|
|
|
Editör'den : Kontrolsüz öfke!.. |
Merhabalar,
Adamı dinlerken tüylerim diken diken oldu, hala da yatışmadı. O ne öfke, o nasıl bir konuşmaydı, inanılır gibi değil. Baştan sona ibretlik. Tek bir satırını bile okumadığına yemin edebileceğim kriptolarda yazanlara öfkelenip, hırsını, soru soran muhalefetten, bu önemli iddiayı haber yapan gazeteciden aldığını sanan bir Sayın Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan!
"Olmayanı nasıl ispatlayayım. Onlar olduğunu ispatlasınlar." derken yıllardır suçunu bile bilmeden Silivri'de yatanları unuttuğumuzu mu sandın Recep Bey? Allahın sopası yok, keser döner sap döner gün gelir hesap döner Sayın Başbakan! "Geçmişte hesabımda 1 milyar dolar olduğunu söyleyen şimdi Ergenekon’da yatıyor." derken hiç mi vicdanın sızlamadı Tayyip Bey? Sayın Kılıçdaroğlu ne güzel demiş; "Ben ‘Ergenekon Davası’nda, darbe girişiminde bulunanların yattığını sanıyordum. Başbakan aleyhine yazı yazanlar da yatıyormuş.” Pes...
Bugün alıntı günüm olsun. Sevgili Necati Doğru Vatan'dan ayrılıp Sözcü'de yazmaya başladığından beri yazıları sanal ortamda yok. Gazeteyi almıyorsanız, okuma şansı da bulamıyorsunuzdur. Oysa gündemi en kıvrak haliyle en iyi yorumlayan kalemlerden biri Sayın Doğru. Bugün üşenmedim, dünkü köşeyazısını yeniden yazarak aşağıya aldım. Söylemek istediklerimi pek güzel ifade ettiği için de altına şerhsiz imzamı atıyorum. Gelin birlikte tekrar okuyalım.
...
İsviçre'de hesap! Çamlıca'da villa! Gazeteciye tafra!
Siz kalkıp "Obama bizi selamınaleyküm diye selamladı" diyerek bundan övünme fırsatı çıkarmışsınız. Sonra Lizbon'da "sadece Türkiye topraklarına kalkan oturtma izni verdiğiniz" toplantıda Obama geçerken sağ eliyle omzumuza dokundu diye bundan da "şereflenme payesi" üretmişsiniz.
İnsanda akıl olur.
Mantık bulunur.
Tutarlılık aranır.
Obama el teması yaptı diye itibar yükseltiyorsanız, Obama'nın devleti ABD'nin Ankara Büyükelçisinin sizin hakkınızda söylediğini de küçültemez, "dedikodu yapmış" diye dudak bükemezsiniz.
Bu büyükelçinin söylediklerini yazan, manşete koyan gazeteciye öfke kusup tafra atamazsınız.
Tutarsızlık olur.
Söyleyen sizden biri...
İçinizden bir kişi...
Omuz temasçısı Obama'nızın Büyükelçi'si; "İsviçre'de 8 ayrı hesabı var... Yakınlarını belediye metro ihalelerine sokuyor... Yandaşlarını zengin ediyor... Danışmanları çapsız... Hortumcu ve komisyoncu... Bir bakanı diğeri için 'tehlikelidir' diye gammazlama yaptı..." türü diplomatik iç yazışma (kripto) göndermiş.
Bir sızdırma sitesi (Wikileaks) bu büyükelçinin kripto ve değerlendirmelerini belge olarak birebir yayınlamış.
Türk gazeteci ne yapsın!
Yazıp yayınlamasın mı?
Hitler döneminde mi yaşıyoruz? 1939 yılında Adolf Hitler o yıllarda Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Franz Von Papen'e "Türk gazetelerindeki Hitler karşıtı yazıların durdurulması, yumuşatılması ve gerektiğinde susturulması" için emir vermişti.
Frans Von Papen'de bu emri o dönemin Türkiye Başvekili Refik Saydam'a iletmişti.
Tam 71 yıl önceydi.
Türk gazeteciler dinlemedi.
Hitler'i eleştirmeye devam etti.
71 yıl sonra siz Hitkler gibi olun.
Biz de sizden korkalım, öyle mi?
İsviçre'de 8 ayrı hesap!
Çamlıca'da villa!
Ve gazeteciye öfkeli tafra!
20 yıl önce Belediye Başkanı ve ardından Başbakan olmadan önce, partinizin İstanbul İl Başkanı iken; Kasımpaşa'da sahibinin adı Hasan Basri Yıldız olan 2 katlı kagir bir evde kiracı olarak oturuyordunuz.
Sonra Üskidar'da Reşat Sözen'in binasında kiracı olarak oturmaya başladınız.
Şimdi Çamlıca'da villadasınız.
Hesap tutmuyor diye düşünmüş olmalısınız ki, "Villada kiracıyım" diyorsunuz ancak çocuklarınız ve yakınlarınızın her biri birer villa sahibi.
20 yıl içinde kiralık kagir evden havuzlu ve muslukları altın kaplamalı villaya nasıl sıçradığınızın hesabını açık ve seçik olarak vermediğiniz için gazeteciler sizin pek itibar ettiğiniz ABD Büyükelçisi'nin sızdırılmış kriptosunu yazıyorlar.
Siz de öfkelenip köpürüyorsunuz.
Gazetecilere "alçak" diyorsunuz.
Hitler de böyle yapıyordu.
Siz de öfkeyle bağırıyorsunuz.
Bağırarak korkutma peşindesiniz.
Mülkiye müfettişleri Necati Küçükdumlu, Murat Özgan, Orhan Tavlı, Adnan Gürsoy ve Candan Eren'in hazırladığı rapora göre, bir belediye başkanı olarak; 1998-2001 yılları arasında mal varlığınızın 10 kat arttığını beyan ettiniz ve bu servet artışının kaynağını "oğlunuzun sünnet düğünü armağanı altınlardan elde edilen 220 bin dolar ve 55 bin Alman markı" olduğunu söylediniz.
Şimdi ABD Büyükelçisi'nin de "sizin bu sünnetten gelen servet beyanına" inanmasını bekliyorsunuz.
O sizin Obama'nın büyükelçisi!
O büyük ABD'nin diplomatı.
Bunlar kaçın kurası!
Sünnetlik servetinize inanmıyorlar.
