|
|
|
Editör'den : Köyümüze sağ salim döndük!.. |
Merhabalar,
Dokuz günlük tatilin istatiklerini okuyunca yukarıdaki başlığı atmak farz oldu. Bu saat itibariyle ölü sayısı 162, yaralı sayısı 700. Buna kurban keserken kendini telef ve tatilin zevkini çıkarırken ruhunu teslim edenler dahil değil. Onlar da katılınca ufak çapta bir savaş bilançosu denilebilir. Buna mukadderat deyip geçenlerle, isyan edenlerin savaşı sanki. Çok bilinenli, az çözülenli bir denklem. Ama kader değil, olmamalı.
Ben de yeni döndüm. Kuş misali uça uça gezdiğim için karayoluyla temasım çok olmadı. Biz de şöyle, orada böyle diye karşılaştırma yapma saçmalığına düşmenin anlamı yok ama hep dediğimiz gibi, değeri insanla ölçmenin yolunu bulduğumuzda orayla buranın farkını fark etmek bile kolay olmaz, inanın. Neyse...
Memleket sorunlarından soyutlanarak geçen on günün ardından adaptasyon dönemindeyim. Bu sürede, bayram ve hasbelkader bu yıl tatile denk gelen yaşgünüm nedeniyle beni tebrik eden ama benim geri dönme fırsatı bulamadığım tüm dostlara buradan teşekkür etmek istiyorum. Gün gelir siz de bana geri dönmezsiniz, ödeşiriz. Vaki adaptasyon sorunum nedeniyle huzurlarınızdan erken ayrılıyor ve sizleri güzel yazılarımızla başbaşa bırakıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan KOCAÇILLI İLE ÇAKICI |
|
- Ulen Efe bu gece goca defteri bi açtın kapatmak nedir bilmiyon gari! Pes valla yine beni susturdun ya ne edeyim bunun bi rövanşı olur pek yakında…
- Oğlum kelin merhemi olsa başına sürer derler ya seningisi ona benziyo…Sen kim, siyaset pabucu giymek kim! İnsanlara nasihati etceen yerde önce kendine dinlet.. Sen bennen kapışceene git Kırkpınar'da Arap Üseynlen kapış… Sıkletin bene denk düşmüyo.. heh heheee…
Kiraz eşrafından Kocaçıllı ile Çakıcı lakaplı çok eski iki arkadaş ne zaman bir araya gelseler siyaseten birbirlerini iğnelemekten geri durmazlardı.
Kocaçıllı'nın iri kıyım, heybetli bir görünüşü vardı. Koyu Halk Partiliydi. Başında Ata'nın hani şu başını kaldırıp göklere baktığı, "İstikbal göklerdedir." sözünü ettiği, fotoğraftaki kıyafetini andıran geniş siperli şapka, İngiliz pantolon, iri kareli ceket ve geniş çerçeveli gözlükleriyle ve ucu demir uçlu bastonu ile yürüdüğünde yeri titretirdi.
Çakıcı, Kocaçıllı'nın aksine koyu Demokrat, ihtilal sonrası Kıratçı olan, bedenen Kocaçıllı'dan daha zayıf bir yapısı vardı.
Kocaçıllı haftada iki gün Pazartesi ve Perşembe günleri berbere giderdi. Berber dükkânı kasabanın siyasi arenası gibiydi. Bu iki eski dostun kapışmaları büyük bir ilgiyle izlenirdi. Özellikle esnaflar müşteri kıtlığı çektikleri zamanlarda bu ikiliyi bir araya getirmeye çalışırlardı. Hoş, bu durum, iki kafadarın da hoşuna gitmez değildi.
Günlerden yine bir pazartesi gelip çatmıştı. Köşe kahvede arkadaşlarıyla pişpirik oynayan Kocacıllı'ya, kahvecinin "Berber Muammer usta seni bekliyor" demesiyle, oyunu bırakır. O devirde berber çırakları Kocaçıllı'nın bastonundan çıkan sesleri duydukça korkudan dükkânın en dip köşesinde saklanaca delik ararlardı. Kocaçıllı;
- Selamünaleyküm, hayırlı işler Muammer, dedi.
- Buyur Efe, şöyle alayım sizi, diyerek karşılar Muammer Usta.
Koltuğa yavaş bir hareketle oturan Kocaçıllı'yı izleyen çırak hâlâ korkuyla sindiği köşeden ustasını izlemektedir. Ustanın üçbeş hal hatır cümlesinin ardından Kocaçıllı'nın berberde olduğu haberini alan Çakıcı hınzırca gülümseyerek içeri girer. Selam faslının ardından Çakıcı, arkadaşına;
- Ulen Efe ya, hiç nettin, neeelere gittin bile demiyon, diyerek söze girer. Kocaçıllı da biraz nazlanarak;
- Eeee, hadi de gari ne diyeceksen, neelere gittin, neleee anlattın bakemm?
- Sorma ya Efe, geçenlerde bindim kıratın üstüne Veliler, Yağlar ve Cevizli
köylerine vardım. Köylüler başıma toplandı. Onlara Atatürk'ün, İsmet Paşa'nın zamanında çektikleri sıkıntıları bir bir anlatıvedim, valla hepsi birden kulak kesildi… Yaa öyle mi, vah vahhh, nasıl oldu da bunları bilememişiz deyip hayıflandılar… Sonunda benlen beraber ağlamasınlar mı?
Konuşmasını ballandıra anlatan Çakıcı'ya karşı ne diyeceğini bilemez Kocaçıllı;
- Muammer Usta, elini çabuk tut, evde biraz işim var deyip, Çakıcı'nın iğne değil ya çuvaldız gibi laflarını daha fazla dinlemek istemez. İki tecrübeli siyasetçinin söz düellosunu dinleyenler arasında Kocaçıllı ile Çakıcı taraftarları da vardır.
Bu olaya kafayı takan Kocaçıllı ertesi hafta Çakıcı'nın gittiği köyleri tek tek dolaşır. Köylülerle kahvede toplaşıp sohbet eder. Turu tamamlar tamamlamaz soluğu berber Muammer'de alır. Çakıcı'ya haber vermesini ister.
Çakıcı'nın traş olmaya geldiği bir gün Berber Muammer çırağa;
- Git, Kocaçıllı'ya haber ver. Çabuk dükkâna gelsin, diye söyler. Haber üzerine gelen Kocaçıllı koltukta oturan Çakıcı'ya;
- Eeee, Çakıcı hal hatır sordun da ne işler yaptın, neeelere gittin diye niye sormuyon, deyince, Çakıcı da anlamışçasına keyifsiz;
- Peki, Efe, neeelere gittin anlat bakalım, der. Bunun üzerine Kocaçıllı,
- Ulen Çakıcı, geçen gün bi lafla ettin, içime kurt düşürdün. Ben de kalkıp senin gittiğin köylere vardım. Onlara;
- Siz demek Ata'nın, İsmet Paşa'nın zamanında onca eziyet, sıkıntı çektiniz, bilmiyordunuz da Çakıcı gelip size bunları anlatınca mı öğrendiniz? Bi de üstüne üstlük oturdunuz utanmadan ağladınız haaa! deyince.
