|
|
|
Editör'den : Nalıncı keserleri!.. |
Merhabalar,
Sekiz yıllık AKP iktidarıyla birlikte literatürüme katılan "Nalıncı Keseri" lafını pek sever oldum bu aralar. Keserin sallanmadığı tek günümüz geçmiyor maşallah. Objektiflik, demokratlığın ilk şartı, bunu biliyoruz. Ama bu şart, bizim için farz diğerleri için sünnet olursa işin cılkı çıkıyor işte. İktidarın aldığı her kararı tartışmak durumunda olmak biz sıradan vatandaşlar için başlı başına bir zulüm zaten. Hakkı, adaleti, hukukun üstünlüğünü savunuyorsanız, birileri sık sık çıkıp "Ama o adalet birgün sana da gerekecek." diyorsa ve siz bu kararların uygulanmasında çifte standarta sürekli şahit oluyorsanız, zulmün daniskasını çekiyorsunuz demektir. Hukuktan, menfaatleri doğrultusunda yararlanmanın tek koşulunun, idari yetkiyi elinde tutan iktidara yakınlaşmada bulanlar her geçen gün çoğalıyorsa, orada adaletten bahsetmek giderek imkansızlaşıyor maalesef. Kural koyanın denetlenmediği toplumların hangi rejimlerle yönetildiği hepimizin malumu. Eğer demokratik bir ülke olduğunuz iddiasındaysanız ve her türlü yetkiyle donatılmışsanız, yetkinizi, hakkı adaletli şekilde dağıtma yolunda kullanmalısınız. Aksi takdirde muz cumhuriyetlerinden farkınız kalmaz değil mi? Kime soruyorsam ben de, benimki de züğürt tesellisi işte...
Bu laf kalabalığını niye ettiğimi anlamışsınızdır umarım. Açığa alınan askerlerle ilgili yorumlara kendimce parmak basmak istedim. "Herşey kitabına uygun." İşte ortak kanı bu. Evet haklılar, herşey kitaba, kanuna, verilen yetkiye uygun. Tartışılmaz bir bağımsızlıkla hareket edebilen hukuk sistemlerinde, "Kitaba uygun" olmak, tek başına yeterli olabilir. Ama bizim gibi güdümlü mü güdümsüz mü olduğu tartışılagelen hukukun egemen olduğu memleketlerde bunu söylemek abestir. Yorum hakkının, sürekli yetkili lehine kullanılması vicdanları rahatsız eder. Tıpkı son açığa alınmalarda olduğu gibi. Hakkında türlü yolsuzluk iddiaları olan belediye başkanları, vekiller, yüksek kurum başkanlarına nedense hiç uygulanmayan bu yetki, askere çekinmeden uygulanabilmektedir. Özelinde, tasarruf konusunda olumsuz bir yan yoktur. Balyoz davasında yargılanan bir askerin görevden, dava açılır açılmaz alınmasında da bir beis yoktur. Nasıl ki, adı olaya karışan polis açığa alınabiliyorsa, asker de alınabilir. Ama Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin aldığı bir kararı yok saymak adına, davanın açılmasından 3 ay sonra bu kararın verilmesi takdire şayandır(!?). Deniz fenerinde "elektrik kesikti çalışamadık" diyebilen iktidar, konu asker olunca kaplan kesilebilmektedir.
Hiç lafı uzatmanın anlamı yok. Olay bir sidik yarışıdır. İktidarla askerin siyasi arenada dövüşüdür. Bu aşamada, son karar mekanizmasını elinde tutan iktidarın elindeki "Nalıncı Keseri"ne şapka çıkarmaktan başka çare maalesef ki yoktur. Ancak bunu her fırsatta dillendirmek te boynumuzun borcudur. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan FATMA ÖĞRETMEN BENİ SEVERDİ |
|
Fatma öğretmen beni severdi. Şımarık olmayayım diye bunu yüzüme söylemezdi ama ben anlardım. Bu yüzden ödevlerimi zamanında yapardım. Tahtaya çıkıp şarkı söylerdim. Harmandalı oynardım. Tahtayı silmek, çöp sepetini boşaltmak için hep beni seçerdi.
Zil yeni çalmıştı. Osi (Osman) ağlayarak öğretmenin yanına gitti. Beni göstererek, "Kafamı taşla yardı. Bak, kanıyor işte öğretmenim,"dedi. İki gözünden sicim gibi akıttığı yaşlar çenesinden önlüğüne damlıyordu. Elbette abartıyordu. Pire kadar ufacık bir taş nasıl kafasını yarabilirdi? Öğretmen Osi'nin kafasının arka tarafını dikkatlice inceledi. Saçlarını parmakları ile aralayıp başının derisine baktı. Azıcık kanamış, ama artık kan akmıyor," dedi. Osi'nin ağlama zırıltısı iyice yükseldi. Sümükleri, salyasına karıştı. İşte o zaman anladım. Başım beladaydı. Madem cezalandırılacağım keşke kafasını iyice patlatacak kadar kocaman bir taş atsaydım. Karpuz gibi yarılsaydı kafası…
Fatma öğretmen beni severdi. Ama Osi o kadar zırlayınca hiçbir şey yapmadan duramazdı. Mecburen beni tahtaya kaldırdı. Bütün sınıfın gözü önünde tırnaklarını kulak mememe geçirdi. Bir daha kimseyle kavga etmeyeceğime yemin ettirdi. Osi'den de özür dilememi istedi. Mecburen her ikisini de yaptım. Öğretmenin keskin tırnakları kulaklarımı delecekti. Olsun ama yine de çok acımadı. Çünkü Fatma öğretmen beni çok severdi. Sadece sınıfa yapılan yaramazlıkların cezasız kalmayacağını göstermek istemişti.
Ben öyle durup dururken kavgaya karışacak yaramaz bir çocuk değildim. Osi kendi kaşınmıştı. Teneffüslerde sürekli gelip bana sataşıyordu. O teneffüste de bunu iyice bir oyuna çevirmişti. Arkam ona dönükken gelip ansızın enseme vurup kaçıyordu. "Bak yapma, fena olacak," dedim ama beni dinlemedi. O kızgınlıkla yerden bir taş alıp arkasından fırlaktım. Dümdüz kaçsaydı taş onu ıskalayıp geçecekti. O gitti taşın yoluna doğru koştu. Taş ona vurmadı, o taşa çarptı. Kör gözüne parmağım hesabı oluverdi işte. Küçücüktü, yalanım varsa iki olsun. Ufacık bir çakıl parçasıydı. Okulun onarımından kalan kum yığınındaki çakıllardan...
Fatma öğretmen beni severdi. Bütün çocukların başını okşardı. Benimkini daha çok okşardı. Uçları eğilip bükülen beyaz yakalığımı düzeltirdi. Hatta burnumu bile silerdi. Defterim bitince kâğıt, kalemimi evde unutursam yeni kalem verirdi. Üzerinde timsah resmi olanlardan hem de. Fatma öğretmen üstelik iyi bir öğretmendi. Bunu nerden mi biliyorum? Bir kere çok ödev vermezdi. Derslerde mandolin çalar, şarkılar söyler, bizi tahtaya kaldırıp Harmandalı oynatırdı. Neşeliydi, şakalarımıza gülerdi. Tek bir kusuru vardı. Sınıfta dolaşırken tırnaklarını yerdi. Ve saçları çok seyrekti. Saçlarının altından kafasının beyaz derisi kolaylıkla görünürdü. Yaptığımız yaramazlıkları kesinlikle annelerimize söylemezdi.
Bana her bayram şiir verirdi. Sular seller gibi ezberlerdim. Teneffüslerde yanına çağırıp on kere, yüz kere yeniden okuturdu. Siyahı çoktan solmuş, kül rengine dönmüş önlüğümü bayram sabahı bir arkadaşımınkiyle değiştirirdi. Yamalı pantolonuma karışmazdı. Kara lastik ayakkabılarıma, kirpi gibi hiçbir yana yatmayan saçlarıma da. Kürsüye çıkıp sesimin en yüksek, en can alıcı tınısıyla şiirimi okurdum. Ellerimle onun öğrettiği jestleri yapardım. Kalabalığı selamlayıp kürsüden inerdim. Doğruca ona koşardım. Çünkü "Aferin," derdi. Ve beni yanaklarımdan öperdi. Ama öyle şalap şulap değil. Ablamın öptüğü gibi… Sımsıcak ve usulcacık...
