Sevincimden onca araç yoğunluğuna aldırmadan, arabaların arasına dalıyorum. Bu kez, Hamburg otobüsünü buluşumdan daha büyük bir keyifle el kol sallıyorum. Diğer araçlardaki, bizim otobüsteki insanlar ne diyormuş, umurumda bile değil. Şoförümüz de beni tanımış olmalı ki, hemen kapıyı açıverdi. Arabaya binip, kendimi koltuğa bıraktığımda duyduğum sevinci, varın siz hesap edin.
Paris mi beni gezdi, ben mi Paris'i gezdim, bilmem anlatabildim mi?
PADİŞAH ŞAİR OLURSA!
Ülkenin padişahı kötü şiirler yazıp, insanlara okuyarak zoraki alkışlatıyormuş. Bir gün ülkenin en ünlü şairini sarayına davet edip, yazdığı şiirleri okuyup fikrini söylemesini istemiş. Şair şiirleri okuduktan sonra fikrini tek sözcükle "berbat!" diye özetleyince, padişah:
- Atın bu melunu zindana! deyip, şairi zindana yollamış.
Altı ay sonra padişah şiirlerini yeniden değerlendirmesi için,
- Çıkarın şu melunu, zincirlerinden çözün, huzuruma getirin! diye emir vermiş. Huzura kabul edilen şaire padişah, yeni yazdığı şiirleri okuyup görüşünü belirtmesini sert bir dille söylemiş. Şair şiirleri okuduktan sonra hiçbir şey söylemeden gitmeye kalkışmış. Bunun üzerine öfkelenen padişah:
- Bre melun fikrini söylemeden nereye gidiyorsun? diye sorunca, şair yine tek sözcükle yanıtlamış:
- Zindana!
Kıssadan hisse: Bu ülkede neden edebiyat eleştirmeni yetişmediği siyasetteki muhalefetin durumundan da belli değil mi!!!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder TEMBELLİKTEN EMEKLİ |
|
Çalışmayı sevmezdi, "İşi ve kışı sevmem" sözünü ilk ondan duymuştum. Ama yaşamaya, hele hele keyifli yaşamaya hiç bir itirazı olmamıştı ömründe. Şöyle dolgun ücretli bir iş bulsa, işyerinde ucundan tutacak iş de olmasa, çalışmaya bile itirazı yoktu.
Uzun süre, iş yapılamayan, sürekli grevde olan bir işyeri aramış bulamamıştı. Bulduğu birkaç işten de, g ile başlayan her sözcüğü grev duyurusu sanıp sevinç çığlıkları atmaya kalkışınca, kısa sürede yol verilmişti.
Tembelliğinden, çevrede hiçbir kızdan yüz bulamamıştı ama, kızları başka oğlanlarla görünce de mahallenin namus bekçisi kesilmiş, gençleri mahalleye sokmamıştı.
...
Yiğitliğine de söz söyletmezdi. Bir gün sigara almak için büfeye yaklaştı; "Uzun samsun" dedi. Ama, sigaraya bakar bakmaz geri fırlattı "Öldüreninden ver şu cenabetin!" diye terslendi. "Sigara erkekliği yok eder" de ne demekti öyle.
Murat'la aynı mahalledeniz ya, arada söyleşirdik. İşsizlikten, vefasızlığından, kadrinin bilinmediğinden dem vurur herkese sitem ederdi: "Niye bana en zor işleri gösteriyorlar. Benim anlımda "Bu adam hem enayidir, hem de hamaldır" mı yazıyor? "Adam oturmuş büfeye sigara satıyor. Oturduğu yerden. Peki benim günahım ne? "
Ne demeli?
Bir tekel büfesi açabilse; olur yerinde. Tıkırt para. Veresiyesi yok, batağı yok. Batakçılardan da çok korkuyordu. Adı gibi biliyordu onları. Ne yaparlar ederler ödemezlerdi borçlarını. Murat evlendiğinden beri yedi kiralık ev değiştirmişti. Bunun sorumlusu da sorumluluk almayı öğrensin safsatasından başka bir şey bilmeyen kayınpederdi. Neyse, onu geçelim. Şimdi, yedi ev sahibi, mahalle başına beşerden, otuz beş bakkal. Tenhada yakalasalar, burnundan getirirlerdi anasından emdiği ak sütü ya, bizimki tetikti o konuda. Anlayacağınız, zordu veresiye işi; hele takıp kaçarkenki heyecana yürek dayanmazdı.
…
"Çalışırım abi" diyordu ya, gerçekten tanık olduğum çalışması da vardı, madeni eşya fabrikasında; tam üç ay.
"Sen o işten niye ayrıldıydın?" dedim; anlattığına göre kendisi ayrılmamış. Posta başı olacak dürzü, bunun üç ay boyunca hiçbir işin ucundan tutmadığını, vakt hay huyla geçirdiğini, küçük çişten bir buçuk, büyük çişten üç saatte döndüğünü fark edip patrona ispiyonlamış. "Ya ağabeycim" dedi. "Patron olacak emperyalizmin yerli işbirlikçisi de koydu kapının önüne".
En ağırına giden de, patronunun "Kendin çalışmadığın gibi, çalışanlara da engel oluyormuşsun. Senin yüzünden fabrikanın ahengi bitti, üretim yarıya düştü. Yoksa fabrika batacak, hepimiz işsiz kalacağız" demesi olmuş. Bu çocuk da ne yapsın? Tek kusuru var o da çalışmayı sevmemek. O çalışma denen şey sohbete sekte vurmasa, bir de kendisini kızdırmak için yapıyorlarmış duygusunu yenebilse…
...