Onlar da;
- Efem iş bildiğin gibi değil. Biz, dedik ki, yahu yurdu düşmandan kurtaran goca Ata, onun ardından bizi dünya savaşına sokmayıp, çocuklarımızı yetim bırakmayan İsmet Paşa… Onca sıkıntıyı bize onlar yaşatmış da bilememişiz de şimdi bizi onlardan kurtarma işi Çakıcı denen herife kalmış diye üzüntümüzden ağlamaya başladık, demezler mi! Bu söz üzerine diyecek laf bulamayan ve siyaset golü yiyen Çakıcı, usulca koltuktan kalkıp;
- Hadin bana müsaade Efem, der ve çekip gider…
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer, diyen şaire başka ne denebilir ki!! Günümüzde siyaset hoşgörüsüz bir ortama sürüklenmiş durumda ve ne yazık ki "defol git" söylemlerine kilitlenmiş durumda.
Biz de çareyi geçmişte arar olduk. Kocaçıllı ve Çakıcı gibi hoşgörü sahibi siyasetçilerin yeniden sahneye çıkacağı günleri beklemekten başka çıkar yol yok…
Not: Kocaçıllı, Çakıcı ve Berber Muammer Usta'ya Tanrıdan rahmetler dilerken, bu anıyı bizimle paylaşan Mehmet Eriş dostuma teşekkürlerimi sunarım.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder VUR AMCAOĞLU |
|
Şakir, bizim amcaoğlu "İzmir'deyim; bu akşam size geleceğim" deyince evde bir telaştır başladı. Yirmi beş yıl önce Almanya'ya işçi olarak gittiğinden beri, yüz yüze gelmek kısmet olmamıştı. Evde akşam hazırlıkları başlarken, ben de arabaya binip çarşıya çıktım. Konuk bahanesiyle iki kadeh de parlatalım, derler ya hani.
Yiyecek, içecek derken arabaya döndüm ki, biri nasıl becerdiyse eliyle kaldırıp koymuş gibi önüme parketmiş. Sağa sola baktım kimse yok; adam çekmiş gitmiş. Her ne kadar benim çıkamayacağım bir duruşsa da işim çok acele, amcaoğlu neredeyse gelir. Başladım çıkmak için uğraşmaya. Ha gayret Mehmet. O nasıl girdiyse sen de öyle çıkarsın, diye kendime gaz vere vere manevralar yapıyorum. Bir iki üç. Ha oldu ha oluyor, derken, hafif bir toslamayla çıktım. İndim baktım, benim sağ ön far darmadağın, öndeki aracın sol arka farı çatlamış. Önemli bir şey değil. Hem sahibi ortada yok, hem de yetmiş yedi model çoktan hurdaya çıkarılması gereken bir araba; kabahat da onda.
Çabucak eve geldim. Tüm hazırlıklar tamam, saat geldi geçti ama, bu kez de Şakir'den haber yok. Bekle bekle; yaklaşık iki saat sonra kapı çalındı. Baktım, kel kafalı göbekli bir herif. Dikkatlice bakıp, saçlarını Almanya'da unutmamış, karnına da on on iki kilo ekleme yaptırmamış halini düşününce öz be öz bizim amcaoğlu, Şakir.
Ama amcaoğlu, görüntü bozukluğunun yanında sinirli biri de olmuş çıkmış. Burnundan soluyor. Hoşbeşten sonra başladı söylenmeye:
- Sizin bu Türkiye'de ehliyet bakkallarda mı satılıyor kuzen?
- Yok, dedim, özel kurslara devredildi ama, yine devlet denetiminde.
- Onu demiyorum, dedi. Herifin biri, gel sen benim arabaya arkadan vur. Sol farı kır. Bayındır'da bu far da yok mu? Tabii lüks araba. Ben de titizim, öyle dolaşamam, döndüm İzmir'e. Ara bul taktır, iki saatim heba oldu. Üstelik üç bin lira da masraf. Şimdi bu adam sopalık değil mi kuzen? Ah bir yakalasam, alırım elime bir delice sopası; kıçına kıçına, bacaklarına bacaklarına.
…
Bendeki şansa da bak şimdi? Koca memlekette, sen git eve gelecek konuğun farını kır. Üstelik adam Almanyalarda aportçu olmuş çıkmış. Yetmiş yedi model hurda, altı üstü. Satılığa çıkarsan, bin liraya dönüp bakan bulunmaz; farı üç bin liraymış. Kör ölür badem gözlü olur. Çık babam çık. Engel olan mı var.
Bir de bakalım benim çarptığım araba mı? Arka far dedi, belki arka
sağdır.
- Amcaoğlu arka far, dedin, arka sağ mı?
Aynı hiddetle:
- Sol dedim, sol! Ah bir yakalasaydım. Bacaklarına bacaklarına, kıçına kıçına.
Vurma be yahu; bacaklarım sızlamaya başladı. Bari konu değiştireyim.
- Şakir, Almanya'da havalar nasıl. Burası gibi kurak mı?
- Yahu kuzen Almanya dedin de aklıma geldi. Ben o adamı bir yakalasaydım. Delice sopasıyla bacaklarına bacaklarına, kıçına kıçına.
Bunun faydası olmadı, fulboldan bahsedeyim:
- Almanya'da takım tutuyor musun?
- Yahu kuzen, bacak dedin de aklıma geldi. Ben onun bacaklarına bacaklarına.
Yahu ben bacak macak demedim ki. Ne desem lafı dövmeye getiriyor. Şurada iki lokma akşam yemeği tıkınacağız, dayaktan kursağıma dizildi.
Susmuyor da:
- Benim arabamdan Avrupa'da bile yok. Taa Amerika'dan getirttim. Bir farını bile taktıramaz o dürzü.
Hem övüngeç hem yalancı hem de küfürbaz. Dürzü de olduk. Araba da araba olsa, müzelik, döküntü.
…
Bari çocukluk anılarından bahsedeyim, belki normal sohbete başlarız. Bir gün dut ağacından düşmüştü de, alnı maymun kıçı gibi açılmıştı. Neredeyse kan kaybından geberecekti. Sıpanın sırtında iğneci Hüsnü'ye yetiştirmiş, canını kurtarmıştım. Bunu anımsatınca, her halde dövmeyi bırakır tekrar teşekkür eder.
"Yahu amcaoğlu, neydi o günler. Dut ağacından düştüydün de kan
kaybında ölecektin" demeye yeltendim, söyleten kim; dut der demez sözümü kesti:
- Sahi be kuzen, olacak bir dut dalı, kıçına kıçına, bacaklarına bacaklarına.