Fatma öğretmen beni severdi. Söylemese bile bundan adım gibi emindim. Tembelleri, yaramazları, hatta mesir şenliklerini bahane edip okuldan kaçanları bile severdi. Sınıf kitaplığındaki en yeni kitapları bana verirdi. Ve hep yazısı çok, resimleri az olanları. Okuma yarışında hep Cevriye'yi geçmeye çalışırdım. Ve bunu kimseye söylemezdim. Gülay'ın kokulu silgisi, Almanya'dan gelme keçeli kalemleri vardı. Öteki çocuklar resim dersinde gidip onları isterlerdi. Ben bir kere bile istemedim. Zaten vermezdi. Vermese vermesin, benim kuru boya resimlerim onunkilerden daha güzel olurdu.
Fatma öğretmen beni çok severdi. Fazlı'yı da severdi ama benim kadar değil. Fazlı her teneffüs mutlaka bir yaramazlık yapardı. Çeşmenin altına elinin tersini yapıştırıp musluğu tazyiklice açıp kızları ıslatırdı. Yağlı güreşlerin yapıldığı zaman okuldan kaçardı. Bir keresinde sınıfın çöp sepetine bile işemişti. Okul bahçesinde bulduğu böcekleri, çekirgeleri kızların üstüne atardı. Onlar da korkup kaçışırlar, onu öğretmene şikâyet ederlerdi. Hayda yine çık bakalım tahtaya. Her teneffüs mutlaka konuşanlara adı yazılırdı. Çöp sepetinin yanında tek ayak cezasında dikilmesi de onu akıllandırmazdı.
Öğretmeni çok kızdırsa da Fazlı kötü birisi değildi. Sınıfa su yılanı ve kurbağa getirmesini, ortalığı birbirine katmasını elbette doğru bulmuyorum. Ama onun bizden daha çok sevilmeye ihtiyacı vardı. Çünkü annesini kaybetmişti ve babası komşu köylerin birinden eve yeni bir kadın getirmişti. Gürültü patırtı koparma merakını bir yana bırakacak olursak üstelik eğlenceli biriydi. Diyelim ki kapı önünden birinin bisikletini arakladı. Bütün arkadaşlarını bindirip kabahatini herkese bölüştürürdü. Nisan ayında uçurtma zamanı geldiğinde en güzel uçurtmaları o yapardı. Uçurtma göz yüzünde süzülürken hepimizin sıra ile ipinden tutmasına izin verirdi. Yaptığı eşek şakaları hepimizi güldürürdü. (Şakaya uğrayan ağlasa bile) Onun bulunduğu yerde her zaman bir hareket ve eğlence vardı. Oyunları, yarışmaları hep onun takımı kazanırdı. Bir tek kusuru vardı. Çok küfür ederdi ve her gün Fatma öğretmeni sinirlendirirdi.
Dördüncü sınıfa başladığımız Eylül başında hepimiz öğretmenimizin yanına koştuk ve onu özlemle kucakladık. Zil çalıp sıra olduğumuzda öğretmen bizim sınıfın yanına gelmedi. Gitti birinci sınıfın acemi kuzularıyla ilgilendi. Zil çalıp sınıflara doluşuncaya kadar hiçbir şey anlamadık. Kapı açılınca sınıfımıza dev gibi kocaman, bıyıklı bir adam geldi. Ben sizin yeni öğretmeninizim dedi. Adını, soyadını tahtaya yazdı. Bizden neler beklediğini. Sınıfta nasıl davranmamız gerektiğini uzun uzun anlattı. Şöyle yaparım, böyle yaparım diyerek sınıfı biraz korkuttu. Oysa bizim öğretmenimiz zaten vardı. Biz kendi öğretmenimizi istiyorduk.
Fatma öğretmen beni çok severdi. Söylemese bile bundan adım gibi emindim. Masamın yanından geçerken başımı okşardı. Yeni gelen öğretmenimiz öyle değildi. Çok sinirliydi. Onun hışmından ilk darbeyi elbette Fazlı aldı. Dayak yedikçe daha da çok yaramaz oldu. Daha çok okuldan kaçtı. Öğretmen onu adam edeceğine yeminler etti. Fazlı okulu bitirinceye kadar çok dayak yedi ama adam olamadı. Fatma öğretmen beni severdi. Fazlı'yı da severdi ama benim kadar değil.
Yüreği sevgi dolu herkesin ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLAMASI |
|
BAY BASİRET DÜZGİDER'LE SÖYLEŞİLER
Basiret Bey, dün yolda beni yine yakaladı .
- Bugün öğretmenler günü. Okula gidiyorum. Meslektaşlarımın günün kutlayacağım, dedim
- Birlikte yürüyelim öyleyse, dedi.
Bu kez hemen sorulara başlamadı; ama durmadan bir şeyler mırıldanıyordu:
Pısa, tımss, pırls….
Pısa, pısa,.tımss, pırls…
- Basiret Bey, çok neşelisiniz, demiş bulundum.
- Hele konuşalım, neşeli miyim kederli mi anlarsın, diye atladı.
Pısa, Pısa, Pısa…
- Program for International Student Assessment adını duydun mu sen?
Bir eğitimci olarak elbette biliyordum:
- Uluslararası Öğrenci Başarısını Belirleme Programı'nın kısaltılmışı…
- Peki Pırls'ı da biliyor musun?
- "Progress in International Reading Literacy Study, yani "Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim Projesi"
- Öyleyse Tımss'ı da söyle?
- Third International Mathematics and Science Study , O da "Uluslararası Matematik ve Fen Becerilerinde Gelişim Projesi"
"Eyvah!" dedim kendi kendime. Şimdi bana bildiğim şeyleri anlatacak. Nitekim de öyle
oldu. Cebinden gazeteleri çıkardı. Hızlı hızlı okumaya başladı.
Haber 1.
Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim Projesi(PIRLS) çerçevesinde yapılan değerlendirmede 35 ülke arasında Türkiye`nin 28. sırada yer aldı.
Haber 2
Yapılan bir araştırmaya göre ihtiyaç maddeleri sıralamasında Türkiye`de kitabın 235. sırada yer aldığı, uluslararası ortalamada öğrencilerin evlerinde 25`ten fazla kitap bulunurken, Türkiye`de çocukların sadece yüzde 19`unun evinde 25`ten fazla kitaba sahip olduğu belirtildi.
Araştırmaya göre, Türkiye`de nüfusun yüzde 40`ının hayatı boyunca kütüphaneye gitmediği, yüzde 31`inin birkaç kez gittiği, kütüphaneye gidenlerin ise sadece yüzde 8`inin kitap okumak amacıyla gittiği kaydedildi
Yine bu araştırmaya göre en çok basılan 5 kitabın sırasıyla; Keloğlan masalları, Nasrettin Hoca fıkraları, anonim Türk masalları, Dede Korkut hikayeleri ve Ömer Seyfettin hikayeleri olduğu, yabancı kitaplar arasında en çok basılan eserler arasında ise La Fontaine fablları, Andersen masalları, Grim masalları ve Çocuk Kalbi`nin yer aldığı kaydedildi.
Haber 3
Objektive Araştırma Merkezinin 16 Türk Üniversitesi'nin öğrencileri arasında yaptığı araştırma, 100 üniversiteliden 40'ının son bir yıl içinde hiç kitap okumadığını, öğrencilerin yüzde 78'inin ise ek gelir için çalıştığını ortaya çıkardı.
Haber 4.
Uluslararası raporlara göre, TIMSS 2007'ye sadece sekizinci sınıf düzeyinde katılan Türkiye, matematik alanında, 57 ülke içerisinde 37. sırada yer almıştır.