Kendi istihbaratlarına güveniyorlar.
Siz de gazeteciye öfke kusuyorsunuz.
Nasıl olsa bu halk yiyor diyorsunuz.
Yiyor da, nereye kadar!
Necati Doğru - 2 Aralık 2010 Sözcü
...
Haydi kalın sağlıcakla...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BÖREKÇİ ŞÜKRÜ -1 |
|
Ne zaman karşıki pastaneden bir parça börek alsam hep akılama o gelir. Belki de yirmi yıl o küçük kentin en ünlü börekçisi oydu. Küçük, camekânlı bir arabası vardı. Üç tekerleği olduğu halde hiçbir yere gitmedi. O tekerlekler belki de cadde üzerinde on tur bile dönmedi. Beton elektrik direğine bir tekerleğinden zincirle kilitlenmiş arabası hep aynı yerde durdu. Yıllarca kavurucu güneşin, yağmurun hatta yılda birkaç kez parça parça kar yağdığı zaman bile hep oradaydı. Sanki araba direğe değil, bütün kasaba o direğe ve arabaya zincirliydi. Yerinden kıpırdasa bütün kasabanın şakülü kayacaktı.
Börekçi Şükrü'nün babası da börekçiydi. Çocukluğumdan anımsadığım kadarıyla onun üç tekerlekli arabası değil sadece tahta ayaklı bir camekânı vardı. İki katlı camekânın altında börekleri sıcak tutan bir ısıtıcı bulunuyordu. Camekânlı üst kısmı genellikle buharla kaplı olduğu için küçük cam kulübeciğin içini görünmez kılardı. Börekler sadece sürekli açılıp kapatılan iki pervazlı cam kapılardan görülebiliyordu. Kısacası benim anılarından daha eski zamanlardan başlayan börekçi camekânı hep aynı yerde durmuştu. Börekçi şükrü benim okul arkadaşımdı. Onunla ilgili olarak okuyucunun merakını uyandıracak, sıra dışı olaylar anlatamayacağım için üzgünüm. Senin, benim gibi sıradan bir çocuktu. Sınıfın en iyisi değildi ama kötüler arasında da sayılmazdı. Koşturmaca oyunlarını, kavgayı gürültüyü sevmezdi. Bir başkası bulaştırmamışsa kesinlikle yaramazlık yapmazdı. Çok güzel Ege türküleri söyler ama kesinlikle sınıfın önünde zeybek oynamazdı. Her zaman börek gibi akça pakça, biraz gürbüz ama efendi bir çocuktu. Mahalledeki bütün teyzeler, babalar, anneler azgınlık yaptığımızda bize onun gibi olmamızı önerirlerdi. Şükrü gibi efendi, Şükrü gibi temiz, Şükrü gibi söz dinleyen…
Ortaokulu bitirdikten sonra ben yatılı okula gitmek için o kasaba büyüklüğündeki kentten ayrılıp gittim. Şükrü liseye devam etmek yerine Recep'in kahvesinde garsonluğa başladı. O dönem çok da iyiliğini gördüm. Okul tatillerinde onun çalıştığı mekânda takılır tek bir kuruş çay parası ödemezdik. Paramızın olmadığından değil, arkadaşız ya hani. Ustayı kızdırmak pahasına bizi kollardı… Beleş çay takviyesiyle gece yarılarına kadar onun çalıştığı kahvede gülüşür konuşurduk. Şükrü sadece kahvede garsonluk yapmadı. Pastanede çalıştı. Bir otelin resepsiyonuna baktı. Kemal Kaptanla balığa çıktı. Asmaaltı Meyhanesi'nde aşçı bile oldu. Meyhane günlerini ne siz sorun ne de ben anlatayım. Elleri dert görmesin bir mezeler döktürürdü, yeme de yanında yat. Onun yüzünden şaraba dadandım. Arkadaş sohbetlerinde rakının yarattığı mucizelerin bir parçası oldum. Vatan kurtardım, ilimizi kalkındırdım. Binlerce uygulanmayan proje, ertesi güne tek bir kelimesi bile anımsanmayan çözümler ürettim. Hala rakıyı arkadaş sohbetleri olmadan ağzıma bile süremem.
Yıllar geçtikçe arkadaş grubumuz teker teker dağıldı. Herkes bir yerlere gitti. Kimisi evlendi barklandı çoluk çocuğa karıştı. Kimisi uzak memleketlerde işe girdi. Şükrü hiçbir yere gitmedi. Öğrencilik yıllarım bitince ben de öteki arkadaşlarım gibi memleketimden uzaklaştım. Sadece beş, on günlüğüne yazları gidebiliyordum. Herkes bir yerlere gitti. Yaşam öyküsünün peşinden savruldu. Hatta içimizden bazıları evlenip başka memleketlerde kendince bir düzen kurmaya çabaladı. Şükrü hiçbir yere ayrılmadı. Babası öldükten sonra börek camekânının başına o geçti. Zaten börekleri annesi ile ablası yapıyordu. Babasının sabit camekânı belediyeciler yüzünden üç tekerlekli bir arabaya dönüştü. Yaya kaldırımını sürekli işgal etmek, yayaların geçişini engellemek yasalara aykırıymış. Sabit bir tezgâh kurulamazmış. Bu nedenle hiçbir yere kımıldamayan ama gidebilme yetisine sahip bir arabayla bu sorun aşılmış oldu. Kanunlara aykırılık düzeltildi.
Şükrü aynı babası gibi sadece sabahları birkaç tepsi börek satıyordu. Kıymalı ve peynirli kol böreğinin yanında birde su böreği… Sabah yedi gibi fırından getirdiği börekleri bir saat içinde bitiriyor ve o günlük işi bırakıyordu. Saat sekizi on gece gitseniz kesinlikle börek alamazdınız. Neden daha fazla satmadığını hep çok merak etmişimdir. Bunu ona defalarca sordum. Sorumu ya duymazdan geldi, ya sözcükleri alıp dere tepe dolaştırdı. Ama kesinlikle bu sorumu yanıtlamadı. Hala neden fazla börek satıp daha fazla para kazanmayı istemediğini gerçekten bilmiyorum. Sabahları insanların börek arabasının önünde kuyruk olduğunu defalarca gördüm. Bana göre her sabah sattığının iki katı daha fazla börek satabilirdi. Böreklerin hazırlanması, pişirilmesi elbette uzun bir ön hazırlığı gerektiriyor olmalıydı. Sonra bu şekilde çalışan başka insanlar da gördüm. Gerze'de bizim börekçinin adaşı (Şükrü) olan bir işkembeci ile karşılaştım. Bir iki saat içinde bir tencere işkembeyi satıp dükkânı kapatıp giderdi. Sinop'ta Şen Pastanesi de su böreği için bu şekilde bir yol izliyordu. Börekler yetişenin elinde kalır, gecikenler sadece avucunu yalardı. Eskiden Çanakkale'de saat kulesinin bulunduğu sokakta bir sabahçı kahvesi vardı. Sabahın erken saatinde kahvenin önüne gelen yaşlı bir amca da aynısını yapıyordu.