Üüüf. Bu adamda ne anılara saygı kalmış ne de vefa. Hiç kuşkum yok bile bile yapıyor. Öğrendi birinden benim çarptığımı; üç tane binlik koparmaya çalışıyor. Gevur sınırdışı mı etti ne? Bulmuş oralarda bir hurdalaş, onun da parasını benden çıkaracak. Son model Amerikan arabası filan! Fiyatı arttırıp, her lafı sopaya getirmesi bundan. "Al şu üç bin lirayı amca oğlu; vurup durma" dememi bekliyor.
Bende o göz var mı?
Ama o olduğunu sanıyor, bir türlü hızını alamıyor:
- Kaval kemiğine bir tekme. Seni namussuz, pez…
Vurma yahu. Sövme çocukların yanında. Ah ben seni Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun ilk mercimek heykeli yapardım ya, dua et konuğumsun.
…
Yeterince dövüp sövdüğünü düşünmüş olmalı, yemekten sonra şirinliği tuttu.
- Haydi sizi arabamla gezdireyim. Böyle lüks araba bir daha buralara gelmez. Sizin için değişiklik olur.
Binelim binmesine de, ne bilsin amcaoğlu, memleketin dünyanın pazaryeri haline geldiğini; beş yaşındaki arabaların eski model sayıldığını. Bizi otuz yaşındaki arabaya bindirip yaşamımızı renklendireceğini sanıyor. Gerçi, antika olarak bir değeri olabilir; o da yolda bırakmazsa.
Gel bizim arabayla gezelim, desem, olmaz. Bilmiyorsa da benim çarptığımı öğrenecek. Önerisini kabul ettim.
Sokağa çıktık Şakir'in külüstürü ortalıkta yok. Baktım karşı binanın önünde duran lüks arabaya doğru gidiyor. İçimden "Herhalde bunlara meraklı, etrafında
dolaşıyor. Şimdi döner" diye geçirirken, dönmedi. Üstelik elindeki kumanda ile arabayı da açtı:
- Haydi, neredesiniz?
Çoluk çocuk lüks arabanın içine doluştu.
- Şakir, dedim, bu arabanın farını mı kırdı o namussuz herif?
Üzgündü, başını evet anlamında salladı:
- Ya kuzen. Nasıl kıydın değil mi? Bir yakalasaydım ama, kıçına kıçına, bacaklarına bacaklarına.
Kuzenim yerden göğe kadar haklıydı. Düpedüz vicdansızlık bu:
- Vur amcaoğlu, dedim, vur. Benim için de vur.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Deniz Marmasan Bisiklet. Çocuk. Yaz. |
|
Güne çiçek düşsün istiyorum ve bisiklet tekerinde dönsün yaz.
Sahi kaç kişiyiz bisikletlerden ve müziklerden ibaret düşlerle yaşayan, benim matematiğim hiç iyi olmadı. Kaçı bırakıp da gözlerimi her kimse ona bırakmayı beceremedim.
Biraz kırık, biraz ağlamaklı uyanılıyor bu şehirde günlere, belki eski ve kırık bir aynanın dökülen sırlarına bu hüzün. Ağıt yaktığımız gecikmişliği aşkların, belki de korkusu ılıklığa kapılmanın.
Yaz güllerine bezemek istediğim dizelerin yorgan altı sevdalarında bekliyorum seni, saati yok otobüslerin, mevsimi beklemede notalar.
Kaç sene önceydi bilmiyorum, belki iki belki üç, o caddede yürüyen yalnızlığıma seslenmiştim, burada başka kimseyle yürümezsin... Kaç yıl geçti üzerinden bilmiyorum, şimdi iki haneli rakamlara geçtim o caddede yürüdüklerimle. Hayat değişiyor, hayat yoksunlaşırken çoğalıyor. Hayat inançsızlaştırırken, acabalara düşüyor. Kavrulurken sokaklar, ayazlarından kaçıyorum kalbimin. Kalbim, kimin.
Her gün bileklerime takılıyor gözlerim ve sözlerin ve gözlerin ve yırtık davetlerin cüzdanımda solan. Kimden kalkıp, nereyede duraklayan vagonları var anlarımın, ve anlar yaşandıkça tebessümü kalan ve anlar gözyaşlarımın ırmak boylarında.
Bisikletler var şimdi, yeşil, çok yeşil ve yeşerikliğe aniden düşen kiraz taneleri. Ve sevişme mevsimindeyiz işte. Bir sonrakinden habersiz ve şimdikine tutunamadan. Bundan ibaretim bu yaz sonunda. Biraz şiir okumak, biraz şarkı söylemek, biraz aşkla yıkanmak... Basit yaşamak, yalın ve yalnız, bizlikten ibaret evlerde...
Buradayız, birbirimizle, köprüden önce son çıkış.
Sevdiğim şarkılarla seslen bana, sokak sokak, beklediğimiz yazlarda, denize yakın, yalınayak...
Deniz Marmasan denizmarmasan@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı CANAVARSIZ EDEMEYİZ BİZ |
|
Canavarımız pek boldur bizim. Canavarsız edemeyiz, olmasa bile yaratırız; korkmaya, korkutmaya bayılırız. Her gün her gece trafik canavarları kol gezer yollarımızda. Araba sahipleri evde kuzu gibidirler ama yola çıkınca canavar kesilirler. Bir zamanlar Salacak canavarı, Dinar canavarı oyaladı bizi, sonra ortaya Van Gölü canavarı çıktı. Bağa girdim ay çıktı/ Karşıma bir yar çıktı/Aman dostlar yar değil/Aklım başımdan çıktı...
Canavarlar tarihte büyük bir yer etmişlerdir. Drakula, Kazıklı Voyvoda, Kin Kong gibi kan dökücü, işkenceci canavarlar romanlara, filmlere konu olmuşlardır. Almanların ikinci dünya savaşında Yahudilere yaptıkları bir canavarlıktır ama bundan ders almayan Yahudiler de şimdi Filistinlilere canavarca saldırmaktadırlar. Avrupalılar, bizleri canavar gibi görürler, canavarlıkla suçlarlar ama kendileri sütten çıkmış ak kaşık değillerdir hani... Din bağnazlığı yüzünden insanları diri diri yakmışlar, katliamlar yapmışlardır. Ayrıca Hindistan'da, Cezayir'de, Afrika'da yaptıkları hep uygarlık gereğidir, canavarlık değildir(!)
Amerika da canavarlıkta Avrupa ile yarışmakta, hatta öne geçmektedir. Kızılderililere, zencilere yaptıkları canavarlıklar yetmemiş gibi, Vietnam'da, Irak'ta masum insanların enselerinde boza pişirmişler, onları canlarından bezdirmişlerdir. Ayrıca Japonya'ya attıkları atom bombası canavarlıktan başka nedir ki?