Basiret Bey, okurken ben de onun böyle bir günde gazete kesiklerinden bunları okumasının gerekçesini anlamaya çalışıyorum;
Acaba bu rezilliğin sorumluları sizsiniz. Böyle bir gün kutlamak neyinize mi demek istiyor. Yok yok, o, öylesine acımasız biri değil.
Basiret Bey, bir başka cebine daha uzanıyor, birkaç gazete kesiği daha var elinde. Hemen okumaya başlıyor:
"İngiliz Legatum Enstitüsü`nün refah listesinde Türkiye 110 ülke arasında 80`inci sırada."
Türkiye, ekonomide 69, fırsat eşitliği ve girişimcilikte 53, yönetimde 51, eğitimde 82, sağlık hizmetlerinde 57, can emniyetinde 83, kişisel özgürlükte 95, sosyal sermaye de ise 108`inci sırada.
Enstitüye göre, kişisel hak ve özgürlükler konusunda Afrikalılar`ın çoğu Türkler`den çok daha özgür. Türkiye`nin 95`inci sırada bulunduğu bu listenin altlarında Çin, Zimbabwe ve Tayland hariç Müslüman ülkeler yer alıyor.
Legatum Enstitüsü`nün, sosyal ilişkiler ve sosyal bütünlük olarak tanımladığı sosyal sermaye sıralamasında ise 108`inci sıradaki Türkiye`nin altında sadece iki ülke var:
Bangladeş ve Pakistan.
Tam, "Bitti mi?" diye soracaktım ki, okumaya devam etti:
Türkiye'de kişi başı milli gelir: 10.000 $.Milletvekili maaşı: 5.600 $. Yan ödeme: Harcırahlı. Emeklilik: Yaş sınırı yok. Çifte emekli geliri var. Maaşın milli gelire oranı: % 56. Milletvekili maaşlarının milli gelire oranı en yüksek ikinci ülke % 22 ile İtalya. Kişi başına milli geliri 52.000dolar olan Hollanda'da milletvekili maaşlarının bu gelire oranı ise %10.8'dir.
TBMM Araştırma Merkezi'nin yaptığı bir araştırmaya göre OECD ülkeleri içinde Almanya göreve yeni başlayan öğretmene yılda 40.125 Dolar, Hollanda 32.125; iflas ediyor dediğimiz Yunanistan 25.823 Dolar öderken, Türkiye 17.909 Dolar ile en az ödeyen üçüncü ülkedir. Türkiye'nin öğretmene ödediği ücret Milli gelire oranı %2.57'dir.
İçim kararmıştı. Yarın fakültede dersim vardı. Bir ders saati karşılığında devlet 9 lira ödüyor, onun da üç lirasını vergi diye kesiyordu. Mesleğinin kırkıncı yılında bir eğitimci olarak saati 6 liraya ders vermek, kimilerine göre enayilik, kimilerine göre iş bilmezlik olabilirdi belki; ama ben de on binlerce meslektaşım da enayi ve iş bilmez olmadığımızı çok iyi biliyoruz. Bu özveri, öğretmenin meslek onuruna ve kendimize saygının bir gereği. Eğer Türkiye bugün böylesine eğitim geriliğin içindeyse bunun sebebini yönetenler, kendi çarpık kalkınma zihniyetlerinde aramalıdır; öğretmenlerinde, eğitimcilerinde değil.
Basiret Düzgider Bey sanki içimden geçenleri anlamıştı:
"2023'te dünyanın ilk on ekonomisi içinde olma palavralarını atanlar yukarıdaki tabloyu iyi okumalıdırlar. O ekonominin temelsiz bir duvardan başka hiçbir şey olmayacağı açıktır. " diye bağladı sözlerini.
Pek anlayamadım ama, sanırım Basiret Bey "Öğretmenler Günü"nü kutlamıştı.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan AVM: YENİ YÜZYILIN TAPINAKLARI |
|
Yer değiştirmenin insan yaşamına kazandırdıkları kadar kaybettirdiklerinden de söz edilir çoğu zaman. Ama bunların yazıya dökülüşü pek de kolay olmasa gerek. Hemen her gün milyonlarca hafif kaldı milyarlarca insan türlü nedenlerle yola çıkar.
Bu yolculukların kimisi isteyerek yapılır ki, çoğunlukla adına turistik gezi diyorlar. Kimi yolculuklarsa Kemal Anadol'un "Büyük Ayrılık" romanında anlattığı gibi bir savaş sonrası insanların binlerce yıl yaşadıkları yurtlarından zorunlu sökülüp atılmasıdır. Türk Bağımsızlık Savaşı sonrası Ege'de yaşanan ve adına mübadele karşılıklı yer değiştirme olarak adlandırılan yolculuk geride nice gözyaşı ırmağını da denize taşıdı.
Türklerin tarihi onların gezgin bir toplum olduğunu gösterir. Kökenlerimize göre bizim aile de Yörük. Yörük yürümekten geldiğine göre genlerimde taşıdığım bu özellikten olsa gerek hiç düşünmeden tarih yerine coğrafyayı seçtim. Mesleğimi yaparken teorik coğrafyayı bir yıl yapsam da emeklilik sonrası altı yıl uygulamalı coğrafya adını verdiğim bir uzun Türkiye yürüyüşüne giriştim. 2000-2006 yılları arasında gezmediğim birkaç il kaldı. Türkiye'nin en uç noktalarına yaptığım seyahatlerde gördüğüm, yerler kadar o yörelerde yaşamını sürdüren insanlarla kurduğum diyalogların birçoğu halen belleğimdedir.
Torun Yaman'ın dünyaya gelişiyle birlikte bu gezgin ruhumuz sanki yeniden depreşti! Bu yıl tam yedi ayrı yerde konakladık. Taşınmaktan adeta şaşkına döndük. Son konakladığımız yer de başkent Ankara'ydı. Eylül'den Kasım ayı ortalarına kadar Tunalı Hilmi Caddesi'nde bir apartman dairesinde oturduk. Ankara'ya ikinci kez konuk oluyorduk. İlki 1994 yılında dil kursu nedeniyle beş ay sürmüştü. Bu kez Yaman'ın annesinin kursu vardı. Yabancısı olduğunuz bir kentte hele bu büyük kentse uyum sağlamanız çok da kolay olmuyor. Ancak benim gibi yaşamının büyük bölümü yollarda geçmiş biri için hiç de zor değildi. Kısa sürede kurduğum diyaloglarla kendimi büyük kent yalnızlığından koruyabildim.
Ankara'da yaşadığımız bu kısa sürede bana ilginç gelen kimi anekdotları yeri gelmişken aktarayım.
Ankara'nın uzun yıllardır Büyükşehir belediye başkanlığını sürdüren Melih Gökçek, hangi taksi şoförüyle konuştuysam onlardan tepki almıştı. Ankaralı bir şoförle son yerel seçimleri konuştuğumuzda onun değerlendirmesi şöyleydi: "AKP'nin belli kemik bir oy oranı var. Ancak bu oy oranı AKP'yi seçim kazandırmaya yetecek düzeyde değil. Eğer CHP Murat Karayalçın yerine örneğin Mansur Yavaş'ı aday gösterseydi bugün yüzde altmış gibi bir oyla büyükşehiri kazanabilirdi. Ankaralılar Karayalçın'ı sevmiyor. Evet Melih Gökçek de sevilmiyor ama karşısına halkın gerçekten benimseyeceği bir aday çıkmadığı için kazanıyor. MHP de Mansur Yavaş'ın kendi şahsi gayretleriyle o oyu aldı."
Hani derler ya, çocuktan al haberi; siyasetin nabzını da iyi tutan meslek mensupları arasında başta berberler olmak üzere taksicileri de ikinci sıraya mı alsak acaba?
Oturduğumuz ev Ramada Oteli'nin karşısında Çankaya'nın en gözde caddesi olmasına karşın Kuğulu Park'a ve oradan da ünlü alışveriş merkezi Karum'a kadarki yaya kaldırımı ki yayaların çok sıkça gezinti yaptığı alan olmasına karşın çocuk arabasıyla doğru dürüst yürüme olanağı bulamıyor insan. Bu nasıl bir belediyecilik anlayışı? Büyükşehir'le ilçe belediyeleri arasındaki siyasi çekişmenin su yüzüne çıktığı en belirgin noktalar yaya kaldırımları olsa gerek. Doğrusu başkent Ankara'ya hiç yakışmıyor.