Börekçi şükrü geçim sıkıntısı çekmedi. Tahmin edersiniz ki zengin de olmadı. Kendi yağında kavrulan bu aile babadan kalma evlerinde yaşayıp gidiyorlardı. İlerlemiş yaşına rağmen ablasının evlenip gittiğini duydum. Hepimiz evlendik, barklandık, askere gidip geldik. Şükrü evlenmediği gibi askere de gitmedi. Askerlik yaşı geldiğinde açık öğretim fakültesinde öğrenciyim diyordu. Yaşı otuza geldiğinde hala öğrenciydi. Okul bitti mi bilmiyorum ama mecbur kalıp askere gittiğinde de şişman olduğu için askerliğe elverişli olmadığı gerekçesiyle evine gönderildi. Bence şükrü o kasaba boyutundaki küçük kentten, börek arabasından ayrı kalmaya dayanamıyordu. Çocukluğunun geçtiği, ekmeğini bulduğu, akraba, eş dost arasındaki o güvenli sığınakta yaşamak istiyordu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan AKARSU YATAĞI |
|
Albert Einstein, "Başarıda dehanın payı yüzde bir, emeğinse yüzde doksan dokuz payı var" demiş. Çok sıkça kullanılan bu sözü arkadaşımın kullanması kafamda beliren yeni bir benzetmeyle konuya yaklaşmaya çalışacağım.
Deha insanın doğuştan sahip olduğu çok önemli bir yetisidir. Bunu beyin üzerine yapılan çeşitli testlerle zekâ (anlak) düzeyinin saptanması sonucu uzmanlar karar verebiliyor. Doğuştan gelen bu özelliğe bakılarak kimi ileri düzeyde zekâya sahip çocukların da eğitimlerinin özel okullarda sürdürmesi kabul edilir bir gerçektir.
Dünya tarihine yön veren liderlerin, bilim adamlarının ve sanatçıların birçoğunda deha özelliği olduğu da bilinmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk de bunlardan biridir.
***
Benim burada anlatmaya çalışacağım noktanın, vereceğim akarsu yatağı örneğiyle örtüştüğüne inanıyorum.
Deha, insan beyninde herkesin sahip olduğu bir akarsu yatağıdır.
Kimi akarsu yatakları daha doğuştan itibaren yüksek debide suyu taşıyacak ölçüde geniş yaratılmıştır.
Kimi akarsu yataklarınınsa taşıma kapasiteleri ne denli zorlanırsa zorlansın genişlemez.
Ancak ister geniş ister dar akarsu yatağı olsun, o yatakta taşınacak şey insanın ancak çalışmayla elde edeceği bilgi birikimidir.
Bu bilgi birikiminin aktığı akarsu yatağını besleyenler ana kaynak ve yan kollardır.
Akarsuyun ana kaynağı okumak; yan kolları ise, gözlem, dinleme ve araştırmadır.
***
Yine o sohbette sözü geçen Muzaffer İzgü'nün yaşamına ait bir bilgi notundan yola çıkalım.
Bir gün İzgü, babasının geniş kenarlıklı kasketiyle yolda ilerlerken ansızın boşanan bir yağmurla sırılsıklam olur. Onun çaresizliğini gören birinin önerisiyle çareyi en yakın binaya sığınmakta bulur. O binada soba yanmaktadır, en azından perişanlığını bir süreliğine de olsa çözüm bulabilecektir.
Muzaffer İzgü'nün yağmurdan sığınmak zorunda olduğu bina ise Adana İl Halk Kütüphanesidir. Kütüphane görevlisi gelen bu ufak tefek çocukla yakından ilgilenir. Kendi giysilerini verir. Sobanın başında titremesini gidermeye çalışan küçük Muzaffer binada birilerinin ellerinde kitap okuduğunu görür. Binanın ne olduğunu sorar. Kütüphane olduğunu öğrendiğinde diğer insanlar gibi kendisinin de kitap okuyup okuyamayacağını sorar. Olumlu yanıt aldığında seçtiği bir kitabı okumaya dalar. Kitaba kendini o kadar kaptırmıştır ki, vaktin nasıl geçtiğini anlayamaz. Kütüphanecinin uyarısıyla okumayı bırakır. Ancak kitap çok hoşuna gitmiştir. Yine masumane bu kitabı tekrar okuyup okuyamayacağını sorar görevliye. O da, "Elbette buraya her gün kitap okumaya gelebilirsin" yanıtıyla rahatlar. Hem bir yanda elbiseleri kurumuş, titremesi geçmiş, öte yanda hiç karşılaşmadığı koca bir dünyayla tanışmıştır. O günden sonra Muzaffer İzgü bu kütüphanenin en düzenli müdavimleri arasında olacaktır.
Tabii bu kütüphanenin diğer müdavimleri arasında Yaşar Kemal ve Orhan Kemal gibi Türk edebiyatının en önemli ünlüleri de vardır.
Bu anıdan da anlaşılacağı gibi, başarılı olmanın temelinde yetenekli olmak kadar o yetenek denen akarsu yatağını besleyen damarların ki, okuma, gözlem, dinleme ve araştırmanın da hareket geçirilmesinin büyük payı olduğu ortada.
***
Nurullah Ataç'a göre, yazmaya başlamak için insanın okuduğu kitapların kendi boyunu aşması gerekiyor. Ama bu savın tersi durumları da edebiyat dünyasında sıkça rastlamaktayız. Victor Hugo, ilk şiir kitabını 15 yaşında oluşturmuş ve yayımlanması için gittiği yayınevi sahibinin kitabını basmayacağını söylediğinde de "Yazık, Fransa'nın en büyük şairinin eserini basmamakla çok şey kaybediyorsunuz!"diyebilecek kadar özgüveni olan biridir. Ki zaman onun bu saptamasını haklı çıkaracaktır.