Ermeniler dünyaya bizi canavar ilan etmek için her şeye başvuruyorlar ama kendi çetelerinin canavarlıklarını, eski olaylarla hiç ilgisi ve suçu, günahı olmayan elçilerimizi öldürdüklerini unutuyorlar ya da görmezlikten geliyorlar. Yunanlılar yıllarca bizi canavar olarak göstermişler ve çocuklarına böyle öğretmişlerdi. Altıncı sınıflar için hazırlanan bir tarih kitabında Türk imajına eskiye göre daha iyi yer verilmesi Yunanistan'ı karıştırmış. Hürriyet gazetesinin haberi şöyle: "TÜRK CANAVAR DEĞİL"
"Kaldırılması ya da eklemeler yapılması beklen kitabı değerlendiren Yunanistan Eğitim Milli Konseyi Başkanı Profesör Veremis 'Türklerin her zaman canavar gibi gösterilmelerini anlayamıyorum. Biz Anadolu'da yaptığımız aşırılıkları niye anlatmıyoruz? Canavarlar birbirlerini öldürürler. Osmanlılar yüzyıllarca yaşadı...' dedi. Dedi ama gelen tepkiler üzerine geri adım atıldı. Çünkü neofaşistler Atina'da yaptıkları bir protesto gösterisinde bu tarih kitabını yaktılar. Besteci Mikis Teodorakis gibi aydınlar bile bu tarih kitabına karşı çıktı. Kilise bile, efsanelere son verdiği için, tarih kitabına ateş püskürdü..."
Mehmet Akif Ersoy, "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" derken uygar geçinen emperyalist ülkelerin yaptıklarına bakarak bu kanıya varmıştı...
Avrupalı ile bir yamyam yolda karşılaşmışlar. Avrupalı yüzünü buruşturarak:
"Yaptığınız bir canavarlık. Öldürdüğünüz insanları yiyorsunuz" demiş.
Afrikalı, "Siz de insan öldürüyorsunuz. Onları ne yapıyorsunuz?" diye sormuş.
"Hiç. Gömüyoruz" demiş Avrupalı.
Afrikalı yamyam dudak bükmüş:
"Hiç yüzünden insan öldürülür mü? Asıl canavarlık budur!"
Vahşi hayvanlar canavar olarak nitelendirilirler. Oysa asıl canavar insanlardır. Onlar acıktıkları zaman, karınlarını doyurmak için öldürürler. Bizim gibi hiç yüzünden değil!
Ses, görüntü kimi zaman aldatıcı olabilir; canavar sandıklarımız koyun, koyun sandıklarımız canavar çıkar. Ormanlar kralı olarak nitelenen ve acımasız bir canavar görüntüsü çizen aslanın sirklerdeki haline bakın bir kere. İnsanlar kendilerinden güçsüz kişilerin karşısında canavar kesilirler ama güçlü ya da eli silahlı kişileri görünce süt dökmüş kediye dönerler. Görünüşe aldanmamalı. Ne canavarlar vardır ki, işkence edilince ya da polisin eline düşüp çaresiz kalınca köpek gibi yalvarırlar kendilerinden daha kısa boylu, cılız kişilerin karşısında. Köpek deyince aklıma geldi. Size başımdan geçen köpekli bir olayı anlatmak istiyorum. Sesin ne kadar aldatıcı olduğunu da vurgulamak istiyorum burada.
Bir zamanlar bir kızı sevmiştim ama bana yüz vermiyor, kapris yapıyordu. Günlerden bir gün halime acımış ya da yola gelmiş olacak ki, "Yarın öğleden sonra üç sıralarında bize gel. Evde benden başka kimse olmayacak" dedi. Sevinçten deliye döndüm. Ertesi günü zor ettim. Belirtilen saatte evlerine damladım ve kapıyı çaldım. Bir süre bekledim. Derken kapı açıldı. Sevgilim bornozla karşıma çıktı. Banyodan yeni çıktığını, içerde biraz beklememi söyledi. Tam içeri geçecekken bir köpek havlaması duyuldu. Merakla yüzüne baktım. "Köpeğim canavar bu. Korkma, gir içeri" deyip banyoya koştu. Adı canavar olduğuna göre kocaman bir köpek olmalı. Böylelerini sahibelerini kıskanırlar. İster misin üstüme saldırsın da beni ısırsın, diye düşünerek korkuyla geri çekildim ve "Önemli bir işim vardı. Unutmuşum. Gideyim de sonra geleyim" diyerek oradan kaçtım.
Bu olayı dost bildiğim birkaç arkadaşıma anlattım ama sağda solda gevezelik etmiş olacaklar ki, kızın kulağına gitmiş. Birkaç gün sonra sevgilimi yolda gördüm. Kucağında küçücük bir köpek vardı. Beni görünce havladı. Kız alayla güldü, "Sus bakayım canavar! Havlama. Ağabeyini korkutacaksın. Zavallının köpeklerden ödü kopar" dedi. Hayretle, "Canavar bu muydu?" diye sordum. "Tabii ya. Ne sandın?" dedi ve çekti gitti.
Kimi zaman aşk yüzünden de canavarlaşır insanlar. Kıskançlık, ihanet, dedikodu gibi nedenlerle sevdiklerini ya da onların dost ve akrabalarını kurşuna dizerler. Bir şarkıda, "Damarımda kanımsın/ Sevgilimsin canımsın" denildikten sonra, "Başkasını seversen bil ki yaşatmam seni" denilerek içteki canavarlık, bencillik, cana kıyıcılık ortaya seriliyor... Şu sözler de öyle; "Ya benimsin ya da toprağın", "Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın/ Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun."
Faruk Nafiz Çamlıbel de bir şiirinde sevgilisine,"Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da/Aşkım seni canavarlar gibi takip edecek" diye sesleniyor...
Bir zamanlar kurabiye canavarı diye bir çizgi film vardı. Çocukları küçük yaşta dev, cin masallarıyla, canavarlarla korkuturlar. Onlar da canavarlık yaptıklarının farkında olmadan, hayvanlara eziyet ederler, onların canlarını yakarlar. Ayrıca anne babalarına, kendilerine bakan dede ve ninelerine karşı yaptıkları yaramazlıklar da bir çeşit canavarlıktır. Mikroplar, gözle görülmeyen, küçük ama yaptıkları büyük, bir çeşit canavardırlar. Kendilerini ciddiye almayan kişilere kocaman canavarlardan çok zarar verirler, hatta ölümlerine yol açarlar. Sadece küçükler değil, büyükler de canavarlarla korkutulurlar. Komünizm, irtica, anarşi ve terör, bölücülük, din ve mezhep, ırk ayrılıkları, etnik milliyetçilik, enflasyon bir çeşit canavar olarak gösterilmişlerdir... Bunların çoğundan kurtulmak olanaksızdır. Çünkü kimi kişiler bu canavarlarla, onların yarattığı korkularla besleniyorlar, onlar olmadan yaşayamıyorlar!