Karayolları haritasına bakıldığında Ankara'nın dört bir çevresinin otoyollarla çevrili olduğu görülür. Bu otoyol çıkışlarından ikisini Beypazarı ve Gölbaşı yolculuğu yaparken kullandık. Bu yolculuklarımız sırasındaki gözlemimse kent insanlarının kentin dışını mesken tuttuğudur. Bu gözlemimi, uzun süredir Tunalı'da berberlik yapan bir Yozgatlı yurttaşımız: "Artık eski işlerimiz yok beyim, buradaki apartmanların hemen birçoğu işyeri oldu. İnsanlar da kent dışındaki sitelere taşındılar," diyerek doğruladı.
İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerimize otobüsten indiğinizde servis araçlarıyla gideceğiniz semte en yakın yere ücretsiz yolcu taşıma işi ne yazık ki Ankara'da yok. Eşimin Ankara'dan İzmir'e gitmesi için önce taksiye binip Kızılay'a inmesi, oradan Ankaray'la otogara gitmesi gerekti. Servis araçlarına neden şehiriçi ücretsiz yolcu taşıma izni verilmediğini merak etmişimdir. Sanırım bu konuda taksicilerin oyları otobüsçülerinkine oranla daha ağır basıyor! Öyle ya büyük alışveriş merkezlerinden Ankamall önünde konuşlanan taksi durağı için Migros firmasına her ay 20 bin dolar para ödeyen taksici bedava yolcuyu otogara getirip götüren servisçiler olursa nasıl ödeyecek ki bu kirayı, değil mi?
Ankara'da nereyi gezelim, diye bir soru sorduğunuzda akla ilk gelen yer AVM'ler, yani yeni yüzyılın alışveriş tapınakları! Hafta sonu hele bir de hava günlük güneşlikse alırsınız çocuğunuz doğruca bir alışveriş merkezine. Orada bir ışık cenneti içinde ister yürüyen merdivenlerle ister çevreyi seyredebileceğiniz modern asansörlerle alt kat senin üst kat benim dolaşır durursunuz. Her vitrinin önünde beş dakika dursanız akşamı bulmanız işte bile değildir. Sonuçta bu kadar gezintiye ayaklarınız da mideniz de isyan ettiğinde kendinizi yine bu cennete konuşlanmış bir lokantada bulabilirsiniz. Biz de öyle yaptık. Torun Yaman'ı bir türlü kopmak bilmediği oyuncak cennetinden ancak türlü atraksiyonlarla kopartıp midemizi sevindirebildik.
Bu alışveriş cennetlerinde gördüğümüz saat, mücevher ve cep telefonu fiyatları karşısında dudaklarımız doğrusu uçuklamadı değil. Bu rakamlardaki ürünlere alıcı bulunuyor ki, vitrine konuluyor, dedik. Eh, tabii burası Ankara, ülkenin para musluğu burada. Musluğun başında oturanlar almayacak da biz emekliler mi alacaktık, öylesi ürünleri!
Neyse bu Ankara muhabbeti daha süreceğe benziyor. Şimdilik bir nokta koyalım. Belki bir başka gün aklımızda kalan öteki notları kaleme alırız.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder HIRSIZIMDAN MEKTUP VAR |
|
Çocuklar kalkıp "Bizim uykumuz geldi, yatacağız" deyince, babaları arkalarından seslendi:
- Seyrek yatın. Hırsızlar elinizi ayağınızı çiğnemesin!
…
Evimiz üst üste beş kez soyulunca, hırsızla yaşamaya alışır gibi olduk. Hele hiç biri yakalanamayan beş hırsızın da aynı kişi olabileceği söylenince, arada ister istemez bir yakınlık, bir sıcaklık da doğdu. Zaten, beşinciden sonra da artçılar sistemli olarak sürdü; gitgide bunlara da alıştık. Adam gitgide kadrolu hırsız gibi oldu. "Abi sigorta primlerini ihmal ediyormuşsun" diye bir not bıraksa, irkilecek hale geldik.
Artık tek düşüncemiz, girip de bir şey bulamazsa, ayıplar mı acaba, sorunsalında düğümlenir oldu.
…
Öyle demeyin, hırsızın da iyisi kötüsü, kibarı saygısızı, yeteneklisi yeteneksizi var.
Bizimki ilk iki girişte kapıyı kırmıştı; sonrakilerde daha teknik çalışmaya, çaldıklarının yanında marangoz, demirci, çilingir masrafı çıkarmamaya özen gösterdi.
Hatta çocuklar, eve girerken ayakkabılarını çıkardığını, konuklara ayrılan kısımdan terlik alıp giydiğini bile söylemeye başladılar. Bir keresinde giydiği terliği yerine koymayı unutunca erkek olmalı, demiştik.
…
Benim kadrolu hırsızla ilk yazılı iletişimim, mutfak bankosunun üstüne koyduğum iki yüz elli lira emanet parayı alması üzerine oldu. Belki bir işe yarar diye, girişteki aynalı dolabın camına açık açık, bu paranın emanet olduğunu, sporcu dilinde buna belden aşağıya vurmak dendiğini, beni çok zor durumda bıraktığını, yazdım.
Yanıt çok gecikmedi. İki gün sonra geç vakit eve geldiğimizde baktım, aynaya bir yazı yapıştırılmış:
- Canım abim, çok özür dilerim. Çocuğun okul taksidi gelmişti. Zorda kalmıştım. Yerine koyuyorum.
Eee babalık kolay mı? Hırsız da olsa, devlet okullarının üvey evlat durumuna düştüğünü görüyor. Çalıp çırpıp paralı okula gönderiyor. Neyse, biz inadımıza devam edelim. Paralı okul mu olurmuş, bizim okullarımızın suyu mu çıkmış? Ama bunlar konu dışı zırvalar.
Bıraktığı paralara baktım; bütün olan iki tane yüzlüğün yerinde yirmilikler, onluklar. Aynadaki yazı devam ediyor. O da kimse:
- İrfan abinin dükkan hasılatından. Malum ona bütün para düşmez. Bir zahmet köşedeki büfeden bütünletiver abi. Ellerinden öperim!
…
Bizim adam üç gün sonra yine bizde. O gün milli maç var. Bitmeden dönmeyeceğimizi biliyor; maçı da bizde izlemiş. O gün küçük bir not bırakmış:
- Kanal karlı gösteriyordu; ayarladım. Teşekküre değmez.
…
Ben size bir şey söyleyeyim mi? Bu hırsız takımına bir şey beğendirmek de çok zor. Bazı kızıyorum. Bizi tanıyor, nereye gitsek izliyor ya, evimizi yine akşam yemeği için onurlandırmış. Titiz mi titiz, yemeğe de kusur bulmuş; üşenmemiş uzun uzun da yazı döşenmiş:
- Biricik abim, yengeme söyleyiver, yakındaki bakkaldan yoğurt almasın. Mayası mı bozuktur ne? Adamın yoğurdu gelişten ekşi. Üç adım ötede mandıra var; öyle ya. Hem eskiden süt alıp kendi üğütmez miydi? Şeker gibi yoğurt yerdik. Üstelik çok daha ucuza… Neyse, asıl söyleyeceğim bu değil: Hani sen kızartmanın üstünde yoğurt sevmezdin? Yanında isterdin? Beni de alıştırdın damak tadına! Yani, biraz dikkat be ağabeycim. Dilberim bostan patlıcanı kızartması ne hale gelmiş. Sen çaktırmadan yengeyi uyarıver. Ha bak, sen yine benim söylediğimi söyleme, yıllardır pişirdiğini yedik; nankörlük gibi olmasın.
…
Bizim hırsız önemli günleri de unutmuyor. Benim aklıma bile gelmeyen doğum günümde pasta yaptırmış. Üstüne mumlarını dikmiş. Yanında bir kibrit. Yabancı dili de var. Mektubu yine aynaya yapıştırmış:
- Happy birtday to you!