Öykücü ve araştırmacı yazar dostum Etem Oruç'la ortak benzerliğimizin anne ve babalarımızın eğitim durumlarıyla ilgili olduğunu hayretle gördüm.
Anne ve babalarımız ümmi, yani okul yüzü görmemiş olması ilk bakışta bizim için bir engel gibi görünse de Muzaffer İzgü gibi bizler de kitap okumanın zevkine çok erken yaşlarda yakalamanın verdiği fırsatı iyi değerlendirdiğimize inanıyorum. Ama asıl önemli olan şeyin insanın hangi yaşta olursa olsun öğrenci olduğunu unutmaması ve öğrenme aşkıyla eline geçirdiği her yeni kitabı severek okumaya ve anlamaya çalışmasıdır.
İlkokul çağlarımda rahmetli dayımın evine sıkça giderdim. Büyük kızıyla aynı sınıfta okumanın verdiği bir avantaj da işin cabasıydı. Bu sayede Hayat ve Ses dergilerini okuma olanağı bulmuş; özellikle Hayat'ın sembol ismi, başyazarı Şevket Rado gibi bir ustayı yazılarından tanımıştım.
Okuma edimi de bir tür bağımlılık, sigara, içki gibi; ama yararsız olduğunu kimse söylemiyor. Bu öylesine bir bağımlılık ki, yeri geliyor, seyyar sergi tezgâhı altında paket yapmak için hazır bekletilen dergileri de eğer okumamışsanız hiç üşenmeden alıp okuyabiliyorsunuz. Bunu bizzat yaşayan biriyim. Ve iyi ki de bu bağımlılığı çok erken yaşlarda edinmişim.
Almanların dünyaca ünlü şair ve yazarlarından Goethe'nin dediği gibi, "İnsan her gün ya güzel bir ses işitmeli, ya gönül açıcı bir kitap okumalı yahut güzel bir şey dinlemelidir".
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir AN |
|
Küçük adımlarla çağırıyorlar yolu
Yoldan sesleniyorlar
Durak boylarında sadece sustuktan bir süre sonra kusanlar soluklanıyor
...
Bu yolun sonu kimlere gebe bilmiyorsun sen çocuk
Beni çağıracak kadar cesurmuş gibi yapma
Nezaket oyunlarından sıkılan bir kadınım ben
...
Şaşkınız şimdi
Ne yazacağımızı bilemiyoruz
Konuşulanlar
Özlenenler
Hepsi karışık
Bir sona bağlanamayan cümleler kuruyorum
Kabul
Ben çok da iyi yazamıyorum.
...
* Sarahatun Demir'in arşiv ve güncel yazılarını takip etmek için facebook Pergelin Divit Ucu sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Mehmet Önder KAN TAHLİLİ |
|
Şu hastanelerden oldum olası tedirgin olmuşumdur. Hasta ziyaretine bile gitsem, kapıdan adımımı atarken bir yerlerim ağrımaya başlar.
Yıllar sonra hastaneye gidiş sebebim bizim Cihan, "Abi senin kılığını
beğenmiyorum. Bir kan tahlili yaptır. Aman ha!" diye diye, beni hastaneye soktu.
Cihan, bu sözleri kırkın çok üstünde söyleyip alın yazıma nakşetmekten başka, bir de akıl verdi:
- Önce doktor sıranı al. Sonra git kan tahlili yaptır. Doktorun yanına hazır
raporla git. Onlar pratik hastayı sever. Sen de iki dakikada ilacını yazdırır çıkarsın.
Tabii, Cihan, geceleri acil servis onurlandırmalarının yanında, haftada üç dört kez de poliklinik muayenesine gittiği için deneyimli; kesinlikle bildiği bir şey vardır.
…
Önce doktor için sıra aldım. Sonra bir yolunu bulup tahlil kâğıdını yazdırdım, laboratuvarın kapısına dayandım. Hastane o saatte bile tıklım tıklım; iğne atsan yere düşmez. Herkes erkenden gelip, sağlığına kavuşmak istiyor. Sıraya karşılık itiş kakış da eksik değil.
Bir ara hastalardan, burnu uzunca olanı önüne geçmeye çalışana laf attı:
- Hooop! Arçaya; içi topiktan ayri ayri deluk açtirma bağa. Uşutur, hasta olursun.
Seslendiği adam kelli felli görünüyor ama, yüreksizmiş. Gitti sıranın en arkasına dikildi. Ama tek durmuyor; bıdır bıdır söyleniyor. O uzun burunlu adam boynunu eğip sıranın en arkasına baktı. Kelle felli adam, iyice tırstı mı ne, ağzını bantlanmış gibi kapadı. Bu arada ilk sıranın başka adayları da var. Esmer kara bıyıklı olanı da burnu uzun olana takmış:
- Kardeş, ıslık çalsam aşiretin yarısı dökülür. Tozunun değeri varsa iki adım geride eyleşsin!
Esmer kara bıyıklısı için "Her halde ihalenin yapılacağı binayı şaşırdı" diye düşünüyordum ki, karnını tutup arı sokmuş gibi yüzünü buruşturdu. Tamam, bizden.
Sırada, şu şu memleketten, bu bu memleketten herkes ne denli yiğit olduğunu ortaya koymakta olsun; yerler belli olunca, çoğumuz kenardaki sandalyelere dizilendik.
İçerden de sık sık "Susuuun!" uyarıları geliyor. Bir an herkes sus pus oluyor, ardından aynı gürültüye devam. Benden bir sonraki sırayı kapmış, ağzı kalabalık bir genç var, ikide bir bana laf atıyor:
- Amca, sen hangi memlekettensin? Sizin oralardan çıkmaz mı böyle yiğitler?
Yanıtsız bıraksam olmaz; "Ben" dedim, "Buranın yerlisiyim. Dedem bu hastanenin yerinde çok koyun gütmüş zamanında."
Laborant yerli sözünü duyunca dışarı seslendi:
- Bir Kızılderili eksikti. Hangi kabiledensin, apaçi misin?