Milliyet Gazetesinde Hasan Pulur'un yazdığına göre, "1857 yılının 27 Şubat günü İstanbul'da halk sokağa dökülüyor. Çünkü ay tutulacaktır. Oysa halka göre Ay tutulmayacak, bir canavar Ay'a saldıracaktır. Kimi silahını kapmış, dama çıkmış, kimi tencerelere kapakları vurarak canavarı korkutmaya çalışmış, kimi zil çalıyor... Bu gürültüye İstanbul'un sokak köpekleri de katılmış, birkaç saat süren bu gürültü sonunda, Ay canavardan kurtarılmış, İstanbullular da huzur içinde evlerine dönmüşler."
Bu gelenek günümüzde de Anadolu'nun birçok yerinde sürmektedir.
Ay canavardan kurtarılmış. Bakalım dünyamız canavarlardan ne zaman ve nasıl kurtulabilecek, barış ve mutluluk içinde yaşayabilecek? Canavarsız günler dileğiyle.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Anıl Murat Keskin |
BİR PARANOYA HİKAYESİ
Bugün görmeye gidecektim onu. Acımıyordum ona. Haşmetli bir şefkat besliyordum sadece. Onu o odada yalnız ve çaresiz görmek canımı acıtıyordu. Saat neredeyse yediydi ve acele etmem gerekiyordu. Henüz on dakikalık daha yolum vardı ve bindiğim otobüsün şoförü kesinlikle koltuğunda değildi. Yaşamıyordu o anı. Sadece yılların verdiği bir alışkanlıkla elleri direksiyonda, ayakları da gaza basıyordu. Diğer arabalar zaten umurunda değildi. Hastahanenin iki ön sokağında indim ve içeriye doğru yürüdüm. Hava kararmaya başlıyordu. İçeri girdiğimde beni göğüsleri neredeyse olmayan bir kadın karşıladı. Acaba içine çorap dolduruyor mudur diye geçirdim içimden.
Bahçe biraz serindi ama orada beklemeliydim. Ziyaretçilerin odalara çıkmasına asla izin vermiyorlardı. Özellikle benim gibi birinin yukarı çıkması hiç sağlıklı değildi hastalar için..
Uyku haricinde genelde kitaplarla geçtiğini biliyordum zamanın ve yanımda bir kaç kitap getirmiştim. Tabi ki aykırı kitaplar. Büyük ihtimalle hastane yönetimine takılacaktır. Yemyeşil çam ağaçları akşamları bana hüzün verirdi. Çok değil 3-4 sene önce her yazım çam ağaçları altında geçerdi. Çam ağaçları altında kahvaltı yapar, çam ağaçları altında uyur, çam ağaçları altında sevişirdim. Hatta çam ağaçları altında denize girerdim.
Solgun görünüyordu yüzü. Hiç konuşmadan oturdu yanıma sakince, hiç bir şey söylemeden.
Nasıl gidiyor diye sordu bana şefkatle.
- İyiyim. Sen nasılsın? Burada her şey yolunda mı? Sana iyi bakıyorlar mı??
- Ne önemi var?
- Seni her gün ziyaret edebilmek için yakınlarda bir ev tuttum tek odalı. Artık her istediğinde gelebileceğim. Bir isteğin olursa beni arayabilirsin.
- Tek odalı evinde fahişenle rahat edebiliyor musun??
- Lütfen, böyle bir şey yok, hiç olmadı. Yine o paranoyalarına başladın. Biliyorsun bu yüzden buradasın.. Yemekler nasıl burada? Senden daha iyi yapamıyorlardır eminim ama idare et oldu mu?
- Seni benim kadar mutlu edebiliyor mu, yatakta benim kadar iyimi söylesene.
- Lütfen yapma. Sana değer veriyorum biliyorsun. Telefonumu bırakayım evimin. İstediğin zaman beni arayabilirsin buradan. Ne zaman istersen.
Tam bu sırada uzun boylu iri bir adam geldi yanımıza, doktordu. Nasıl olduğumuzu yakında iyileşeceğini ve eski hayatımıza geri dönebileceğimizden bahsetti kısaca ve diğer hastalara bakmak için gitti. Bense hiç bir zaman eskisi gibi olmayacağını biliyordum.
- Beni sevdiğini söyle lütfen, buna ihtiyacım var.
- Seviyorum seni hem de tüm içtenliğimle, inan buna.
- İnanmıyorum. Sevseydin böyle olmazdı biliyorsun.
Telefonumu bir kağıda yazıp ayrıldım yanından. Arkamdan sesini duydum,
- Onu iyi beceriyor musun hı söylesene?
Hızlı adımlarla çıktım oradan. Canım fena halde sıkılmıştı. Eve gitmeden altılık bir efes ile biraz fıstık aldım. Yeni evime girdim ve biraları buzluğa attım. İçeride oturuyordu o güzel kadın. Patates yemeği yapmıştı. En sevdiğimden hemde. Yemekte hiç konuşmadım. Farkındaydı her şeyin. Üçüncü biramı içtikten sonra nasılsın diye sorabildim ve daha sonra konuşmama izin vermedi. Her zaman olduğu gibi sıradan başladı gece. İnsanlar birbirleriyle besleniyordu ve bazen haklılar diyordum içimden.. Harika bir fiziği vardı. Yüzü ifadesizdi ama önemi yoktu o an için. Televizyonu kapatıp yatağa geçtik ve gün neredeyse bitmek üzereydi. Tam o anda telefon çalmaya başladı. Umursamadım ama çok fazla rahatsız ediciydi. Sevişirken telefon çalmasından nefret ederdim. Kalkıp baktım ve arayan oydu.
- Fahişenle güzel vakit geçiriyor musun seni ahlaksız yazar? Sevişiyor muydunuz yoksa. Tam ortasında mı aradım? Rahatsız ettiysem kapatabilirim.
- Bu saatte nasıl aramana izin verdiler senin, iyi misin?
Telefonu suratıma kapatmıştı. Sinirim çok fena halde bozulmuştu, kendimi hiç olmadığım kadar kötü hissediyordum. Dolaptan gidip bir bira daha açtım ve yarısını tek dikişte içtim. Yatağımdaki kadınının serzenişleri bile umurumda değildi.
- Devam etmek ister misin yoksa kendini mi halledeceksin? diye sordu.
Ağlamaya başladım. Nasıl oluyordu da bu kadar haklı olabiliyordu diye düşündüm. Belki de onun yerinde ben olmalıydım. İnsanlar üzerinde kendi hayatımı oynuyordum. İnsanların ne yaşadıkları ne düşündükleri umurumda olmuyordu ve bunun kötü bir sonucunu görünce de kendimi öldürmek istiyordum..
Bütün gece içtim, sabah güneşi görene kadar. Artık hiç bir doğan güneş bu kadar etkili olmayacaktı hayatımda. Pürüzsüz bacaklarına kafamı koyup uyudum. Sadece rüyamda onun iyi olduğunu görmek istiyordum.