On iki yıl İngilizce okudum, on iki laf bilmem, dediğimi duymuş olmalı; altına Türkçe de yazmış:
- Doğum günlerinin hepsi birden kutlu olsun.
Onun altında da:
- Sevdiğin pastadan aşırdım abi. Afiyetler olsun.
…
Artık bizim evde ne korunma kaldı ne de kapı güvenliği. O gün de bir ahbabın düğününe gideceğiz. Hanıma "Ne yapsak içerdeler. Kapıyı ardına kadar aç. Çalacakları bir şey de kalmadı. Bari kırıp dökmesinler" dedim. Öylece bıraktık çıktık.
Eve geç vakit geldiğimizde hırsız girmiş girmemiş umrumuzda bile değildi. Rahatız ya, sallana ballana kapıya dayandık. Ama, o ne! Ardına kadar açık olan kapı sımsıkı kapatılmış. Camda da kocaman bir yazı:
- Abi, ne yaptın sen öyle! Kapı açık bırakılır mı? Hırlısı var, hırsızı var! İti, uğursuzu var. Hatta, sağlamından bir çelik kapı taktır şuraya.
Altına da önemli not diye eklemiş:
- Sen beni düşünme. Ben bir yolunu bulur girerim.
Neyse, bizimkiymiş.
…
Misafirlikteki olay mı? Onların hırsızı başka. Sık sık pencereden girer; çanta, cüzdan çocukların paralarını toplarmış.
Babaları üstlerine basılmasın; canları yanmasın, diye öğüt veriyor "Seyrek yatın hırsız üstünüze basmasın" diye.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Deniz Marmasan Biz..* |
|
Biz haritası olmayan yolculuklar düşleriz; içinde su olan. Mesafesizlikleri tanımsız bırakıp, kalp akıntısını dinleriz gecede.
Şarkılar bilmecenin ipuçlarıdır ve oyunumuzun kurallarını şairler koyar.
Biz şairlerin ölümsüz, müziğin sözlük olduğu iklimlerde soluk alır, birlikteliğe soluk veririz.
Mumları söndürmeden keşfe çıkarız yaraları, ve ellerimiz geç kalınmış bahar gerinmelerinde heyecanlı bir serinlikle ürperir.
Giz yanlarımıza dökülmüş bronz çağdan mektuplar atarız, sesin yok olup öpüşlerin konuştuğu saatlere.
Biz martıların kanadından dökülen, özgürlüğe susamış çocuklarız. Boynumuza şal atan bir rüzgâra aşığız çoğu zaman, mavilikleri engin huzurlara seren evlerde nabzımız.
Kırık camlarını gözlerimizin, vitraylara kirpiklerimizle vurarak onarırız.
Sevdiğimiz şehirlerde, bizlikte yaşamayı kural ediniriz.
Çocuklara, hayallerimizi içine koyup, gökyüzüne bıraktığımız uçan renkli balonlarla sesleniriz ve onlara, kanayan yanımıza inat dünyanın bütün güzelliklerini taşıyacak isimler veririz.
Biz şehrin sesleriyle yaşayan, sokakların göğüs kafesine hayatı aşılayan kadınlar ve erkekleriz.
Bileklerimiz ağrısa da Ege ve Akdeniz'in değdiği tenimizle, en çok üfleyen mevsimlerin ilaç olduğuna inanırız.
Tanrımız, kıyılarımızda hüküm süren dizelere kalem oynatanlardır ve kutsal kitabımızda Turgut Uyar uyur, 'Sevda Sözleri' bezelidir her satırında ve zaten 'Sonrası Kalır'...
Biz, bu güz başlangıçlarına değen gözyaşlarımızla, kuytularımızdan deniz suyu çıkarıp, pencerelerimize taşıyanlarız.
Aşka inanırız. Biz olmaya. Tanımsız kalan tebessümlerde, her gün aynı saatte buluşmaya.
Ayna kenarında özgürlük için dudağımızı boyayarak, aşk için saçlarımızı dağıtarak, biz olmaya hazırlanan bir seherde; sevmelere alışığız, sevip de ölmelere...
Deniz Marmasan denizmarmasan@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı HAYATIN ANLAMI |
|
Meraklı biri bir bilgeye hayatın anlamını sormuş. Bilge soruyu yanıtlamadan önce onun bir sınavdan geçmesi gerektiğini belirtmiş. Adam kabul edince, bir çay kaşığına zeytinyağı koymuş, bununla bahçeyi dolaşmasını ama yere dökmemesini söylemiş. Adam gözünü kahve kaşığından hiç ayırmadan, yağı hiç dökmemek için bütün dikkatini vererek bahçeyi dolaşıp gelmiş. Bilge kaşıktaki yağın hiç eksilmediğini görünce aferin demiş ve sormuş: "Bahçe nasıldı?" Adam bahçeye bakmadığı için bilememiş. Bilge bu sefer bahçeyi incelemeden gelmemesini söylemiş. Adam denileni yapmış, kaşıktaki yağların dökülmesine aldırmadan bahçedeki çiçekleri incelemiş, otlara, ağaçlara iyice bakmış. Dönüşünde bilgeye bahçenin çok güzel olduğunu söylemiş. Bilge, "Kaşıktaki yağları dökmüşsün ama" diyerek şöyle eklemiş: "Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün; hayatın akıp gider, farkına varamazsın ya da güzellikleri görerek yaşarsın, akıp giden zaman anlam kazanır. Unutma bunu. Hayatın anlamı senin bakışlarınla gizlidir."
Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadarsa o kadarını görür. "Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" dersen görev adamı olursun, şeflerinden aferin alırsın ama hayatın gerçeklerini göremediğin gibi, güzelliklerin de farkına varamazsın, yaşamanın zevkine eremezsin. Hayatın monoton geçer. İşten eve, evden işe gidip gelirsin sadece, hatta eve iş de getirirsin. Kafanda hep bir nokta vardır. Dolap beygirine dönersin. İş işten geçtikten sonra yaşayamadığını anlarsın ama ne fayda! Ahlarla, oflarla zaman geçip gider...
Gözlerini açıp gerekeni yaparsan ufkun genişler, çalışmanın yanında eğlenmesini de bilirsin. Her şeyi yerinde, zamanında yaparsın. Düşünce ve duyguların çelişmez, kesişmez. Kara kara değil, ak ak düşünürsün, düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışırsın. Vakit kaybetmez, zamanını iyi değerlendirirsin. Akıntıya kürek çekmezsin...
Hayatının anlam kazanmasını istiyorsan çok oku, gez dolaş ama gezdiğin yerlerdeki yapıtları incele, okul gezilerindeki öğrenciler gibi aval aval bakma, tarihi, turistik yerlere. Turistler gibi iyice bak, incele, elinde bir harita, buralardaki yapıların, yapıtların özelliklerini belirten kitap ve broşürler olsun. Varlıklara alıcı gözüyle bak, gönül gözüyle görmeye çalış her şeyi. Kendini sadece işe ya da eğlenceye verme. Dengeni yitirme. Hem bilime hem de sanata yönel. "Edebiyat uydur uydur at, sanat karın doyurmaz" diyenlere kulak verme. Müzik (sanat) ruhun gıdasıdır. Gıdasız kalma! Şiirle temizlenir içindeki kir. Sakın unutma!