Benim gibi sırayı oturarak bekleyenlerin arasında bir de yaşlıca amca var. O da, sanki benim Kızılderililiğim tescilliymiş gibi, yoruma başladı:
- Ben bunları çok iyi bilirim. Çocukluğumda okumadık çizgi roman bırakmazdım. Bizim rahmetli "Okuma bunları, Amerikan uşaklığı damarın genişleyecek" der; kızardı ama, ben dinlemezdim. Ders kitaplarının arasında yerleştirir, gizli gizli Tom Miks,Teksas okurdum. Ama yukarda Allah var, Zagor'u, Zempla'yı pek okuyamadım. Öyle ya, çoluğa çocuğa karıştık, fırsat olmadı. Ama dedim ya, iyi bilirim bunları. Bunlar kafa derisi yüzerler. Neler çektik biz bunlardan; Amerikalı olarak yani! Yaaa, çoğunuz o günleri görmediniz; hiç unutmam, serüvenin birinde kafa derisi yüzen bir apaçi savaşçısı vardı. Breh breh breh. Beş dakikada on ane kafa derisi vız gelir tırıs giderdi.
Konuyu açıp beni apaçi yapan genç, bu kez amcanın sözüne karıştı:
- Yapma beyamca beh! Nerde bizim Yaşar abide o yetenek. Yarım saatte bir dana kellesini yüzemedi. Kasapların yüz karası!
Bu kafa derisi sohbeti sırasında önümüzdekiler epeyce azalmış. Yanımdakiler de beni gerçekten Apaçi mi sanıyorlar bilmem, kafa derilerini korumak için biraz uzak duruyorlar.
Yalnız, arada benim Apaçi savaşçısı olduğumu duymayan gafiller de çıkıyor. Yeni biri geldi, benim oturduğumu görünce, elindeki akciğer filmini elime tutuşturdu:
- Bilader şu filmi iki dakika tutuver, hemen gelicem.
Arkadan bir genç:
- Amca şu bardağı bir tutsana, sevabına.
Ne demek efendim, insanlık ölmedi ya.
Şimdi sağ elimde akciğer filmi, sol elimde de bir plastik bardak dolusu sidik. Filmin bir zararı yok da, öteki, dakikalar geçtikçe "Ben buradayım amca!" demeye başladı. Gözüm bir sağda bir solda. Ha geldi ha gelecekler. Elimdekileri alıverseler rahatlayacağım. Hatta, bizim Cihan'a inat, iyileşivereceğim. Asıl sorun da, çağrılmam an meselesi. Nitekim çok uzaklardaymışım gibi, ortalığı inleten bir sesle çağrıldım.
Bir elimde akciğer filmi, ötekinin adı lazım değil, sahiplerine kıza kıza içeri girdim. Laborant eliyle şuraya otur işareti yaptı:
- Kolunu sıyır.
Bileğimle çabaladım, olmuyor. Yardımcı oldu. Baktı kan tüpünü tutacak üçüncü bir elim yok, gömlek cebime koydu. Tahlil yapıldı, rapor yine gömlek cebime.
İşim bitince tam donanımlı olarak dışarı çıktım. Elimdekilerin sahipleri hâlâ ortalıkta yok. Doktordan da çağrılırsam; nasıl muayene olacağım? Hep onun yüzünden "Ah Cihan. İki elim iki yakanda. Hem bu cihan, hem öteki cihan."
Ben Cihan'a söylenirken doktor sıram da geldi.
…
İçeri girdim, doktorun nöbeti yoğun geçmiş olmalı, başını arkaya yaslamış, şekerleme yapıyor. Hemşireye baktım, yarı işaret yarı fısıltı:
- ……. anlat, o ……
Tam rahatsızlığımı anlatmaya başlayacağım, doktor varlığımı hissetti. Benden önce o başladı yakınmaya:
- Ben hastayım!
İşe bak, doktor da hasta çıktı. Hatta durumu acillik gibi görünüyor. Ne yaparsınız, ava giden avlanır. "Tanrı size sağlık versin" dememe kalmadı, bu kez:
- Tatile gereksinmem var!
Öff. Dertleri de bitmiyor ki. Ah Cihan ah. Ben şimdi bu doktoru nasıl otayacam? Hele bir de tatil istiyor. Az buz yerleri de beğenmez. Antalyalarda kızgın kumlardan serin sulara…
- Doktor bey, benim reçetemi yazın, sonra bir tatile çıkın, deyivermişim. Demesem iyiymiş, çok kızdı:
- Bak bak bak! Koyun can derdinde, kasap et derdinde.
Zaten sinirlenen doktor, elimdeki akciğer filmini kaptı:
- Senden film isteyen mi oldu? Zaten ortalıkta ciğer miğer de yok. Tinerci misin, nesin?
Ben, filmin bana ait olmadığını, başka bir hastanın "İki dakika tutuver" deyip geri dönmediğini anlatmaya çalışıyorum. "Efendim geçiyordu" dedim,"Şunu iki dakika tutuver" dedi dememe fırsat kalmadı:
- Geçmez bu, dedi. Ciğer bitmiş.
Filmin sahibini "Bekledim, filmini geri verecektim, gelmedi" diyeceğim, yine sözümü bitiremedim:
- Tabii azraili beklerken, gideyim hastanedekileri de rahatsız edeyim, dedin.
…
Bu arada hemşire de emanet bardağa göz dikmiş, doktora yardımcı oluyor:
- Doktor bey, bunun idrarı da kötü, böbrekler de bitmiş.
Bu kez bağırarak itiraz ettim:
- Hayıırr! Onlar benim değil.
Doktor istediği pası almıştı. Şairane bir tavırla karşılık verdi:
- Tabii senin değil. Onlar artık ellerin olmuş.
Baktım olmayacak, gömlek cebimdeki tahlil sonucunu göstermek için cebimi işaret ettim, "Kan tahlili, kan tahlili!"
Buna ikisi birden gülüştüler. Ciğeri, böbreği olmayan adamın kan tahlili ne işe yarar, der gibi. Ama ben ısrarcıyım:
- Kolestrol, perhiz filan?
Bir eliyle burnunu tıkayan doktor, öteki eliyle de hemşireye "Sıradaki hastayı çağır" işareti yaptı. Ama, söylenmeyi de ihmal etmedi: "Kalmış şurada üç günü, ne yersen ye!"
Hemşire dışarıya seslendi:
- Sıradakiii!