Dedim ya, Murat işi sevmese de yaşamayı severdi. "Yiyelim içelim, gezelim tozalım" deyin, sizden önden giderdi. Başka söz söyletip ağzınızı yormazdı.
Keyifli yaşamak için tek eksiği para olan Murat, çareyi paralı birinin kızıyla evlenmekte buldu. Çocukluğundan tanıdığı Mahmut efendinin kızını istetti. Kızı da alansatan yoktu. "Bu oğlana verelim, nikahta keramet vardır, belki evlenince tembelliği geçer, adam olur." dediler, verdiler. Murat da müstakbel kayın pederinin gözünün yere bakma yüzdesini ölçtü biçti. "Birkaç yıl içinde kuyruğu titretir, biz de bey gibi yaşarız evvelallah" deyip imzayı bastı.
Bastı da ne çare, Murat'ın on beş yıllık esaret dolu yaşamı burada başlıyordu. İki çocuğu, karısı gül gibi bakılıyordu. Ancak, ona hiç kimse "Yavrum sen de insan evladısın. Seni de bir ana dünyaya getirdi. Senin de canın var, yaşamak istersin. Al şu üç kuruşu dilediğin gibi harca" demedi. Ya ne yapmış o kayınpeder olacak adam: "Senadam olmazsın. Beş tane işyerim var. Birine gir çalış. Önce adam olacağını bana inandır." diye şart koşmuş. Ardından gözlerinin içine baka baka "Yağma yok!" demiş.
"Bak bak bak " dedi, "Bu sözleri hangi vicdan sahibi söyleyebilir? Hem ölme, hem para verme, ne işe yararsın sen?" Hızını alamıyordu, " Sana damat değil, köle lazımmış. Ben sana evde kalmış kızına hakaret ettirecek başka enayi bul derdim ama, oldu bir kez."
...
Karısı da hiç adam yerine koymazmış. Aşağılar dururmuş.
"Benim karı!" dedi. Söze karışıp "Karı değil, hanım" dedim. Lafı ağzımdan aldı. "Yok yok abi. Benimki düpedüz karı. Yıllardır, bir yararı varmış gibi babasının servetine güvenip yaşamayı zehir etti".
"O kadar da mı?".
"O kadar da ağabeycim. Bak sana bir şey soracağım".
"Sor."
"İnsanlar maymundan türemiş, diyorlar; doğru mu?"
"Bilimsel bir konu. Bir şey söylemek kolay değil."
"Düpedüz yalan. Bugüne kadar hep aldatılmışız. Yine belki türeyen vardır ama, benim karı maymundan türemiş olamaz."
"Niye?"
"Benimki katır türü."
...
Bu arada Ayfer hanım çayları getirdi, konuşmayı kestik. Bana buyur etti; ona da "Sen de zıkkımlan bari" dercesine uzaktan tepsiyi uzattı. Murat çayını aldı; "Teşekkür ederim bitanem" demeyi ihmal etmedi.
Hanımı yine mutfağa gidince "Bunun inadı çekilmez abi" dedi. "Bir kez iki kere iki yedi desin, üç gün uğraş altıya indirebilirsen ne olayım."
Bir öf çekti, yine kayınpedere döndü: "Ben o moruğun kuyruğu titretmeyeceğini bilsem, gül gibi Murat'ı yedirir miydim?"
Ayfer hanım odadan çıktıkça soruyorum:
"Peki, içip içip dövdüğün söyleniyor?"
Gözünden iki damla yaş süzüldü: "Ah be! İçecek para mı koklatıyorlar ki, içip karı dövelim"
"Peki diyelim ki, para buldun; körkütük eve geldin. Ayfer hanım senden dayak yer mi ?"
"Yemez."
"Niye? Erkek adamsın ya..." dedim, sinirlendi :
"Yemez be ağabeycim. Tokadın çeyreğini geçirsem, açar ağzını kireççi eşeği gibi, üç hafta susturamazsın. Biz de zıpırlıktan sabıkalıyız ya herkes ona inanır. Yemez işte."
Biraz daha üstüne gittim yalnız kalınca:
"Niye olmasın. Nasılsa para yok, boşar kurtulursun".
Murat bu sözü hiç beklemiyormuş, gözlerini faltaşı gibi açtı:
"Ağzından yel alsın canım abim. Sakın haa! On beş yıllık emeğimiz heba mı olsun? Atalar tekkeyi bekleyen çorbayı içer, diye boşuna mı demiş?"
Gık diyemedim.
…
Bir daha on yıl sonra karşılaştık. Bizim Murat, tembellikten emekli olmayı bekliyordu daha. Mahmut Amca'nın sağlık durumunu sordum:
"Turp turp!" dedi.
Pek neşeli görünmüyordu.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Deniz Marmasan Artık Melek Değilim |
|
Beş aydır ellerimi ağrıtan gidişinin, avuçlarımda biriken yalanlarının sızısını yüzüne bırakmak istiyorum. Kalabalıklar ortasında, senin ya da benim veya artık sizin olan şehirde, bu şehrin insanının şahitliğinde akıtmak istiyorum öfkemi yüzüne. Aslına bakarsan öfkem sana değil, baştan beri herkesi, başta kendimi inandırdığım sana olan sapkın bağlılığıma. Hastalıklı yanımı sana bu kadar her şeyiyle teslim edişime. Belki de şimdi kuramadığım tüm cümlelerin nesnelerini senelerce sana harcamama.