Görüş ufkumuzu genişletmek için edebiyatçıları rehber edinmeli, onların bilgi ve görgülerinden yararlanmalıyız. Onlar sadece ufkumuzu genişletmezler, bizi güzelliklerle, diğer varlıklarla, insanlarla tanıştırır, yakınlaştırırlar. Okuya okuya insancıllaşır, başkalarının da yaşadığının farkına varır, onlarla sevinir, onlarla üzülürüz, onlarla derdimize derman ararız. Hayatımıza anlam kazandıran sanat yapıtlarını izlersek, aşkın, dostluğun değerini anlarız. Böyle gelir özlediğimiz güzel günler, böyle gerçeğe dönüşür gördüğümüz mutlu rüya ve de sımsıcak bir sevda soluğuyla türküleşir dünya.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin INTO THE WILD - YABANA DOĞRU 3 |
|
Ailenin Chris'in mezuniyetinin ardından yaptığı araba teklifi onun yaşamından kaçışını başlatan tetikleyici bir darbe olmuştur. Çünkü aile tarafından Chris'e yapılan bu teklif, onun hep aradığı ve özlemini duyduğu şey değildir. Bu teklif, o ana değin Chris'in mutsuzluğuna sebep olan ve onun reddettiği yaşam gerçeğinin bir kez daha ailesi tarafından süslü bir mezuniyet yemeğinde kendisine sunulmasıdır. O ana dek kendi içinde yaşadığı mutsuzluk ve sorgulamalar bu teklifle Chris için belki de bardağı taşıran son damla olmuştur. Bundan sonra Chris, böyle bir aile ve toplumla olan tüm ilişkilerini kopararak gerçeği aramanın peşine düşecektir.
Chris'in reddettiği ve onun mutsuzluğuna sebep olan ise günümüz dünyasının yabancılaşmış aile ilişkileridir. Aile, genel olarak çocuğun yaşamındaki sosyal gelişimin sağlandığı en temel sosyalleşme kurumudur. Bu yönüyle toplumun temeli olma özelliğini taşır. Aile içerisinde kurulan ilişkiler çocuğun sosyal yaşantısına ilişkin ilk duygu, düşünce ve davranış özelliklerini kazandığı ilişkilerin temelini oluşturur. Sağlıklı bir aile içerisinde çocuğun kazanması gereken temel duygular güven, sevgi gibi temel duygulardır. Bu duygular, çocuğun ailesi tarafından kurdukları iletişim ortamında çocuğa aktarılır. Eğer ailenin kurduğu iletişim ortamı bu duyguların aktarılmasında gereken nitelikleri taşımıyorsa çocuğun ihtiyacını duyduğu temel duygular da çocuk tarafından kazanılmayacak ve onun sosyal gelişiminin sorunlu şekillenmesine neden olacaktır.
Chris'in arayışı, yabancılaşmış günümüz dünya düzeninin, aile içerisinde çocuğa kazandırılması gereken temel duyguların ticarileşmiş iletişim ortamları ile aktarılmaya çalışıldığı ve sosyal gelişimlerin sorunlu şekillenmesine neden olan aile ilişkilerinin bir kanıtı niteliğindedir. Toplum içerisindeki tüm sosyal ilişkilerde gözlenen ticari ve çıkarcı iletişim ortamı, toplumun temeli olan aile içerisinde de tüm yok edici ve ilişkileri hiçleştirici özelliği ile kendini gösterir. Sevgi ve güven gibi temel duyguların yanı sıra insani erdemlerin bile bu ticari ilişkilerin içerisinde yok olması, hiçleşmesi gerçeği yaşanır. Toplumun temeli olan aile, çocuğa kazandırması beklenen temel sosyal gelişimi ticari ve çıkarcı bir iletişim ortamı ile çocuğa kazandırırken aslında günümüz dünya düzenine uyumlu özellikleri olan ama öbür taraftan da temel insani ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenememiş mutsuz bir bireyi topluma hazırlar. İnsani yönden temel duygusal ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenememiş ama öbür taraftan da sistemin beklentilerini sonuna dek karşılamaya hazır olarak gelişmiş olan birey bir yönüyle hep mutsuz, bir yönüyle de mutluluğu hep arayan bir zamane tutsağı olmuştur. Chris ise, ailesinin son model araba teklifi ile bardağı taşıran son damlada mutluluğun arayışında olan günümüz zamane tutsağının çıkmazını anlatır. Yaşamda elde edilen her bir başarının ya da geçirilen her bir aşamanın maddesel bir karşılığı vardır. Üniversiteden iyi bir dereceyle mezun olmak lüks bir otomobile denk gelir, üniversitede iyi bir bölüm kazanmak ise lüks bir eve denk düşer, kurulacak tüm ilişkilerde aranan öncelikli koşul iyi para kazandırması ya da benzeri bir çıkar sağlamasıdır. Tıpkı Chris'in anne ve babasının evlilik ilişkileri gibi…
Günümüz dünyasının yabancılaşmış yaşamlarında ise bu ihtiyaçları karşılayacak büyük marketler ve alışveriş mekanları vardır. Depresyona en iyi gelecek şey alışveriş yapmak ve yeni şeyler almaktır. Mutsuz bir kadının mutluluğuna açılan kapı sabahtan akşama dek vaktini geçirebileceği bir güzellik salonunun eski olarak girdiği ve yeni olarak çıktığı kapısıdır. Mutsuz bir erkeğin mutluluğuna açılan kapı ise çeşitli futbol kanallarını içinde barındıran televizyon kanal paketlerinin satıldığı ve teknolojinin yeni yeni ürünlerini pazarlayan teknoloji marketlerinin kapısıdır. Eski arabalar, koltuklar, bilgisayarlar, telefonlar, kıyafetler durmadan reklamlarla ve diğer araçlarla kötülenirken sürekli yeni olanın ışıltısı, büyüsü, gülen ve mutlu olan yüzlerle anlatılır. Bu anlatım sırasında mutlu ailenin simgesi çeşitli çamaşır yumuşatıcıları, ev deodorantları, saç boyaları, lüks arabalar, evler, kotlar, kepek şampuanları ve daha bir sürü ticari maldır. Verilen mesaj ise şudur: "Yeni ve bol parayla satın aldığın markalar seni mutlu edecek, bir an önce eskilerinden kurtul!" mesajıdır. Günümüz dünyasının ticari iletişim ortamında tüm duyguları ve insani özellikleri ticari bir meta haline gelmiş insanı ise eskilerinden kurtuldukça ve bol paralarla yenileri satın aldıkça mutlu olma hayalleri kurar. Satın aldığı yenilerle aranılan mutluluk ise gerçekleşemez. Çünkü maddesel olarak donattığı ve durmadan yenilediği dış dünyanın gerçekte ulaşmaya çalıştığı içsel hazzın yerini tutması mümkün değildir. Kurulacak olan doğru ve dengeli iletişim ortamları ile sağlanacak ihtiyaçlar olan güven, sevgi ve erdemlerin para ile alınıp satılan maddelerle karşılanması mümkün değildir. Günümüz dünyasının büyük marketleri ve alışveriş merkezleri ise bu ihtiyaçları karşılayacak mekanlar değildir.
Bu noktada ailesinin son model araba teklifine filmin karakteri Chris'in başkaldırısına tanık oluruz. Bu başkaldırı, o zamana dek özlemini duyduğu bir şeylerin ailesi tarafından hala fark edilememiş olmasına yapılan bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı, tüm toplum ağı içerisinde kurulmuş olan ticari ilişki biçimlerine yapılmış olan başkaldırıdır. Bununla Chris, ailesine, topluma ve toplumdaki tüm ilişki biçimlerine isyan eder. Çünkü bu ilişkiler onun aradığı duyguları ve ihtiyaçları karşılamaktan yoksun olan ilişkilerdir.