…
Dışarı çıktım; elimdekilerin sahipleri birer sinir küpü olmuş, beni bekliyorlar.
Mehmet Önder
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Deniz Marmasan Dalayaz |
|
Kalemin lâl olduğu saatler geçmiyor. Varlığımın sonsuz esinde, atladığım ipler kesik, avuçlarımı kanatıyor. Ege'de kasımın kendine güvenmeyen iklimi ismimi heceliyor. Kalabalık sözcükler ve cevabı olmadığından emin olduğum sorular arasında, reçetede oksijen tedavisi yazıyor. Bileklerim saat metaline bile bırakamıyor kendini. Kırmızı geçmişimin soluksuz evrelerine isim verilemiyor. O, başkasının çocuğu. Ben kağıttan gemilere kalp ağrılarımı doldurup içimin sularına bırakıyorum. Çizgisiz ve imlâsız bir metin gibi akışıksız ve hastalıklı bir aşkın, enkazının tozuyla gürültüye teslim ediliyorum, yarım yamalak öykümle. Harfler biçimsiz ve rüyalar imgelerden uzak sürüyor. Sık sık uyanıyorum, soluk soluğa ve kan ter içinde bir korku değil bu, ayazda yürek ağrısı...
Teslim etmek istediğim ellerime dayanan sızı, kansız bir yara. Dayanağı olmayan yaşanmışlıklarım var, tanıksız aşklarım ve güncesiz uyanışlarım... Ölümler faili meçhul olalı asırlar geçti.
Çocuklar var, kimin bahçelerinde oynayan. Salıncaksız parklar kurulu belleğimin, temizlenemeyen büyük adımları, tahminsiz yarınları. Çocukları, benden daha çok sevmesin. Benden daha çok renge değmesin. Gözlerine mi inanıyorsun, düşlerine mi o yokluğuna inandığımın? Ben düşüyorum çocuk; senin ağlamanı beklemeden. Kutup yıldızından ayağım kayıyor ve "Denize yakın oturalım" dediğin günlerimiz katmıyor beni içine, sen o kareyle tarihe atılmış sahte bir imzayken..
Avuçlarımda mavisiz dünya, zinciri ayaklarıma dolanmış. Şehirleri düşünmüyorum artık senin atlasında. Işıklarına katılamadığım nicesi renklerini üzerime savururken, korumaya çalıştığım mercanlar kırılmaya yüz tutuyor. Eski anılar var çağıran, yeni korkular, kabuk bağlamayan aylar... Geçecek diyor dünya, monologdan diyaloga geçemediği sahnesinden, ben uyumak istiyorum. Yoksunum çocuk, bir masalın hiç köşesinde, kimsenin görmediği; kederi üzerine rüzgârın yazdığı şifon elbisemle, ayakkabısız oturuyorum. Desensiz kumaşlara sarınan bedenim yaprak yaprak dökülüyor. Güze ilişmeyen bir mücevher gibi kadifesinde bekleyen zaman, benim dışımda; dünyaya çok yakın bir yerde uyuyor.
Ayın giyinişini ve soyunuşunu merak etmeyen insanlar arasında senfoni yazmaya çalışıyorum. Belki de tek perdelik bir oyunun, başrolü yitik figüranını oynuyorum...
Deniz Marmasan denizmarmasan@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BOĞAZINDA DÜĞÜMLENEN HIÇKIRIK OLAYIM
Ben çocukken evlerimizin bahçeleri vardı. Küçük ya da büyük, müstakil ya da değil hepsinde biz çocukların oynayabileceği bahçeler.
İçlerinde türlü türlü meyve ağaçları, mutlaka erik ve dut ve de incir. Korkusuzca tırmanıp meyvelerini dallarından yediğimiz ağaçlar. İncir ağacını çok severdim, olmamış incirleri sıkar, çıkan sütü ellerimizde oluşan siğillere sürerdik. Siğillerin böyle iyileşeceğine inandırmışlardı bizi.
Çiçekler olmazsa olmazdı. Şimdi sadece parklarda seyrettiğimiz çiçekleri istisnasız her bahçede annelerimiz elleriyle dikerdi. Sümbüller, zambaklar, menekşeler, güller. Hele hercai menekşeler, görüntüsünü insan yüzüne benzettiğim bu mor çiçeklerin adını 'adam menekşesi' koymuştum ben. Niye kadın ya da insan değil de adam? O da ayrı bir bilmece benim için.
Bazı bahçelerde kümesler olurdu, bizim bahçemizde de vardı. İçinde tavuklar, horozlar ve kazlar. Evet kazlar, bizim kümeste kazlarımız da vardı. Babamın en büyük eğlencesiydi kümesiyle ilgilenmek, hayvanlarını besleyip büyüdüklerini görmek. Yumurtayı biz bakkaldan almazdık pek. Her sabah taze taze folluklardan alınır sofraya gelirdi.
Sık sık birbirimizin bahçelerine konuk olurduk. Evcilik oyunu, seksek, hulahup, tak tak... Şimdi bu tak tak da ne diyeceksiniz. Bir halkaya bağlanmış iki ipin ucunda iki küçük top, halkayı geçirirsin orta parmağına, elini hafifçe yukarı kaldırıp aşağı indirerek başlarsın topları birbirinden ayırmaya. Gittikçe hızlanan elde, toplar birbirinden ayrılır birleşir, ayrılır birleşir ve bu birleşmelerde öyle bir tak tak sesi çıkar ki...
Ben en çok neyini severdim bu bahçelerin biliyor musunuz?
Yaz akşam eğlencelerini.
Bizden büyük ablalarımız ve abilerimizin hep bir arada plak dinleyip dans ettiği yaz akşamlarını.
Ablamın unutamadığım arkadaşlarını...
Üzerinde ampuller olan adi bir elektrik kablosunun ağaç dalları arasında dolanıp aydınlattığı bahçedeki müziğin sesi kim bilir nerelere kadar giderdi.
Nilüfer, "DÜNYA DÖNÜYOR, SEN NE DERSEN DE" derdi,
Berkant, "SAMANYOLU"nu söylerdi.
Rana-Selçuk Alagöz kardeşlerin "MALABADİ KÖPRÜSÜ"nü, Edip Akbayram'ın "GARİP"ini ne çok dinlerdik.
Ama bende en çok iz bırakan, aşağıda sözlerini yazdığım rahmetli ESMERAY'ın hüzünlü şarkısıdır. Hâlâ çok sevdiğim, dinledikçe gözlerimin yaşardığı...