Söylemek istediğim çok şey olmasa buraya ayağımı basar basmaz neye saldıracağımı bilmez bir halde duvarları deşmezdim sanırım gözlerimle, ama yine de konuşmayacağım o gün geldiğinde kalabalık cümlelerle. Her şey çok basit gibi görünüyor buradan bakıldığında. Bir kadın bir erkek. Olası sonuçlar. Oysa benim yazdığım pek çok şeyin ucu açıktır, renkleri birbiriyle karıştırıp matematiksel bir kesinliğe varmam, sana zorla anlattırdığım masallardan kahramanları çalıp da kumar masasında onların ardına saklanmam. Cebimdeki bozuk para, bozuktur, döndürür dolaştırır sokak kenarındaki oyuncağı bana kazanmanı beklerken avucumda ısıtırım, fazlası için birikmez kumbaralarda.
Artık az insanla konuşuyorum, bunu duymak seni şaşırtacaktır. Eskiden olsa kendimi insanlara verir ve sürekli gülerdim. Hiçbir şey eskiye benzemiyor. Her şey fazla yeni hayatımda. Ne kadar hayatsa. Konuşmakla ve yazmakla ifadesiz kalıyorum artık çoğu zaman, dinlemeyi tercih ediyorum, sonsuz iletişiminde dünyanın; dinleyici kalmayı, görünmez olmayı. Kendimden utanmayı sen öğretmiştin. Ömrümde kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Hiç bu kadar saklamaya çalışmamıştım çıplaklığını gözlerimden akanın.
Artık şubatları ya da mayısları beklemiyorum, temmuzlara gelmesek diyorum, hiç gelmesek. Hiç başlamasa o ay. Hiç karşılaşmasak; olmuyor. İnsan acısıyla kalıyor biliyor musun, soluğunun sızlattığı göğüs kafesiyle, öylece bir akşam vakti. "Seni sevmiyorum." dan ötesi kalmıyor varlığında.
Belki de sevilmemenin getirdiği bir çaresizlikle fotoğraflara, mektuplara, deniz kenarlarında, otel odalarında, belediye otobüslerinde verilen hediyelere yaslanıp, inançsızlığını hatırlatıyorum kendine. Kutsal olan hiçbir şeye inanmadığın gibi, sana da inanmamın zaten mümkün olmadığını. Olmuyor. Belki de insan hayatta tek bir şeye güveniyor. O ölünce başka bir tek şeye.
Söz vermiştin, demek istiyorum ama ne ironi. Kimin sözü, kime verilen söz. Çığlık çığlığa bir gecede hiçliğimin bağırdığı bir yakarışın susturuculu silahı gibiydi sözlerin. Gördüklerim, duyduklarım bir mezar taşının ardındaki kabustu muhtemel bir olasılıkla senin için. Kimbilir kaç ay, kaç hafta, kaç gün...
Yok olduğum kaç gecenin sabahında...
Söylecek hiçbir şeyim yok aslında. Gökyüzünde kutupyıldızı da. Yok. Hiç olmadı belki de.
Sen kırmızı, ben Aşiyan sırtlarında ölü erguvan.
"Seninleyken dinlediğim şarkıları hâlâ dinleyemiyorum..."
Deniz Marmasan denizmarmasan@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Barış Köşesi : Nadya Alpkonlar AZİM ve FANTAZİ SINIR TANIMIYOR ! |
|
( Almaya'da iken bir dergide okuduğum bu öyküden çok etkilendim ve sizlerle paylaşmak istedim. )
Ferdinand Cheval, 1836-1924 yılları arasında Fransa'da yaşayan ve hayatının 33 yılını bir saray yapmakla geçiren bir posta dağıtıcısıdır. Bina ise sıradışı mimarinin örneği olarak kabul edilmektedir.
Kısacası Ferdinand Cheval Lyon şehrine 90 kilometre uzaklıkta, Hautervis köyünde yaşayan, ne bildiğimiz ünlü bir mimar, ne de zengin bir iş adamıdır. Ferdinand Cheval, sıradan bir postacı; ancak amacına ulaşmak için neler neler yapmış. Rüyasında görüp yapmaya "karar verdiği" sarayını, posta dağıtırken günde 30 km yürüyerek el arabasına topladığı taşlarla "33 sene" uğraşarak inşa etmiş. Bugün Güney Fransa'da "Ideal Palace" adıyla binlerce turistin beğenisini kazanan bu muhteşem sarayı bir de bu gözle inceleyin.
Bir gün posta taşırken tökezliyor... Düşmesine neyin neden olduğunu görmek için eğildiğinde yerde bir taş görüyor. Taşın formu onu şaşkına çeviriyor. Kuş uçmaz, kervan geçmez sayılabilecek bir yolda yerde yatan bu olağanüstü güzel taş parçası hayallerini canlandırıyor bir kez daha. Taşı alıp cebine koyuyor.
Bundan sonra da, omuzunda başkalarının hayallerini, sevinçlerini, üzüntülerini taşıdığı çantasıyla, artık gözü hep yerlerde yoluna devam ediyor.
Binada kullanacağı taşları tek tek önce elleriyle, sonra sepetlerde, daha sonra da tek tekerlekli araçla taşıyarak evine götürüyor. Yeterli taş ve para biriktirdikten sonra evine yakın bir arsa satın alıyor ve 26 X 14 metre üzerine sarayını, 1879 Nisan'da, 43 yaşında, inşa etmeye başlıyor. ( Yüksekliği 20 metre. )
Genellikle geceleri gaz lambası ışığında çalışıyor. Önce iki dış duvarı yapmaya başlıyor. Kullandığı malzemeler de sadece taş, çimento, kireç, kil ve balçık.