Anıl Murat Keskin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
SİYAH TÜRKLERİN YÜRÜYÜŞÜ
'Beyaz Türk' ile 'Siyah Türk' ifadeleri bilindiği gibi sosyolog Nilüfer Göle'nin Türkiye'deki sosyolojik oluşumları ifade etmede kullandığı kavramlar. Toplumu etkileyen ciddi bir sosyolojik olgunun renkler düzeyine indirgenerek siyah-beyaz şeklinde ifade edilmesine karşıyım. Ancak birileri daha uygun bir isim kullanıncaya kadar bu kavramlar Türkiye sosyoloji gündeminde kullanılmaya devam edecektir.
Yüzyıllardır kendilerine benzer kolayca alt edebilecekleri bir güç olarak gördükleri Avrupa'yı birden karşılarında devleşmiş halde gören Osmanlı yönetici ve aydınları, bu devi algılama, tanıma, ifade etme, faydalanma, yaklaşma ve yakınlaşmada gruplara ayrıldılar. Bu devleşen batı ile onun karşısında kendi durumlarının ifadesi ve yorumuydu sorun olan.
İlk Osmanlı yöneticileri, kendi sosyal yapılarını koruyarak batılıları üstün kılan batının bilim ve teknolojisinden faydalanma amacındaydılar. Bu yolda Avrupa gibi olmak gayesiyle yenileşme hareketi başlattılar. Bir süre sonra Avrupa'yla daha yakın temas kuran Osmanlı yönetici ve aydınlarının bazılarında Tanzimat zihniyeti oluştu. Tanzimat yaklaşımı ve uygulamaları yıllar sonra Cumhuriyeti sonuç verdi.
Avrupa gibi olurken sosyal toplum yapılarını mutlaka korumaları gerektiği yaklaşımındaki Osmanlı yönetici ve aydınlarının takipçileri Cumhuriyetle tamamen marjinal konumda kalmışlardı. Elit düzeyler arasında varlıklarına artık rastlanmaz olmuştu.
Koca bir imparatorluk toprağından Anadolu'ya sığışan Türk toplumu devletin uyguladığı batı modernizasyonundan geçmesi sonucu beklenenin aksine tamamen Avrupalılaşmayıp ilk Osmanlı yönetici ve aydınlarının hedeflediği sosyal toplum yapısını koruyan bir oluşumu sonuç vermeye başladı.
Yaklaşık onar yıllık aralarla yapılan askeri müdahaleler de toplumun bu kesimini tamamen batılılaştıramadı. İşte Nilüfer Göle'nin 'Siyah Türkler'i bunlardı.
Seksen darbesiyle daha bir dinamizm kazanan toplumun bu kesiminde hala devam eden 28 Şubat süreciyle laik devlet karşıtları tırpanlandı.
İki dönemdir iktidarda olan Ak partiyle 'Siyah Türkler', tamamen batılılaşmacı Tanzimat oluşumunun sonuç verdiği laik Cumhuriyeti çok iyi korumakta ve yönetmektedirler.
Avrupalılaşmada sosyal toplum yapılarını korumak amaçlı Siyah Türkler'in sekiz yıllık iktidarına rağmen korumaya çalıştıkları hedefin temel verisi başörtüsü sorunu hala çözülmüş değil. Ufukta gözüken muhtemel üçüncü Ak parti iktidarı döneminde de "türbana serbestlik gelir mi?" başlıklı yazımda belirttiğim sebeplerden dolayı konunun tam bir çözüme ulaşacağı zor görünüyor. Aynı zamanda Siyah Türkler sekiz yıllık mecburi eğitim sonrası asıl öncülleri olan din eğitiminde de sorunlar yaşıyorlar.
İlk Osmanlı yönetici ve aydınlarının takipçileri korumayı hedefledikleri sosyal toplum yapılarının en temel göstergesi olan türban üçüncü Ak parti iktidarında da çözüme ulaşmadığında Siyah Türkler, doğal olarak sosyal ve siyasal konumlarını sorgulayacaklardır.
Bu sorgulama sosyal ve siyasal zeminde tüm ülkeyi etkileyecek yeni oluşumları doğurabilir.
Her halükarda Siyah Türklerin yürüyüşü kaybetme ve kazanma kuşakları arasında devam edecektir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın Heidegger'in Sanat Felsefesi Üzerine I |
|
Martin Heidegger (1889-1976)'e göre felsefenin çözüme bağlaması gereken en temel sorunlardan biri, dünyânın varoluşu sorunudur. Ancak Heidegger, "yeryüzü" ile "dünyâ"yı birbirinden ayırır ve insanı, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak, kendine özgü bir kendilik içinde inceler. Heidegger insanı, canlıların -ya da bilincin- yeryüzündeki gelişiminin en üst basamağı olarak görmek yerine, kendi varlığının anlamını sorgulayan tek varlık olarak ele alır ve onu, kendine özgü bir dünyâsallık içinde konumlandırır.
Heidegger'e göre hakîkat, bu dünyâsallığın kendisini açmasıdır. Zîrâ hakîkat, "doğru bilgi" ya da "nesnesine uygun bilgi" veya Mutlak'ın bilgisi, mutlak bilgi olmadığı gibi, Batı metafiziğinde kabul edilenin aksine, sistem aracılığıyla da dile getirilemez. Batı metafiziğiyse şimdiye kadar hep bunu yapmaya çalışmış; hâl böyle olunca, hakîkatin Varlıkla bağını kopartmış ve Varlığın unutulmasına yol açmıştır. (Heidegger, 2004:16-25)
İmdi, Heidegger'e göre Batı metafiziği, tam bir yozlaşma hâlindedir. Ve bu yozlaşma ilk olarak, Greklerin hakîkat anlayışından uzaklaşmayla başlamıştır. Nitekim, Varlığın hakîkati olarak "aletheia", Latinceye "veritas" şeklinde çevrilmiştir; oysa "veritas", mantıksak doğruluk, belirli türden bir "uygunluk" demektir. Böylelikle, Greklerin "metafizik hakîkat"inin yerine "mantıksal doğruluk" geçmiş ve felsefenin Varlıkla bağı kopartılmıştır.
Kezâ, Heidegger'e göre Batı metafiziğinde Varlık unutulmuştur. Oysa felsefe de kendi kökenini, kaynağını -tıpkı sanatta olduğu gibi- Varlıkta bulacaktır. İnsan, yeryüzüne fırlatılmış ve yalnız bırakılmıştır. Geçmişi ve geleceği birtakım belirsizliklerle doludur; ne yapacağını, nasıl yaşayacağını bilemez. Bunlara karar verebilmesi için insan, Varlıkla bağını yeniden kurmalıdır. Bu ise insanın kendi varlığı üzerinde yeniden düşünmesi demektir.
Böylelikle, Heidegger'e göre insan, Varlıkla bu bağı yeniden kurduğu ölçüde kendisine belirli türden bir dünyâ inşa edecek, dünyâsallaşacaktır. Bu dünyâ, kendi dünyâsıdır ve bu dünyâyı belirleyen Kendi'si olduğu için, eylemlerine ölçü olarak kabul edeceği de yine Kendi'sidir. Bu Kendi'nin açığa çıkabilmesi ise Varlığın aydınlığında kendi varlığını aydınlatmasına bağlıdır. Bu gerçekleştiğinde ise Varlığın hakîkati, hakîkatin Varlığı olarak açığa çıkacaktır.