Şimdi düşününce çok şaşırıyorum kendime, çocuk yaşta bu kadar hüznün işi neymiş bende?
*
BOĞAZINDA DÜĞÜMLENEN HIÇKIRIK OLAYIM,
UNUTMA BENİ, UNUTAMA BENİ,
GÖZÜNDEN DAMLAYAMAYAN GÖZYAŞIN OLAYIM,
UNUTMA BENİ, UNUTAMA BENİ,
GÖLGEN GİBİ ADIM ADIM, HER SOLUKTA BENİM ADIM,
BEN NASIL Kİ UNUTMADIM, SEN DE UNUTMA BENİ, UNUTAMA BENİ. BİTMEK BİLMEZ KAPKARANLIK GECELER BOYUNCA,
UNUTMA BENİ, UNUTAMA BENİ,
AYRILIĞIN ACISINI KALBİNDE DUYUNCA,
UNUTMA BENİ, UNUTAMA BENİ.
SEVİŞİRKEN, ÖPÜŞÜRKEN, YAPAYALNIZ DOLAŞIRKEN,
UNUTMAYA ÇALIŞIRKEN UNUTAMA BENİ, UNUTAMA BENİ.
Nurten Demirel (Karahasanoğlu)
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SİGNORA CARİTA
Hotel Majestic Roma'nın lobisinde oturmuş, gözlerim kapıya dikili bekliyorum. Fonda Perche Ti Amo. Heyecandan avuç içlerim terlemiş, yüreğim göğüs kafesimi delmeye çalışıyor. Aynı şarkıdaki gibi, çünkü seni seviyorum! Bu yüzden yıllar sonra tekrar…
Karşımdaydı olanca yabancılığıyla! Bir o kadar tanıdık ruhuma…
Dokuz yıl oldu sevgilim, dokuz yıl. Ortalama üç bin iki yüz seksen beş gün… Bir anı bile sensiz geçmeyen, ama hep sensiz…
Buruk bir tebessüm var dudaklarında, yakıcı! Aynı düşünceler zihninde, yıllar sonra olduğu gibi hissediyoruz birbirimizi. Senin dudaklarından benim dudaklarıma konuyor burukluk, biraz da alayla harmanlıyorum. Suskunluğumuz arttıkça aynılaşıyoruz, yıllar önce olduğu gibi sevgilim, konuşmadan anlaşıyoruz. Fonda Perche Ti Amo: Çünkü seni seviyorum…
Ellerin masanın üzerinden buluşuyor ellerimle, bu nasıl bir duygu, nasıl bir ateş! Hâlbuki o ateş söneli… Gözlerin yüreğimde geziniyor, "O ateş sönmedi, üstünü örttük." diye fısıldıyorlar. Yanağımı bastırıyorum diğer eline gözlerimi kapamaya korkarak! Parmakların ağır ağır dudaklarıma değiyor: tüy gibi, yok gibi, dokunmaya korkar gibi! Titremeye bırakıyorum bedenimi…
Dokunmaya kıyamıyorum sana. Elimi her uzattığımda ateşe değmiş gibi bir heyecana kapılıyorum. Uzanıyorum sana, tutkuma…
Dokuz yıl önce fısıldadığın o sözcükler uçuşuyor beynimde. Geçen onca saate, güne rağmen ateş aynı ateş! Ah sevgilim, bu nasıl aşk? Korkar oluyorum gözlerine bakmaya. Ellerin ellerime baskı yapıyor, zorluyor gözlerimizi buluşturmak için. Hiç ayrılmamışız gibi bakan gözlerine kavuşturmak için… Titriyorum hala: Sen tutkularına uzanırken gözlerinle, ben titremeye bırakıyorum bedenimi… Olanca yabancılığınla, bir başkasına aitken sevgilim kapılıyorum rüzgârına. Gerek var mı sözcüklere, al götür, savur beni… Tekrar konuyor dudaklarına buruk tebessümün, ellerin ellerimde sıkıca ve anlatıyorlar her şeyi. Tek tek… Sen başkasına aitsin diyor, ben başkasına aidim. Hayır, sen bana aitsin, ben hiç başkasının olmadım. Biz birbirimizin ateşi, her daim bizi körükleyen…
Yıllar sonra, yaşlandığımızda, elim elini sıkıca tutarken "İşte benim hayatım!" diyeceğim ve hiç bitmeyen aşk dolu bir öpücükle hayatımızı kutlayacağım.
Konuşmadan… Ne diyor burukluktan tamamen sıyrılmış, alaycı tebessümlerimiz: İşte benim hayatım! Vakit doluyor, ellerimi çekemiyorum, içimde kopan onca fırtınanın sesini susturmaya çalışıyorum, gözlerim yalvarıyor: Gitmek istemiyorum! Ve sen sevgilim, gitmeni istemiyorum, diyen gözlerinle ellerimi bırakamıyorsun…
Prendersi cura di se stessi, addio… Kendine iyi bak, hoşçakal…
Dokuz yıl önce ne söylediysen yine… Ah sevgilim! Bu defa dilinden dökülmüyor, bu defa gözlerinde yaş var… Bu defa gözlerimde yaş var! Ayrılıyor ellerimiz yavaş yavaş, ayırmayın bizi dercesine! Parmaklarım hissediyor her bir titremeyi, ellerinin her bir kıvrımını, zihnime kazırcasına…
Dudaklarımda dokuz yıl önceki tadın bana yasaklanmış olan! Ellerimle alıyorum o tadı, son kez… Acıtarak! Kokun doluyor burnuma titremem daha da artıyor, yeni bir ayrılığın habercisi gibi sarsıyor sevgilim. Alamıyorum gözlerimi gözlerinden, ellerim benden bağımsız. Parmaklarım avucunun içinde kıvranıyor, "Benim o kıvrımlar!" dercesine ellerini fethediyor. Ellerin ellerimi ezberliyor, hiç unutmamasına rağmen. Ellerimiz ayırt edilemiyor sevgilim!
Sarılmaya korkarcasına kopuyor ellerimiz, gözlerimiz, kopuyoruz biz! Fonda Perche Ti Amo.
Tek fark dökülüyor dilinden: Qui è la mia vita, ti amo! İşte benim hayatım, seni seviyorum!