Binanın yapımında, İncil'den Hint Mitolojisi'ne kadar çok çeşitli stillerden yararlanıyor. Peki bu hiç seyahat etmeyen, kitap bile okumayan Cheval bu bilgilere nasıl ulaşıyor diye sorabilirsiniz...
Bir bayana gelen aylık bir dergiyi teslim etmeden yolda okuyor her seferinde.
Resimleri de bu dergide görüyor...
Bu saray bir Hint Tapınağına, bir İsviçre köşküne, bir Ortaçağ kalesine ve Kuzey Afrikadaki bir camiye benzeyen şekiller içeriyor. Sarayın içi de çok ilginç muhteşem şekillerle bezenmiş.
İnşa edilmiş naif sanat mimarilerinin en popüler örneklerinden biri olan bu saray,
akıllara durgunluk veren bir mimari şaheseri...
Ön cephesinde bulunan iki kadın heykellerinden biri Kelt'lerin "Weleda" isimli dini bir figürü. Keltler tarih öncesi ve ilkçağ dönemlerinde yaşamış Avrupa kavimlerinin bir bölümüne verilen isim. Diğeri de Mısır ilahesi İSİS.i temsil ediyor.
Sarayın ön cephesindeki bir taşa "DOKUNMAK YASAKTIR", yazmış...
Ferdinand Cheval öldüğünde bu saraya gömülmesini istemiş... İzin verilmeyince, oradaki mezarlıkta, 8 sene daha çalışarak kendisine ve eşine bir mausoleum inşa etmiş... Bittikten 1 yıl sonra da, 29. Ağustos 1924 yılında, 88 yaşında vefat etmiş.
Bu sarayı Pablo Picasso, Andre Breton, fotoğraf Lee Miller ve sayısız turist ziyaret etmişler. Halen yılda 100.000 ziyaretçi bu şaheser sarayı şaşkınlıkla izliyor...
Nadya Alpkonlar nadyaalpkonlar@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Gürkan Canpolat |
Günümüz Gençliğine Tepeden Bir Bakış!
Yıllarca kötülükle, ülkenin kötü şartlarıyla mücadele etmiş biri olarak konuşmayacağım. Ya da insanlara güzeli, iyiyi anlatmak için verdiğim çabayı kanıtlamaya hiç çalışmayacağım… Fakat, gün geldi çattı ve kendine 'Atatürkçü' diyen, ya da bağlı bulunduğunu sandığı idolojiye kulluk eden zihniyetin yaptıkları kanıma dokunmaya başladı! Sert bir bildiri olabilir bu yazdıklarım, fakat gerekli bence benliğim için… Kim olursa olsun, sözde değil; özde vatanperver olmalıdır felsefesini yıllarca içimizde hissettik biz. Kuvva ordusu da benlik değil bizlik bilinci ile doluydu. Gelgelim gençliğe…
Yıl iki bin on… 21. yüzyıla erişmiş bulunmaktayız… Zihniyetimiz bilime, kalbimiz dine bağlı olmalı. Fikrimiz, zikrimiz; zikrimiz ise fikrimiz olmalı. Fakat böyle olmuyor. Bunun en müspet örneği de mevcut bulunan bir kısım neogençliktir… Sol koluna Atatürk dövmesi yaptırmakla, her on kasımda profillere Atatürk fotoğrafları konulmakla hiç kimse Atatürkçülük ideolojisine erişemez. Neden? Bunu, Ferhan Şensoy'un kaleminden okuyalım:
"Atatürkçülük, herkesin anlayabileceği kadar salak bir ideoloji değil ki!"
İşte, bu kadar basit… Şimdi kanıtları sıralamanın zamanı geldi. Sonuçta bir tez öne sürüyorsak, destekler nitelikte kanıtları da iliştirmeliyiz bu konuya…
Gençlik… Herkesin deli çağıdır. Kanı hızla kaynar, elinden ilk kim tutarsa, ailesinden ilk ne görürse onun peşinden koşar. Bir genç, sol ideoloji sahibi bir komünistle ilk defa bir siyasi tecrübe yaşarsa, muhtemeldir ki ömrü boyunca komünistliğe mahkumdur… Bir genç, sağ ideoloji sahibi bir ülkücü ile ilk defa siyasi tecrübe yaşarsa, muhtemeldir ki ömrü boyunca ülkücülüğe mahkumdur… Ortası yok mudur? Vardır, elbette. Gençlerden çok az bir kısmı, ellerinde kalemler ile yazıp çizer, kitaplar okur ve kendi ideolojilerini öyle seçebilirlerse eğer; işte o zaman istisnai ortal yol çizilmiş olur. Ve bizzat, bu gençlik gerçek vatanperver olur diyebilirim…
Öteki neogençliğe bakacak olursak… Bildiği pek bir şey olmamasına rağmen, aynı kitabı defalarca tekrar edip, ezberlemeye çalışan ve tarih, kültür, edebiyat bilgisini o tek kitaba sığdıran bir gençlik var karşımızda. Bunlar çoğunluktur. Atatürkçü diye geçinenleri de vardır aralarında ve bunlar da, Atatürk fotoğraflarını sömürü düzenine peşkeş çekecek kadar gözleri boyatılmış, insanların kalbini kırabilecek kadar sevgisiz, milli gelirden bihaber olarak tasarrufu es geçen bir güruhtur… Bunlar, aklınıza gelebilecek tüm şark yeniliğine açıktırlar; iyisiyle kötüsüyle… Bunlar, aklınıza gelebilecek tüm garp geleneğine kapalıdırlar; iyisiyle kötüsüyle…