Heidegger'e göre dünyâ, insanın dışında değildir ve insanın karşısına alabileceği bir nesne de değildir. İnsan, dünyânın bir parçasıdır ve Varlıkla ilişkisi içinde insan dünyâsallaşır. Bu ilişki kaybolunca insan, ancak yeryüzünün bir parçası hâline gelir ve sıradan bir varolan olarak yaşamını sürdürür. Oysa insan, dünyâ kurandır ve bu kurulum, Varlığın olagelmesidir. Olagelme ise Varlığın hakîkatinin sonsuz ışıldaması, kendi hakîkatini ortaya koymasıdır. Bu hakîkat ise kendisini olanaklı varoluş yaşantıları (insanın kaygı, korku, iç sıkıntısı, vb.) içinde ortaya koyar.
İmdi, Heidegger'e göre dünyâsallaşmadan bahsedildiği yerde, aslında varoluş yaşantılarından bahsedilmektedir. İnsan, kendi dünyâsallığını bu varoluş yaşantıları içinde duyumsar ve kendi dünyâsını yaşamla olan bağı içinde bu varoluş yaşantıları üzerine kurar. Hâliyle dünyânın varoluşu, bitimsiz bir süreçtir ve bu süreç, her defasında yeni tasarımlara açıktır. Bu tasarımlardan her biri, zamanın ufkunda belirir ve bunun içindir ki zaman, Varlığın kendini gerçekleştirdiği yerdir. Başka deyişle, Varlığın ontolojik anlamıdır. Bu tasarımlardan her biri, dünyânın varoluşunu aydınlatır ve onu Varlığın aydınlığına taşır.
Kezâ, Heidegger'e göre insan varoluşu, zamanın ufkunda bitimsiz bir süreçtir ve bu süreç içinde insan, hiçbir zaman özdeş bir tasarıma sahip olamaz; insan da kendi varoluşunu sürekli olarak yeniler. Fakat Batı metafiziği, Varlığın hakîkati konusunda yalnızca "varlığın gerçekliği" konusuna saplanıp kalmış, bu gerçekliği de belirli birtakım tasarımlara indirgeyerek onların doğruluğunu ("veritas") ispatlamanın peşine düşmüştür. Oysa Varlığın hakîkati, Varlığın olagelmesidir ve bu olagelme içinde Varlığın kendisini açması, ışıldaması, aydınlığa kavuşması, insanın kendi varoluş yaşantıları içinde kendi dünyâsını kurmasıdır.
Böylelikle, Heidegger'e göre hakîkat; yâni "aletheia", gizli olanın gizlendiği yerden çıkması, kendini açıklığa kavuşturmasıdır. Hakîkat, kendisini her defasında yeniden ortaya koyar ve koyduğu yerde kendisini yeniden gizler. Gizlendiği yerde de her defasında yeniden ve kendi başkalığı içinde belirir. Hakîkat, kendisini ortaya koyduğu her yerde kendisini gizler de; çünkü açığa çıkmak, bitimsiz bir süreçtir ve bu sürecin devâmı, açığa çıkanın açıklığında kendini gizlemesinden gelir. Dolayısıyla "aletheia", açığa çıkma ile kendini gizleme arasında bitimsiz bir çatışmaya işâret eder. (2004:316-28)
Heidegger'e göre, Batı metafiziğinde yaygın hakîkat görüşünde olduğu kadar, sanat alanında da benzer bir yozlaşma görülmektedir. Nitekim, Varlığın unutulmuşluğu, dolayımsız olarak sanata da yansımış ve sanatın da Varlıkla bağı kopartılmıştır. Sanat alanında genel eğilim, güzellik ile hakîkati bir ve aynı tutmak ve hakîkati belirli bir noktaya bağlayarak eserin güzelliğini bunun içine sığdırmak şeklinde açığa çıkmıştır. Üstelik, bu hakîkat de "doğruluk" anlamında anlaşılmış, eserin güzelliği belirli bir uygunluk ölçütüyle ölçülmek istenmiştir.
Oysa, Heidegger'e göre güzellik, "aletheia"nın yalnızca bir görünümüdür, hakîkatin kendisini sanat eserinde açmasıdır. Güzellik ve hakîkat, bir ve aynı tutulamayacağı gibi, bu ikisi ne bir yere bağlanabilir, ne de belirli birşeye uygun olup olmamaya göre ölçülebilir. Zîrâ, sanat eserlerinde hakîkat iş başındadır; hakîkat, belirli bir olagelmedir; bu olagelme içinde Varlığın duyumsanmasıdır. Varlığın kendi kendisini eserde açması, açığa çıkartmasıdır. Bu nedenle güzellik, Varlığın kendisini sanat eserinde açmasıyla belirir. Fakat, Varlığın kendisini açığa çıkarttığı tek yer sanat değildir. Örneğin din, düşünme, siyâset, vb. alanlarda da Varlığın olagelmesi devâm eder.
Dolayısıyla, Heidegger'e göre güzellik, ne içsel bir duygu, bir tür coşkunluk, ne de belirli türden bir durumdur. Güzellik, bir gerçekleşme hâlidir ve kaynağını Varlığın hakîkatinden alır. Güzelliğin âit olduğu yer ise içerik değil, biçimdir. Çünkü güzellik kaynağını, varolan olarak varlığını borçlu olduğu Varlıktan alır ve Varlık, her defasında belirli bir form içinde ışıldar. Bunun içindir ki güzellik, nesneyle ilgili olmak yerine, belirli bir gerçekleşme hâlidir ve eserde formun açığa çıkması, bu açıklıkta Varlığın ışıldamasıdır. (2003:45-9)
İmdi, Heidegger'e göre Batı metafiziğinde sanatın Varlıkla bağı kopartılmış ve bu bağ unutulmuştur. Savunulagelen "mantıksal doğruluk" anlamındaki hakîkat düşüncesi, sanat eserine belirli birtakım uygunluk anlayışları çerçevesinde yaklaşılmasına neden olmuş, Varlığın hakîkatine ulaşılmaya çalışılmamıştır. Oysa bu hakîkat, insan ile Varlık arasında bir köprü kurulmasını sağlayacaktır. Çünkü güzellik, Varlığın aydınlığa çıkması olmak bakımından, insan varlığının aydınlatılmasıdır da ve bu aydınlatma, hiçbir şeye uygun olmak zorunda değildir.