Bakamıyorum kaldırıp başımı, biliyorum gözlerindekini: O benim, o sensin!
Yer Roma, yıl 1979…
Hilal Bayram
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
WİKİLEAKS'İN SIZDIRDIKLARI
ABD diplomasisine ait gizli olduğu bildirilen bilgi ve belgelerin 'wikileaks' adlı internet sitesinde yayınlanması, Amerika birleşik devletlerinin yeni bir uygulaması olmadığı gibi iddia edildiğinin aksine birleşik devletler yönetiminin bilgisi dahilinde belirli hedefler edinen bir uygulamadır. Burada yeni olan belgelerin kamuoyuna duyurulmasında yazılı medya yerine internet medyasının kullanılmasıdır. Buda bundan sonra internet medyasının daha etkin bir rol oynayacağının, haberleşmede internetin daha çok kullanılacağının göstergesidir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de vurgu yaptığı gibi bu belgelerin dünya kamuoyuna duyurulmasında ABD'nin ulaşmak istediği hedefler vardır. Sadece bu hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracak belgeler sızdırılmıştır.
Belgeler, Türkiye ağırlıklı Ortadoğu ülkeleriyle ilgilidir. Buda ABD'nin Ortadoğu'da belirli hedeflere ulaşmayı amaçladığının işaretidir. Belgelerin açıklanmasıyla hedefe ve hedeflere artık atış yapılmıştır.
Türkiye açısından olaya baktığımızda beklentilerin ve belgeler sonrası yapılan bazı yorumların aksine 'wikileaks'in sızdırdıklarında Ak Parti hedeflenmiyor. Tayip Erdoğan ve Ak Parti yönetiminin ABD'ye rağmen kendilerince belirli bir dışişleri politikası işledikleri bu belgelerde özellikle vurgulanıyor. Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yaklaşımından rahatsızlık duyulduğu ifade ediliyor.
Bu bilgiler Tayyip Erdoğan ve Ak Partiyi Türk kamuoyunda zannedildiğinin aksine güçlendirir. Zira istiklal marşı şairimizin ifade ettiği gibi Türk milleti hür ve bağımsız olmayı sever. Kimseye boyun eğmemek bizim en büyük önceliğimizdir.
Belgelerde Erdoğan'ın ABD'ye rağmen ama onunla ters düşüp ipleri koparmadan Türkiye adına yeni adımlar atmayı hedeflediği yansıtılıyor. Ancak Davutoğlu'nun ne olursa olsun köprüleri yıkma ipleri koparma yaklaşımının yanlışlığı ve bundan ABD'nin ciddi rahatsızlık duyduğu bizlerden çok Tayyip Erdoğan'a ifade edilmek isteniyor. Yolsuzluklara işaret ve Erdoğan'ın İsviçre bankalarında hesaplarının bulunduğu bilgileri Erdoğan'a adeta bir uyarı ve ikaz niteliğinde. Aynı zamanda muhalefete de Ak Parti karşısında nasıl bir politika izleyeceğinin sinyalidir. Gürültücü beceriksiz elit grup olarak ifade edilen muhalefetin CHP kanadından ABD'nin artık fazla bir şey beklemediği de anlaşılıyor.
Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın başta İsrail olmak üzere Türk ve dünya kamuoyu nezdinde dobra ve sert söylemlerde bulunurken diplomatik uygulamalarda bunun tersi olduğunu düşünmeye başlayanlardan biri olarak 'wikileaks'in sızdırdıkları burada yanıldığımızı gösterdi.
İkinci olarak Türkiye İran ilişkileri ve CHP genel başkanının kaset skandalıyla istifa etmesi sonrası ABD'nin artık Ak Parti ipini çekmeye başladığı yorumunu yapıyordum. İnternette yayınlanan bu belgeler ABD'nin Erdoğan ve Ak Partinin ipini sağlamlaştırdığını gösteriyor.
Bu belgelere göre 2011 yazındaki seçimlerde Ak Parti yine iktidar olacak ve kurulacak Ak Parti hükümetinde Ahmet Davutoğlu kabinede yer almayacak. Wikileaks'in Türk ve dünya kamuoyu dışında Ak Parti cenahına fısıldadığı en önemli iki hususun bunlar olduğunu düşünüyorum.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
HÜCRELERE İLK ZİYARET
kanın üstünde yüzen gemilerin,
gözyaşının üstünde yok olduğu mor çenelerin,
ve nice rengarenk çığlıkların diyarıdır bura.
korkma buradan
aynaya bakabildiğin gün.
korkma sönmez.
murathan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Ülkemizde cep telefon numaranızı değiştirmeden istediğiniz operatöre taşıyabiliyorsunuz. Evet gerçekten güzel bir uygulama ama, sizin görüşmek için aradığınız telefon numarası sizinkinden farklı bir operatörden hizmet alıyorsa, telefon görüşme ücretiniz tahmininizden yüksek gelebilir. Eğer arayacağınız telefon numarasının hangi operatörden hizmet aldığını öğrenmek istiyorsanız http://www.numaranitasi.gov.tr/PublicWebGUI/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Açıklamalar web sayfasında yazılı, kolay gelsin.
Youtube ve benzeri sitelerden bulmuş olduğunuz bir video'yu mp3 olarak kaydetmek isterseniz http://www.video2mp3.net/ web sayfasını deneyebilirsiniz. Ses kalitesini kaybetmeden müzik kaydı yapabileceğiniz bu web sayfasını defalarca denedim ve sık kullanılanlar listenizde bulunması gerektiğine inanıyorum.
http://www.doktorsitesi.com/ Doktorları hastalarla buluşturan sağlıklı bir site. Merak ettiğiniz rahatsızlıklar için bilgi araştırması yapabileceğiniz ve hatta sorular sorabileceğiniz başarılı bir çalışma olmuş. İster soru bankasını kontrol edin, ister arama yardımıyla konu başlıklarında araştırma yapın, bu da yetmezse kendi sorunuzu oluşturup, cevap verilmesini bekleyin. Şimdiden geçmiş olsun.
Kaçırdığınız dizileri izlemek için http://diziport.com/ Bu web sitesinin diğer bir özelliği de sadece ülkemizde gösterimde olan dizileri değil, dünyaca popüler hale gelmiş olan dizileri de izlemenize olanak veriyor. Hem de Türkçe altyazılı olarak takip edebiliyorsunuz.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|