Chris, yaşadığı bu çıkmaz içerisindeyken içinde bulunduğu aile ve toplum neden onun bu çıkmazını fark edemez? Günümüz dünyasının yabancılaşmış insan konusunun belki de en can alıcı noktası burasıdır. Çünkü yabancılaşmış olan insanın tek düşüncesi bu soruya cevap olur. Bu düşünce, elinden bir şey gelmeyeceği düşüncesidir. Varoluşçu düşünür Camus' a göre bu düşüncenin oluşumunda dört temel yön vardır. Bunlardan ilki cehalettir. Yani insan, veba gibi büyük çıkmazlar içerisindeyken yaşadığı çıkmazı göremez, görse de gördüğünü anlamaktan yoksundur ve bir ben merkezliliğin içine hapsolmuştur. İkinci yön ise duyarsızlıktır. Üçüncü olarak yaşam bıkkınlığı gelirken, dördüncü olarak da ideoloji ve kader anlayışı üzerinde durur. Her şeyin başlangıcının ve bitişinin tanrı tarafından şekillendirildiği kader düşüncesi insanı bir şeyler yapmak konusunda durdurur. Oysaki insan diğer canlılardan farklı olarak düşünebilme yetisi ile varedilmiştir. Düşünebilen insanın ise sorunlarla mücadele edebilme yetisi vardır. Yaşadığı her acıya ve çıkmaza ilişkin yeni bir çözüm üretebilme yetisi…
Chris'in yaşadığı çıkmaza ilişkin kendi bulduğu yol onu bir noktaya kadar mutlu eder. Bu noktaya varıncaya kadar eski yaşamını terk edip kendi varoluşunu gerçekleştirmeye çalıştığını görürüz. Bu yaşamda önce kendi doğumu, ergenliği, erkekliği, ailesi, bilgelik yolu gelir. Kendini var etmeye çalıştığı tüm bu süreçlerde tanıdığı kişiler ve kurduğu ilişkilerde yaşamına yeniden yön verir. Alaska ise onun için geriye dönüşün son durağıdır. Kendini bulduğunda yeniden toplumsal yaşama dönmek ister ama içinde bulunduğu yaban onu buraya hapsetmiştir ve geriye dönüş için artık çok geçtir. Chris'in bir noktaya kadar mutlu olduğu yer burasıdır. Çünkü anlamıştır ki mutluluk yalnız değil paylaşıldıkça yaşanan ve çoğalan bir
duygudur. Filmin sonunda onun bir sorusuyla karşılaşırız: "Eğer yüzümde bir gülümsemeyle size koşuyor olsaydım, benim gördüklerimi görür müydünüz?" Ailesiyle buluştuğunu hayal ettiği filmin son karelerinde Chris'in sorduğu bu soru ailesiyle bir yerde uzlaşabilme arayışında olduğunu gösterir. Aslında bu soru yabancılaşmış günümüz insanının çocukluğundan başlayan acı aile dramının bir sorusudur. Bir arayışı anlatır. Bir çıkmazın içinde olduğunu ve mutsuzluğunu…
Bu soruya verilecek cevap ise ticarileşmiş ilişkilerimizi ne zaman fark edip cehaletimizden, duyarsızlık, yaşam bıkkınlığı ve kader anlayışımızı terk edişimizle şekillenebilir. Elimizden bir şey gelmeyeceği inancı ve dışsal şekillendirmeler yerine içsel anlamda bir inançla ve yönlendirme ile şekillenebilir.
Kaynaklar:
İnsan Olmak-Engin Geçtan
Çocuk Psikolojisi-Haluk Yavuzer
Varoluşçuluk ve Eğitim-Sabri Büyükdüvenci
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Romancı : Alkım Saygın Heidegger'in Sanat Felsefesi Üzerine II |
|
İmdi, Heidegger'e göre sanat eserinin nesneselliği, başka olanla karşılaşmamızı, varoluş yaşantıları içinde başka olanı duyumsamamızı sağlayan bir geçiş olanağıdır. Sanat eserinin nesneselliğine salt şimdi ve burada olan olarak yaklaşmak, onun temsil ettiği şeyle uygun olup olmadığına bakmak, bunların peşinden gitmek, bu olanağı ortadan kaldırır. Sonuç olarak, tıpkı geleneksel felsefenin elinde olduğu gibi sanat eseri nesneselleşir ve diğer nesneler arasında bir nesne hâline gelir. Başka deyişle, sanat ile Varlık arasındaki bu bağ kopartılır, unutulur.
Hâl böyle olunca, nesnenin nesneselliği hakkında konuşurken belirli birtakım yanlışlıklara düşülmesi kaçınılmaz hâle gelir ki, bunlardan önde gelenleri üç tanedir. İlki, nesneyi belirli birtakım özelliklerin taşıyıcısı olarak görmek ve nesneyi bu özelliklerin dolayımında ele almaktır. Ama bu özelliklerin ardına bakılmaz. İkincisi ise nesneyi, yol açtığı olanaklı duygulanımların birliği olarak ele almaktır. Bunda ise bu duygulanımların varoluş yaşantılarıyla ilişkisine bakmaz. Üçüncüsü ise nesneyi, biçimlenmiş malzeme olarak tanımlamaktır. Bunda ise bu malzemenin insan yaşamıyla olan ilişkisi kurulmaz. (2003:12-5) Dolayısıyla, geleneksel felsefenin elinde sanatın nesneselliği anlaşılamaz, Varlıkla bağı kurulamaz. (2003:21)
Heidegger'e göre sanat içinde beliren ikinci varolan hâli ise araçtır. Araç ise sanatın belirli bir aracı gereksemesi durumuna işâret eder. Nitekim araç, her defasında belirli bir araç olarak kullanılan varlıklara göndermede bulunur ve bu araçlardan her birinin belirli bir amacı vardır. Amaçsallık, araçsallıkta içerilmiştir. (2003:18-9) Nesne, kendi nesneselliğine belirli türden bir araçsallık katıldığı anda artık bir araç hâline gelir. Kendi başına düşünüldüğünde bir ayakkabı, belirli bir nesnedir; fakat bu ayakkabı, herhangi bir kaya parçası gibi kendi kendine varlık kazanmamış, belirli bir amaçsallığı taşıyacak biçimde üretilmiştir.
Bu bakımdan sanat eseri, hiçbir biçimde amaçsallık-araçsallık taşımaz; bir araç olarak üretilmez, böyle görülemez, bu şekilde değerlendirilemez. Bu yönüyle o, tıpkı bir kaya parçasına benzer; kendi kendiliğinden oluşmuş gibidir. Hâliyle, tarlada çalışan çiftçi kadının ayakkabıları bir sanat eseri değildir; ancak, van Gogh'un "Bir Çift Köylü Ayakkabısı" isimli tablosu bir sanat eseridir ve bize, işlenmiş bir ayakkabının kendi hakîkatini gösterir, bu hakîkati Varlığın aydınlığında dile getirir.
Diğer taraftan araçsallık, dâimâ belirli türden bir tamamlanmışlık bildirir ve üretim amacı, kullanım amacında içerilmiş. Bu içerim ise aslında kendi üzerine kapanmıştır. Başka deyişle araçsallık, nesnenin kendi üzerine kapanmasına neden olur ve bu da nesnenin güvenirliliğini doğurur. Nitekim, biz her defasında bu nesneye aynı araçsallıkla yaklaşır ve ondan her defasında aynı araçsallığı karşılamasını bekleriz. Aksi takdirde, araçsallığın her defasında yeni baştan tanımlanması gerekir ve bu da araçsallığı ortadan kaldırır. (2003:22-5)
İmdi, Heidegger'e göre araçsallık söz konusu olduğunda nesne, yeryüzüne âittir ve onun bir parçasıdır. Bu yönüyle nesne, şimdi ve burada olandır, olduğu gibi olandır, ne ise o olandır. Nesne araçsallıktan kurtulup belirli bir sanat eseri hâline geldiğinde ise yeryüzüne âit olmaktan çıkıp dünyâya âit olmaya ve dünyâya geçiş olanağı sunmaya başlar; kendisi bir dünyânın taşıyıcısı hâline gelir, dünyâ kadar şey taşımaya başlar.
Hâliyle, sanat içinde beliren üçüncü varolan hâli olarak eser, nesnenin kendi hakîkatinin sanat aracılığıyla ortaya konulmasıdır. (2003:31) Van Gogh'un tuvalinde ayakkabı, Varlığın hakîkati tarafından aydınlığa taşınır, kendisini aydınlatır. Dolayısıyla eser, olanaklı tüm yönleriyle varoluşun hakîkatinin işe koyulmasıdır; varoluşun ışıldaması, aydınlanmasıdır. Eser, nesnenin nesneselliğinin ve araçsallığının ötesinde, şimdi ve burada olanın ötesinde duranı görmeyi sağlar.