Neden bu kadar sinirlendin, diyorlar; pencereden duyabiliyorum. Yapmadığınız bir şeye yaptım demek kadar kötüdür işte sessiz kalmak… Gerçek Atatürkçülüğü insanlara anlatamamaktır bencillik, kötülük…
Nedir peki gerçek Atatürkçülük. Herhangi bir kurum ya da kuruluşa, sivil toplum örgütüne ya da siyasi bir partiye bağlı bulunmadan da Atatürkçü olunamaz mı? Gayet tabii, olunur. Ve doğrusu da, doğru Atatürkçülük de budur. İnsanlara tepeden değil, göz göre göre aynı boydan bakabilmektir Atatürkçülük. Yerlere çöp atmak değil, Atatürk'ün, kesilen bir ağaç için oturup hüngür hüngür ağladığını bilmektir Atatürkçülük. Gösterişi, hava atmayı değil, bilakis sadeliği ön plana çıkarmaktır… Hayatında hiç kitap okumamak değildir Atatürkçülük, bulabildiğiniz her şeyi okumaktır. Her on kasımda yas ilan etmek, O'nu göz göre göre ölüme terk etmek değildir Atatürkçülük, O, Anıtkabir'de yattıkça, O'nun yüzünü daima bilimle, sevgiyle, alçakgönüllülükle güldürmek demektir…
Anlamak isteyen anlar Atatürk'ü… Yeter ki baksın bir heybetine. Kimseye sormasına gerek yok, sağ elini atsın sol göğsünün altına; dinlesin O'nun sesini…
Yeter ki, kanmasın kötülüklere!..
Gürkan Canpolat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın AİHM'in Refah Partisi Karârı ve Takdir Marjı Üzerine V |
|
Bu bakımdan, AİHM'e göre, TBKP'nin kapatılması ile 1956'da kapatılan Alman Komünist Partisi hakkındaki durum bütünüyle farklıdır. Zîrâ TBKP, adında "komünist" kelimesini barındırmış olsa da savunduğu görüşlerin "demokrasiye aykırılığı"(!) tespit edilememiştir. Alman Komünist Partisi ise "demokratik sistem için bir tehdit unsuru olduğu için"(!) kapatılmıştır ve bu nedenle, Hükümet'in takdir marjı gerekçesi geçerli görülmemiş, takdir marjının kullanılması hakkında yasama organı tarafından belirlenecek "üstün menfaatler" gibi bir ölçüt geçersiz saymıştır. Bu "üstün menfaatler" konusunda esas olanın, "bir ülkenin varlığını uluslararası düzeyde sürdürebilmesi için gerekli koşulların sağlanması" olduğunu hükme bağlamıştır.
Başka deyişle, TBKP Karârı'nda AİHM, federasyon talebinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin üniter yapısına aykırılık teşkil etse de(!) Türkiye'nin "uluslararası alandaki varlığını sürdürmesine engel teşkil etmediği"ni(!) ve bu kararda, "demokratik toplum ideali çerçevesinde bir takdir marjı kullanımının söz konusu olamayacağı"nı(!) hükme bağlamış ve ihlâl karârı vermiştir. Nitekim, Avrupa Konseyi'ne üye pek çok ülkede federasyon, zâten fiilî olarak geçerlidir ve bu ülkelerde bu idealin korunmasında hiçbir engelle karşılaşılmamış(!), AİHM'in Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karârı yinelemesi hâlinde ise bu kez Avrupa Konseyi üyeleri arasında "ortak bir standardın"(!) yakalanmasının imkânsız olacağını dile getirmiştir. (TBKP Karârı, 1998; para: 49)
Ayrıca, TBKP Karârı'nda AİHM'in en önemli vurgularından biri de şüphesiz ki, demokratik toplum idealinin gerçekleşmesinde "çoğulculuğun yeri ve önemi"dir(!). Çoğulculuk(!) çünkü, siyasî partilerin savundukları fikir ve önerilerin "çoğulluğu"nu(!) da içerir ve ilk üç kararda AİHM, bu "çoğulculuğu korumak"(!) yönünde bir irâde sergilemiştir. Bunun korunabilmesi için de parti kapatmaları "zorlaştırıcı"(!) bir tutum benimsemiş, ilgili partilerin program ve tüzüklerinde "demokratik toplum idealine zarar veren unsurlara rastlanılmadıkça"(!) ve bu faaliyetlere ilişkin olarak "sosyal bir zorunluluk ortaya çıkmadıkça"(!), kapatma kararlarının çoğulculuk ilkesine zarar vereceğini hükme bağlamıştır.
Buna karşılık AİHM, bu içtihat değişikliğiyle, siyasî partilerin program ve tüzüklerinde yer almasa bile, "yönetici kadrolarının eylem ve söylemleriyle de kapatma kararlarının verilebileceği"ni(!) hükme bağlamıştır. Kezâ AİHM, siyasî partilerin bu ilkeye zarar veren uygulamalarını, "sözleşme sisteminin sağladığı güvencelerden yararlanmak için"(!) "program ve tüzüklerinde belirtemeyeceklerini"(!), kapatma karârı verilebilmesi için yönetici kadrolarının eylem ve söylemlerine de bakılabileceğini, bu konuda önceliğin ise takdir marjı çerçevesinde ulusal makamlara âit olduğunu hükme bağlayarak, bu içtihat değişikliğinde amaçta meşrûluk ile ölçülülük ve orantılılık ilkelerini ikincil hâle getirmiştir.