Kezâ gerek felsefe, gerek sanat, gerekse de insan varlığı, kaynağını Varlığın olagelmesinde bulur ve bu olagelme içinde olduğu gibi olan, neyse o olan bir Varlık tasarımı aramak boş ve yanıltıcıdır. Hâliyle, Batı metafiziğinin elinde sanat eserinin varlığı ve kökeni sorunu bir bilmece olarak kalmıştır. Bu bilmeceyi çözme iddiâsında olan filozoflar ise bu soruna ilişkin belirli birtakım ayrımlar yaparken, işlerin daha da fazla karışmasına yol açmışlardır. Heidegger ise bu bilmeceyi, "estetik gözlem"den hareketle çözmeyi deneyecektir.
Nitekim, Heidegger'e göre sanat eserinin kökeni sorusu, sanatın kökeni sorusuna geri götürülebilir. Bu da sanatın özünün ne olduğuna bakmayı gerektirir; çünkü birşeyin kökeni, onun özünde içerilmiştir. Dolayısıyla, sanatın işlevine; toplumsal, siyasî, psikolojik, vb. boyutlarına bakmanın bir anlamı yoktur ve doğrudan doğruya özüne odaklanılması gerekir. Bu öz ise sanatçı ile eseri arasındaki özel bağda bulunur; her ikisi de birbirini gerekser ve kendi varlıklarını sanata borçludurlar.
Ne var ki, sanatın kendi varlığını kendisinden mi aldığı, yoksa varlığını başka birşeye mi borçlu olduğu henüz belirsizdir. Heidegger ise bu belirsizliği, sanatın varoluşunu inceleyerek gidermek ister. Bu varoluş, sanatın özüdür de ve Batı metafiziğinin sanat hakkında çözümsüz bıraktığı sorunların çözümü de buradadır. Ayrıca, bu özün -ya da varoluşun- ortaya konması için "seçilmiş birtakım eserler"den hareket etmenin, başka birtakım ürünler ile bunları karşılaştırmanın da bir anlamı yoktur. Bu yolla bu öz -ya da varoluş- açığa çıkartılamaz. Hâliyle, doğrudan doğruya sanatın özüne -ya da varoluşuna- odaklanılması gerekir. (2003:7-10)
Böylelikle Heidegger, bu özü ortaya koymak için, sanat içinde beliren üç varolan hâline; nesne, araç ve esere bakar. Bunlardan nesne, sanatın belirli bir nesneyi gereksemesi durumuna işâret eder; tüm sanat türleri çünkü, en az bir nesneyle iş görürler. Sözgelişi resim, tuvalin üzerine yapılır ve tıpkı bir tüfek gibi duvara asılır. Fakat, bu özelliğiyle o, herhangi bir nesneden farksızdır; onu sanat eseri hâline getirecek olan, o eserden alınacak olanaklı duygulanımlarla esere sanat eseri olarak yaklaşılmasıdır.
Dolayısıyla sanat eseri, içerdiği bu nesnesellik durumundan başka birşeydir; onu sanat eseri hâline getiren, bu olanaklı yönelim tarzı içinde sanat eserinin varoluşsal özellikleridir. Bu özellikler nesneye, kendisinin ötesine geçme olanağı sunar. Bu öteye geçme ise varlığının aydınlanması demektir. Nesne, Varlığın aydınlığında kendisini açar, ışıldar; varoluş yaşantıları içinde bir yer edinir, anlamlı hâle gelir. Yalnız başına ele alındığında ise nesne karanlıktır; hiçbir anlama sahip değildir. Nesneyi anlamlı hâle getiren, Varlığın aydınlığında kendi varlığını aydınlatması, kendine bir anlam edinmesidir.
Heidegger'e göre nesneye bu yeri ne sâdece sanatçı kazandırır, ne de eseri alılmayan. Bu yer, Varlığın aydınlığı içinde nesnenin kendi hakîkatine kendisini açmasıyla ortaya çıkar. Bu belirme ve ortaya çıkma ise nesneye allegorinin katılmasıdır. Nitekim nesne, nesne olmak bakımından neyse odur; ama, sanatçının elinde nesne allegorik hâle gelir. Nesne, kendisinin dışında başka birşeyle karşı karşıya gelir ve sanatçı ile alımlayanın da bu başka olanla karşılaşmalarını sağlar. Nesne, allegoriyle birlikte artık yeryüzüne âit olmaktan kurtularak dünyâsallaşır ve gerek kendisini, gerek sanatçıyı, gerekse de alımlayanı belirli bir dünyânın içine taşır.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Gerçekler
Gerçekler çoktan önemini yitirdi bizim için
Belirtilerimde belirsizdi bazen
Oysa inanmamak daha güçsüz kıldı beni.
Marifetliydim, tek başıma yarattım
hem cezamı hem hapsimi
Aramızdaki yaralar çok derindi...
Içimdede bir hastalık..!!!
Hem belirtileri, hem tedavisi
Senin gözlerinde..
Hala saf, hala inatçı, hala umutluydum ben
Içimdeki acı çok silikti
Belli belirsiz bir çöküntü
Gözlerimden okunan hüzün ve icindeki sen
Varlığı kanıtlanmamış kahraman..
Duygu Başman
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir konuda uzman olmadan fikir sahibi olmak ve hatta konunun uzmanlarından bilgi almak için http://www.uzmantv.com/ . Örneğin: Evde kendi kendinize ekmek yapmak istiyorsunuz ama hamur hazırlamaktan pişirmeye kadar tüm safhaları öğrenmek için kaynağa ihtiyacınız var. Ya da köpek beslemek istiyorsunuz. Acaba nasıl bir köpek seçmeli ve nasıl eğitim vermeli diye soruyorsunuz. Kısaca özetlemek gerekirse; bu web sayfasında bulacağınız kaynaklar gerçekten çok işinize yarayacak.
Elinizdeki mevcut malzemeleri kullanarak bir şeyler üretmeyi ve hatta üretebildiklerimizi başkalarına gösterebilmeyi genellikle severiz. http://www.kendinyapsitesi.com/ web sitesi pratik şeyler üretmeyi seven ve sürekli araştıran meraklılar için güzel bir kaynak. Tavsiye ediyorum.
http://www.incefikir.com/ …aklınızdaki her şeyi sorabileceğiniz veya var olan soruları cevaplayabileceğiniz bir paylaşım fikridir. İncefikir bir kurgu, hayatı kurcalama, garip bir fikir, aklınıza takılan bir soru, hep size sorulmasını hayal ettiğiniz o sorunun muhteşem cevabı, sizin söyleyemediğiniz ama onların söyledikleri, belki de kimsenin düşünemedikleri, zaten bildiğiniz ama duyma ihtiyacı duyduklarınız, bazen bir merak, bilmece ya da bulmaca, güldürürken düşündürmeyen mizah, yerine göre gerçek, çoğunlukla yalan dolandır… Bu sözlerle tanıtmış sitenin sahibi ne yapmak istediklerini, bu kadar söze ekleyecek bir şey bulamadım. Ellerine sağlık.
http://www.komikler.com Komik olan ne varsa bu web sayfasında derlenmiş. Beğenebileceğiniz bir şeyler olduğuna emin olabilirsiniz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|