Ve bu ötede duran, kendi hakîkatini nesneye her defasında yeni baştan koyar. Hakîkat, kendini nesnede gerçekleştirdiği için sanatın özü ya da hakîkati, estetik değerlerle; güzel-çirkin, hoş, yüce, vb. değerlerle değil, bizatihî Varlığın hakîkatiyle kavranabilir. Eserde kendini sanat aracılığıyla ortaya koyan Varlığın hakîkatidir ve sanat, Varlığın kendini sanat eserinde açığa çıkartmasıdır. Bunun içindir ki, hakîkatin özü ile sanatın özü birbirlerini açık kılar. (2003:33-5)
Böylelikle Heidegger, sanat eserinin dünyâ kurduğuna, dünyâyı her defasında yeni baştan kurduğuna inanır. Hattâ, yeryüzünü üretenin de bu olduğunu savunur; eser, her defasında yeryüzünde yeni bir dünyâ kurar ve her defasında yeni baştan üretir. Eser, yeryüzünü yansıtmaz ve yeryüzü için hiçbir nesnesellik, araçsallık ve taklit amacı oluşturmaz. Eser, yeryüzünü her defasında yeni baştan üretir, aydınlatır, açığa çıkartır. Eser, kendi hakîkatinin eşliğinde Varlığın hakîkatiyle birlikte yeryüzünü dünyâ hâline getirir.
Heidegger'e göre eserin kurduğu dünyâ da dünyâsaldır; kendisini açan, kendi hakîkatini ortaya koyandır. Dünyâ bir nesne olmadığı gibi nesneleştirilemez de ve bu total görünüme ya da genel çerçeveye de indirgenemez. Dünyânın nesneleştirilememesi, kendi hakîkatinin özü gereğidir. Bu öz ise varoluş yaşantılarında açığa çıktığı için bu yaşantıların nesneleştirilememesi nedeniyle dünyânın nesneleştirilmesi de mümkün değildir. Ve bunun içindir ki, yalnızca insanın dünyâsı vardır, diğer canlıların ise kendi doğal çevreleri.
İnsan da kendi varoluşunun açıklığında dünyâsallaşır; dünyânın bir parçası hâline gelir. Nesnelerin kendilerini açması da aslında bu dünyâsallaşma içinde gerçekleşir. Fakat, bu kendini açma süreci içinde nesne, hiçbir zaman kendini ortadan kaldırmaz; nesnenin kendi hakîkatini ortaya koyduğu her yerde nesne, kendisini yine gizleyecektir. Bu, hakîkatin özü ya da özün hakîkati nedeniyle böyledir ve nesneye ilişkin hiçbir zaman mutlak bir hakîkat ortaya konulamaz. (2003:36-45)
İmdi, Heidegger'e göre araçsallık, nesneyi her defasında yeryüzüne biraz daha çekse de nesne, kendi hakîkatini ortaya koymaktan hiçbir zaman uzak tutulamaz. Bu hakîkat, her defasında dönüp gelir, yine kendisini bulur. Nesnenin hakîkati ortaya çıktıkça nesne aydınlanır, Varlığın ışıldamasıyla birlikte kendisini aydınlatır. Nesnenin güzelliğinden bahsedilebilmesi de bu aydınlanmayla mümkün olur. Dolayısıyla, nesnesellikten ya da araçsallıktan kurtulamamış bir nesnenin güzelliğinden bahsetmenin de bir anlamı yoktur; nesne henüz karanlıktadır çünkü.
Bu bakımdan, dünyâya âit olma ile yeryüzüne âit olma, iki farklı durumdur ve bunlar sürekli olarak birbiriyle çatışırlar. Nesne kendi nesneselliğinden ve araçsallığından kurtulduğu oranda dünyâsallaşır, ama hakîkatinin ortaya konduğu yerde kendini gizleyerek yeniden karanlığa düştüğü oranda yeryüzüne âit hâle de gelir. Bu çatışma da aslında bitimsizdir; bu da hakîkatin özü gereğidir. Hattâ bir yönüyle, eserin kendisinde de hissedilebilir. Çünkü nesne, eserde bile sürekli bir çatışma hâlindedir; bir yönüyle yeryüzüne âitken, bir yönüyle de dünyâsallaşır.
Eserde nesne, bu çatışmanın sürdüğü oranda her defasında yeni baştan dünyâsallaşır ve kendi hakîkatine ulaşma süreci içinde her defasında yeni baştan dünyâsallaşacaktır. Üstelik, bu çatışma yalnızca sanat eserinde yoktur; bütün varlıklar için geçerlidir bu. Varlığın hakîkati, varolanların hakîkatinde; onların bu çatışma hâllerinde içerilmiştir. İnsan da bir yönüyle yeryüzüne bağlıdır; kökleri yeryüzündedir. Fakat, yeryüzüne bağımlı olmaktan çıkıp Varlığın hakîkatiyle birlikte, onun aydınlığında yükselir; dünyâsallaşarak kendine özgü bir dünyâ kurar.
Başka deyişle hakîkat, dünyâ ile yeryüzü arasındaki bir çatışmanın gerçekleşmesi, varoluş yaşantıları içinde kendisini adım adım bilince sunmasıdır ki bu hakîkat, sanatın ve sanat eserlerinin de kökenidir. Böylelikle sanat, sanat aracılığıyla Varlığın ışıldaması, ortaya çıkan aydınlığında yeryüzünün dünyâ hâline gelmesi, güzelleşmesi, insan varoluşunda anlam kazanması, hakîkatinin açığa çıkması demeye gelir. (2003:50-3)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ARZ-I HÂL
Ayrılık bir ölüm gibi
Yakar gece gündüz beni!
Keder korkunç bir sel gibi
Yıkar gece gündüz beni!
Düşürdüler beni dara
Kalbimdedir esas yara
Kasvet çöker kara kara
Sıkar gece gündüz beni!
Çarptı beni aşk şarabı
Köle kıldı bu garibi
Nöbetteki asker gibi
Diker gece gündüz beni!
Ey Sükûtî işle hayır
Yüreğini hep tut tahir
Sevgide de gönlün mahir
Çeker gece gündüz beni!
Hızır İrfan ÖNDER
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir konuda uzman olmadan fikir sahibi olmak ve hatta konunun uzmanlarından bilgi almak için http://www.uzmantv.com/ . Örneğin: Evde kendi kendinize ekmek yapmak istiyorsunuz ama hamur hazırlamaktan pişirmeye kadar tüm safhaları öğrenmek için kaynağa ihtiyacınız var. Ya da köpek beslemek istiyorsunuz. Acaba nasıl bir köpek seçmeli ve nasıl eğitim vermeli diye soruyorsunuz. Kısaca özetlemek gerekirse; bu web sayfasında bulacağınız kaynaklar gerçekten çok işinize yarayacak.
Elinizdeki mevcut malzemeleri kullanarak bir şeyler üretmeyi ve hatta üretebildiklerimizi başkalarına gösterebilmeyi genellikle severiz. http://www.kendinyapsitesi.com/ web sitesi pratik şeyler üretmeyi seven ve sürekli araştıran meraklılar için güzel bir kaynak. Tavsiye ediyorum.
http://www.incefikir.com/ …aklınızdaki her şeyi sorabileceğiniz veya var olan soruları cevaplayabileceğiniz bir paylaşım fikridir. İncefikir bir kurgu, hayatı kurcalama, garip bir fikir, aklınıza takılan bir soru, hep size sorulmasını hayal ettiğiniz o sorunun muhteşem cevabı, sizin söyleyemediğiniz ama onların söyledikleri, belki de kimsenin düşünemedikleri, zaten bildiğiniz ama duyma ihtiyacı duyduklarınız, bazen bir merak, bilmece ya da bulmaca, güldürürken düşündürmeyen mizah, yerine göre gerçek, çoğunlukla yalan dolandır… Bu sözlerle tanıtmış sitenin sahibi ne yapmak istediklerini, bu kadar söze ekleyecek bir şey bulamadım. Ellerine sağlık.
http://www.komikler.com Komik olan ne varsa bu web sayfasında derlenmiş. Beğenebileceğiniz bir şeyler olduğuna emin olabilirsiniz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|