İlk üç kararda ise AİHM, siyasî partilerin bir anda kapatılması seçeneğinin ancak "istisnâî" olarak masaya getirilebileceğini; bu karardan önce siyasî partilere, yasalarda öngörülecek değişik yaptırımların uygulanabileceğini, bu yaptırımların belirlenmesinde ise ulusal makamların takdir marjlarına sâhip olduklarını ifâde etmiştir. (ÖZDEP Karârı, 1999; para: 45) Son iki kararda ise AİHM, ilgili partilerin program ve tüzüklerinde yer almasa bile, yönetici kadrolarının eylem ve söylemlerinden hareketle karârını vermiş ve amaçta meşrûluk ile ölçülülük ve orantılılık ilkelerini ikincil konumda değerlendirerek bu partilerin başka birtakım yaptırımlara mâruz kalmaksızın kapatılmalarını, sözleşme sistemi içinde bir hak ihlâli olarak tanımlamamıştır.
Diğer taraftan, ilk üç kararda göreli olarak "küçük" siyasî partiler vardı ve bu özellikleri, sosyal zorunluluk şartını sağlamadıkları şeklinde değerlendirilmişti. RP Karârı'yla birlikte gerçekleştirilen bu içtihat değişikliğinde ise bir iktidâr partisinin kapatılmasının bile, "sözleşme sistemi içinde hak ihlâli olarak değerlendirilmemesi"(!), ardından alınan Batasuna Partisi Karârı'nda da bu tür "küçük" partilerin kapatılmalarının da "hak ihlâli kapsamında düşünülemeyeceği"ne(!) dayanak teşkil etmiştir. Hâliyle bu içtihat değişikliği, siyasî partilerin iktidâr alternatifi olup olmadıklarına bakılarak haklarında hüküm verilmesi yerine, iktidâr alternatifi olmasalar bile, kapatılmaları konusunda "sosyal bir zorunluluğun oluşması durumunda, bu yönde karar verilebileceği"ni(!) hükme bağlamıştır.
Böylelikle AİHM, bu içtihat değişikliğiyle, kapatılması istenen olan bir siyasî partinin, "görüşlerini şiddete dayalı bir biçimde gerçekleştirmek için herhangi bir irâde sergileyip sergilememesi"nden(!) de önce, "bu görüşlerin kendisinin" sözleşme sistemine uygun olup olmadığını değerlendirerek ilk üç kararda sergilediği tutumunu değiştirmiştir. AİHM, önceki kararlarından farklı olarak RP Karârı'yla birlikte, takdir marjının daraltıcı kullanımından daha geniş bir kullanımına geçmiş ve önceki kararlarda Anayasa ve ilgili yasaların korunması için kullanıldığı savunulan takdir marjının bu kullanımını sözleşme sistemine uygun bulmamakla, demokratik toplum idealinin korunması adına takdir marjının bu geniş kullanımını sözleşme sistemine uygun bulmuştur.
Her ne kadar, sözleşmede ortak bir "laiklik" tanımı yapılmasa da taraf devletler, "ortak Avrupa mîrâsı" içinde laikliğe sâhip çıkmakla mükelleftirler; ancak laiklik konusu, Türk hukuk sisteminde daha farklı tanımlanmaktadır ve AİHM, gerek yasama organının, gerekse de yargı organının laiklik konusunda "kendi takdir marjlarını kullanmaları"nda, sözleşme sistemine aykırılık saptamamıştır. (RP Karârı, 2001; para: 81) 2003 Karârı'nda da yine AİHM, olası bir seçimde RP'nin tek başına iktidâra gelme şansının yüksek olmasına dikkat çekerek, faaliyet gösterdiği dönem boyunca savunduğu görüşlerden hareketle ileride yapabileceklerini "tahmin" ederek karârını vermiş, bu içtihat değişikliğine bu tür "tahmin"leri de dâhil etmiştir. (RP Karârı, 2003; para: 109)
Öbür taraftan AİHM, kapatma karârında eylem ve söylemleriyle dikkat çeken isimlerin bu faaliyetlerinin RP'nin geneline isnât edilebilir olup olmadığına da 2003 Karârı'yla birlikte bir açıklık getirmeye ve takdir marjının kullanımına ilişkin olarak ortaya çıkan birtakım soru işâretlerinin giderilmesine çalışmıştır. Zîrâ, 2001 Karârı incelendiğinde, kapatma karârına esas teşkil eden faaliyetlerin aslında yedi kişiye âit olduğu görülür ki bu kişiler; Necmettin Erbakan (Genel Başkan), Şevket Kazan (Genel Başkan Yardımcısı), Ahmet Tekdal (Genel Başkan Yardımcısı), Şevki Yılmaz (Milletvekili), Hasan Hüseyin Ceylan (Milletvekili), Halil İbrâhim Çelik (Milletvekili) ve Şükrü Karatepe'dir (Konya Belediye Başkanı).
Dolayısıyla AİHM, bu içtihat değişikliğiyle aslında, bir siyasî partinin genel başkanının ve yönetici kadrosunun eylem ve söylemlerinin tüm partiye atfedilebileceğini de hükme bağlamış olmaktadır. 2003 Karârı'nda da AİHM'e göre genel başkanlar, partileri adına bu eylem ve söylemleri ortaya koyarlar ve kendi kişisel değerlendirmeleri ile partinin bir bütün olarak kendi irâdesinin örtüşmediği durumlarda bu farklılıkları dile getirirler. AİHM'e göre Erbakan'ın hiçbir zaman bu eylem ve söylemlerinden yalnızca kendisinin sorumlu olduğunu söylememesi, bunların RP'ye isnât edilemeyeceği yönündeki soru işâretlerini ortadan kaldırmaktadır(!). Ve genel başkanların görüşleri, aksi belirtilmedikçe partinin görüşleri olarak değerlendirilmelidir(!). (para: 113) Oysa bu konu, SP Karârı'nda bütünüyle aksi yönde ele alınmıştır.
§
İmdi AİHM, RP Karârı'yla gerçekleştirdiği bu içtihat değişikliğiyle, "demokratik sistemin kendi savunma mekanizmalarını kaybetmesi konusunda 'güçlü belirtiler'(!) ortaya çıkması hâlinde"(!), sözleşmenin giriş bölümünde belirtilen "üye ülkeler arasında daha sıkı bir birlik kurmak ve insan hakları ile temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi amacına hizmet etmek ve bu yolla dünyâ barışına katkı sağlamak" amaçlarından "uzaklaşılması tehlikesini"(!) "dikkate alarak"(!) takdir marjı üzerinden yeni bir içtihat geliştirmiştir ve bu değişiklik, bütününde bakıldığında küresel kapitalist sistem ile neo-emperyalist stratejinin hukukî üst-yapısını sağlama alma çabasından başka bir şey değildir.
Bu karârıyla AİHM, "Venedik Kriterleri" olarak da bilinen kriterlerden farklı olarak, kapatma dâvâlarına ilişkin olarak yeni bir irâde ortaya koymuş; siyasî partilerin savundukları görüşlerin de şiddete başvurmasalar bile, "doğrudan doğruya demokrasiye ve demokratik toplum idealine uygun olması gerektiği"ni(!) hükme bağlamış; böylelikle "demokratik sistemi, demokrasi dışı eylem, söylem ve yönelimlere kapatmaya çalışmış"(!); sistemin geleceğini ve güvenliğini bu yolla sağlamaya çalışmış, bu amaç doğrultusunda takdir marjının başka birtakım kullanımlarına onay vereceğini göstermiş, son sözün ise her durumda ve her zaman kendisine âit olacağını göstermiştir.
Nitekim, RP'nin iktidârdayken kapatılmış olmasına karşın Batasuna Partisi'nin henüz iktidâr alternatifine sâhip olmadan; yâni, elinde meşrû güç kullanma yetkisi bulunmadan ve hükümette yer almayıp sözleşme sistemini uygulamak konusunda doğrudan muhatap olmadan kapatılmış olması, bu içtihat değişikliğinde AİHM'in giderek "şiddete başvurma konusu"ndan uzaklaşıp, "siyasî partilerin savundukları görüşlerin değerlendirilmesi"ne doğru kaydığını açık bir biçimde göstermektedir. Ve AİHM, "demokratik toplum ideali"nin yalnızca "şiddet" yoluyla değil, aynı zamanda siyasî partilerin savundukları görüşlerle de yara alabileceğine inandıklarını bu içtihat değişikliğiyle göstermiştir.
Dolayısıyla AİHM, RP Karârı'nda açık bir biçimde dile getirildiği gibi, ulusal makamların, demokratik toplum düzeninin korunması için, bu düzenin sağlanmasının önünde engel teşkil eden siyasî partiler hakkında kendi takdir marjlarının hak ihlâli kapsamında değerlendirilemeyeceğini hükme bağlamıştır (RP Karârı, 2001; para: 50) ki, bu tür bir takdir marjı kullanımının, "demokratik sistemde hak ve özgürlüklerin özüne ilişkin bir müdahaleyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı"; nelerin müdahale kapsamına girip nelerin girmediğini ayırmada hangi ölçütlere göre ve nasıl hareket edileceği bütünüyle belirsiz kalmıştır. Ve bu belirsizlik, aslında uluslararası hukukun, Batı emperyalizminin çıkarlarına uygun biçimde işletilebilmesi için yaratılmış ve bunun giderilmesinden de özenle kaçınılmıştır.
Aslına bakılırsa, işin bütün düğüm noktası da buradadır; AİHM, sözleşme sistemi içinde, olası ihlâl iddiâlarına karşı son sözü kendisine saklayarak, bu yetki aşımını engelleyebileceği yollu bir izlenim yaratmışsa da bu incelemede hangi ölçütlerden ve nasıl hareket edileceğinin belirsiz olması, hedef ülkelerde demokratik siyasî sistemi de tehdit etmekte; bu belirsizlik, küresel kapitalist sistem ile neo-emperyalist stratejinin faaliyet alanlarının genel güvenlik şemsiyesini oluşturmaktadır. Zîrâ, bu belirsizliğin artması demek, küresel güç odaklarına daha geniş bir hareket sahasının yaratılması demektir ve bizce, önümüzdeki süreçte, hedef ülkelerde Batı emperyalizminin çıkarlarına uygun biçimde bu belirsizlik giderek artacak, bundan etkin biçimde yararlanılacaktır.
Kaynakça:
AİHM Kararları:
Affaire Herri Batasuna et Batasuna c. Espagne, Ap. No: 25803/04, 25817/04.
Case of Freedom and Democracy Party v. Turkey, Ap. No: 23885/94.
Case of Handyside v. The United Kingdom, Ap. No: 5493/72.
Case of Socialist Party and Others v. Turkey, Ap. No: 20/1997/804/1007.
Case of The Welfare Party and Others v. Turkey, Ap. No: 41340/98, 41342/98, 41343/98, 41344/98.
Case of The Sunday Times v. The United Kingdom, Ap. No: 6538/74.
Case of United Communist Party of Turkey and Others v. Turkey, Ap. No: 133/1996/752/951.
Kitap ve Makâleler:
AKILLIOĞLU, Tekin, (1989). "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İç Hukukumuz", AÜSBF Dergisi, Cilt: 44, No: 1-4, Ankara.
ÇAĞLAR, Bakır, (1990). "Anayasa Mahkemesi Kararlarında Demokrasi", Anayasa Yargısı, Ankara.
DİNÇ, Güney, (2006). Sorularla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Ankara: Türkiye Barolar Birliği.
DOĞRU, Osman / NALBANT, Atilla, (2001). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye Karar Özetleri (1995-2000), İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları.
ERDEMLİ, Atillâ, (2000). "Profanlaşan Dünyâmızda Demokrasi", felsefelogos, Sayı: 11, 2000, Ankara.
FROWEIN, Jochen A., (1993). "İnsan Haklarının Çağdaş Yorumu", Anayasa Yargısı, Ankara.
GAETE, Rolando, (1993). Human Rights and the Limits of Critical Reason, Aldershot: Darthmouth.
GEMALMAZ, M. Semih, (1980). "İnsan Hakları Hukuku Açısından İfade Özgürlüğü", İnsan Hakları Yıllığı, Yıl: 2, Ankara: TODAİE.
GEMALMAZ, M. Semih, (2001). Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş, İstanbul: Beta Basım Yayım.
GÖZLER, Kemal, (2008). Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Bursa.
GÖZÜBÜYÜK, Şeref, (2003). Hukuka Giriş ve Hukukun Temel Kavramları, Ankara: Turhan Kitapevi.
GÖZÜBÜYÜK, Şeref / GÖLCÜKLÜ, Feyyaz, (2007). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Ankara: Turhan Kitapevi.
HELLER, Agnes, (1992). "Rights, Modernity, Democracy", Deconstruction and the Possibility of Justice, London / New York: Routledge.
PETRAS, James, (2002). Küreselleşme ve Direniş, İstanbul: Cosmopolitik Kitaplığı.
SAYGIN, Alkım, (2009). 21. Yüzyılda Üçüncü Dünyâcılık, Kemalizm ve Millî Demokratik Devrim Üzerine Tezler, Ankara: Adımlar Yayınevi.
SIEGHART, Paul, (1986). The Lawful Rights of Mankind: An Introduction to The International Legal Code of Human Rights, Oxford: Oxford University Press.
TÜRMEN, Rızâ, (2001). "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Açısından Temel Hak ve Özgürlüklerin Kapsam ve Sınırlamaları", TBB Anayasa Hukuku Kurultayı, Ankara: Türkiye Barolar Birliği.
ÜNAL, Şeref, (2004). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları.
YILDIRIM, Mustafa, (2004). Sivil Örümceğin Ağında, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YAŞARKEN
Ağaçların daha bu bahçelerde
Bütün yemişleri dalda sarkıyor;
Umutların mola verdiği yerde
Geceler bir nehir gibi akıyor.
Baksan bir uzaklık var hangi yana,
Hangi eşyaya dönsen boş bir ayna;
Varmak istediğim uzak limana
Gemiler beni almadan kalkıyor.
Gelmedi gün daha, çalmadı saat,
Daha uçurmuyor beni bu kanat;
Sabırsızlanma, ey kapımdaki at!
Güneş daha gözlerimi yakıyor.
Ahmet Muhip DRANAS
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir konuda uzman olmadan fikir sahibi olmak ve hatta konunun uzmanlarından bilgi almak için http://www.uzmantv.com/ . Örneğin: Evde kendi kendinize ekmek yapmak istiyorsunuz ama hamur hazırlamaktan pişirmeye kadar tüm safhaları öğrenmek için kaynağa ihtiyacınız var. Ya da köpek beslemek istiyorsunuz. Acaba nasıl bir köpek seçmeli ve nasıl eğitim vermeli diye soruyorsunuz. Kısaca özetlemek gerekirse; bu web sayfasında bulacağınız kaynaklar gerçekten çok işinize yarayacak.
Elinizdeki mevcut malzemeleri kullanarak bir şeyler üretmeyi ve hatta üretebildiklerimizi başkalarına gösterebilmeyi genellikle severiz. http://www.kendinyapsitesi.com/ web sitesi pratik şeyler üretmeyi seven ve sürekli araştıran meraklılar için güzel bir kaynak. Tavsiye ediyorum.
http://www.incefikir.com/ …aklınızdaki her şeyi sorabileceğiniz veya var olan soruları cevaplayabileceğiniz bir paylaşım fikridir. İncefikir bir kurgu, hayatı kurcalama, garip bir fikir, aklınıza takılan bir soru, hep size sorulmasını hayal ettiğiniz o sorunun muhteşem cevabı, sizin söyleyemediğiniz ama onların söyledikleri, belki de kimsenin düşünemedikleri, zaten bildiğiniz ama duyma ihtiyacı duyduklarınız, bazen bir merak, bilmece ya da bulmaca, güldürürken düşündürmeyen mizah, yerine göre gerçek, çoğunlukla yalan dolandır… Bu sözlerle tanıtmış sitenin sahibi ne yapmak istediklerini, bu kadar söze ekleyecek bir şey bulamadım. Ellerine sağlık.
http://www.komikler.com Komik olan ne varsa bu web sayfasında derlenmiş. Beğenebileceğiniz bir şeyler olduğuna emin olabilirsiniz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|